""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Akaid (İtikat) Ve İnanç

 

                       Akaid (İtikat)İnanç

Akaid, akd kökünden türetilmiş olan akîde kelimesinin çoğuludur. 
Akîde, sözlükte "gönülden bağlanılan, düğüm atmışçasına sağlam inanılan
şey" demektir. Dinî literatürde akîde, "inanılması zorunlu olan ilke" (iman
esası, mü'menün bih), çoğulu olan akaid kelimesi ise "İslâm dininde inanılması
farz olan hususlar, iman esasları, dinin temel kural ve hükümleri" anlamına
gelmektedir. Buna göre, dinin temel kural ve hükümlerini oluşturan
iman esaslarından bahseden ilme de akaid ilmi denir.

İslâm akaidinin ilk ve en önemli kaynağı Kur'ân-ı Kerîm, daha sonra da
sahih hadislerdir. İslâm akaidini oluşturan esaslar, Kur'ân-ı Kerîm'de ve
hadislerde hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde açık, yalın ve sade
olarak yer almıştır. Kur'an'da Allah'a, peygamberlerine, kitaplara, meleklere,
âhirete, kazâ ve kadere iman konusuna temas eden ve yer yer ayrıntılı bilgiler
veren birçok âyet vardır. Hadis kitaplarının “iman, enbiya, tevhid, cennet,
cehennem, kader, kıyamet” gibi bölümlerinde, iman esaslarıyla ilgili
çeşitli açıklamalar yer almaktadır. Bu sebeple de Kur'an âyetleri ile başta
mütevâtir hadisler olmak üzere sahih hadisler akaidin temel kaynaklarını
teşkil eder. Duyu organlarının verileri ve akıl her ne kadar akaid ilminin
kaynakları arasında ise de, bu ikisi doğrudan doğruya dinî prensiplerin ve
iman esaslarının belirlenmesinde kaynak sayılmazlar. Akıl ve duyu organlarının
verileri, daha çok âyet ve hadislerin belirlediği esasların açıklanması,
yorumu ve ispatlanması konusunda malzeme oluştururlar, nakli desteklerler.
Bu sebeple iman esaslarının belirlenmesinde tek kaynak vahiydir.

İslâm akaidini oluşturan esaslar, hem kesin delile dayanmaktadır hem
de apaçıktır. Zamana, mekâna, fert ve toplumlara göre değişiklik göstermez.
Bu hükümler bir bütün teşkil edip, bölünme kabul etmezler. Yani bir kısmına
inanıp bir kısmına inanmamak söz konusu olamaz.

I. İMAN
A) İMANIN TANIMI ve KAPSAMI

İman sözlükte, "bir kişiyi söylediği sözde tasdik etmek, doğrulamak,
söylediğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven
vermek, güvenlikte olmak, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten ve
yürekten inanmak" anlamlarına gelir.

Terim olarak ise, Hz. Peygamber'i, Allah Teâlâ'dan getirdiği kesin olarak
bilinen hükümlerde (zarûrât-ı dîniyye) tasdik etmek, onun haber verdiği
şeyleri tereddütsüz kabul edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden
inanmak demektir.

Buna göre; imanın hakikati ve özü kalbin tasdikidir. Kalbin tasdiki imanın
değişmeyen aslî unsurudur. İmanla bilgi arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur.
Her inanan kişi, neye inandığını bilir, fakat her bilme inanmayı gerektirmez.
İnanılacak esaslarla ilgili bilgiye iman denilebilmesi için, kişinin
gönlünde ve kalbinde hür iradeye dayalı bir boyun eğişin, teslimiyetin ve tasdikin
bulunması gerekir. İman edene sevap, etmeyene ceza verilmesinin dayanağı,
kişinin gönülden bağlılığının ve tasdikinin bulunup bulunmamasıdır.

İmanın, bir kalp işi, kalbin tasdiki olduğunu gösteren âyet ve hadislerden
bazıları
şunlardır:

"Ey Peygamber, kalpleri iman etmediği halde, ağızlarıyla inandık diyenlerden
ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin..." (el-Mâide
5/41).

"Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar..." (elEn‘
âm 6/125).
"Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra
da bakın kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan birisini bulursanız onu
cehennemden çıkarın diyecektir" (Buhârî, “Îmân”, 15; Müslim, “Îmân”, 82).

Görüldüğü üzere imanın esası, inanılacak şeyleri kalbin tasdik etmesidir.
Bir kimse diliyle inandığını söylese bile kalbiyle tasdik etmezse mümin olamaz.
Buna karşılık kalbiyle tasdik edip inandığı halde, dilsizlik gibi bir özrü
sebebiyle inancını diliyle açıklayamayan veya tehdit altında olduğu için
kâfir ve inançsız olduğunu söyleyen kimse de mümin sayılır. Bunun en
belirgin örneği şu olaydır:

Sahâbîlerden Ammâr b. Yâsir, Kureyş müşriklerinin ağır baskılarına ve
ölüm tehditlerine dayanamayarak kalben inanmakla birlikte, diliyle
müslüman olmadığını, Hz. Muhammed'in dininden çıktığını söylemiş, bu
olay hakkında âyet-i kerîme inerek, Ammâr'ın mümin bir kimse olduğu
belirtilmiştir: "Kalbi imanla dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan kimse hariç,
kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse ve kim kalbini kâfirliğe açarsa,
işte Allah'ın gazabı bunlaradır. Onlar için büyük bir azap vardır" (en-Nahl
16/106).

İmanın aslî unsuru kalbin tasdiki olmakla birlikte kalpte neyin gizli olduğunu
insanlar bilemediği için, kalpteki inancın dil ile söylenip açığa vurulması,
o kişinin de dünyada bu söz ve ikrarına göre bir işleme tâbi tutulması
gerekmektedir. Bu sebeple ikrar, yani kalpte bulunan inancın dil ile
ifade edilmesi, imanın bir parçası değil, âdeta onun dünyevî şartıdır.

Kalplerde neyin gizli olduğunu ancak Allah bilir. Bir kimsenin iman ettiği,
ya kendisinin söylemesiyle veya cemaatle namaz kılmak gibi mümin
olduğunu gösteren belli ibadetleri yapmasıyla anlaşılır. O zaman bu kimse
mümin olarak tanınır, müslüman muamelesi görür, müslüman bir kadınla
evlenebilir. Kestiği hayvanın eti yenir, zekât ve öşür gibi dinî vergilerle yükümlü
tutulur. Ölünce de cenaze namazı kılınır, müslüman mezarlığına defnedilir.
Eğer bir kimse inancını diliyle ikrar etmezse ona, müslümana özgü
bu tür hükümler uygulanmaz.

İmanda ikrarın çok önemli olduğunu Peygamber Efendimiz şu hadisleriyle
dile getirmişlerdir:

"Kalbinde buğday, arpa ve zerre ölçüsü iman olduğu halde Allah'tan
başka Tanrı yoktur. Muhammed O'nun elçisidir diyen kimse cehennemden
çıkar" (Buhârî, “Îmân”, 33; Tirmizî, “Cehennem”, 9; İbn Mâce, “Zühd”, 37).

"İnsanlar Allah'tan başka Tanrı yoktur. Muhammed O'nun elçisidir deyinceye
kadar kendileriyle savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse
can ve mal güvenliğine sahip olurlar. Ancak kamu hukuku gereği uygulanan
cezalar bundan müstesnadır. İç yüzlerinin muhasebesi ise Allah'a aittir" (Buhârî,
“Cihâd”, 102; Müslim, “Îmân”, 8; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 104).

Dil ile ikrar bu derece önemli olduğu için genellikle iman, "Kalp ile tasdik
ve dil ile ikrardır" şeklinde tanımlanmıştır. Fakat imanı bu şekilde tanımlamak,
kalbi ile inanmadığı halde inandım diyenin mümin olmasını gerektirmez.
Bu konuda bir âyet-i kerîmede, "İnsanlardan bazıları da vardır ki,
inanmadıkları halde Allah'a ve âhiret gününe inandık derler" (el-Bakara 2/8)
buyurulmuştur.

Gönülden inanmadığı halde, diliyle inandığını söyleyen kişi –kalpteki
inanç ve ikrarı bilinemediği için– dünyada müslüman gibi işlem görür. Fakat
imanı bulunmadığı ve münafık olduğu için âhirette kâfir olarak işlem görecek
ve cehennemde ebedî kalacaktır.

Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi kalbin tasdiki, imanın rüknü, olmazsa
olmaz unsuru ve değişmez temelidir. Dilin ikrarı da, bu asıl ve gerçeğin tanınmasını
sağlayan bir şarttır.

B) İCMÂLÎ ve TAFSÎLÎ İMAN

İman, inanılacak hususlar açısından icmâlî ve tafsîlî iman olmak üzere
ikiye ayrılır.

a) İcmâlî İman

İnanılacak şeylere kısaca ve toptan inanmak demektir. İmanın en özlü ve
en kısa şekli olan icmâlî iman, tevhid ve şehadet kelimelerinde özetlenmiştir.

Tevhid kelimesi: Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah (Allah'tan
başka hiçbir Tanrı yoktur. Muhammed O'nun elçisidir) cümlesidir. Şehadet kelimesi
de: Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
abdühû ve resûlüh (Ben Allah'tan başka hiçbir Tanrı olmadığına, Muhammed'in
O'nun kulu ve elçisi olduğuna inanır ve tanıklık ederim) ifadesidir.

İmanın ilk derecesi ve İslâm'ın ilk temel direği budur. Gerçekte Allah'ı
yegâne Tanrı tanıyan, Hz. Muhammed'i O'nun peygamberi olarak kabullenen
kişi, diğer iman esaslarını ve Peygamberimiz’in getirdiği dini de toptan
kabullenmiş demektir. Çünkü diğer iman esasları bize Hz. Peygamber aracı
lığıyla bildirilmiştir. Öyleyse Allah elçisini tasdik etmek, getirdiği hükümleri
de tasdik etmek demektir. İnanılacak şeyler ayrı ayrı söylenmediğinden dolayı
bu imana icmâlî (toptan) iman denmektedir. Mümin sayılabilmek için,
icmâlî iman yeterli olmakla birlikte, İslâm'ın diğer hükümlerini ve inanılması
gerekli olan şeylerin her birini kişinin teker teker öğrenmesi zorunludur.

b) Tafsîlî İman

İnanılacak şeylerin her birine, açık ve genişşekilde, ayrıntılı olarak inanmaya
tafsîlî iman denilir. Tafsîlî iman üç derecede incelenir:

Birinci derece, Allah'a, Hz. Muhammed'in Allah'ın peygamberi olduğuna
ve âhiret gününe kesin olarak inanmaktır. Bu, icmâlî imana göre daha geniştir.
Çünkü burada âhirete iman da yer almaktadır.

İkinci derece, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret
gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin, sevap ve
azabın varlığına, kazâ ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. Tafsîlî imanın ikinci
derecesi amentüde ifade edilen prensiplerdir.

Üçüncü derece, Hz. Muhammed'in Allah katından getirdiği, bize kadar
da tevâtür yoluyla ulaştırılan bütün haberleri ve hükümleri tasdik etmektir.
Bir başka ifadeyle, mânası apaçık (muhkem) âyet ve mütevâtir hadislerle
sabit olan hususların hepsine ayrı ayrı, Allah ve Resulü'nün bildirdiği ve
emir buyurduklarını da içine alacak şekilde bütün ayrıntıları ile inanmaktır.
Bu durumda namaz, oruç, hac ve diğer farzları, helâl ve haram olan davranışları
öğrenip bütün bunların farz, helâl ve haram olduklarını yürekten
tasdik etmek tafsîlî imanın üçüncü derecesini oluşturur.

Müslüman olmayan bir kimse, icmâlî iman ile İslâm'a girmiş olur. Bu iman
üzere ölürse neticede cennete girer. Fakat tafsîlî iman ile müslümanın imanı
yücelir, olgunlaşır, sağlam temeller üzerine oturur. Bir insanın, Allah'ı ve O'ndan
geleni gönülden tasdik ettikten sonra, Hz. Peygamber'in açıkladığı buyruk ve
yasakları bütünüyle, farzı farz, haramı haram bilerek öğrenmesi, kabullenmesi
ve uygulaması gerekir. Tafsîlî imanın üçüncü derecesi, zarûrât-ı diniyye denilen
ve inanılması zorunlu bulunan bütün inanç, ibadet, muâmelât ve ahlâk hükümlerine
inanmayı içermektedir.
A) İTİKADÎ FIRKALAR................................................... 21
a) Selefiyye ......................................................... 24
b) Eş‘ariyye ........................................................ 25
c) Mâtürîdiyye....................................................... 26
d) Mu‘tezile............................................................. 27
e) Cebriyye........................................................... 29
g) Şîa................................................................. 29
A) İTİKADÎ FIRKALAR 

İslâm dinî tevhid dinidir. Tevhid, Allah'ı zâtında, sıfatlarında, fiillerinde
bir kabul etmek, onu yegâne tapınılan varlık, tek otorite tanımak demektir.
Bu anlayış bütün müslümanların birlik ve beraberlik içinde, ırk, dil, bölge
vb. etkenlerle parçalanmamalarını da gerektirmektedir. Bu sebeple, müslümanların
birlik ve bütünlüğü bozan her türlü sosyal parçalanmalar ve bu
sonuca götüren fikir ayrılıkları yasaklanmıştır. Şu âyetler bu hususu vurgulamaktadır:
"Hepiniz Allah'ın ipine (dinine, kitabına) sımsıkı sarılın, parçalanıp
ayrılmayın" (Âl-i İmrân 3/103), "Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Birbirinizle
çekişmeyin, aksi takdirde zaafa düşer, kuvvet ve devletinizi elden
kaçırırsınız" (el-Enfâl 8/46). Fikir ayrılıkları her ne kadar tabii ve kaçınılmaz
ise de, bu serbesti, müslümanların bölünmesine ve parçalanmasına yol açmama
şartı ile sınırlıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Siz kendilerine
apaçık âyetler ve deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın"

(Âl-i İmrân 3/105). Âyetten anlaşıldığına göre sosyal anlamdaki parçalanmanın
yanı sıra, hakkında apaçık âyet ve deliller bulunan dinî hükümleri
ihtilâf konusu yapmak da yasaktır. Bu durumda iman esaslarının, İslâm'ın
şartlarının, farz veya haram oluşu kesin delille sabit olmuş diğer dinî hükümlerin
müslümanlar arasında çekişme konusu yapılması câiz değildir. Bu
temel hükümlerin varlığı kabul edildikten sonra, ayrıntıları ve farklı yoruma
müsait olanların anlaşılması hususunda birbirinden farklı ilmî görüşler ortaya
koymak ve değişik sonuçlara ulaşmak ise serbesttir. İşte İslâmî mezhepler
bu metot ve anlayış farkından doğmuşlardır. Fıkhî konularda farklı
sonuçlara ulaşmak genellikle müsamaha ile karşılanmış, rahmet olarak telakki
edilmiş ve hatta Hz. Peygamber tarafından teşvik edilmiştir (bk. Ebû
Dâvûd, “Akzıye”, 11; Müsned, V, 230, 236).

Hz. Peygamber'in vefatından sonra ortaya çıkan ihtilâfların bir kısmı siyasî
bir kısmı da fikrî sebeplere dayanıyordu. Ancak siyasî nitelikli ihtilâflar
da zamanla fikrî ve dinî şekillere bürünmüş ve İslâm dininin akaid sahasını
ilgilendiren meseleler arasına girmiştir. Böylece daha ilk dönemlerde çeşitli
akaid mezhepleri ortaya çıkmıştır.

Hz. Peygamber bir hadislerinde yahudilerin yetmiş bir, hıristiyanların
yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını,
bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını belirtmiş,
kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna "Benim ve ashabımın yolunu
izleyenler" (Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 1; İbn Mâce, “Fiten”, 17) cevabını vermiştir.
Hadiste bir isimlendirmeden ve belirlemeden ziyade müslümanların ayrılık
ve çekişmeye düşmesi halinde bundan herkesin zararlı çıkacağına işaret
vardır. Bununla birlikte hadiste geçen "kurtuluşa erenler" ve "ateşte olanlar"
ayırımı göz önünde bulundurularak akaid mezhepleri Ehl-i sünnet (fırka-i
nâciye) ve ehl-i bid‘at olmak üzere ikiye ayrılarak incelenmiştir.

Ehl-i sünnet dinî literatürde, dini anlama ve yaşamada Hz. Peygamber'in
ve sahâbenin yolunu izleyen, onları örnek kabul eden, Allah'ın kitabını ve Hz.
Muhammed'in sünnetini rehber edinen ümmet çoğunluğu anlamında kullanılan
bir terim olmuştur. Bu grup sünnete bağlı olduğu ve cemaat ruhundan
ayrılmadığı için "Ehl-i sünnet ve'l-cemâat" adıyla da anılmış, "ehl-i hak" terimi
de çoğunlukla Ehl-i sünnet anlamına kullanılmıştır. Ehl-i sünnet'e, hadiste
geçen "kurtuluşa erenler" ifadesinden hareketle "fırka-i nâciye” (kurtuluşa eren
grup) adı da verilmiştir.

Erken dönem hadis kaynaklarında Ehl-i sünnet tabiri görülmemekle birlikte
sünnet ve cemaat kelimelerine rastlanmaktadır. Hz. Peygamber ümmetine
daima birlik ve beraberlik içinde olmayı tavsiye etmiş, ayrılığa ve çekişmeye
düşmelerinin de muhtemel olumsuz sonuçlarına dikkat çekmiştir.

Ehl-i sünnet, Allah'ın zâtı, sıfatları, âlemin yaratılışı, kader, peygamberlik,
mûcize ve keramet, şefaat, haşir ve âhiret gibi İslâm akaidinin temel
konularında fikir birliği içinde olmakla beraber, bu konuların detaylarında,
izah ve yorumlanmasında farklı görüşlere de sahip olmuş, bu sebeple kendi
arasında, Selefiyye, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye olmak üzere üçe ayrılmıştır.
Selefiyye'ye "Ehl-i sünnet-i hâssa", Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye'ye "Ehl-i sünnet-
i âmme" denildiği de olur. Ehl-i sünnet'in üç mezhebi arasındaki görüş
ayrılıkları Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen
sınırlar içinde kalmıştır. Bugün dünya müslümanlarının % 90'dan fazlası
Ehl-i sünnet anlayışına bağlıdır.

Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte "dinle ilgili yeni görüş ve davranışları
benimseyenler" anlamına gelirken dinî literatürde, akaid sahasında Hz. Peygamber'in
ve ashabının sünnetini terkederek, onların izledikleri yoldan ay-
rılan, İslâm ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i
sünnet'e muhalefet eden mezhep ve gruplar anlamında kullanılır. Buna göre
ehl-i bid‘at terimi, Ehl-i sünnet teriminin karşıtıdır. Galiyye, Bâtıniyye, Yezîdiyye
gibi ehl-i bid‘at sayılan mezheplerin bir kısmı, görüşleri itibariyle İslâm
ve iman çerçevesinin dışında kalırlar. Bir kısmı da sünnete aykırı davranmış
olurlar; fakat görüşleri kendilerini din dışında bırakmaz. Bunlar ehl-i kıbledirler
ve İslâm ümmetine mensupturlar: Hâriciye, Mu‘tezile, Şîa gibi.

Ehl-i sünnet dışında kalan itikadî mezhepler, inanç konularında Resûl-i
Ekrem ve ashap döneminde bulunmayan ve genel çizginin dışında kalan birtakım
yeni görüşleri ortaya atıp tartışma başlattıkları için Ehl-i sünnet’e men-
sup çoğunluk tarafından "ehl-i bid‘at" ve "mübtedia" adıyla anılmışlardır. Ehl-i
bid‘ata, akaid konularında kendi beşerî düşünce ve meyillerine uydukları için
"ehl-i ehvâ", birtakım sapık görüşlere saplanıp, dosdoğru yoldan ayrıldıkları
için "fırak-ı dâlle" veya "ehl-i dalâl" de denilmiştir.

Temel konularda dahi fikir birliği içinde olmayan, bazan birbirleriyle çelişen
görüşler ileri süren bid‘atçı mezhepleri, Mu‘tezile, Hâriciyye, Şîa, Mürcie,
Müşebbihe ve Cebriyye olmak üzere genelde altı gruba ayırmak mümkündür.

a) Selefiyye

Sözlükte selef “önceki nesil”, selefiyye de “bu nesle mensup olanlar” anlamı
taşır. İslâmî literatürde Selef ilk dönemlere mensup bilginler ve geçmiş
İslâm büyükleri anlamında, Selefiyye terimi ise iman esaslarıyla ilgili konularda
ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve hadislerdeki ifadelerin zâhiri ile
yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve tecsîme düşmeyen (Allah'ı yaratıklara
benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye yeltenmeyen), bunları başka bir
anlama çekme (te’vil) yoluna gitmeyen Ehl-i sünnet topluluğunu belirtmek
için kullanılır. Allah'ın zâtî, fiilî ve haberî sıfatlarının hepsini te’vilsiz, nasılsa
öyle kabul ettiği için Selefiyye'ye "Sıfâtiyye" de denilmiştir. "Ehl-i sünnet-i hâssa"
ismi ile kastedilen zümre olan Selefiyye Hz. Peygamber ve sahâbîlerin
inançta takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen gruptur. Tâbiûn, mezhep
imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye'dendirler. Eş‘arîlik ve
Mâtürîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünnî müslüman çevrede hâkim olan
inanç, Selef inancıdır. İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım görüşleri
itibariyle Ebû Hanîfe- Evzaî, Sevrî gibi müctehid imamlar, Buhârî,
Müslim, Ebû Dâvûd, Dârimî, İbn Mende, İbn Kuteybe ve Beyhaky gibi hadisçiler,
Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, Tahâvî, İbnü'l-Cevzî ve İbn Kudâme gibi
bilginler Selef düşüncesinin önde gelen isimleri arasında sayılabilir.

İlk dönem (mütekaddimûn) Selefiyye anlayışının en belirgin özelliği
akaid sahasında akla rol vermemek, âyet ve hadisle yetinmek, mânası apaçık
olmayan, bu sebeple de başka mânalara gelme ihtimali bulunan âyet ve
hadisleri yorumlamadan, bunları bilmeyi Allah'a havale etmektir. Selefiyye'nin
müteşâbihler konusundaki görüşüne şunlar örnek gösterilebilir: "Allah'ın
eli onların ellerinin üstündedir" (el-Feth 48/10) âyetini Selefiyye şöyle
değerlendirir: "Yüce Allah âyette elinin(yed) varlığını bildirmektedir. Allah'ın
elinin olduğuna inanırız, fakat bu elden kastedilen mânayı Allah'a havale
ederiz, bunu ancak Allah bilir, der, mahiyeti üzerinde düşünmeyiz. Başka
bir mânaya yorumlamadığımız gibi, onu yaratıkların eline de benzetmez,
Allah'ın kendine has bir sıfatı olarak kabul ederiz. Bu konuda soru sormaktan
da kaçınırız". İmam Mâlik'e (ö. 179/795) "Allah Teâlâ Kur'an'da rahmân
arşa istivâ etti (Tâhâ 20/5) buyuruyor. Nasıl istivâ etti?" diye sorulmuş o da
şu cevabı vermiştir: "İstivâ bilinen bir şeydir (âyetle sabittir). Nasıllığı akılla
kavranamaz. Allah'ın arşa istivâ ettiğine inanmak farzdır. Mahiyeti hakkında
soru sormak da bid‘attır". Selefiyye, müteşâbih âyet ve hadisleri aklın ışığında
yorumlayan kelâmcılarla filozofları da, keşf ve ilhamın ışığında yorumlayan sûfîleri
de ağır biçimde eleştirmiş, onları bid‘atçı ve sapık olmakla suçlamıştır. Hicrî VIII.
asırdan önce yaşamış olan Selef bilginleri akıl karşısında kesin tavır takınıp,
nakli tek hâkim kabul ederken, sonraki Selef bilginleri akıl karşısındaki tutumlarını
gözden geçirmişler, inanç konularında az da olsa akla yer vermişlerdir.
Bu dönemin en önemli ismi sayılan İbn Teymiyye (ö. 728/1328) sağlam
olduğu bilinen nakil ile aklıselimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla te’vile
de gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Ona göre akılla nakil çelişirse
ya nakil sahih değildir veya akıl sağlıklı bir muhakeme yapamamaktadır.
Selef’in akılcılığı hiçbir zaman kelâm ve felsefedeki akılcılık gibi olmamış,
nasların müsaadesi ile sınırlı bir çerçevede kalmıştır. Sonraki dönemin
en meşhur Selef âlimleri (müteahhirîn-i Selefiyye) arasında İbn Teymiyye,
İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350), İbnü'l-Vezîr (ö. 840/1436), Şevkânî
(ö. 1250/1834) ve Mahmûd Şükrî el-Âlûsî (ö. 1342/1924) sayılabilir.

Selefiyye günümüze kadar az çok taraftar bulmuştur. Genellikle fıkıhta
Hanbelî olanlar akaidde Selefî’dirler. Hadisle ilgilenen bilginler de çoğunlukla
Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya müslümanlarının % 12'si
Selefî’dirler. En yoğun oldukları ülkeler Suudi Arabistan, Küveyt ve Körfez
ülkeleridir.

b) Eş‘ariyye

Akaid konusunda Ebü’l-Hasan Ali b. İsmâil el-Eş‘arî'nin görüşlerini benimseyen
Ehl-i sünnet mezhebine verilen isimdir. Mezhebin kurucusu olan
İmam Eş‘arî, hicrî 260 (873) yılında Basra'da doğmuş, kırk yaşına kadar
Mu‘tezile mezhebine bağlı kalmış, sonra "üç kardeş meselesi" diye bilinen
meselenin tartışmasında hocası Ebû Ali el-Cübbâî'ye (ö. 303/916) üstün
gelmiş, hocasının görüşlerini doyurucu bulmadığı için Mu‘tezile'den ayrılmış
ve Eş‘arîliği kurmuştur. İmam Eş‘arî 324 (936) yılında Bağdat'ta ölmüştür.
İmam Eş‘arî'nin fıkıhta Şâfiî mezhebine bağlı olması ihtimali kuvvetlidir.

İmam Eş‘arî, Allah Teâlâ'nın ezelî sıfatları bulunduğunu kabul etmiş,
inanç konularında akla da değer vererek, âyet ve hadislerin yanında aklî
deliller de kullanmıştır. Eş‘arî'nin inanç metodu kendisinden sonra gelen
kelâmcılar tarafından da devam ettirilmiştir. En meşhur Eş‘arî kelâm bilginleri
arasında, Bâkıllânî (ö. 403/1013), İbn Fûrek (ö. 406/1015), Cüveynî (ö.
478/1085), Gazzâlî (ö. 505/1111), Şehristânî (ö. 548/1153), Âmidî (ö. 631/
1233), Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Kadî Beyzâvî (ö. 685/1286), Teftâzânî
(ö. 793/1390) ve Cürcânî (ö. 816/1413) sayılabilir.
Eş‘arîlik, daha çok Mu‘tezile'ye bir karşı tez olarak doğmuştur. Bu sebeple
Eş‘arîlik, Selef inancına Mâtürîdîlik'ten daha uzak olarak gösterilebilir.
Eş‘arî bilginler zamanla te’vile çok fazla yer vermişlerdir. Zaman zaman da
kelâmda yenilikler ve değişiklikler yapmışlar, bu ilmi felsefe ile rekabet edebilecek
bir güce kavuşturmuşlardır. Eş‘ariyye mezhebi Ehl-i sünnet’in temel
prensiplerini kabullenmekle beraber, bazı noktalarda kendine has görüşleri
bulunmaktadır.

Sünnî müslümanların % 13'ünü oluşturan Mâlikîler'in hemen hemen
tamamı ile % 33'ünü teşkil eden Şâfiîler'in dörtte üçü, Hanefîler'le Hanbelîler'in
çok az bir kısmı inançta Eş‘ariyye mezhebini benimsemişlerdir. Eş‘arîlik
daha çok Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak, Suriye ve Endonezya'da
yayılmıştır.

c) Mâtürîdiyye

Akaid konusunda Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd
el-Mâtürîdî'nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i sünnet mezhebinin
adıdır.

İmam Mâtürîdî yaklaşık 238 (852) yılında Türkistan'da Semerkant şehrinin
bir köyü olan Mâtürîd'de doğmuştur. Türk olması kuvvetle muhtemeldir.
Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan İmam Mâtürîdî'nin eserleri
incelendiğinde, onun kelâm, mezhepler tarihi, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında
otorite olduğu görülür. Eserlerinde Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini
hem âyet ve hadislerle hem de aklî delillerle savunmuş, özellikle Mu‘tezile
ve Şîa'nın görüşlerini tenkit etmiştir. 333 (944) yılında Semerkant'ta vefat
etmiştir.

İslâm dünyasında hicrî II. asırdan itibaren ortaya çıkan bid‘atçı mezheplere,
özellikle akılcı bir tavır takınan Mu‘tezile'ye, Selef’in metoduyla karşı
çıkmak, Ehl-i sünnet inancını savunmada yetersiz kalıyordu. Bu sebeple
inanç konularında, âyet ve hadislerin yanında akla da yer verecek, aklî
açıklamalar yaparak konunun daha iyi anlaşılmasını ve kabul edilmesini
sağlayacak yeni doktrinlere ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyacın bir sonucu
olarak Ehl-i sünnet kelâmının iki önemli mezhebi Mâtürîdiye ve Eş‘ariyye
ortaya çıkmıştır.

Mâtürîdîlik, akaid sahasında âyet ve hadisle birlikte, aklı da dinin anlaşılması
için gerekli bir temel kabul etmiş, İmam Mâtürîdî'den itibaren kelâm
metodunu gittikçe geliştirmiştir. Mâtürîdiyye, bazı konularda Selef'e Eş‘ariyye'den
daha yakındır. Bazı konularda ise, daha akılcı davrandığından
Eş‘ariyye ile Mu‘tezile arasında yer almıştır. Bir kısım araştırmacılar Mâtürîdîliği
Hanefîliğin devamı sayarlar. Onları bu düşünceye iten sebep, İmam
Mâtürîdî'nin, İmam Ebû Hanîfe’nin akaid konusunda koyduğu prensipleri
açıklayıp geliştirmiş olmasıdır. Ebû Hanîfe’nin ve Hanefîliğin bu anlamdaki
etkisi bir gerçek olmakla beraber, İmam Mâtürîdî ve öğrencilerinin eserleri
incelendiğinde, Mâtürîdîliğin inanç konularında tutarlı ve köklü çözümler
getiren, meselelere çok iyi nüfuz ederek önemli bir sistem kuran müstakil bir
kelâm mezhebi olduğu açıkça görülür. Ne var ki Mâtürîdîlik, Mâverâünnehir
gibi kapalı bir havzada ortaya çıkması, Bağdat ve Basra gibi dönemin ilim
ve siyaset merkezlerinden uzak bir bölgede yayılması sebebiyle Eş‘arîlik
kadar şöhret bulamamıştır. Hakîm es-Semerkandî (ö. 342/953), Ebû Seleme
es-Semerkandî (ö. IV/X. asır), Ebü'l-Yüsr Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/
1100), Ebü'l-Maîn (Muîn) en-Nesefî (ö. 508/1115), Ömer en-Nesefî (ö.
537/1142), Ebü’l-Berekât Hâfızüddin en-Nesefî (ö. 710/1310), Burhâneddin
en-Nesefî (ö. 687/1289), İbnü'l-Hümâm (ö. 861/1457), Kadı Celâleddinzâde
Hızır Bey (ö. 863/1458) ve Beyâzîzâde Ahmed Efendi (ö. 1098/1687) en
meşhur Mâtürîdî kelâmcılarıdır.

Mâtürîdiyye Ehl-i sünnet'in temel prensiplerinde Eş‘arîler ile aynı görüşte
olmakla beraber, şu görüşleriyle onlardan ayrılırlar: 1. Dinî tebliğ olmasa da
kişi akılla Allah'ı bulabilir. 2. İyi ve kötü, güzel ve çirkin akılla bilinebilir.
Allah Teâlâ bir şeyi güzel ve iyi olduğu için emretmiş, kötü ve çirkin olduğu
için yasaklamıştır. 3. Kulda başlı başına bir cüz'î irade vardır. Kul iradesiyle
seçimini yapar, Allah da kulun seçimine göre fiili yaratır. 4. Yüce Allah'ın
diğer sıfatları gibi tekvîn sıfatı da ezelîdir. 5. Allah kulun gücünün yetmeyeceği
şeyleri kula yüklemez. 6. Allah'ın fiillerinin muhakkak bir sebep ve
hikmeti vardır. Fakat kul her zaman bu sebep ve hikmetleri bilemeyebilir. 7.
Peygamberlerde aranan niteliklerden biri de erkek olmaktır. Bu sebeple kadın
peygamber gönderilmemiştir. 8. Allah'ın nefsî kelâmı işitilemez. İşitilen
nefsî kelâmın varlığını gösteren lafzî kelâm yani Kur'an'ın harf ve sesleridir.

Bugün dünyadaki Sünnî müslümanların en azından yarısını oluşturan
Hanefîler'in büyük bir çoğunluğu inançta Mâtürîdî mezhebine bağlıdırlar.
Mâtürîdiyye, Türkiye, Balkanlar, Orta Asya, Çin, Hindistan, Pakistan ve Eritre'de
yayılmıştır. Genellikle Türkler fıkıhta Hanefî, inançta Mâtürîdî'dirler.

d) Mu‘tezile

Mu‘tezile, kelime olarak "ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler"
anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede
olduğunu söyleyerek Ehl-i sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basrî'nin
(ö. 110/728) dersini terkeden Vâsıl b. Atâ (ö. 131/148) ile ona uyanların
oluşturduğu mezhep bu isimle anılır. Mu‘tezile ise kendini "ehlü'l-adl ve'ttevhîd"
diye adlandırır. Akılcı bir mezhep olan Mu‘tezile, mantık kurallarıyla
çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış
ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Ehl-i sünnet tarafından kurulan
kelâm ilmi hicrî IV. asırdan itibaren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi
ortaya çıkaran etkenler arasında Mu‘tezile'nin ayrı bir yeri vardır. Hatta
kelâm ilminin Mu‘tezile'nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu
mezhep, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü'l-Hüzeyl el-
Allâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir
(ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî
(ö. 538/1143) gibi büyük kelâmcılar yetiştirmiştir. Abbâsîler döneminde
en parlak günlerini yaşamış olan Mu‘tezile daha sonra etkinliğini
hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Günümüzde Mu‘tezile başlı
başına bir mezhep olarak mevcut olmamakla birlikte görüşleri Şîa'nın
Ca‘feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâzıyye kolunda yaşamaktadır.

Mu‘tezile'nin görüşleri beş prensip halinde sistemleştirilmiştir. Bunlar da;

1. Allah'ın zât ve sıfatları yönüyle bir kabul edilmesi (tevhid), 2. Kulların
ihtiyarî fiillerini hür iradeleriyle yaptığı ve kul için en uygun olanı yaratmanın
Allah'a gerekli olduğu (adl), 3. İyilik yapanın mükâfat, kötülük yapanın
da ceza görmesinin zorunluluğu (vaad ve vaîd), 4. Büyük günah işleyenin
iman ile küfür arasında fısk mertebesinde olduğu (el-menzile beyne'l-menzileteyn),
5. İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmanın bütün müslümanlara
farz olduğu (emir bi'l-ma‘rûf nehiy ani'l-münker) prensipleridir.
e) Cebriyye

İrade hürriyeti konusunda Mu‘tezile'ye taban tabana zıt görüşlere sahip
olan Cebriyye mezhebi, her şeyin Allah'ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan
ettiğini, insanın çizilmiş bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlerden (elA‘
râf 7/178, et-Tevbe 9/51, er-Ra‘d 13/8, ez-Zümer 39/62, el-Kamer 54/49, elİnsân
76/30) hareketle insanın irade hürriyeti, seçme imkânı ve fiil gücü
bulunmadığını, insan fiillerinin gerçek fâilinin Allah olduğunu, kulun Allah
tarafından önceden takdir edilmiş bulunan işleri yapmaya mecbur olduğunu
savunur. Günümüzde irade, kazâ-kader konusunu iyi anlamamış birçok
kimse de bilerek-bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak bu görüşler,
irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu tutulması, sevap
veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i sünnet bilginlerince
reddedilmiştir.

f) Hâricîlik

Hâricîlik ekolü (Havâric), Hz. Ali ile Muâviye arasında geçen Sıffîn Savaşı’ndan
(h. 37/m. 657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya
çıkmıştır. Bu durumda bir grup Hz. Ali'ye isyan edip büyük günah işleyenlerin
dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği
iddiasıyla onunla mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir. Hâricîler'in
ilk planda dinî hükümleri korumada titizlik şeklinde algılanabilecek fakat
sübjektif değerlendirmelere açık bu görüşleri İslâm toplumunda anarşinin de
ilk tohumlarını oluşturmuştur. Hâricîlik başlangıçta cahil halk tabakasının
ve şehrin disiplinli hayatına uyum sağlayamamış bedevîlerin bağlandığı ve
desteklediği bir cereyan olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok
müntesibi bulunmuş, bu mezhebin İbâzıyye kolu günümüze kadar yaşama
imkânı bulmuştur. Günümüzde İbâzîler'e daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar,
Zengibar ve Uman sultanlığında rastlanır. Kur'an'ın sadece zâhirine
dayanmaları sebebiyle Ehl-i sünnet'e göre bazı farklı fıkhî görüşleri de vardır.


g) Şîa

Şîa, Ehl-i sünnet grubunun dışında yer alan, günümüze kadar varlığını
koruyan ve hâl-i hazır İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan
en önemli itikadî, fıkhî ve siyasî mezheptir. Sözlükte "taraftar, yardımcı"
anlamına gelen Şîa, literatürde Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ali'yi
halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halife kabul eden, vefatından
sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların
ortak adı olmuştur. Hz. Osman'ın şehid edilmesini takip eden yıllarda
bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasî gruplaşma
hareketi olarak doğmuş, hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de
çeşitli fırkalara ayrılan itikadî bir mezhep haline gelmeye başlamıştır.

Ancak, İslâm dünyasında Şîa hareketinin ortaya çıkışını sadece Hz.
Ali'yi destekleme teşebbüsünün giderek mezhep halini alması ve kurumlaşması
şeklinde açıklamak yerine bunda dış tesirlerin ve Araplar karşısında
yenilgiyi hazmedemeyen Irak ve İran halkının tepkisinin ve kimlik arayışının
etkisinin bulunduğunu da söylemek doğru olur.

Şîa'nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmâiliyye ve
İmâmiyye-İsnâaşeriyye'den ibarettir. Zeydiyye Hz. Ali'nin torunu Zeyd b.
Ali Zeynelâbidîn'e nisbet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen bölgesinde
taraftarları bulunan Zeydiyye itikadî konularda Mu‘tezile mezhebine,

fıkıh sahasında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şîa içindeki
en mûtedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz. Ali'nin ve soyundan gelenlerin
hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilâfetini
de meşrû görürler. Hilâfetin Hüseyinoğulları'na ait olduğu ve devlet başkanının
mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler.

Ca‘fer es-Sâdık'ın ölümünden sonra devlet başkanlığına oğlu İsmâil'in ve
soyunun hak sahibi olduğu iddiası, Şîa içinde aşırı görüşleriyle tanınan
İsmâiliyye fırkasının oluşmasının başlangıcını teşkil etti. İsmâilîler'in hicrî IV.
yüzyılın başında Fâtımî Devleti’ni kurmasıyla mezhep güçlendi, daha sonra
doğu ve batı İsmâilîler'i (Nizâriyye-Müsta‘liyye) şeklinde iki ana kola ayrıldı.
Eski Yunan ve Doğu felsefelerinden, Ortadoğu dinlerinden etkilenmesi ve
bâtınî te’villere dayanması sebebiyle birçok uç görüşe sahip bulunan mezhep
mensuplarına günümüzde, sayıları fazla olmamakla birlikte Pakistan, İran ve
Orta Asya'da rastlanmaktadır.

İmâmiyye, çağımızda dünya müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu
teşkil eden Şîa'nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur.
Mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden
İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas
aldıklarından Ca‘feriyye adlarıyla da anılırlar. Hz. Ali ve Hüseyin soyundan
gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin
ana doktrinini teşkil eder. Akaid konularında yer yer Mu‘tezile mezhebiyle
paralellik arzeden görüşlere sahiptir. Sadece Ehl-i beyt’e mensup râvilerin
hadis rivayetini kabul eder, ilk üç halifenin hilâfetini meşrû görmez ve devlet
başkanlığına Hz. Ali ve soyunun nas ile tayin edildiğini yani imamlığın
(halifeliğin) bunlara ait olduğunu Hz. Peygamber'in açıkça belirttiğini ve
bunların vahiy alma hariç peygamberlere benzer vasıflara sahip olup günah
işlemekten ve hata yapmaktan korunmuş (mâsum) olduklarını iddia ederler.
Küçük yaşta gaip olan on ikinci imamın kurtarıcı
(mehdî) olarak tekrar geri geleceğine inanma, açık ve gizli bir tehlikenin bulunduğu
durumlarda inancı gizleme ve farklı görünme (takıyye), Hz. Ali'ye biat etmeyen
sahâbîlere karşı tavır alma ve onlara ta‘n etme de yine mezhebin temel ön kabullerindendir.
İmâmiyye halen İran'ın resmî mezhebi olup Irak'ta ve Azerbaycan'da yaşayan
müslümanların yüzde altmışı da bu mezhebe mensuptur.

Hz. Ali döneminde başlayan, Emevî ve Abbâsî dönemlerinde de devam
eden iktidar mücadeleleri, başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine
kapanan ve ümmet çoğunluğundan kendini tecrit ederek geçmişte kalan
siyasî mücadeleler ve imâmet fikri etrafında kendine özgü teoriler geliştiren
ve bunları itikadî esaslar haline de getirerek ve kendi fıkıh doktrinini de
kendi içinde geliştirerek siyasî, itikadî ve fıkhî açılımları bulunan bir mezhep
haline getiren Şîa, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz
tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler sebebiyle Ehl-i sünnet âlimlerince
eleştirilmiştir. Fakat Allah'a, âhirete, Hz. Muhammed'in peygamberliğine
iman, namaz, oruç, zekât, hac, içki, kumar, zina, hadler gibi İslâmî
ahkâm konusunda müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan
mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir de edilmemiştir. Günümüzde, mezhebin
itikadî ve fıkhî görüşleri güncelleştirilerek ve geçmişte kalan husumetler
canlı tutularak siyasal ve sosyal hatta ekonomik örgütlenmede, kimlik ve
kültürel tavır belirlemede önemli bir unsur olarak değerlendirilmektedir.

 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol