""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Tıbbi Tedavi ve Organ Nakli



  Hastalık ve Tedavi ve organ Nakli Meselesi


Yeryüzündeki diğer canlılara göre üstün meziyetlerle yaratılan, düşünme
ve iman etme kabiliyetiyle donatılan ve bunun tabii bir neticesi olarak birtakım
sorumluluklara muhatap insan, bu yönüyle en şerefli bir varlık olarak
anılır. Fakat bedenî ve fizikî varlığı itibariyle Allah’ın yeryüzünde kurduğu
tabii ve fıtrî düzene tâbidir. Bu bakımdan insan, bazan çok dayanıksız, zayıf
ve kısa ömürlüdür. Hastalık, sakatlık ve ölüm, diğer canlılarda olduğu gibi
insanda da belli dünyevî ve tabii sebeplere bağlanmıştır. Bununla birlikte
İslâm, hastalık, sakatlık, fakirlik, deprem, yangın, sel gibi bir açıdan olumsuz
ve üzücü sayılabilecek bu durumları metanetle karşılamayı, bunlarla
mücadele etmeyi, gerekli bütün önlemler almayı, sonuçta ise bunu Allah’ın
bir imtihanı bilip sabretmeyi telkin eder (el-Bakara 2/155; el-Mülk 67/2).


Hastalık, insanın beden ve ruh sağlığını bozan bir haldir, tedavi ise bu
halin giderilmesi, yani hastanın yeniden sıhhate kavuşması için maddî-mânevî
her türlü çareye başvurulmasıdır. Hastalık ve sakatlıkla mücadele ve
gerekli tedavi yollarına başvurmak hem insanın tabii yapısının gereği hem
de dinin emir ve tavsiyesidir. Hz. Peygamber, “Allah hem derdi hem de devayı
göndermiş, her hastalığa bir çare yaratmıştır. Tedavi olun, ancak tedavide
haramı kullanmayın” (Ebû Dâvûd, “Tıb”, 11) buyurmuştur. Bu itibarla
bir dert ve hastalıktan kurtulmaya çalışmak, hem tevekküle hem de hakiki
şifa verenin Allah olduğu hakikatine aykırı düşmez.

Hastalığın maddî ve mânevî birçok sebebi bulunabildiği gibi buna paralel
olarak maddî, ruhî ve mânevî birçok tedavi yöntemi vardır. Modern bilimin
ilerlemesiyle yeni yeni tedavi imkân ve usulleri de ortaya çıkmaktadır. Hastalıkla
mücadele ve tedavi esasen tıp biliminin konusu olmakla birlikte tedavide
alkollü maddelerin kullanımı, dinî metinlerin okunması ve dua ile tedavi
usulü, mahremiyet gibi açılardan dinî öğreti ve değer hükmünü de ilgilendirmektedir.
Tedavi bu yönleriyle fıkıh kitaplarında ele alınmış ve bu
konularda İslâm bilginleri belli görüş ve eğilimler ortaya koymuşlardır.

a) Haram Maddelerle Tedavi

Haram maddeler denince özellikle alkollü ve uyuşturucu maddeler kastedilir.
Fıkıh kitaplarında alkollü ilâç ile tedavi denilince, şarap ve şarap benzeri
sarhoş edici içeceklerin tedavide kullanılması kastedilir. Ancak bugün,
toz ve hap şeklinde veya damara enjekte edilebilen uyuşturucular da vardır.
Bu sebeple, bu tür maddelerin doktor tavsiyesi olmadan alınması, dozajı ve
alınış amacı da konumuz açısından aynı
şekilde önem arzetmektedir. Bu
maddeler alkol gibi hem tedavi hem de keyif maddesi olarak kullanılabildiğinden,
haram madde ile tedavi konusundaki tartışmalar bu ikinci grup
maddelerle tedaviyi de ilgilendirmektedir.

Yenilmesi ve içilmesi haram olan maddelerle tedavi konusunda İslâm
âlimlerince ortaya konan görüşleri üç eğilim halinde özetlemek mümkündür:

a) İslâm âlimlerinin bir kısmı, haram maddelerle tedaviyi câiz görmezler.
İçki içmenin mubah sayıldığı ve yaygın bir âdet haline gelmiş olduğu Câhiliye
dönemi Arap toplumunda, içki ilâç olarak da kullanılmaktaydı. İslâm
geldikten sonra içki yasağının yanı sıra, Resûlullah tarafından içki ile tedavinin
de yasak olduğu bildirildi. Nitekim Târık b. Süveyd el-Câfî’den nakledilen
bir hadise göre, bir adam Hz. Peygamber’e şarabın hükmünü sordu.
Resûlullah ise şarabın haram olduğunu ifade etti. Soruyu soran şahıs, “Biz
onu tedavi için kullanıyoruz” deyince; Hz. Peygamber, “O, ilâç değil, hasta-
lıktır” buyurdu (Müslim, “Eşribe”, 3; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 11). Özellikle, şarap
ile tedavi olmayı yasaklayan, onun ilâç olmayıp hastalık olduğunu açıklayan
pek çok hadis vardır. İşte bu hadisleri esas alanlar, bunlarla tedavinin
câiz olmadığı kanaatindedirler.

Bu görüşün sahiplerine göre haram olan yiyecek ve içeceklerle tedavi
câiz değildir. Hanbelîler bu görüştedir. Bu görüş sahiplerinin, hastalık halini,
haramları mubah kılan bir zaruret olarak kabul etmediği ve dolayısıyla açlık
yüzünden darda kalıp murdar hayvan yiyen kişiyle ilgili hükmü bu duruma
uygulamayı isabetli görmedikleri anlaşılmaktadır. Bu gruptaki bazı bilginler,
iki durumu ayırt etmek üzere şöyle derler: Açlık yüzünden dara düşmüş
kimse, zarureti giderecek -haram kılınmış yiyeceklerden başka- bir şey bulamamaktadır.
Halbuki hastalık böyle değildir; çünkü hastalığı tedavi için
tek çare bu yiyecek ve içecekleri kullanmak değildir, birçok ilâç vardır.

b) İslâm âlimlerinin bir kısmı ise yenilip içilmesi haram maddelerle tedaviyi
kural olarak câiz görür. Bu grubu Zâhirî fakihleri teşkil eder. Zâhirîler’e
göre haram kılınmışşeylerle tedavi câizdir. Zâhirî hukukçu İbn Hazm şöyle
der: Şarap darda kalan ve zaruret haline düşen için mubahtır. Susuzluğu
gidermek, tedavi olmak veya boğulmayı önlemek için şarap içen kimseye
ceza uygulanmaz. Çünkü tedavi zaruret hallerinden biridir. Zaruretler ise
haram olan şeyleri mubah kılar. İbn Hazm, “Câiz değildir” diyenlerin dayandığı
hadisleri ayrı ayrı ele almış, bir kısmının zayıf olduğunu ileri sürmüş, bir
kısmına da şöyle bir açıklama getirmiştir: Zaruret halinde tedavi maksadıyla
haram kılınmışşeyleri içmek mubah olduğuna göre, bunlar “necis” (dinen
pis sayılan) maddeler kapsamı dışına çıkmış demektir.

c) İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise haramla tedaviyi belli şartlarla câiz
görmektedir. Ancak her bir grup helâl oluş için farklı ön şart ve kayıt ileri
sürmektedir. Bu grupta ağırlıklı olarak Hanefîler ve Şâfiîler yer alır. Onlara
göre, haram ile tedavi olmanın cevazı, kesin olarak şifa vereceğinin bilinmesine,
hiç değilse iyileşmenin kuvvetle muhtemel olmasına bağlıdır. Şifa vereceği
kesin olarak bilinmiyorsa tedavi amaçlı haram yiyecek ve içecekler
kullanılamaz. İlâç da gıda maddeleri gibi hayatın zaruri ihtiyacıdır, darda
kalan kimse haram ile tedavi görebilir. Resûl-i Ekrem erkeklere ipek giymeyi
yasakladığı halde cilt hastalığı dolayısıyla bazı sahâbîlere izin vermiştir
(Buhârî, “Libâs”, 29; “Cihâd”, 91). Haram oluşun delili olarak gösterilen ha-
dis, helâl ilâcın bulunduğu normal duruma göredir. Helâl maddeyle tedavi
imkânı olmadığında, tedaviyi sağlayacak ilâç mubah ilâç haline gelir ve
hadisin kapsamına girmez.


Özet olarak ifade etmek gerekirse, İslâm bilginleri, uzman bir tabibin hayatî
bir tehlikeden ancak yiyip içilmesi haram madde içeren bir ilâçla
kurtulunabileceğini ve bunun alternatifinin de bulunmadığını bildirmesi halinde,
bu ilâçla tedavinin câiz olduğu hususunda fikir birliği içindedirler. Bu
şekilde bir hayatî tehlikenin bulunmadığı durumlarda ise bir grup bilgin ha-
ram madde ile tedaviyi câiz görmemekte ise de, çoğunluk bu konuda daha
müsamahalı düşünmekte, belli şartlarla haram maddeyle tedaviyi câiz görmektedir.
Bunun için aranan iki temel şart ise, alternatif helâl bir ilâcın bulunmaması
ile ehliyetli bir doktorun teşhis ve önerisinin bulunmasıdır.

Fıkıhçıların tartıştıkları konu şarap, idrar vb. nesnelerin tedavi için doğrudan
alınması ve kullanılmasıdır. Bu maddelerin ilâç yapımında kullanılması
durumunda “karışma ve değişme yoluyla pis ve haram olan nesnelerin
hükümlerinin değişeceği” kuralı da devreye girecektir.

b) Okuyarak Tedavi

Hastalıkların maddî olduğu kadar mânevî sebepleri de vardır. Hz. Peygamber,
“Göz değmesi (nazar) gerçektir” (Buhârî, “Tıb”, 36; Ebû Dâvûd,
“Tıb”, 38, 79) diyerek hastalığın mânevî bir sebebine işaret etmiştir. Günümüzde
zihnî ve ruhî hastalıkların maddî sebepleri yanında mânevî sebepleri
de araştırılıp, hastalar her iki yönüyle tedavi edilmeye çalışılmaktadır. Telkin
ve mûsiki ile tedavi öteden beri uygulanan ve iyi sonuçlar alınan bir yöntemdir.
Kişilerin Allah’a bağlılıkları, gerçek şifayı O’nun vereceğine güvenleri,
ruh sağlıklarının ve morallerinin yerinde oluşu maddî hastalıkların tedavisinde
bile ayrı bir önem taşımaktadır. Ülkemizde hastahanelerde isteyen,
ihtiyaç duyan hastaları mânevî yönden rahatlatmak, onlara moral destek
sağlamak, ruhî dirençlerini arttırmak üzere din görevlilerinin bulunmasının
uygun olacağı yönündeki henüz pratize edilmemiş düşünceler bu
bakımdan anlamlı ve yerindedir.

Yine moral durumun önemi sebebiyledir ki tıbbî tedavi imkânının bulunmadığı
durumlarda veya ona yardımcı bir unsur olarak insanlar dinin
üstün yapıcı tesirinden yararlandırılmış, dinî metinler ve dualar okunarak
tedavi edilmeye çalışılmıştır. Bununla birlikte okuma ile tedavinin mahiyet
ve gayesi iyi bilinmediğinde tıbbî tedaviye alternatif bir tedavi olarak algılanma
veya ehliyetsiz ve çıkarcı kimseler tarafından kötüye kullanılma ihtimali
de yok değildir.

Okumak suretiyle tedavi Hz. Peygamber ve sahâbe tarafından yapılmış,
câiz ve etkili olduğu görülmüştür. Sahih hadis kitaplarında bu nevi tedavide
daha ziyade Fâtiha, İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleriyle bazı duaların okunduğu
rivayet edilmektedir. Bu sûre ve duaların, nazar değmesi gibi mânevî sebeplere
dayalı hastalıklara da, belli durumlarda yılan ve akrep sokması gibi
maddî sebepli hastalıklara da okunduğu ve netice alındığı bildirilmektedir.
Okuma ile tedavinin câiz olabilmesi için; okunanın âyet, hadis veya mânası
anlaşılan bir dua olması, şifa verenin yalnız Allah olduğunun bilinmesi,
gayri meşrû bir maksada hizmet etmemesi, tıbbî tedavinin önünü kapatmaması
gibi şartlar ileri sürülür.

Sebebi bilinmeyen veya tedavi edilemeyen hastalıklarla karşılaşan insanların
içine düştüğü çaresizlik ve çırpınış hali, bu dönemde onları ve yakınlarını
normal zamanda pek de mâkul olmayan bazı arayışlara sevkedebilir.
Bunlar arasında sihir, nazarlık, at nalı ve kafası kullanma, meşrû olmayan
şekil ve metinleri içeren muska takma, kurşun dökme, tütsü yapma
sayılabilir. Modern tıp biliminin gelişmediği, yeni ilâç ve tedavi yöntemlerinin
keşfedilmediği dönemlerde daha sık görülen bu durumun yeni birçok
hastalık türünün ortaya çıktığı günümüzde de belli ölçüde devam ettiği bilinmektedir.
Bunların tıbbî açıdan bir faydasının olmadığı gibi bâtıl inanç
olmaları sebebiyle dinen doğru da bulunmamıştır. Hz. Peygamber nazarlık
kullanmayı menetmiş, bu gibi şeyleri asan kimselerin biatlarını kabul etmemişti
(Nesâî, “Zînet”, 17; İbn Mâce, “Tıb”, 39). Çünkü Resûl-i Ekrem hasta-
lıkların sebeplerinin bulunduğunu ve tedavi edilebileceğini belirtmiş, gerçek
sebeplere tutunmayı tavsiye etmiştir. O’nun uygulamasında okuyarak tedavi,
alternatif bir tıbbî tedavi değil, buna imkân bulunmadığında veya tıbbî
tedavi sonuçsuz kaldığında başvurulacak yardımcı ve ilâve bir yöntem niteliğindedir.


Tedavisi yapılamadığı için çaresizlik içinde çırpınan veya maddî sebeplerle
tıbben tedavi imkânı bulamayan insanların bu sıkıntılı durumunu fırsat
bilip onlara nazarlık, muska takan, tütsü yapan ve böylece onların umutlarından
çıkar sağlayan kimseler, âdeta bir insanlık suçu derecesinde ağır ve
yüz kızartıcı bir suç işlemiş olmaktadırlar. Bu tür fırsatçıların dar gelirli ve
dindar muhitlerde kolayca tutunabilmesi, biraz bu muhitlerdeki sefalet derecesindeki
ekonomik sıkıntıyla, biraz da yeterli düzeyde dinî bilgisi bulunmayan
kimselerin dinî değerlere bağlılığının çok kolay istismar edilebilmekte
oluşuyla alâkalıdır. Böyle olunca devletin sağlık politikasını iyileştirip ihtiyaç
sahiplerinin ücretsiz tedavisine ve sağlık sigortasının genelleşmesine, ayrıca
insanların yeterince ve doğru şekilde dinî eğitimine imkân hazırlaması kaçınılmaz
olmaktadır.

c) Organ Nakli

Hastalık ve tedavi konusunda kamuoyunun genel dinî telakkisini belki
de en çok meşgul eden meselelerden birisi organ naklidir. Günümüzde organ
nakli konusu, alternatifsiz bir tedavi yöntemi olması yüzünden tıp ilminin
önemli bir uğraşısı olduğu gibi, organı veren ve alan iki tarafın da insan
olması ve insan uzvu üzerinde tasarruf yapılmasını gerektirmesi sebebiyle
konu din, hukuk ve ahlâkı da yakından ilgilendirmektedir. Burada sadece
konunun dinî öğreti ve telakkiyi ilgilendiren kısmı üzerinde durulacaktır.

Kısa bir tarihçe vermek gerekirse, yaklaşık XVI. yüzyılda başlayan otoorgan
nakli giderek geliştirilmiş, XIX. yüzyılda insandan insana doku ve
organ nakline başlanmış, önceleri deri, damar, kas nakli şeklinde başlayan
bu tedavi yöntemi giderek geliştirilerek kalp, karaciğer, böbrek, kemik iliği,
kornea gibi hayatî organların nakli aşamasına gelinmiş, XX. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren bunda da başarılı sonuçlar alınmaya başlanmıştır. Artık
organ nakli günümüzde, diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de binlerce
ölümcül hasta için bir ışık ve yaşama ümidinin kaynağı durumundadır. Ancak,
insandan insana organ nakli böylesine önemli bir tedavi yöntemi olmasının
yanı sıra, bazı dinî ve hukukî sorunları da beraberinde getirmiş ve
konu değişik çevrelerde farklı açılardan tartışılmaya başlanmıştır.

Organ naklinin İslâm’ın prensip ve amaçlarıyla ilişkisini kurarken konu
iki ayrı açıdan ele alınabilir. Birincisi, organ naklinin itikadî (inanç esasları)
ve uhrevî (âhiret hayatına ilişkin sonuçları) açıdan değerlendirilmesi. İkincisi
de, organ naklinin İslâm hukukunun ilke ve gayeleri açısından incelenip
câiz olup olmadığının araştırılması.

1. İtikadî ve Uhrevî Açıdan
Organ naklinin itikadî ve uhrevî açıdan değerlendirilmesi, bunun cismanî
haşir inancıyla, organların sorumluluğu ve kıyamet günü şahitliği
meselesiyle ve genel olarak dinî sorumluluk esaslarıyla bağdaşıp bağdaşmayacağı
gibi tartışmaların açılmasını ve bu konularda belli bir sonuca varılmasını
gerekli kılmaktadır.

Ehl-i sünnet bilginlerinin ve kelâmcıların çoğunluğu, âhirette haşrin cismanî
olacağı, insanın ruh ve bedeniyle birlikte diriltilip böylece haşrolacağı,
hesaba çekileceği, ceza veya ödüle muhatap olacağı görüşündedir. Kur’an
âyetleri de bu görüşü doğrular mahiyettedir (bk. Tâhâ 20/55; el-Hac 22/5, 7;
en-Nûr 24/20; Yâsîn 36/78-79; el-Kıyâme 75/3-4). Âhirette haşrın cismanî
(bedenî) olacağı inancının, organ naklinin tereddütle karşılanmasında kısmen
de olsa etkisi vardır. Ancak konu yakından incelendiğinde organ naklinin
cismanî haşirle doğrudan ilişkisi, daha doğrusu organ naklinin cismanî haşir
inancını zedeleyen bir yönü bulunmadığı, nakledilecek organın tekrar asıl
sahibine döneceği ifade edilebilir. Nitekim organların toprakta çürümesi,
yanıp kül olması, hayvanlar tarafından parçalanıp yenmesi de onun tekrar
asıl sahibinde haşrolunmasına engel değildir. Gerçekten Kur’ân-ı Kerîm’de
(el-Kıyâme 75/3-4) âhirette insanın bütün uzuvlarının en ince ayrıntıya kadar
toplanacağı ifade edilir. Bu ve benzeri delillerden yola çıkan İslâm bilginleri
de herkesin aslî parçalarının kendisiyle haşrolacağı görüşündedirler.

Takma organın yeni sahibinde sevap veya günah işleyen bir kişinin cüzünü
oluşturması da tamamen bu yeni sahibiyle alâkalı bir meseledir. Çünkü
sorumlulukta aslolan iradedir, sorumlusu da o organları kullanan şahıstır.

Kıyamet gününde organların şahitliği meselesine gelince, bu husustaki
âyet ve hadisler organların âhirette lisân-ı hâl ile konuşacağı
şeklinde anlaşılabileceği
gibi, Allah’ın huzurunda insanın hiçbir mazeret ileri sürme ve
yalan beyanda bulunma imkânının olmayacağı, her şeyin apaçık ortada
olacağı anlamında da yorumlanabilir. Bu konudaki âyetler (en-Nûr 24/24;
Fussılet 41/19, 21, 22) gerçek anlamında alınsa bile yine organ nakline en-
gel bir delil teşkil etmez. Zira her şey Allah’ın bilgisi dahilindedir ve organlar
her bir bedende bulundukları süre içinde olup bitene şahitlik edebilirler.

Konuya genel olarak dinî sorumluluk esasları açısından bakıldığında ise,
öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, duygu, düşünce, akıl, inanç gibi mânevî,
ruhî özellikler, organların biyolojik yapısına bağlı olmadığından, organ nakliyle
kişilik transferi olmamaktadır. Diğer taraftan, dikkatten uzak tutulmaması
gereken bir husus, İslâm dininin, cinsi, milliyeti, rengi, dini, konumu
ne olursa olsun her insana insan olarak baktığı ve eşit bir yaşama hakkı
tanımış olduğudur. Şu halde organ veren kimsenin veya organ verilen şahsın
fâsık yahut gayri müslim olması gibi şahsî durumlarından ötürü diğer
tarafın dinen sorumlu olabileceğinin ileri sürülmesi de isabetli olmaz. İslâm
tedaviye önem vermiş, her insana tedavi olmada eşit haklar tanımış, bir
insana hayat vermeyi bütün insanlığa hayat verme mesabesinde görmüştür
(el-Mâide 5/3). Buna göre, organ nakli açısından müslüman ile gayri
müslim, dindar ile fâsık ayırımı yapılması doğru olmaz. Kaldı ki doğruya
hidayet eden de, eceli takdir eden de Allah’tır. Sorumlulukta herkesin kendi
hür iradesi esastır. Bu sebeple, müslüman veya dindar olmayana organ
vermenin, onun günah işlemesine yardımcı olmak veya ömrünü uzatmak
olarak değerlendirilmesi İslâm’ın bu konudaki genel esasları ile bağdaşmaz.


2. İslâm Hukuk Prensipleri Açısından
İslâm hukuku açısından organ naklinin hükmüne, câiz olup olmadığına
gelince; çağımızda güncelleşen bu mesele hakkında gerek naslarda gerek
klasik fıkıh kitaplarında açık bir ifadenin bulunmayacağı açıktır. Kur’an ve
Sünnet gerekli gördüğü bazı konularda ayrıntılı hükümler koymakla beraber,
genelde her hukukî olaya ayrıntıyla inmeyip, bütün devir ve dönemlerde
ortaya çıkabilecek problemler için geçerli birtakım ilke ve ölçüler koymakla
yetinmiştir. Bu, Kur’an ve Sünnet’in kıyamete kadar müslümanlar
için kaynak ve ölçü olmasının tabii sonucudur. Klasik fıkıh kitapları da,
Kur’an ve Sünnet ışığında kendi devirlerinin problemlerini çözmüş, müslümanlara
günlük yaşayışları için kılavuzluk etmiş, onlara yardımcı olmuştur.
Bu duruma göre, günümüzdeki organ naklinin hükmünü, nasların ve İslâm
hukukçularının benzeri olaylar karşısında gösterdiği tavıra ve gözettiği gayeye
bakarak kavramak mümkündür.

Kur’an’da (el-Bakara 2/173; el-Mâide 5/3; el-En‘âm 6/119, 145) ve hadislerde
(Müsned, V, 96, 218; Ebû Dâvûd, “Et‘ime”, 36) insan hayatını tehdit
eden bir açlık ve zaruret halinde haram fiillerin mubah hale geleceği ve günahın
kalkacağı bildirilmiştir. İslâm ölüye değer vermekle birlikte, insana ve
hayata daha çok değer vermiş, hayatı korumayı dinin beş temel maksadından
biri saymıştır.

İslâm hukukçuları da hayatı tehdit eden açlık zarureti karşısında kalan
kimsenin ölü insan eti bile yiyebileceğini, tedavi maksadıyla haram ve necis
şeyleri kullanabileceğini, kemik, diş, kan gibi insan parçalarıyla tedavi olabileceğini,
yavruyu kurtarmak için ölen annenin karnının yarılabileceğini,
yutulmuş mücevher gibi değerli bir malı çıkarmak için ölünün karnının açılabileceğini
belirtmişlerdir. İslâm hukukçularının bu ve benzeri fetvaları günümüzdeki
organ nakline bir hayli ışık tutmaktadır. Ancak bu gibi durumlarda
belirtilen çözümleri benimsemeyen fakihler de vardır.

Çağdaşİslâm bilginleri ve fetva kuruluşları, ölüden (kadavra) tedavi
maksadıyla organ alınmasına ve hastaya nakledilmesine, çeşitli gerekçelere
istinaden cevaz vermişlerdir. Bu cümleden olarak, ülkemizde Diyanet İşleri
Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu daha önceki kararlarının yanı sıra 03.03.
1980 tarih ve 396/13 sayılı kararı ile, belli şartların bulunması halinde ölüden
diriye organ naklinin câiz olduğuna fetva vermiştir. Aynı
şekilde Küveyt
Evkaf ve Din İşleri Başkanlığı’na bağlı Fetva Kurulu’nun 24. 12. 1979 tarih
ve 132/79 sayılı, 14.09.1981 tarih ve 87/81 sayılı kararları ile, Suudi Arabistan’da
faaliyet gösteren Dünya İslâm Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi’nin
ve Mısır’daki Ezher Fetva Kurulu’nun kararları ve İslâm Konferansı Teşkilâtı’na
bağlı İslâm Fıkıh Akademisi’nin 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı kararı
da bu yönde olup, bu kararda ölüden organ nakli belli şartlarla câiz görülmektedir.
Çağdaşİslâm bilginlerinin büyük bir kısmı da ferdî olarak bu paralelde
fetva vermiştir.

Yukarıda işaret edilen kurullar ve şahıslar, ölüden diriye organ naklinin
câiz olabilmesi için şu şartların bulunması gerektiğini belirtirler:

1. Organ naklinde zaruretin bulunması,
2. Konunun uzmanlarında hastanın bu tedavi ile iyileşeceğine dair güçlü
bir kanaatin oluşmuş bulunması,
3. Ölümünden önce kendisinin veya ölümünden sonra mirasçılarının
onayının alınmış olması,
4.Tıbbî ve hukukî ölümün kesinleşmiş olması,

5. Organın bir ücret ve menfaat karşılığında verilmemiş olması,
6. Alıcının da buna razı olması.
Söz konusu kurullar ve bilginler, ölüden organ nakline fetva verirken
genellikle, zaruret halinde haramı işlemeye, necis ve haramla tedavi olmaya
ruhsat veren nasları ve bunlardan kaynaklanan fıkhî kuralları ve ictihadları
delil olarak göstermektedirler. Ayrıca, zaruretteki kimsenin ölü insan etinden
yiyebilmesi, deve idrarıyla tedavi olabilmesi, ipek ve altın kullanabilmesi,
insan vücuduna ölünün kemiğinin veya dişinin takılabilmesi, cenini kurtarmak
için ölü annesinin karnının yarılabilmesi, annenin hayatını kurtarabilmek
için karnındaki ölmüş ceninin parçalanarak çıkarılabilmesi gibi ruhsat
hükümlerini örnek göstererek bunların gerekçelerini esas almaktadırlar.

Ölüden organ naklini câiz görmeyen bazı çağdaş bilginler ise, insan ölüsünün
saygınlığını ve dokunulmazlığını, “Ölünün kemiğini kırmak, diri iken
kemiğini kırmak gibidir” meâlindeki hadisi (Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 60; el-
Muvatta’, “Cenâiz”, 45), cismanî haşir ve organların şahitliği inancını, hilkati
(aslî yaratılış) bozmanın câiz olmaması ilkesini gerekçe göstermektedir. Ancak
bu görüşün ve dayanaklarının, İslâm’ın yukarıda zikredilen ilke ve gayeleri
karşısında daha zayıf kaldığı açıktır.

Diriden diriye organ naklinin hükmüne gelince; bazı çağdaşİslâm bilginleri
ve fetva kurulları belli şartlarla buna da cevaz vermişlerdir. Bu cümleden
olarak Küveyt Evkaf ve Din İşleri Bakanlığı’na bağlı Küveyt Fetva
Kurulu’nun 24.12.1979 tarih ve 132/79 sayılı kararında Suudi Arabistan’daki


Dünya İslâm Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi’nin 19-28 Ocak 1985 tarihinde
Mekke’de düzenlenen VIII. Dönem Toplantısı’nda alınan kararlarda ve
İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı
İslâm Fıkıh Akademisi’nin 11.02.1988
tarih ve 4/1 sayılı 20.03.1990 tarih ve 6/5-8 sayılı kararlarında diriden
diriye organ nakli, belli şartlarla câiz görülmüştür. Bunun cevazı için ileri
sürülen şartlar ise şunlardır:

1. Zaruretin bulunması,
2. Vericinin izin ve rızâsının bulunması,
3. Organın alınmasının, vericinin hayatını ve sağlığını bozmayacak olması
ve bu durumun tıbbî raporla belgelendirilmesi,
4. Konunun uzmanlarında operasyon ve tedavinin başarılı olacağına dair
güçlü bir kanaat oluşmuş bulunması,
5. Yeterli tıbbî ve teknik şartların bulunması,
6. Organ vermenin ücret veya belli bir menfaat karşılığı olmaması.
Bu fetvanın dinî dayanağı olarak yukarıda zikredilen deliller, özellikle
“Kim bir insana hayat verirse, bütün insanlara hayat vermiş gibidir” (el-
Mâide 5/32) ve “İyilik ve takvâ üzere yardımlaşınız” (el-Mâide 5/2) meâlindeki
âyetler ile yardımlaşmayı, dayanışmayı, fedakârlığı, zararı önleyip faydalıyı
hâkim kılmayı emir ve tavsiye eden hadisler gösterilmektedir.

Diriden diriye organ naklini câiz görmeyen çağdaşİslâm bilginlerinin sayısı,
ölüden organ nakli konusundakine göre biraz daha fazladır. Bu görüşün
sahipleri gerekçe olarak da, insanın kendi organlarına mâlik olmadığını
ve onlar üzerinde tasarruf yapma hakkının bulunmadığını, insanın saygıdeğer
ve dokunulmaz olduğunu, organ naklinin hilkati (aslî yaratılış) değiştirdiğini,
iki taraf için de denk bir tehlike teşkil ettiğinden bunun zararın zararla
giderilmesi kabilinden olduğunu ileri sürmektedirler.

Ancak, diriden alınan her organ ve dokunun aynı sonucu doğurmadığı
ve aynı derecede hayati tehlike, sağlık bozukluğu veya görünüm çirkinliği
meydana getirmediği açıktır. Vericiyi riske sokmadığı, sağlığını veya görünümünü
bozmadığı takdirde, tıbbî verileri esas almak ve organ nakline
-zarureten başvurulan alternatifsiz bir tedavi yöntemi olduğu sürece- olumlu
bakmak, herhalde İslâmî prensiplerle ve dinî hükümlerin amaçlarıyla daha
uyumlu bir tavır olacaktır.

Öte yandan, kişiye kendi vücudundan organ veya doku nakli meselesi
önemli tereddütlere yol açmamış; İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı olan
İslâm Fıkıh Akademisi’nin 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı kararında, sağladığı
yarar, getireceği zarardan fazla olmak, biyolojik veya psikolojik açıdan
kişiyi sıkıntıya sokan bir kusur veya rahatsızlığın giderilmesi amacına yönelik
bulunmak şartıyla bu tür tıbbî operasyonların câiz olduğu belirtilmiştir.
Buna karşılık aynı kararda, kişinin hayatiyetine son veren, yine hayatiyetine
son vermese de vücudun temel fonksiyonlarından birini tamamen sona
erdiren organ yahut organların alınması yoluyla diriden diriye organ naklinin
câiz olmadığı vurgulanmıştır.

Hayatı, ölümü ve ölüm ötesini tabii birer hadise ve kademe olarak tanıtıp
anlamlı hale getiren İslâm dininin dünyada insanların fert ve toplum
olarak sağlık, huzur ve güven içinde yaşamasına önem verdiği, bunu sağlayıcı
tedbirlerin bir kısmını emrettiği, bir kısmını da insanların çaba ve inisiyatiflerine
bırakıp ilke olarak teşvik ettiği bilinmektedir. Böyle olunca müslüman
toplumların, yeni bir tedavi yöntemi olan organ nakli konusunda başlangıçta
mütereddit davranması, hatta toplumsal refleksle karşı bir tavır
sergilemesi ve bu konuda birtakım dinî gerekçeler üretmesi mâkul karşılanabilir.
Bu tarz bir direnç, geleneksel toplumların her bir yenilik karşısında
dağılıp parçalanmasını önleyici ve toplumsal yapıyı koruyucu bir sigorta
işlevi de görmektedir. Ancak, organ naklinin artık alternatifsiz bir tedavi
yöntemi olarak insanları hayata döndürdüğü görüldükten sonra bu tereddütlerin
ve çekimser tavrın terkedilmesi, hatta bu yönde ciddi adımların
atılması, kamuoyu oluşturulması ve bunu sağlayacak kurumların kurulması
gerekir. İnsan hayatına çok değer veren bir dinin mensubu olan müslümanların
bu konuda dünyaya öncülük ve örneklik etmesi bile beklenir.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol