""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Siyasal Hayat

             Siyasal Hayat


Mahiyetleri icabı birey ve toplumu yönlendiren ve yöneten en eski
kurumlardan
olan din ve siyaset arasındaki ilişki, tarihin çeşitli
dönemlerinde çeşitli toplumlarda değişik biçimlerde kendini göstermiştir.
Burada, din ve siyaset konusu ya da din-devlet ilişkisi konusu bütün ayrıntılarıyla
değil, klasik İslâm siyaset anlayışının mahiyetini kavramaya ve günümüzde aktüel
olandan hareketle bir bakış oluşturmaya imkân verecek şekilde genel hatlarıyla ele alınacaktır. Hıristiyan Batı’nın din-siyaset ilişkisi alanındaki tecrübesine de bir mukayese yapabilecek ölçüde yer verilecektir. Önce hıristiyan Batı’da din ve siyaset ilişkileri, ardından müslüman Doğu’da din ve siyaset ilişkilerinin tarihsel süreçteki macerası ana hatlarıyla ortaya konulacak ve son olarak her iki dünyada din ve siyaset ilişkilerinin geldiği noktaya işaret edilecektir.

Din ve siyaset konusunda önce tarihsel tecrübelere yer verilmesi, klasik

siyaset teorilerinin pratikle ve sosyopolitik şartlarla sıkı bir ilişki içinde olması, hatta çoğu kere ona göre şekillenmesi gerçeğiyle alâkalı bir durumdur.

Son bir-iki yüzyıldır ülkemizde Batı’nın din-devlet ilişkisi tecrübesi örnek

alınmaya çalışıldığı için o tecrübenin bilinmesinde yarar vardır. Dindevlet
ilişkileri konusunda Batı-hıristiyan tecrübesinin ve bu tecrübe etrafında

şekillenen siyaset teorilerinin bilinmesi Doğu-müslüman siyaset teorilerinin


benzer ve farklı yönlerin, daha iyi kavranabilmesi için de gereklidir.


Günümüzde Batı siyaset geleneğinin demokrasi, insan hakları, laiklik gibi


temel kavram ve teorilerini konu alan zengin bir literatür oluştuğu gibi,


Batılılaşma sürecini yaşayan ülkelerde de bu yönde farklı temayüller ve fikrî


oluşumlar gözlenmektedir. Ancak burada, ayrıntıya girilmeksizin Batı siyaset


geleneğinin tarihî süreci ve temel kavramları, ileride yapılacak atıf ve


mukayeselere zemin teşkil edecek ölçüde ana hatlarıyla ele alınacaktır.


I. HIRİSTİYAN BATI’DA DİN ve SİYASET

    A) Tarihsel Tecrübe


Avrupa’da devlet ile din, daha doğrusu devlet ile kilise arasında yüzyıllar


boyu süren gerilimli bir ilişki söz konusu olmuştur. Îsâ’nın, “Sezar’ınkileri


Sezar’a; Tanrı’nınkileri de Tanrı’ya verin” meşhur sözü ve hükümranlığın


bu dünyada olmadığı
şeklindeki ifadesi, Hıristiyanlığın, başlangıçta insanların


sadece mânevî yönlerine seslenmek ve o yönden etki etmek, onları doğru


yola sevketmek iddiasında olduğu ve onun siyasî ve hukukî bir talebinin


bulunmadığı anlamında yorumlanmıştır.


Başlangıçta Hıristiyanlık ile Roma arasında bir iktidar sorunu çıkmamıştır.


Hz. Îsâ’nın havârilerinden St. Pavlus hıristiyanlara, “Herkes, üzerinde


egemen olan hükümete tâbi olsun; hükümete karşı gelen Allah’ın düzenlemesine


karşı gelmiş olur. Hükümdarlar iyi iş yapanları değil, kötü iş yapanları


korkutucudur. Hükümetten korkmamak istersen, iyi olanı yap! Fakat


kötü olanı yaparsan kork; çünkü kılıcı boş yere taşımıyor” şeklinde öğütler


vererek uzlaşmacı ve siyasal iktidarın alanıyla ilgili talep içermeyen bir tavır


sergilemişti. Yine Pavlus’a göre, hıristiyan için kötü yönetici işlenen günahların


cezasıydı ve itaat edilmesi gerekliydi. Fakat hıristiyan için devlet (imparator)


mânevî alanda otorite değildi.


Hiçbir dünyevî-siyasal talepte bulunmayan Hıristiyanlığın ilk yayılış yıllarında,


genel olarak başlangıçtan IV. yüzyıla kadar, hıristiyanlar büyük


sıkıntı çekmiş ve eziyet görmüşlerdir. Hıristiyanlara yönelik baskı ve işkenceler,
özellikle din konularında oldukça tutucu olan Diocletianus’un 303


tarihli İznik fermanıyla büyük bir ivme kazanmıştır. Hıristiyanların toplantılarını
yasaklayan, kilise ve kutsal kitapların ortadan kaldırılmasını öngören ve hıristiyanların vatandaşlık haklarını ellerinden alan hükümler içeren bu ferman “büyük kıyım” döneminin başlangıcı kabul edilmiştir. Bu kıyım döneminden


sonra hıristiyanlar, 313 yılında İmparator Constantinus ve


Licinius’un birlikte kararlaştırıp ilân ettikleri “Milano Fermanı” (kilise barışı)


ile birlikte büyük bir rahatlığa kavuştular. Constantinus 325’te İznik’te ilk


konsilin toplanmasına da ön ayak olup desteklemiş ve 330 yılında İstanbul’u


Doğu Roma’nın başşehri yapmıştır. Bu tarihlerden itibaren Hıristiyanlık


Roma İmparatorluğu’nda hızla yayılmaya başlamış ve -özellikle Doğu’da-


“devlet dini” olma sürecine girmiştir (Sezaro-papizm). Batı’daki hıristiyanların


durumu ise, siyasî ve askerî karışıklıklar sebebiyle Doğu’daki kadar iyi


olmamıştır.


IV ve V. yüzyıllardaki yabancı istilâları sebebiyle Roma’nın gücü gitgide


zayıflıyordu. Hatta bizzat Roma, istilâcı toplulukların liderlerine askerî 

kumandan
unvanı ve topluluğa da federe niteliği vererek bir anlamda onların


varlıklarını meşrûlaştırıyor ve imparatorluk sınırları içinde yerleşmelerini


kabul ediyordu. Bu yaklaşım, istilâcı topluluklarla Roma dünyasının önce


bir arada yaşamalarının ve sonra kaynaşmalarının başlangıcını teşkil etmiştir.


İstilâcı toplulukların hıristiyanlaşması da bu birlikte yaşama ve kaynaşma


sürecinin sonucunda gerçekleşmiştir.


Dinleri sebebiyle çeşitli eziyetlere mâruz kalan hıristiyanlar V. asrın 

ortalarından
itibaren Roma’yı daha da fazla sarsan ve zayıflatan Norman ve


Macar istilâları karşısında tepki vermemişler ve dünyanın günahkâr devleti


olarak gördükleri Batı Roma 476 yılında çökünce hıristiyanlar dinlerini daha


rahat yaşayıp yayabilecekleri bir ortama kavuşmayı ummuşlardır.


Batı Roma’nın yıkılmasından sonra, Ortaçağ boyunca sürecek olan feodalitenin


çekirdeğini oluşturan birtakım küçük krallıklar/siyasî birlikler teşekkül


etmeye başladı. Bu krallıkların meşruiyet sorunu, kilisenin mânevî


otoritesinin tanınması yoluyla çözümlendi. Bundan böyle krallar siyasî alanda


hükümran olmakla birlikte, kilisenin mânevî otoritesini de tanımak


zorunda olacaklardı. Böylece siyasal otoritenin yanı sıra kilise de ruhanîmânevî


bir otorite haline gelerek iki ayrı otoritenin varlığı kabul edilmiş,


hatta ikincinin birinciye üstünlüğü belirginleşmiş oluyordu.


Bu siyasal birliklerin çeşitli nedenlerle zayıflamasıyla Batı Avrupa’da ortaya


çıkan ve yaklaşık olarak IX. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar süren Ortaçağ’ın


tipik toplumsal ve siyasal düzeni olan feodal düzen içinde kuvvetli


derebeyler karşısında acze düşen kralların papalardan yardım istemesi kilise


otoritesinin güçlenmesine yol açtı. Otoritesinin güçlenmiş olması kiliseyi


kendine yeni bir resmî doktrin kurmaya yöneltti. Bu doktrinin temelini,


ruhun bedene üstünlüğü gibi, “ruhanî iktidarın dünyevî iktidara üstünlüğü”


düşüncesi oluşturmaktaydı.


Ruhanî iktidarı temsil eden kilise, Îsâ ile bedenlenmiş kutsal bir kurum


idi. Bu kutsal ve dokunulmaz kurumun başı olan papa da doğal olarak

masumdu ve açıkladığı şeyler, bütün inananlarını bağlayıcıydı ve insanî her


güç papalığın emirlerine uymak zorundaydı. Bu doktrin, kabaca söylenecek


olursa, Îsâ’nın tanrılaştırılmasından sonra, kilisenin Îsâ’laştırılması, dolayısıyla


Tanrılık güç ve yetkilerine sahip kılınması esasına dayanmaktadır.


Böylece Tanrı’nın Îsâ’ya yüklediği misyon, kiliseye, dolayısıyla din adamlarına


yani ruhban sınıfına yüklenmiştir. Bu misyon Katolik teokrasinin ayırıcı


vasfını teşkil etmektedir ve bu misyon sayesinde dünyevî iktidarı denetleme


hakkı seçkin din adamları sınıfına ait olmaktadır.


Bu doktrin temellendirilirken St. Paul’un, “iktidarın kaynağının ilâhî olduğu”


şeklindeki ifadesiyle St. Augustinus’un “Civitas Dei” (Tanrı Devleti,


ilâhî devlet) anlayışından istifade edilmiştir. Vizigotlar’ın Roma’yı ele geçirip


yağmalamaları
(410) üzerine, imparatorluğun uğradığı felâketleri, 

Hıristiyanlığın
yükselmesine kızan tanrıların intikamına bağlayan paganların


suçlamalarına cevaben parça parça yayınladığı
Tanrı Devleti adlı eserinde St.


Augustinus, ilk günahın ürünü olan ve bu yüzden şeytanî bir kurum sayılması


gereken geçici “dünya devleti”nin karşısına “ilâhî devlet”i koydu. Son-


raki yüzyıllarda tanrısal devletin kapsamı genişletilerek bu devlet kilise ile


özdeşleştirilecektir. İmparatorun otoritesi yanında, kilisenin/kilisenin başı


olan papanın da bir otoritesi bulunduğu düşüncesi ortaya çıkmış ve Papa I.


Gelase’in, V. asırda dinî işlerde piskoposun, dünyevî işlerde imparatorun


üstünlüğünü ilân etmesiyle, iki otoritenin varlığı bir anlamda tescil edilmiş


ve bunların etki ve yetki alanları birbirlerinden ayrılmış oluyordu.


Thomas Aquinas’ın Summa Theologica adlı eserinde kilisenin geleneksel


tezi etraflıca ele alınmıştır. St. Thomas Tanrı kanunlarının üniversel ve


ebedî prensipler olarak siyasal iktidar sahiplerinin uygulayacakları temel


değişmez prensipler olduğunu ileri sürüyor ve siyasal iktidarın görevinin


adaleti ve ortak yararı gerçekleştirmek olduğunu söylüyordu.


XIII. asrın sonlarından itibaren kilise otoritesi tartışılmaya ve sarsılmaya


başladı. Kilisenin sadece mânevî/ruhanî otorite ile yetinmeyerek dünyevî


iktidara/otoriteye de sahip olma iddiaları zamanla papalarla imparatorların


arasını açmıştır. Papa ile imparatorlar arasındaki bu mücadelenin ilk 

safhasında
kilise üstünlük sağlamış, hatta IV. Henri papanın ayaklarına 

kapanıp
af dilemek zorunda kalmıştır.


Ancak kilise ile siyasal iktidar arasındaki gizli çatışma ve otorite yarışı


burada noktalanmadı, aksine daha da derinleşti. Fransa’da ve İngiltere’de


saldırgan bir ulusal kralcılık eğilimiyle, keyfî bir Katolik teokrasisini karşı


karşıya getiren bu çatışma, kilisenin otoritesinin niceliğini sorgulamayı da

hızlandırmış oldu. Bu süreçte, devletin kilisenin etki ve otorite alanından


çıkması gerektiğini, kilisenin devlete bağlanmasını ve yarı laik bir sistemi


(cesaro-papismus) savunan aydınlar seslerini yükselttiler, bu tezi işleyen


çeşitli eserler kaleme alındı. Papa XIII. Leon da dünyevî ve ruhanî kuvvetlerin


ayrılığını ve bunların birbirlerine karşı bağımsız olduklarını kabul etti.


Hıristiyan Batı siyaset teorisi ve geleneği ile müslüman Doğu siyaset teorisi


arasında derin farklılıklar bulunmakla birlikte bazı noktalarda iki gelenek


arasında bazı benzerliklerin bulunduğu da söylenebilir. Meselâ Petrus’a


ait olduğu söylenen (Matta, 16/19) çözme ve bağlama hakkı, müslüman


siyaset teorisindeki ehlü’l-hal ve’l-akd anlayışını; yine hıristiyanların kilisenin


ve onun başı olan papanın konumuna ilişkin anlayışları, fonksiyon


açısından Şiî doktrindeki mâsum imam anlayışını ve Sünnî doktrindeki icmâ


teorisini çağrıştırmaktadır. Kilise, Îsâ ile bedenlenmiş kutsal bir kurumdur.


Bu kutsal ve dokunulmaz kurumun başı olan papa da doğal olarak mâsumdur


ve açıkladığı
şey, bütün müminleri bağlayıcıdır. Bu anlayışta Tanrı’nın


Îsâ’ya yüklediği misyon, din adamlarına yüklenmiş olmaktadır.


B) Din ile İlişkileri Bakımından Devlet Biçimleri


Devlet şekli ile hükümet şekli anayasa hukuku açısından genellikle birbirinden


ayrı tutulur. Devlet şekli daha ziyade iktidarın yoğunluğuyla, toplu


veya dağınık olmasıyla belirlenir. Hükümet şekli ise iktidarı kullananların


nasıl belirlendiğine ve bunu nasıl kullandıklarına bakarak tesbit edilir. Bununla


birlikte devlet şekli ile hükümet şekli arasında yakın bir ilişki olduğu


ve devlet şeklinin hükümet şeklini de etkilediği açıktır. Çünkü birinde iktidar,


ikincisinde bu iktidarın kullanılışı ve kullananlar söz konusudur. Hükümet


şekillerinde belirleyici olan husus, daha ziyade siyasal iktidarın kaynağı


ve meşruiyeti yani hâkimiyet sorunudur. Fakat yine de devlet şekilleri


aynı olan ülkelerde hükümet şekillerinin farklılık göstermesi vâkıası, bu ikisi


arasında bir ayırım yapılmasını gerekli kılmaktadır. Burada “Devlet Biçimleri”


başlığı altında teokrasi, Bizantinizm ve laiklik üzerinde, müteakiben


yönetim biçimleri başlığı altında da ana hükümet biçimleri olan oligarşi ve


demokrasi üzerinde durulacaktır.


Din kurumu dil, etik ve estetik yapılar gibi toplumun öteki maddî ve


mânevî değerleriyle birlikte kültürel sistemin oluşturucuları içinde yer alır.


Batı ve Doğu’nun tarihsel tecrübelerinde din ile siyasal otorite kaçınılmaz


biçimde ilişki ve etkileşim içinde olmuşlardır. Bunlardan birinin ağırlık ve


etki oranına göre devlet biçimleri farklı isimler almışlardır. Din ile ilişkileri

bakımından devlet biçimi Batı’da genelde üç şekilde ortaya çıkmıştır: 1.


Dine bağlı yönetim. 2. Yönetime bağlı din. 3. Din ve yönetimin birbirinden


ayrılığı. Yönetimin dine tâbi olduğu devlet biçimi “teokrasi”, dinin yönetime


tâbi olduğu biçim aralarında küçük anlam farklılıkları bulunmakla birlikte


“Bizantinizm”, “Sezaropapizm” veya “Gallikanizm”, din ve devletin birbirinden


ayrı olduğu biçim ise “laiklik” olarak adlandırılır.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol