""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

İnsan Öldürme Hırsızlık ve Gasp

                 
ŞAHIS VE MAL LEYHİNE İŞLNEN SUÇLAR(öLDÜRME,KAN DAVASI,İNTİHR,İFTİRA,GASP VE YĞMA,HAKSIZ  KAZANÇ)

             Öldürme

İslâm dini, insanı yaratılanların en değerlisi ve üstünü, insan hayatının
korunmasını da dinin temel amaçlarından biri saymıştır. Kur’an’da haksız
yere bir cana kıyanın bütün insanları öldürmüş gibi ağır bir suç işlediği, bir
insanın hayatını kurtarmanın da bütün insanlara hayat verme gibi yüce ve
değerli bir davranış olduğu ifade edilir (el-Mâide 5/32). Bunun için de İslâm’da
adam öldürme (cinayet) büyük günahlardan birini teşkil eder. Haksız
yere ve kasten mümin bir kimseyi öldürenin, -yakınlarının talebine bağlı
olarak- dünyada kısasen öldürüleceği (el-Bakara 2/178; el-İsrâ 17/33),
âhirette de ebedî cehennem azabıyla cezalandırılacağı, Allah’ın gazap ve
lânetine uğrayacağı bildirilmiştir (en-Nisâ 4/93).

Vedâ haccında Hz. Peygamber bütün müslümanlara hitaben, “Bu gün,
bu ay ve bu belde nasıl kutsal ve masûn ise, canlarınız, mallarınız ve ırzlarınız
da öylesine masûndur (toplumun sorumluluğu ve hukukun güvencesi
altındadır)” buyurarak (Buhârî, “İlim”, 37, “Hac”, 132, Müslim, “Hac”, 147),
insanın yaşama hakkının dokunulmazlığını belirtmiştir. Bir başka hadiste de
“Yedi helâk edici şeyden sakınınız. Bunlardan biri de, haklı durumlar müstesna,
Allah’ın haram kıldığı bir cana kıymaktır” buyurmuştur (Buhârî,
“Vesâyâ”, 23; “Tıb”, 48; “Hudûd”, 44; Müslim, “Îmân”, 144; Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”,
10).

Bir hadiste ölüm cezası sınırlandırılmış, sadece üç suçlu için ölüm cezasının
verilebileceği belirtilmiştir. Bunlar da irtidad, evlinin zinası ve kasten
adam öldürmedir (Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 1). Hz. Peygamber’in bu açıklaması,
insan hayatını korumanın dinde ne kadar önemli görüldüğünü ifade etmesi
yönüyle dikkat çekicidir. Bu yüzdendir ki, İslâm hukukçuları arasında, bu
ağır suçlardan birini işlemediği sürece eşkıyaya, suçlu ve isyankâra, hilekâr
ve hırsıza ölüm cezasının uygulanmasının doğru olmayacağı, devlet başkanına
veya kanun koyucuya bu yönde bir takdir hakkı vermenin yanlış olacağı
görüşü ağırlık kazanmıştır. İnsan hayatının dokunulmazlığı böyle bir
sınırlamayı gerekli kılmaktadır. İslâm’ın kasten adam öldüren kimseye kısas
cezasını öngörmesi de yine insan hayatına verdiği değerle açıklanır.

İslâm dininde, savaş halinde bile müslüman savaşçıların düşmanı öldürme
hakkı çok sınırlı tutulmuş, kadın, çocuk, din adamı, yaşlı kimseler
gibi savaşa bilfiil katılmayanların öldürülmesi yasaklanmış, savaş esirlerinin
yaşama hakkı korunmuştur. Fiilî savaş durumu veya bir cezanın infazı,
meşrû müdafaa gibi hukuka uygunluk hallerinin bu yasak dışında kaldığı
açıktır. Zina suçu işlerken yakalanan suçlunun veya bir cinayet işleyen kimsenin
suç mağdurlarınca öldürülmesi değil, suçlunun devlet eliyle, objektif
ve âdil yargılama sonucu cezalandırılması ilkesi benimsenmiştir. Bütün bunlar
insan hayatına verilen değerin bir başka açıdan ifadesidir.

İslâm’ın gerek dinî ve ahlâkî zeminde gerekse hukuk düzeni planında
aldığı tedbirlere rağmen bir kimsenin suç işlediği sabit olmuşsa, o takdirde
hem suçlunun cezalandırılması, hem suç mağdurunun haklarının korunması,
hem de toplum vicdanının tatmin edilip suçun tekrar işlenmesinin
önlenmesine yönelik bir cezalandırma öngörülerek hak ve hakkaniyete dayalı
bir ceza adaleti benimsenmiştir. Bu yaklaşımın bir uzantısı olarak, kasten
öldürmelerde, öldürülen kimsenin yakınlarının da istemesi şartıyla, katilin
kısasen öldürülmesi esastır (el-Bakara 2/178-179; el-Mâide 5/45). Kısas
istenmez veya mümkün olmazsa ölenin kan bedeli demek olan diyet ödenir.
Hataen öldürmelerde de kural olarak ölenin mirasçılarına diyet ödemesi ya-
pılır (en-Nisâ 4/92). Hataen öldürmelerde suçlunun kefâret ödemekle yükümlü
tutulması ise, bir yönüyle toplum yararını, bir yönüyle de nefis terbiyesini
sağlamayı amaçlar. Yakınını öldüren kimsenin ek bir cezaî müeyyide
olarak o şahsın mirasından mahrum edilmesi, mirasa konma amacıyla cinayet
işlenmesini başlangıçta önlemeyi hedef almaktadır.

Kasten adam öldüren kimse dinen âsi ve fâsık sayılır. İslâm âlimleri katilin
tövbesinin, Allah’ın dilemesine bağlı olarak, kabul edilebileceğini ifade
ederken, suçun günah ve ağırlığından ziyade katile, şayet kısasen öldürülmemişse
kendini ıslah edip o andan itibaren iyi bir insan olma şansını vermeyi
göz önünde bulundurmuşlardır. Katilin Allah katındaki konum ve âkıbeti
ise, günahların bağışlanmasına ilişkin âyetlerin genel ifadesinden anlaşıldığına
göre (en-Nisâ 4/48, 116; ez-Zümer 39/53), tamamıyla Allah’ın dilemesine
ve bağışlamasına kalmış bir konudur.

B) Kan Davası


Aile veya yakın çevreden biri öldürüldüğünde, katile veya yakınlarına
karşı, ölenin yakınlarınca öç alma duygusuyla ve misilleme şeklinde karşılıklı
cinayetlerin sürdürülmesinin genel adı olan kan davası, kamu düzen
ve güvenliğinin tam sağlanamadığı geleneksel toplumlarda, bir de cezalandırma
adaletinin yeterince işlemediği ve tatminkâr olmadığı toplumlarda
sıkça karşılaşılan bir olgudur. Hatta akrabalık ve soy bağlarının güçlü olduğu,
buna ilâveten, suçluyu gerektiği şekilde cezalandırıcı kamu otoritesinin
veya yasal düzenlemelerin bulunmadığı toplumlarda kan davası, sosyal
bir olgu olmanın ötesinde ahlâkî bir ödev olarak da görülür.

Kan davası, İslâm öncesi Arap toplumunda da çok yaygındı. Aile veya
kabile üyelerinden biri öldürüldüğünde onun kanının yerde bırakılmaması,
öcünün alınması sosyal ve ahlâkî bir değer taşıyor, şerefli ve onurlu bir görev
sayılıyordu. Bu yüzden de, bu ve benzeri toplumlarda kan davasının şahsî
intikam çerçevesini ve aile sınırlarını aşarak kabileler arası bir düşmanlığa
dönüştüğü ve iki taraf için de ağır kayıplara yol açan kabile ve bölgeler arası
savaşlara neden olduğu sıkça görülürdü.

İslâm dini, adam öldürme ve yaralama suçlarının kasten işlenmesi halinde
ölenin yakınına veya suç mağduruna kısas yahut kan bedeli ve sakatlık
tazminatı, hata ile işlenmesi halinde de sadece diyet isteme hakkı tanımıştır.
Öte yandan suçu belirlemeyi, suçluyu yargılamayı ve cezalandırmayı
devlet tekeline almış, bu konuda âdil, objektif ve tarafsız yargılama ilkeleri
getirmiş, suçta ve cezada kanunîlik, eşitlik ve objektiflik ilkelerini sıkı sıkıya
korumuştur. Bu önemli gelişmeler, hem suç mağdurunun hakkını koruyucu,
suçluyu âdil ve yeterli şekilde cezalandırıcı hem de mâşerî vicdanı tatmin
edici bir ceza adaletini getirdiğinden, İslâm toplumlarında kan davalarının
önlenmesinde de etkin derecede rol oynamıştır. Kasten işlenen cinayetlerde
suçluya uygulanacak bedenî veya malî cezayı belirlemede, ölenin yakınlarına
veya müessir fiil sonucu sakat kalan kimse olarak tanımlanabilecek suç
mağduruna, seçim veya söz hakkı tanınmasının da bu olumlu sonuçta önemli
payı olmuştur.

Batı hukukunda insan hayatına ve sağlığına karşı işlenen suçlar tamamıyla
kamu düzenini ihlâl ve kamu davası mahiyetinde görüldüğü, suçlunun
cezalandırılması veya affedilmesi konusunda tek yetkili merci olarak
devlet tanındığı, suç mağduruna bu konuda herhangi bir söz hakkı tanınmadığı
için, cinayetlerde suç mağdurlarının hakkı büyük ölçüde ihlâl edilmeye
başlanmıştır. Halbuki bir cinayette, öncelikli olarak mağdur olan,
maddeten ve mânen yıkıma uğrayan, öldürülen kimsenin yakınlarıdır. “Ateş
düştüğü yeri yakar” atasözümüz bu gerçeği vurgulayıcı niteliktedir. Ölenin
yakınları için hukukun tanıdığı tazminat hakkı ise çok sınırlı kalmakta, hele
suçlunun birkaç yıl hapis cezasıyla cezalandırılması veya rastgele çıkacak
bir af kanunuyla affedilmesi halinde, alınacak tazminat da anlamını yitirmektedir.
Bu durum haliyle kişileri, devletin ve kanunun vermediği cezayı
şahsen verme ve suçludan şahsen intikam alma gibi bir yanlışlığa
sevketmektedir. Suç mağduru, şahsen intikam almakla kendini hem savcı
hem hâkim hem de infazcı yerine koymakta, böyle bir durum da bir yandan
hukuk düzeninin ihlâline ve maksadı aşan ölçüsüz tepkilere, diğer yandan
sonu gelmez karşı cinayetlerin başlamasına ve suçsuz kimselerin haksız
yere öldürülmesine yol açmaktadır. Halbuki hukuk güvenliğinin lüzum ve
önemini benimseyen her hukuk düzeninde suçlunun âdil, objektif ve tarafsız
delil ve ölçülere göre devlet tarafından yargılanması esastır.


İslâm dininin ilke ve hükümleri, hiçbir kan davasını haklı görmez. Ancak
toplumda kan davasının önlenmesi için, halkın eğitilmesi, hukuk düzenine,
devletin kanunlarına ve tarafsız mahkemelere güvenmesi ne kadar
gerekli ise, devletin ve kanun koyucunun da cinayetleri suç mağdurunu ve
mâşerî vicdanı tatmin edici ölçüde cezalandırması, bu konuda suç mağdurlarının
haklarını gözeten âdil ve hakkaniyeti gözeten bir yargılama ve cezalandırma
politikası izlemesi de o kadar önemlidir.

C) İntihar

Yaratılanlar arasında şerefli bir yere sahip olan insanın yaşama hakkı
da, Allah tarafından lutfedilmiş en temel haktır. Dünyaya yaratanını tanıma
ve O’nun gösterdiği çizgide hayatını sürdürme amacıyla gönderilen insanın,
dünyaya gelmesi de dünyadan ayrılması da elinde ve yetkisinde olmayıp bu
durum ilâhî iradenin ve düzenin bir parçasını teşkil eder. İnsanın elinde olan,
yaşadığı sürece yaratanını tanıma ve O’na kulluk etme ve böylece
O’nun katındaki değerini artırmadır.

İslâm düşüncesine göre temel haklar, kişilerin özleri itibariyle sahip olduğu
ve üzerinde her türlü tasarruf yetkilerinin bulunduğu haklar olmayıp,
Allah’ın insanlara bahşettiği ve belli kayıt ve şartlarla kullanımını insana
devrettiği birer emanet hükmündedir. Yaşama hakkı da böyledir. İslâm inancı
rengi, ırkı ve sosyal konumu ne olursa olsun her insanın hayatını dokunulmaz
bir değer olarak kabul edip insan hayatına yönelik her türlü saldırı
ve tehlikeyi en etkili şekilde önlemeye çalışır. Savaş, adam öldürme, isyan
ve ihtilâl, evlinin zinası gibi toplumsal düzeni kökünden sarsacak olumsuz
gelişmeler olmadığı sürece insanların yaşama hakkına müdahaleyi doğru
bulmaz. İslâm’da inançsızlığın (küfür) tek başına savaş ve ölüm sebebi sayılmaması
da bu anlayışın sonucudur. Bu nedenledir ki İslâm, kişilere
yaşama haklarını kendi elleriyle yok etme demek olan intihar hakkını da
vermemiş, bunu büyük günahlar arasında saymış, inancı ve ameli ne olursa
olsun bu kimselerin sırf intihar etmiş olması sebebiyle âhirette büyük bir
cezaya çarptırılacağını bildirmiştir.

Kur’an’da bir kimseye hayat vermenin âdeta bütün insanlara hayat
verme gibi yüce bir davranış, bir cana kıymanın da âdeta bütün insanları
öldürme gibi ağır bir suç ve günah olduğu belirtilir (el-Mâide 5/32). Âyetin
bu ifadesine hangi sebeple olursa olsun intihar etmek isteyenler de dahil
görünmektedir. Hz. Peygamber de konuyla ilgili olarak uçurumdan atlayarak,
zehir içerek veya öldürücü bir aletle kendini öldüren kimsenin cehenneme
gireceğini ve sürekli olarak orada kalacağını buyurarak (Buhârî, “Tıb”, 56)
birkaç örnek üzerinde intiharın büyük günah olduğuna ve acı sonuçlarına
dikkat çekmiştir. Çünkü sıkıntılara göğüs germek, acıya ve kedere karşı
sabır göstermek, şartlar ne derece kötü olursa olsun Allah’a olan inanç ve
güveni yitirmemek müslümanın temel karakteri ve ilkesi olmalıdır. Üstelik
bu yolda gösterilen sabır ve mücadelenin Allah katında büyük bir ecri ve
değeri vardır. Kur’an’da hayatta karşılaşılan sıkıntı ve problemlerin birer
sınav aracı olduğu, bunlara karşı sabır ve metanet gösterildiğinde iyi müslüman
olunacağı sıkça hatırlatılır (el-Bakara 2/155,177; el-Hac 22/35). Öte
yandan Allah’ın belli bir amaç doğrultusunda kullanması için insana verdiği
yaşama hakkına insanın müdahale etmeye ve bu konuda kendini yetkili
görmeye hakkı olmadığı gibi, büyük bir nankörlük olarak da değerlendirilir.

Bütün bu gerekçeler sebebiyle İslâm bilginleri intiharı büyük günahlar
arasında saymışlar, intihar edenin ölüm sonrası hayattaki durumunu gerçekte
sadece Allah’ın bileceğini ifade etmelerine rağmen bu konuda da bazı
açıklamalarda bulunmuşlardır.

Kişinin, ölüme yol açan bazı kusurlu davranışları yapmasının intihar yasağı
çerçevesine girip girmediği de yine İslâm bilginleri arasında sıkça tartışılan
bir konudur. Kişinin hayatını sürdürecek ölçüde yeme ve içmesi farz
olup, bundan kaçınarak “ölüm orucu” tutması intihar hükmünde görülmüştür.
Çünkü ölüme yol açabilecek bir açlık tehlikesinde İslâm, haram gıdaların
bile yenilip içilmesine müsaade ederek insan hayatını korumayı ve kurtarmayı
esas almıştır. Kişinin içinde bulunduğu tehlikeden kurtulmak için çaba
sarfetmeyerek ölümü istemesi de bir bakıma intihar sayılmıştır. Buna karşılık
tek başına düşman saflarına saldırmada olduğu gibi, kendini ölme ihtimali
yüksek olan bir tehlikeye atması, başka birini zorla, parayla veya rica
ile kendini öldürmeye ikna etmesi gibi durumların, ölen şahıs açısından intihar
sayılıp aynı derecede haram ve günah olup olmadığı ise tartışmalıdır.
Ancak bu tür davranışların fâil açısından haram ve cinayet sayılacağı açıktır.
Bu sebeple umutsuz ve acı çeken hastanın tıbbî müdahalenin bir parçası
olarak öldürülmesi de (ötanazi) dinî prensipler açısından tasvip edilemez.

İslâm bilginleri intihar eden müslümanın, intiharı sebebiyle âhirette çok
çetin ve şiddetli bir azap göreceğini, hatta cehennemde ebedî olarak kalacağını
ifade etseler de, intihar edenin imandan çıktığını ve kâfir olduğunu söylememişlerdir.
Çünkü iman ve küfür davranış bozukluğuyla değil inanç ve
düşünce ile alâkalıdır. İntihar edenin inanç durumu ise kendisi ile Allah arasındaki
bir meseledir. İntihar eden müslüman, diğer müslüman cenazelerinde
olduğu gibi yıkanır, kefenlenir, cenaze namazı kılınır ve müslüman mezarlığına
gömülür. İslâm hukukçularının çoğunluğunun görüşü bu yöndedir.
Çünkü kelime-i tevhidi söyleyen herkese yaşadığı sürece, öldüğünde, mezara
gömülünceye kadarki işlemlerde müslüman muamelesi yapmak, bundan
ötesini Allah’a havale etmek gerekir. Bazı
İslâm bilginleri ise, Hz. Peygamber’in
intihar eden bir kimsenin cenaze namazını kıldırmayışından
(Müslim, “Cenâiz”, 37) hareketle, intihar eden kimsenin cenaze namazını
devlet başkanının kıldırmayacağı fakat halktan birinin kıldırabileceği görüşündedir.
Resûlullah’ın bu uygulaması, tıpkı borçlu olarak ölenlerin cenaze
namazını kıldırmayışında olduğu gibi, müslümanları konunun hassasiyeti
hakkında uyarmaya ve eğitmeye yönelik bir önlem ve yöntem olarak değerlendirilebilir.


İslâm insana yaratılışı, yaşama amacı ve hayat sonrası âlem hakkında
doyurucu, tutarlı ve bütünlük taşıyan bir inanç ve bilgi sunduğu, hayatın acı
ve tatlı her yönüne ayrı bir anlam vererek müslümanın bilgi ve iradesini bu
yönde hazırlayıp eğittiği için, müslüman toplumlarda intihar olayları yok
denecek kadar azdır. Ancak İslâm bilinç ve inancının zayıfladığı, İslâm’ın
insanla ve dünya hayatıyla ilgili temel mesajının iyi kavranamadığı kesimlerde,
cinsel bunalım, aşk, ihanet, yoksulluk, işsizlik, sakatlık, yakınını kaybetme
gibi olaylar insanların yıkılmasına, hayata küsmesine ve neticede
intiharlara kolayca yol açabilmektedir. İçki ve uyuşturucu madde kullanımı
da intiharları kolaylaştırıcı bir ortam oluşturmaktadır. Hayatın da, insanlar
arası ilişkilerin acımasız bir maddî çıkar kavgasına dönüştüğü, dinin insanı
yönlendirme ve eğitme gücünün iyice zayıfladığı, çoğu zaman da insanı
hayata bağlayan değer ve amaçların anlamını yitirdiği Batı toplumlarında
intiharın oranı müslüman toplumlara göre bir hayli yüksektir. İntiharların
Batı’da bilgisiz halk kesiminden ziyade entelektüel çevrede daha yaygın
olması da konunun eğitim ve kültürden çok inançla ilişkili olduğunu göstermesi
bakımından dikkat çekicidir.

D) İffet ve Namusa Saldırı


İffet denince, insanın arzularının baskısına karşı koyarak, Allah ve insanlar
nezdinde kendisini küçük düşürücü davranışlardan sakınmasını sağlayan
ahlâkî erdem ve yetişkinlik kastedilir. Irz da, genel anlamıyla insanın
ve yakın çevresinin şeref ve itibar kaynağı olan, mânevî kişiliğini oluşturan
değerler bütününü, özel ve dar anlamıyla ise cinsiyet alanındaki iffet ve
namusunu ifade eder.

İslâm dininde her iki anlamıyla da iffet ve namus, kişilerin en temel
haklarından olup, bunlara yapılan saldırılar suç ve günah sayılarak dünyevî
ve uhrevî müeyyidelere konu edilmiştir. İslâm’da zinanın ve zinaya götüren
yolların yasaklanması, örtünmeyle ilgili emir ve düzenlemeler esasen hem
kişilerin iffet ve namuslarını hem de toplumsal ahlâkı korumaya mâtuf tedbirlerdir.
Dinin zina yasağı ve bu konudaki koruyucu tedbirleri daha önce
ele alındığından burada kişilerin iffet ve namusuna dil uzatma (kazf) suçuna
temas edilecektir.

Dinî ve ahlâkî yönden günah sayılan davranışlar, hukuk düzeni tarafından
da belli derecede cezalandırılarak topluma kıvamını veren bu üç kurum
arasında sağlam bir bağlantının kurulması gerekir. Bu sebepledir ki İslâm
hukukunda iffet ve namusun önemi, aile kurumunun kutsallığı sebebiyle
“zina iftirası” ağır bir suç sayılmış, Kur’an ve Sünnet’te cezası
(hadd-i kazif)
seksen celde (sopa) olarak belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:
“Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup sonra (bunu ispat için) dört
şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini asla
kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar. Ancak bundan sonra tövbe
edip ıslah olanlar müstesnadır. Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir” (en-
Nûr 24/4). Buna göre zina iftirası suçu, iffetli bir kimseye zina isnat edilip,
zina suçunun ispat şartı olan dört şahidin getirilememesi halinde söz konusu
olur.

İslâm hukukunda, özellikle vazgeçilmez değerlerin (zarûriyyât) korunmasına
yönelik olarak ağır cezalar tertip edilmiş olan zina gibi suçların ispatında
objektif kriterler kullanılmış ve suçlar belli bir aleniyet kazanmadan
cezaî takibata uğratılmamıştır. Bu tutum aile kurumunun yıpratılmasını,
insanların iffet ve namusunun kolayca kirletilmesini önleyen ciddi bir önlemdir.
Gerçekten insanlar ırz ve namus konusunda çok hassas olduğundan,
diğer bir ifadeyle insanların iffeti lekesiz, temiz ve beyaz bir zemine benzediğinden,
bu alanda yapılan her dedikodu fevkalâde etkili olur ve bu dedikodulara
konu olan şahıs açısından telâfisi imkânsız mağduriyetler doğar. İslâm
bu tür dedikodulara fırsat vermemek, şüphe ve zanna dayalı hüküm
vermeyi önlemek için böylesine ağır bir isnatta bulunulabilmeyi sıkı ispat
şartlarına bağlamış, kesin delille ispat edilmenin mümkün olmadığı durumlarda
susulmasını, şahsî kanaat ve bilgilerin gizli tutulmasını istemiştir.

Namus ve iffeti hedef alan zina iftirası dışında kalan diğer bühtân ve iftiralar
da Kur’an ve Sünnet’te yasaklanmış, kınanmış ve mesuliyeti gerektireceği
ifade edilmiş ise de herhangi bir ceza şekli öngörülmemiş, bu konuda
gerekli tedbirleri almak toplumların inisiyatifine bırakılmıştır. Böyle olunca
her bir toplumun, huzur ve bütünlüğünü koruyabilmek için kendi dönemlerinin
ve toplumlarının şartlarına da uygun bazı hukukî düzenlemelere gitmeleri
ve değişik çözümler geliştirmeleri mümkün ve gereklidir. Zira dürüst
kimseleri yıpratıcı, toplumsal huzuru bozucu dedikoduların, yalan yanlış
haber ve iftiraların önlenmesini, sadece dinin ve sosyal ahlâkın yaptırım
usulüne bırakmak doğru olmaz. Hukuk düzeninin de bu konuda destekleyici
birtakım önlemler alması daima büyük önem taşır.

E) Kişilik Haklarına Saldırı


Bir kimsenin ve ailesinin başkalarınca saygı duyulması beklenen ve gereken
mânevî kişiliği, şeref ve haysiyeti dinî literatürde ırz terimiyle ifade
edilir ve bu insanın temel haklarından birini teşkil eder.

Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde hem kişinin kendi mânevî kişiliğini
koruyup geliştirmesi, hem de başkalarının mânevî kişiliğine, şeref ve haysiyetine
saygılı olması emredilir. Meselâ Hucurât sûresinin 10-13. âyetlerinde
şöyle buyurulur: “Müminler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını
düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz. Ey müminler, bir topluluk diğer
bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler.
Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler.
Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.
İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir. Kim de tövbe etmezse işte onlar
zalimlerdir. Ey iman edenler, zannın çoğundan kaçının. Çünkü bazı zanlar
vardır ki günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Birbirinizi çekiştirmeyin.
Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? (Elbette hoşlanmaz)
tiksinirsiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tövbeyi çok
kabul edendir, çok esirgeyicidir. Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir
kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere
ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok
sakınanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.”

Hz. Peygamber de insanların kişilik haklarına saygılı olmayı sıkça öğütlemiş,
aykırı davrananları sert bir şekilde kınamış, kul hakkı ihlâlinin, hakkı
ihlâl edilen affetmedikçe kimse tarafından affedilemeyeceğini belirtmiştir.
Meselâ Vedâ hutbesi adıyla bilinen tarihî konuşmasının bir yerinde, “Ey
insanlar, sizin kanlarınız, mallarınız, kişilikleriniz (ırz) rabbinize kavuşuncaya
kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır, toplumun sorumluluğu ve hukukun
güvencesi altındadır)” buyurmuş (Buhârî, “Hac”, 132; “Hudûd”, 9), bir başka hadiste
de insanın üç temel dokunulmaz hakkı olarak hayat hakkı, mülkiyet hakkı ve mânevî
kişilik hakkı söz konusu edilmiştir (Müslim, “Birr”, 32; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 35).

İslâm’ın insanın dünya ve âhirette mutlu olmasını hedef aldığı, emir ve
yasakları da bu gayeyi sağlamaya mâtuf olduğu, toplumsal huzur ve barışı
kurmanın yolunun da insanların birbirine saygılı olmasından geçtiği unutulmamalıdır.
Zina iftirası ve kişilik haklarına yapılan diğer saldırılar hakkında
Kur’an’da yapılan açıklamalar, toplumları kişilik haklarına yapılan
haksız saldırıları önleyici tedbirleri alma konusunda duyarlılığa ve göreve
çağıran örneklendirmelerdir. Çünkü, kişilik haklarına saygı duyulmasının
dinî bir vecîbe, bu hakka yapılan haksız saldırının haram ve günah olması
olayın dinî ve ahlâkî boyutu olup bu yeterli olmaz. Hukuk düzeninin de
buna paralel bir politika izlemesi gerekir. Öte yandan, toplu yayın imkân ve
araçlarının arttığı, insanların çok kolay bir şekilde iftira ve karalama kampanyasının
kurbanı olabildiği, tekziplerin ve karşı yayınların yetersiz kaldığı
günümüzde kişilik haklarına yapılan saldırıların önlenmesi de, mağdurun
haklarının korunması da ayrı bir önem kazanmıştır. Hatta bu konuda mağdurun
ihlâl edilen kişilik hakkının telâfisi çoğu defa imkânsız olduğundan
haksız saldırıları önleyici tedbirler daha bir önem kazanmıştır.

F) Sarhoşluk

Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! İçki (hamr), kumar, putlar, şans
okları şeytan işi birer pisliktir. O halde bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz”
(el-Mâide 5/90) buyurularak şarabın içilmesi haram kılınmış, Kur’an’ın
bu hükmünden ve Hz. Peygamber’in özel açıklamalarından sarhoş edici
diğer içki türlerinin de bu haramın kapsamında olduğu anlaşılmıştır. Konunun
içki türlerinin haramlığıyla ilgili fıkhî boyutu daha önce ele alınmıştı.
Sarhoşluğun hukukî sonuçları ise, sarhoşluğun mubah veya haram yolla
oluşuna göre farklılık arzeder.

Dinen haram kılınan sarhoşluk, bilerek ve isteyerek içki içme suretiyle
sarhoş olmadır, yani iradî sarhoşluktur. Bazı ilâçların veya meşrû olan bazı
içecek ve yiyeceklerin alınması, zorlanarak içki içirilmesi yahut da susuzluktan
ölecek dereceye gelip başka içecek bulamayan kimsenin içki içmesi
durumunda meydana gelen sarhoşluk ise mubah yolla sarhoşluk olarak
nitelendirilir. Bu yoldan sarhoş olan kişiler, uyuyan ve baygınlara uygulanan
hükümlere tâbidirler. Kendilerine bedenî ceza uygulanamayacağı gibi,
boşama, alım satım gibi tasarrufları da geçerli olmaz. Ancak başkalarına
verdikleri zararları tazmin ile mükellef tutulurlar. Çünkü tazminat, yaptıkları
fiillerin cezası değil, verdikleri zararların bedel ve karşılığıdır; bu konudaki
hükümler vücûb ehliyetine dayandırılmaktadır.

Bile bile içki ve benzeri maddeler alınarak meydana gelen sarhoşluk ise
dinî literatürde “haram yolla sarhoşluk” olarak adlandırılır. Bu nevi sarhoşluk
eda ehliyetini ortadan kaldırmaz. Bu yoldan sarhoş olan kişi şer‘î hükümlerle
yükümlü olduğu için dinî vecîbelerini vaktinde yerine getirmediğinden
ötürü günahkâr olur. Alım satım gibi hukukî tasarrufları geçerlidir.
Çünkü kendi iradesi dışında aklî melekelerini kullanma imkânını yitirmiş
değildir, aksine kendi isyankâr davranışı ile hitabı anlama kabiliyeti geçici
olarak ortadan kalkmıştır. İşte bu yüzden haram olan bu fiili işlemekten
menetmek ve işleyeni cezalandırmak için ibadetleri vaktinden sonraya bırakmasının
günahına katlanma ve namaz, oruç gibi kazâsı mümkün olan
ibadetleri kazâ etme yükümlülüğü uhdesinde bırakılmıştır. Bu yoldan sarhoş
olan kişi, adam öldürme, zina gibi bedenî cezayı gerektiren bir suç işlediğinde,
sarhoş olması bu cezaları düşürmez ve sarhoşluk, suçlunun cezalandırılmasında
hafifletici bir sebep kabul edilmez. Bu görüş Hanefîler başta olmak
üzere, ekseri Mâlikîler, Şâfiîler ve Hanbelîler tarafından benimsenmiştir.

Dört mezhebe mensup bir kısım İslâm hukukçuları ise, geçerli bir irade
bulunmadığını ileri sürerek sarhoşun sözlü tasarruflarının geçersiz sayılması
gerektiğini savunmuşlardır. Hz. Osman, Ömer b. Abdülazîz gibi bazı sahâbe
ve tâbiîn müctehidleri ile Tahâvî ve Müzenî, İbn Kayyim gibi fakihler sarhoşun
sözlü tasarrufları içinde özellikle boşamasının geçersiz olacağı kanaatindedir.
Zira sarhoşun boşama beyanının geçerli sayılması sarhoştan çok
onun eşini ve aile efradını cezalandırma anlamı taşır. Bu görüşŞâfiî ve
Ahmed b. Hanbel’den de rivayet edilmiştir. Öte yandan, ilk dönem
müctehidlerinden Osman el-Bettî ve Zâhirî mezhebi fakihlerine göre, sarhoş,
temyiz kudretinden yoksun olduğu için sözlü tasarruflarına hukukî sonuç
bağlanamayacağı gibi suç sayılan fiilleri için bedenî cezaya da çarptırılamaz.
Kendisine sadece içki içme cezası uygulanır.

Bu sebeple de İslâm hukukunda içkinin kötülüğü konusunda insanları
bilgilendirme ve toplumda alenî sarhoşluğu önleme yönünde bir dizi tedbirden
söz edilmiştir. Şarap içenlerin veya diğer içkileri içip sarhoş olanların bu
fiilleri belli ölçüde aleniyet kazandığında bazı hukukî ve cezaî yaptırımlara
muhatap olmaları da bu tedbirler arasındadır. Ancak fıkıh bilginleri sarhoşluk
için öngörülen hukukî ve cezaî yaptırımların, sarhoşluğun hangi derecesinde
uygulanması gerektiği konusunda farklı görüş ve ölçüler ileri sürmüşlerdir.


İslâm dininin içkiyi yasaklamasının birçok yarar ve hikmeti vardır. İlgili
âyette de ifade edildiği gibi, sarhoşluk insanlar arası ilişkileri bozmakta,
toplumda kin ve düşmanlığı, hayasızlığı körüklemekte, aklî dengeyi bozarak
insanların iradelerini zayıflatmakta, onur ve kişiliğini zedelemekte, sonu
gelmez bir bağımlılığın içine sürüklemektedir. Konuyu sadece yasal tedbir ve
cezalarla önlemenin imkânsızlığı ortadadır. İnsanları içki içmeye sevkeden
ortam ve şartların, bilgisizlik ve eğitimsizliğin, sosyal ve ekonomik sıkıntıların
iyileştirilmesi, insanlara ayıp ve günah kavramlarının öğretilmesi, içki
içmenin normal, hatta çağdaş ve entelektüel bir tercih olduğu şeklindeki ön
kabul ve propagandaya karşı mücadele verilmesi, birey kadar toplum ve
devletin de bu konuda ciddi ve kararlı bir politika izlemesi ve dinî öğretinin
desteğini yanına alması
şeklinde sıralanabilecek bir dizi tedbir ve çaba içkiyle
mücadelede vazgeçilmez bir önem taşımaktadır.

G) Hırsızlık

“Başkasına ait bir malı korunduğu yerden sahibinin bilgisi dışında gizlice
almak” demek olan hırsızlık, mala ve mülkiyet hakkına karşı işlenen temel
suçlardan biridir. Alın terinden ve meşrû kazançtan doğan servetin korunması
İslâm’ın temel ilkeleri arasındadır. İslâm emeği ve mülkiyeti kutsal
saymış, mülkiyete haksız olarak el uzatmayı cezalandırmıştır. Bu itibarla
bütün ilâhî dinlerde ve hukuk düzenlerinde olduğu gibi İslâm’da da hırsızlık
hem hukuk düzeni açısından suç, hem de dinen ve ahlâken büyük günah
ve ayıp sayılmıştır.

Kur’an’da, “Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Al-
lah’tan bir ceza olarak ellerini kesin” (el-Mâide 5/38) buyurulur. Hz. Peygamber’in
tatbikatı da bu yönde olmuştur. Ceza Kur’an’da açıkça zikredildiği,
Hz. Peygamber tarafından da böylece uygulandığı için İslâm ceza hukukunda
hırsızlık had suçları arasında, uygulanacak ceza da (hadd-i serika)
had cezaları arasında yer alır. Ancak İslâm hukukçuları suç ve cezada kanunîliği,
adalet ve hakkaniyeti temin gayesiyle hırsızlık suçunun hangi şartlarda
işlenmiş sayılacağı, cezanın uygulanabilme şartları, tekerrür, zorlama
ve af gibi durumların cezaya etkisi konularını ayrı ayrı tartışmışlar ve bu
konuda zengin bir hukuk doktrini oluşmuştur. Özetle, hırsızlık suçunun tam
oluşması için açlık, zaruret, zorlama gibi, hırsızlık suçunu işlemeyi kısmen
veya tamamen mâzur gösterecek bir mazeretin bulunmaması, suçun bilerek
ve istenerek işlenmesi, fâilin cezaî ehliyetinin bulunması, çalınan malın
hukuken koruma altında olması ve belli bir miktardan fazla olması gibi şartlar
aranmıştır.


İslâm hukukunda cezalar, suçu önlemek için gerekli ön tedbirler alındıktan
sonra uygulanma imkânı bulan nihaî ve zorunlu müdahale niteliğindedir.
Buna göre, İslâm’ın temel amacının, bazı kimseleri cezalandırmak
değil, aksine hırsızlık suçunun işlenmesine imkân bırakmayacak önlemleri
almak, iktisadî ve sosyal gelişmeyi ve dengeyi sağlamak, insanları eğitmek
ve yönlendirmek olduğu burada tekrar hatırlanmalıdır. Toplumda bütün bu
çabaların başarılı olması, dinî eğitim ve öğretimin, toplumun genel ahlâkî
değerlerinin, buna ilâve olarak yasal düzenlemelerin ve izlenen resmî politikanın
birbiriyle uyumlu olması vazgeçilmez bir önem taşır.

H) Gasp ve Yağma

İslâm’ın koruduğu ve dokunulmaz saydığı mülkiyet hakkına karşı işlenen
haksız fiillerden biri de gasptır. Gasp, başkasına ait bir malı zor kullanarak
alma demektir. Bu yönüyle hırsızlıktan ayrılır. Hanefî doktrininde
gasp, daha geniş ve teknik bir açıklamayla, “Taşınabilir, hukukî ve ekonomik
değeri bulunan bir mal üzerinde, sahibinden izinsiz olarak alenen ve
kuvvete dayanarak haksız zilyedlik kurmak” şeklinde ifade edilmektedir.

Dinin ve hukukunun korunmasını ilke edindiği ve emrettiği beş temel
değer arasında mülkiyet hakkı da bulunmaktadır. Bir hadislerinde Hz. Peygamber,
“Malı uğruna ölen şehiddir” (Müsned, II, 221-222) diyerek, mülkiyet
hakkının değerini ve bu hakkın korunmasının kutsallığını oldukça veciz
bir şekilde ifade etmiştir. Hangi şekillerde olursa olsun mülkiyet hakkına
yapılan tecavüz yasaklanmış ve bu tecavüze uhrevî ceza yanında bir de
dünyevî ceza takdir edilmiştir.

Diğer birçok suçta olduğu gibi gasbın da, biri uhrevî diğeri dünyevî olmak
üzere iki hükmü vardır. Gasbın uhrevî hükmü, günah işlemiş olmak ve
bu yüzden cezayı hak etmektir. Çünkü, gasp bilerek yapılan bir mâsiyettir
ve mâsiyet cezalandırılma sebebidir. Hz. Peygamber bir hadislerinde, “Kim
bir karış toprak gasbederse, Allah kıyamet gününde onu yedi kat yerden
kafasına geçirir” (Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 2; Müslim, “Müsâkat”, 30; Tirmizî,
“Bey‘at”, 21) buyurmuştur.

Gasbın dünyevî hükmü de, genel hatlarıyla şöyle özetlenebilir: Prensip
olarak, haksız şekilde ele geçirilen bir şeyin, mümkün mertebe aynen iade
edilmesi gerekir. Eğer gasbedilen malda şeklen ve hükmen veya sadece
hükmen bir değişiklik olmuşsa artık malın iadesi imkânı ortadan kalkar ve
tazmin (ödeme, ödetme) cihetine gidilir. Tazmin, malın durumuna göre, mislini
veya kıymetini ödemek suretiyle yapılır. Gasbeden şahıs gasbedilen
malın telef olduğunu ispat etse bile tazmin etme sorumluluğundan kurtulamaz.
Gasbedilen malın sel veya deprem felâketinde telef olması böyledir.

Gasbedilen mal tazmin ettirilirken, gasp ile ödeme zamanı arasındaki geçen
sürenin hangi noktasının dikkate alınacağı hususu doktrinde tartışmalıdır.
Çoğunluk Hanefîler’e göre, ödemede, malın gasbın ilk yapıldığı zaman
ve yerdeki değeri dikkate alınır ve ödenecek tazminat buna göre belirlenir.
Şâfiîler’e göre ise, gasp ile tazmin süresi arasında malın ulaştığı en yüksek
piyasa değeri dikkate alınır ve tazmin buna göre yaptırılır.

Bu arada, gasp süresi içerisinde maldaki artışların da mal sahibine iade
edilmesi gerektiği genelde kabul edilmekle birlikte, bu süre zarfında
gasbedilen malın potansiyel yararının, yani gasbeden kişi fiilen bu menfaatten
istifade etmiş olsun veya olmasın mahrum kalınan yararın tazmin
konusu olup olmayacağı tartışılmıştır. Hanefîler prensip olarak menfaatin
tazmini cihetine gitmezken, Mâlikîler, gasbedenin fiilen bundan istifade etmiş
olması şartıyla emsal menfaatin tazmin ettirileceğini ileri sürmüşlerdir.
Şâfiîler ise, gasbedenin istifade edip etmemesine bakmaksızın malın menfaatinin
tazmin ettirileceği görüşündedirler.

Gasıbın, gasbettiği malı aynen iade etmesi veya o malı tazmin etmesi
hiçbir surette onu uhrevî sorumluluktan kurtaramaz. Çünkü, gasbeden hem
bir yasağı çiğnemiş hem de toplumsal bir suç işlemiştir. Kural olarak, mal
her insan için değerlidir ve herkesin malı korunmaya lâyıktır. Toplum fertlerinin
birbirlerinin mallarına göz dikmesi ve onu meşrû olmayan yollarla ele
geçirmeye çalışması, fertlerin ve dolayısıyla toplumun huzurunu kaçırır.
Gasbeden kişi, aldığı malı ödemekle, mal sahibinin hakkını belki yerine getirmiş
olur; fakat bu hareketiyle toplum düzenini zedelemiş olacağı da gözden
uzak tutulmamalıdır. Bu yüzden toplumların mülkiyet hakkına yapılan
bu tür saldırıları cezalandıracak yasal düzenlemelere gitmesi gerekli olduğu
kadar kaçınılmazdır da.

Günümüzde kamu arazilerinin, özellikle ormanlık alanların, vakıf mallarının,
kimsesiz ve güçsüz kimselerin arazilerinin Allah ve âhiret korkusu
olmayan, dinî hassasiyeti, kanun ve kul hakkı telakkisi ve insanlardan
utanma duygusu bulunmayan kimselerce açıktan açığa gasbedildiği, bunlardan
büyük gelirler elde edildiği ve bu kimselerin çeşitli siyasal ve toplumsal
zaaflar sebebiyle gerektiği şekilde takibata uğramadığı da bir gerçektir. Bu
şekilde ele geçirilen mallar fıkhen hiçbir zaman gasbedenin mülkiyetine
geçmediği, daima mesuliyeti ve utancı mûcip bir davranış olarak görüldüğü
gibi, fakihler gasbedilen arazide kılınan namazın câiz olup olmadığını bile
tartışmışlardır. Dinî hassasiyetin yitirilmesine ilâve olarak kamu otoritesinin
zaaf ve çelişki içinde olması da bu gasp ve yağmanın kamu düzenini bozacak,
şehirleşmeyi ve çevre düzenini, hatta toplum sağlığını tehdit edecek
düzeye varmasına yol açmaktadır.

I) Haksız Fiil

Haksız fiil denince, hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya mal
varlığına zarar veren fiil kastedilir. Şahsa yani bir kimsenin canına ve vücut
bütünlüğüne yönelik olanlar, daha önce ifade edildiği gibi, hem büyük günahlardan
sayılmış hem de ağır suçlar arasında görülerek bazı maddî müeyyidelerle
cezalandırılmıştır.

Mala yönelik haksız fiillerin başında, bir kimsenin malını gizlice almak
demek olan hırsızlık, zorla almak demek olan gasp ve eşkıyalık gelir. “Başkasının
malını hukuka aykırı biçimde tahrip etmek” demek olan itlâf da bir
diğer haksız fiil örneğidir. Başka konular üzerinde yeterince durulduğu için
burada sadece itlâftan ana hatlarıyla söz edilecektir.

Başkasının malına haksızlıkla zarar vermek dinen günah, ahlâken ayıp,
hukuken de suçtur. Kamu güvenliğini ve düzenini bozduğu için dünyada,
dinin bir emrinin ve kul hakkının ihlâli olduğundan âhirette ağır bir sorumluluğu
gerektirir. Başkasının malına dolaylı zarar verme, meselâ küçük çocukların
ve hayvanların zarar vermesi, hatta kuyu, inşaat vb. sebebiyle
meydana gelen zararlar da itlâf kapsamındadır. Zarara uğayan mâsum olduğu
sürece, zarara doğrudan veya dolaylı
şekilde zarar veren bu zararı
ödemekle yükümlüdür. Meselâ küçük çocuğun velisi, hayvanın sahibi, kuyunun
sahibi, belli durumlarda işçinin işvereni bunların sebep olduğu zararı
öderler. Esnaf ve sanatkârlar da, müşterinin malını koruyup gözetmekle
mükellef olup, doğrudan kusurları olsun veya olmasın, müşterinin malına
ulaşan zararı tazmin etmekle yükümlüdürler.

Malın tazmininde mislî mallar, yani ölçü ve tartıya tâbi mallar misliyle,
değilse kıymetiyle ödenir.

Haksız fiil ve sonuçları konusunda İslâm hukukçularının ana hatlarıyla
ifade edilen bu görüşleri, toplumsal huzur, güven ve barış ortamının kurulabilmesi
ve korunması, kul hakkı ihlâllerinin önlenmesi açısından uyulması
gerekli tesbit ve önerilerdir.

J) Haksız İktisap

Toplumsal huzuru ve güvenliği tehdit eden bir diğer yanlış davranış da
haksız iktisaptır. Bu tabirle, hukukî bir sebebe dayanmadan bir şahsın mal
varlığının başkası aleyhine çoğalması kastedilir.

İslâm hukuku şahıslar arası hukukî ve medenî ilişkilerde rızâ pensibine
büyük önem vermiş, izni ve rızâsı bulunmadan bir kimsenin malında tasarrufta
bulunmayı, ondan kazanç sağlamayı yasaklamıştır. Meşrû bir sebebe
dayanmaksızın bir mal edinme sadece yasaklanmakla kalmamış, Hz. Peygamber
tarafından, “Hiçbiriniz kardeşinin herhangi bir malını ciddi olarak
veya şaka yoluyla almasın. Biriniz arkadaşının bir değneğini bile alsa onu
iade etsin” (Ebû Dâvûd, “Edeb”, 93; Tirmizî, “Fiten”, 3), “Bir şeyi alan el, onu
hak sahibine vermediği sürece tazminle mükelleftir” (Ebû Dâvûd, “Büyû‘“,
90) buyurarak haksız şekilde iktisap edilen şeylerin hak sahibine iadesi de
istenmiştir.

İslâm hukukçularının üzerinde durduğu haksız iktisap türleri olarak;
borç olmayan bir şeyin ödenmesi, başkası adına zarureten yapılan ödemeler,
meselâ ortak malı veya başkasının malını korumak için yapılan ödemeler,
akid olmadan ve bir ücret kararlaştırılmadan bir kimseyi çalıştırma, evinde
oturma, arazisini ekip biçme, iki malın birbirine karışması veya bitişmesi gibi
örnekler sayılabilir. Bu ve benzeri durumlarda başkasının malını veya yararını
hukukî bir sebep bulunmadan iktisap eden kimsenin, aldığı
şeyi hak
sahibine iade etmesi dinî ve hukukî bir borçtur. Bu şekilde malı eksilen kimsenin
de bunu talep hakkı vardır. Böyle durumlarda yargı daha çok zâhirî
delillere göre hareket ettiği için, mağdur taraf çoğu zaman yargı yoluna gidemez
veya hakkını ispat edemez. Fakat malına haksız kazanç karıştığına
inanan kimsenin, yargı kararına bakmaksızın bu hakkı sahibine iade etmesi
gerekir. Bile bile bunu yapmazsa, başlangıçta olmasa bile sonuçta gasıp
hükmünü alır, malına haram karıştırmış olur.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol