""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Taklidi İman

                       TAKLÎDÎ ve TAHKÎKÎ İMAN 

Delillere dayalı olmaksızın sadece çevrenin telkini ile meydana gelen ve
âdeta kişinin İslâm toplumunda doğup büyümüş olmasının tabii sonucu

olarak gözüken imana taklîdî iman denilir. Ehl-i sünnet bilginlerinin çoğuna
göre bu tür iman geçerli olmakla beraber, kişi imanı aklî ve dinî delillerle
güçlendirmediğinden dolayı sorumludur. Taklîdî iman, inkârcı ve sapık kimselerin
ileri süreceği itirazlarla sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı, dinî
ve aklî delillerle güçlendirmek gerekir. Çünkü deliller, ileri sürülecek şüphe
ve itirazlara karşı imanı korur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya
dayalı imana ise tahkîkî iman denir. Aslolan her müslümanın tahkîkî imana
sahip olması, neye, niçin ve nasıl inandığının bilincini taşımasıdır.

D) İMAN ile AMEL ARASINDAKİ BAĞ


Amel, iradeye dayalı iş, davranış ve eylem demektir. Esasen tasdik ve
ikrar da birer ameldir. Ancak amel deyince daha çok kalp ve dil dışında kalan
organların ameli anlaşılmaktadır. Bu durumda iman ile amel birbirinden
ayrı
şeyler olmasına, amelin imanın bir parçası olmamasına rağmen, her
ikisi arasında çok sıkı bir bağ ve ilişki bulunmaktadır.

a) Amel İmanın Ayrılmaz Parçası Değildir

Ehl-i sünnet bilginlerine göre amel, imanın parçası, rüknü ve olmazsa
olmaz unsuru değildir. Bu sebeple bütün dinî esasları kalpten benimsemiş
fakat çeşitli sebeplerle buyrukları yerine getirmemiş veya yasakları çiğnemiş
olan kimse, işlediği günahı helâl saymadığı müddetçe mümin sayılır. Çünkü:

a) Kur'ân-ı Kerîm'de "İman edenler ve sâlih amel işleyenler..." diye başlayan
pek çok âyet vardır (el-Bakara 2/277; Yûnus 10/9; Hûd 11/23). Bu
âyetlerde iman edenlerle sâlih amel işleyenler ayrı ayrı zikredilmiştir. Eğer
amel imanın bir parçası olsaydı, "iman edenler" denildikten sonra bir de
"sâlih amel işleyenler" denmesine gerek olmazdı.

b) Bazı âyetlerde iman, amelin geçerli olabilmesi için şart kılınmıştır.
Meselâ: "Her kim mümin olarak iyi işler yaparsa, artık o, ne zulümden ne de
hakkının çiğnenmesinden korkar" (Tâhâ 20/112) buyurulmuştur. Eğer iman
ile amel aynı
şey veya amel imanın parçası olsaydı, o zaman ayrı ayrı zikredilmezdi
ve iman, amelin geçerli olmasının şartı sayılmazdı.

c) Bazı âyetlerde de büyük günahın imanla birlikte bulunabileceği ifade
edilmiştir. Bunlardan birinde: "Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa
aralarını düzeltin..." (el-Hucurât 49/9; ayrıca bk. el-Bakara 2/178; et-
Tahrîm 66/8) denilmiş, büyük günah sayılan öldürme fiilini işleyerek ameli
terkeden kişilerden "müminler" diye söz edilmiştir.
d) Peygamber Efendimiz döneminden itibaren büyük din bilginleri, kalbinde
imanı bulunduğu ve bunu diliyle söylediği halde dinin emrettiği amelleri
işlemeyen veya bazı yasakları çiğneyen kimseleri –yaptıklarını helâl ve
meşrû görmedikleri sürece– mümin saymışlar, ancak bu kimselerin günahkâr
mümin olduklarını ifade etmişlerdir. Bu, Ehl-i sünnet âlimlerinin ortak
görüşüdür.

b) Amelin Gerekliliği ve İmanla Olan İlgisi

Amel ile iman arasında çok yakın bir ilişki vardır. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok
âyetinde iman ile sahih amel yan yana zikredilmiş, müminlerin sâlih
amelleri işleyerek maddî-mânevî gelişmelerini sağlamaları
ısrarla istenmiştir.
Çünkü düşünce ve kalp alanından eylem ve hareket alanına çıkamamış olan
iman meyvesiz bir ağaca benzer. Kalpte mevcut olan iman ışığının hiç sönmeden
parlaması, giderek gücünü artırması sâlih amellerle mümkün olabilir.
Ayrıca imanın olgunluğuna ermek, imanı üstün bir dereceye getirmek ve
böyle iman sahiplerine Allah'ın vaad ettiği sonsuz nimetlere kavuşmak için
de amel gereklidir. İnsan sadece inanılması gerekli şeyleri tasdik eder, ameli
umursamayan bir tavır sergileyip yasakları çiğnerse, dine, Allah'a ve Peygamber’ine
olan bağlılığı yavaş yavaş azalır, günün birinde kalbindeki iman
ışığı da sönüp gider. O halde amelin hem imanı güçlendirmede üstlendiği rol,
hem de müminin cehennem azabından kurtularak nimetlere ulaşmasına
aracı olması ve Rabbine karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmesi
bakımından önemi çok büyüktür.

E) İMANIN ARTMASI ve EKSİLMESİ


İman, inanılması gereken hususlar (iman esasları) açısından artmaz ve
eksilmez. Bir kimse iman esaslarının hepsini kabul edip de, bir veya bir kaçına
inanmasa meselâ meleklere inanmasa veya namazın farz yahut adam
öldürmenin haram oluşunu inkâr etse, iman etmiş sayılmaz. Bu durumda
iman gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. Herkes
aynı hususlara iman etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda
bilginle cahil, peygamber olan ve olmayan, kadınla erkek arasında hiçbir
fark yoktur.

İman, güçlü veya zayıf olma açısından farklılık gösterir. Kiminin imanı
kuvvetli kiminin zayıftır. Kiminin imanı tam anlamıyla içine sinmiş, kimininki
yüzeysel kalmıştır. Kimininki işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç
seviyesinde, kimininki görmeye dayalı bilgi ve inanç seviyesinde, kimininki
de yaşamaya, gönülden duymaya ve iç tecrübeye dayalı bilgi ve inanç seviyesindedir.
İmanda bu çeşit bir farklılığın bulunduğuna âyet ve hadislerde de
işaret edilir. İbrâhim (a.s.) ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah'tan istemiş,
âyette buyurulduğu gibi yüce Allah'ın "inanmadın mı?" sorusuna
"(gözümle de görerek) kalbim tam yatışsın diye" (el-Bakara 2/260) cevabını
vermiştir. Böylece onun Allah'ın ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki
imanının önceki imanından daha güçlü olduğu belirtilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'deki "İman etmiş olanlara gelince (her inen sûre) daima
onların imanını artırmıştır" (et-Tevbe 9/124); "O, müminlerin yüreklerine
imanlarını katmerli bir imanla artırmaları için mânevî kuvvet indirendir" (el-
Fetih 48/4); "Müminler ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yürekleri
titrer. Allah'ın âyetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imanını artırır"
(el-Enfâl 8/2) anlamındaki âyetler ile bu konudaki hadisler, imanın kuvvet,
kalbin derinliklerine nüfuz yönüyle farklı seviyelerde olabileceğini, nitelik
yönüyle artma ve eksilme gösterebileceğini ifade etmektedir.

F) İMANIN GEÇERLİ OLMASININ ŞARTLARI

İmanın geçerli olabilmesi ve sahibini âhirette ebedî kurtuluşa erdirebilmesi
için şu şartları taşıması gerekir:

1. İmanın dünyada hür iradeye dayalı bir tercih olması, baskı, tehdit
veya dünya hayatından ümit kesme (ye's) durumunda gerçekleşmemiş bulunması
gerekir. Daha önce mümin olmayan bir kimsenin, hayattan ümidini
kestiği son nefesinde uğrayacağı azabı farkedip “iman ettim” demesi halinde,
onun bu imanı geçerli olmaz. Bir âyette "Artık o çetin azabımızı gördükleri
zaman ‘Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik’
derler. Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir.
Allah'ın kulları hakkında süregelen kanunu budur. İşte kâfirler
burada hüsrana uğramışlardır" (el-Mü'min 40/84-85) buyurulmuştur.
2. Mümin, iman esaslarından birini inkâr anlamına gelen tutum ve
davranışlardan kaçınmalıdır. Meselâ Allah Teâlâ'yı ve bütün peygamberleri
tasdik edip de Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanmayan yahut farz
veya haram olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü, meselâ namazın farz,
şarap içmenin haram olduğunu kendi hür iradesiyle inkâr eden, yahut alaya
alan, puta, haça vb. şeylere tapan bir kimseye mümin denilemez.
3. Mümin Allah'ın rahmetinden ne ümitsiz ne de emin olmalıdır. Korku
ile ümit arasında bulunmalıdır. Müminin "Nasıl olsa imanım var, o halde
muhakkak cennete giderim" düşüncesiyle kendinden emin olması veya "Çok
günah işledim, ben muhakkak cehennemliğim" diye Allah'ın rahmetinden
ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir. Bu konuda Kur'an'da
şöyle buyurulur: "Doğrusu kâfirlerden başkası Allah'ın rahmetinden ümit
kesmez" (Yûsuf 12/87), "Fakat büyük zararı göze alanlar topluluğundan
başkası Allah'ın azabından (azabının olmayacağından) emin olmaz" (elA‘
râf 7/99).

G) İMAN-İSLÂM İLİŞKİSİ


İslâm sözlükte, "itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim
olmak, esenlikte kılmak" anlamlarına gelir. Terim olarak, “yüce Allah'a itaat
etmek, Hz. Peygamber'in din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini kalp ile
tasdik edip dil ile söyleyerek, inandıklarını yaşamak, sözleri ve davranışları
ile kabul edip benimsediğini göstermek” demektir.

Kur'ân-ı Kerîm'de iman ile İslâm, bazan aynı bazan farklı anlamda kullanılmıştır.
İman ile İslâm aynı anlamda kullanılırsa bu durumda İslâm kelimesi,
İslâm'ın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslâm'ı
bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek mânasına gelir. İslâm çok
geniş bir kavramdır ve teslimiyet demektir. Teslimiyet ise üç türlü olur. Ya
kalben olur ki, bu kesin inanç demektir. Ya dille olur ki, bu da ikrardır. Ya
da organlarla olur ki, bunlar da amellerdir. İşte İslâm'ın üç şeklinden biri
olan kalbin teslimiyetine ve bağlılığına iman denilir. Şu âyette iman ile İslâm
aynı anlamda kullanılmaktadır: "...Ancak âyetlerimize inanıp da teslim olanlara
duyurabilirsin" (en-Neml 27/81). Eğer iman ile İslâm aynı anlamda
kullanılırsa, o zaman her mümin müslimdir, her müslim de mümindir.

İman ile İslâm'ın farklı kavramlar olarak ele alınması durumunda her
mümin, müslim olmakta, fakat her müslim, mümin sayılmamaktadır. Çünkü
bu anlamda İslâm, kalbin bağlanışı ve teslimiyeti değil de, dilin ve organların
teslimiyeti, belli amellerin işlenmesi demektir. Bu durumda İslâm daha
genel bir kavram, iman daha özel bir kavram olmaktadır. Meselâ münafık,
diliyle müslüman olduğunu söyler, buyrukları yerine getiriyormuş izlenimi
verir, fakat kalbiyle inanmaz. Münafık gerçekte inanmadığı halde, dünyada
müslümanmış gibi gözükebilir. Şu âyet-i kerîmede iman ile İslâm ayrı kavramlar
olarak geçmektedir: "Bedevîler inandık dediler. De ki: Siz iman etmediniz,
ama boyun eğdik deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi..." (el-
Hucurât 49/14).

 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol