""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Giyinme ve Süslenme

                                   GİYİNME ve SÜSLENME 
Canlılar içinde insana özgü bir davranış olan giyinmenin, örtünme ve 
güzel görünme şeklinde iki temel gayeye mâtuf olduğu görülür. Esasen tabii 
bir ihtiyacı ve yönelişi ifade eden örtünme ve süslenmenin dini ilgilendirmesi, 
insanların bu konuda taşıdığı zaafların, sapabilecekleri aşırılıkların ve 
olumsuz etkileşimlerin insanın aslî yapı ve kimliğini, cinsler ve insanlar 
arası münasebetlerin dengesini bozabileceği endişesidir. Bunun için de İslâm 
dininde, esasen serbesti ve mubah oluş temel kural olmakla birlikte, insanların 
zaaf ve temayüllerinin sapma noktasına varmasını ve toplumsal bünyenin 
bozulmasını önlemek maksadıyla örtünme ve süslenme ile ilgili bazı temel 
ölçüler ve kısıtlamalar getirilmiş, bunun dışında insanların kendi zevk, imkân 
ve kültürlerine göre giyinip kuşanmasına imkân verilmiştir. Bu yüzden 
de giyinme, örtünme ve süslenme konusunda fıkıh kültüründe yer alan bilgi 
ve önerilerin bir kısmı dinî metinlere dayalı hükümler iken bir diğer kısmı 
İslâm toplumlarının bu çerçevede oluşan ve asırlar boyu süregelen geleneğini, 
bilgi birikimini ve hayat tarzını yansıtır. 

A) Örtünme 

Genellikle, örtünmenin bütün canlılar arasında sadece insana mahsus bir 
meziyet olduğu söylenir ve bu doğrudur. Bazı uç ve münferit yönelişler ha
riç tutulursa çıplaklık her dönemde toplumsal vicdan ve sağduyu tarafından 
arsızlık ve hayasızlık olarak görülmüştür. Bununla birlikte birey ve toplumlar 
örtünme konusunda öteden beri farklı din ve kültürlerin, moda, dış tesir, 
yabancılaşma ve toplumsal çözülme gibi değişik sebep ve tesirlerin sonucu 
farklı ölçü ve anlayışlara sahip olmuştur. Bunun için de kılık kıyafet ve örtünme 
konusunda, bölgeler hatta aynı din ve ülke mensupları arasında farklı 
çizgilere rastlanması şaşırtıcı olmamaktadır. 

İslâm dininin örtünme emri, ferdin ruh sağlığını, fıtrî yapı ve onurunu, 
toplumun genel ahlâkını koruma, cinsler ve insanlar arası münasebetlerde 
dengeyi gözetme, insan haysiyetine yakışır bir cinsî hayat ve aile hayatı 
kurma gibi çeşitli gayelere yöneliktir. Örtünmede erkekle kadının farklı hükümlere 
tâbi olması da iki ayrı cinsin yaratılış özellikleri gözetilerek yapılmış 
bir ayırımdır. 

Vücudun açılması, gösterilmesi ve bakılması dinen haram olan yerlerine 
ve organlarına dinî literatürde avret tabir edilir. Setr-i avret tabiri erkek ve 
kadının namaz dışındaki örtünme vecîbesini de belirtmekle birlikte daha çok 
namaz esnasında belli uzuvların örtülmesini ifadede kullanılır. Namazda 
avret yerinin örtülmesi dinî bir görev ve namazın geçerlilik şartı olduğu gibi, 
namaz dışında da yine dinî bir vecîbe niteliğindedir. Ancak örtünmenin sınırı 
cinslere ve arada mahremiyetin (evlenme engeli sayılacak derecede yakınlığın) 
bulunup bulunmamasına göre farklılık taşıyabilir. Bunun için de fıkıhta 
örtünme; namazda örtünme, yakınlara ve yabancılara karşı örtünme 
şeklinde üç ayrı açıdan ele alınabilir. 

Erkeğin namazda örtülmesi gereken yeri ile namaz dışında erkeklere ve 
karısından başka kadınlara karşı avret yeri, göbek ile diz kapağı arasında 
kalan bölgedir. İslâm âlimlerinin çoğunluğunun görüşü bu olup avret yerinin 
sınırı ve derecelendirilmesi konusunda aralarında bazı görüş farklılıkları 
vardır. 

Kadınların kadınlara ve mahremlerine yani aralarında devamlı evlenme 
engeli bulunan erkek akrabasına karşı avret yeri, Hanefî ve Şâfiîler’e göre 
erkeğin erkeğe karşı avret yeri gibidir. Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde 
ağırlıklı görüş, kadının mahremi erkekler yanında el, yüz, baş, boyun, kol, 
ayak ve baldır hariç bütün vücudunun avret olduğu ve örtülmesinin gerektiği 
yönündedir. 

Kadının yabancı erkekler yani mahremi olmayan erkekler karşısında avret 
yeri yüzü, el ve ayakları hariç bütün vücududur. Bu Hanefî mezhebinin 
görüşü olup diğer fıkıh mezheplerine göre kadının ayakları da avrettir. Ebû 
Yûsuf’tan, kadının dirseklere kadar kolunu avret saymayan bir görüş de 
rivayet edilir. Erkek ve kadının namazda ve namaz dışında örtünmesiyle 
ilgili fıkhın klasik doktrininde yerleşik görüş özetle böyledir. 

Erkeğin ve kadının örtünmesiyle ilgili Kur’an’da ve Sünnet’te yer alan 
hükümlere gelince; Kur’an’da konunun ilke bazında ve ahlâkî bir referansla 
ele alındığı ve özellikle kadınlar için bazı hükümler getirildiği, sünnette de 
ilâve bazı kurallardan söz edilip bazı ayrıntıların verildiği görülür. Kur’an 
konuyla ilgili olarak, erkeklerin gözlerini harama bakmaktan sakındırmaları, 
ırzlarını korumaları istenmekle birlikte (en-Nûr 24/30) namazda veya namaz 
dışında hangi uzuvlarını örtmeleri gerektiğinden söz edilmez. Aynı âyette ve 
devamında kadınların da namus ve iffetlerini korumaları, harama bakmaktan 
gözlerini sakındırmaları istenir ve ilâve olarak, “Görünen kısımlar müstesna 
olmak üzere ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının 
üzerine örtsünler. Kocaları, babaları... hariç başkasına ziynetlerini göstermesinler. 
Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar” 
hükmü yer alır. Bir başka âyette de (el-Ahzâb 33/59) kadınların bir 
ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman “dış örtülerini üstlerine almaları” istenir ve 
bunun “onların tanınması ve incinmemesi için en emin yol” olduğu bildirilir. 

Erkeğin ve kadının namus ve iffetlerini korumaları ve kadının örtünmesi 
gereğinden söz eden bu âyetlerde, örtünme için belli bir şekil şartı ve model 
önerilmediği görülür. Bu sebeple de Kur’an’ın bu anlatımından yola çıkarak 
kadınların ancak çarşaf ve peçe ile dışarı çıkabileceği, yabancı erkeklerin 
yanında ağız ve burnunu örtmesi, hatta bir gözünü kapatması gerektiğini 
söylemek isabetli olmaz. Dikkat edilirse konuyla ilgili Kur’an âyetleri, kadın 
ve erkeğin fitneye ve şüpheye sebep olmayacak, karşı cinsin arzusunu 
kışkırtmayacak, ağır başlılığını koruyacak tarz ve biçimde örtünmesini istemektedir. 
Bundan, vücut hatlarını gösterecek kadar dar ve ince elbiselerin 
giyilmesinin doğru olmadığı sonucu çıkar. Buna karşılık erkeklerin şalvar, 
kadınların etekleri yerlerde sürünen uzun etek ve pardösüler giymesi dinin 
gereği olarak değil de kişisel tercih ve zevk olarak görülmelidir. 

Hz. Peygamber’in sünnetinde de örtünmenin dinî ve ahlâkî cephesi sürekli 
vurgulanmış, giyim ve kuşamda sadelik, tabiilik ve temizlik tavsiye 
edilmiş, elbisenin vücudun hatlarını belli etmemesi ve içini göstermemesi 
üzerinde durulmuş, cinsler arası farklılık ve diğer din mensuplarına benzememe 
ilke olarak benimsenmiş, erkek ve kadının örtünme sınırlarıyla ilgili 
olarak da fıkıh doktrinindeki görüşlere kaynaklık yapacak birtakım ölçü ve 
açıklamalar yer almıştır. Meselâ bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurur: 

“Cehennemliklerden iki sınıf vardır ki, ben onları dünyada görmedim: Birincisi 
ellerindeki öküz kuyruğu gibi kırbaçlarla halkı kırbaçlayan kimselerdir. 
İkincisi giyinmiş çıplak, kalçasını oynatarak, kırıtarak, salınarak yürüyen, 
başları deve hörgücü gibi kadınlardır. Bunlar cennete giremezler, onun kokusunu 
da alamazlar. Halbuki onun kokusu çok uzun mesafelerden alınır” 
(Müslim, “Libâs”, 125). Bir başka hadiste de Resûl-i Ekrem ince bir elbise 
giymiş olan baldızı Esmâ’ya “Ey Esmâ! Bulûğa erdikten sonra kadının -yüz 
ve ellerine işaret ederek-şu ve şundan başka yerlerinin görülmesi doğru 
olmaz” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, “Libâs”, 31). Sünnette yer alan belirlemelerde 
o günkü toplumun telakkilerinin, bölgesel şartların ve toplumsal ahlâkın 
belli bir payı bulunmakla birlikte, örtünme hadisesi ağırlıklı olarak insan 
tabiatıyla ve cinsler arası iletişim ve etkileşimle ilgili bir konu olduğundan 
konunun evrensel ve kalıcı boyutu da ihmal edilemez ölçektedir. 

Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren de, müslümanlar, 
aralarında ayrıntı sayılabilecek bazı farklılıklar bulunmakla birlikte 
Resûlullah tarafından getirilen ölçü ve açıklamaları bütün asırlarda ve bölgelerde 
belli hatlarıyla korumuş ve yaşatmışlar, örtünmeyi ahlâkî ve insanî 
olduğu kadar dinî bir vecîbe olarak da görmüşlerdir. Örtünmenin iffet ve 
namusu korumak, tanınmayı ve incinmemeyi sağlamak gibi bazı hikmetleri, 
yani olumlu sonuç ve yararları bulunduğu doğru olsa bile örtünme vecîbesinin 
böyle bir gayeye kilitlenerek açıklanması, bu gayenin bulunmadığı veya 
başka yollarla elde edildiği durumlarda örtünmenin gerekmeyeceği görüşü 
doğru olmaz. Bunun için de, şekil ve ayrıntı yönüyle mahallî ve kültürel 
bazı özellikler ve farklılıklar taşıması dinen müsamaha ile karşılanmış olsa 
bile, esas itibariyle örtünmenin dinin emri ve gereği olduğu hususunda müslümanlar 
arasında bir görüş ayrılığı zuhur etmemiştir. 

B) İpekli Elbise ve Kumaş Kullanımı 


İslâm her alanda olduğu gibi giyim kuşamda da itidal esasını getirmiş, 
Kur’an’da sıklıkla ölçülü hareket etmek, aşırılığa, lüks ve gösterişe kaçmamak 
tavsiye edilmiş, Hz. Peygamber de hayatı boyunca daima şık, temiz, 
sade ve güzel giyinmiş ve bunda da her zaman için itidali korumuştur. İslâm’ın 
giyim ve kuşama kural olarak müdahale etmediğini, bu konuda kişilerin 
zevk ve tercihlerine önem verdiğini, sadece zorunlu ve gerekli gördüğü 
müdahaleleri yapmakla yetindiği bilinmektedir. Bunun için de, dinin giyinme 
ile ilgili kısıtlamaları sınırlı sayıda kalmıştır. İşte bu kısıtlamalardan 
biri de ipeğin kullanımında erkekler için bazı yasakların getirilmiş olmasıdır. 


Peygamberimiz altın ve gümüşün kullanımında olduğu gibi ipeğin giyim 
ve kullanımında da, kadınlar için daha toleranslı davranırken erkekler için 
bazı sınırlamalar getirmiştir. İnsanın altın, gümüş, inci, ipek gibi kıymetli 
maden ve eşyaya düşkünlüğü sebebiyledir ki Kur’an’da cennet hayatının 
tasvirinde bu öğeler sıklıkla kullanılır (bk. el-Kehf 18/31; el-Hac 22/23; el-Fâtır 
35/33; ed-Duhân 44/53; el-İnsân 76/12, 31). Dünyada ipeğin kullanımına 
gelince, Kur’an’ın lüks ve israfı, gösteriş ve böbürlenmeyi yasaklayan genel 
hükümleri dışında doğrudan ipeğin giyilmesini ve kullanımını konu alan 
özel bir ifadesi yoktur. Hadislerde ise ipekle ilgili erkeklere mahsus bazı kayıt 
ve yasaklamalar getirilmiştir. Ancak bu konudaki sınırlamaları, ipeğe ait 
özel bir hüküm olarak almak yerine dinin, giyim kuşamla, altın ve gümüşün 
kullanımıyla, yeme içme ve tüketimle alâkalı diğer ilke ve hükümleriyle birlikte 
ele almak ve bunları İslâm’ın genel amaç ve prensiplerinin bir parçası 
veya örneklendirmesi olarak değerlendirmek daha isabetli görünmektedir. 

İpekli elbise giyme ve ipekli kumaş kullanma ile ilgili hadislerin başlıcaları 
şöyle sıralanabilir: 

1. “İpeği dünyada giyen âhirette giyemeyecektir” (Buhârî, “Libâs”, 25; 
Müslim, “Libâs”, 2; Tirmizî, “Edeb”, 1). 
2. Sahâbeden Huzeyfe, Medâin’de bulunduğu bir sırada içmek için su istemiş, 
o bölgenin ileri geleni ona gümüş bir kapla su getirince de, kabı elinden 
fırlatmış ve Hz. Peygamber, “Altın, gümüş, ipek ve dîbâc dünyada onlar 
için, âhirette sizin içindir” buyurdu demiştir (Buhârî, “Libâs”, 25). 
3. “İpek ve altın ümmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine haramdır” 
(Buhârî, “Libâs”, 30). 
4. Sahâbeden Berâ b. Âzib şöyle demiştir: “Hz. Peygamber bize yedi şeyi 
emretti, yedi şeyi de yasakladı. Hastaları ziyaret etmeyi, cenazenin arkasından 
gitmeyi, hapşırana iyi dilekte bulunmayı, yemini yerine getirmeyi, mazluma 
yardım etmeyi, davete icâbet etmeyi ve selâmı yaymayı emretti. Altın yüzük 
kullanmayı, gümüş kaptan içmeyi, eyerlerin üzerine konan ipek örtü 
(meyâsir) kullanmayı, ipek ile nakışlanmış kumaş (kassî) kullanmayı, ipek 
(harîr), kalın ipekli kumaş (istebrak) ve erişi ve argacı (çözgüsü ve atkısı) 
ipek olan kumaş (dîbâc) giyinmeyi yasakladı” (Buhârî, “Libâs”, 45; Müslim, 
“Libâs”, 1). 
5. Hz. Ömer, satılmakta olan bir ipek elbise görmüş ve Hz. Peygamber’e 
“Yâ Resûlellah! Şu elbiseyi satın alsan da, hem sana gelen heyetleri kabul 
sırasında, hem de cuma günleri giysen!” demişti. Resûl-i Ekrem, “Bunu 
ancak nasipsizler giyer” buyurmuştur. Hz. Peygamber, bu olaydan bir müddet 
sonra Ömer’e ipek bir elbise göndermiş, Ömer, “İpek elbise konusunda o 
söylediklerinden sonra bana ipek elbise mi gönderiyorsun” diyerek şaşkınlığını 
ifade edince Resûlullah, “Ben bunu sana satasın ya da birine veresin 
diye gönderdim” buyurmuştur (Buhârî, “Libâs”, 25, 30). 

6. Ali b. Ebû Tâlib şöyle bir rivayette bulunmuştur: “Hz. Peygamber, 
bana ipek bir elbise göndermişti. Ben bunu giyerek dışarı çıktım. Hz. Peygamber’in 
yüzünde kızgınlık ifadesini görünce elbiseyi hanımlar arasında 
paylaştırdım” (Buhârî, “Libâs”, 30). 
7. Berâ b. Âzib şöyle bir olay nakletmiştir: “Hz. Peygamber’e ipek bir elbise 
hediye edilmişti. Biz bu elbiseye dokunuyor ve güzelliğine duyduğumuz 
hayranlığı dile getiriyorduk. Hz. Peygamber ‘Siz buna çok mu güzel diyorsunuz! 
Sa’d b. Muâz’ın cennetteki mendilleri bundan daha hayırlıdır’ buyurdu” 
(Buhârî, “Libâs”, 26). 
8. Ebû Osman en-Nehdî şöyle bir olay nakletmiştir: “Biz Utbe b. Ferkad 
ile Azerbaycan’da bulunduğumuz sırada bize Ömer’den bir mektup geldi. O 
mektupta, -işaret ve orta parmağını göstererek-şu kadarlık miktar hariç, Hz. 
Peygamber’in ipeği yasakladığı yazılıydı. Anladığımız kadarıyla şu kadarcık 
miktar sözüyle elbise üzerinde bulunan alâmeti (alem) kastediyordu” 
(Buhârî, “Libâs”, 25). 
9. “Hz. Peygamber’e ipek bir ferace hediye edilmişti. Hz. Peygamber 
bunu giydi ve namaz kıldı. Sonra ondan pek hoşlanmamış bir biçimde üzerinden 
çıkararak ‘Bu müttakilere yakışmaz’ buyurdu” (Buhârî, “Libâs”, 12). 
10. Bir rivayette de Hz. Peygamber’in, Züheyr ve Abdurrahman’a yakalandıkları 
cilt hastalığı sebebiyle ipek elbise giyme hususunda ruhsat verdiği 
haber verilir (Buhârî, “Libâs”, 29). 

İslâm bilginleri, ipekli kumaş kullanımı ile ilgili görüşlerini çoğunlukla bu 
hadislere dayandırmışlardır. Bilginlerin çoğunluğu, söz konusu hadislerden 
hareketle ipek giymenin erkeklere haram olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbnü’l-
Arabî, ipek giymenin hükmü ile ilgili olarak, çeşitli durumlara göre, on kadar 
görüş bulunduğunu ifade etmiştir. 

Hanefî mezhebinin üç büyük imamı 
(Ebû Hanîfe, Ebû Yûsuf ve Muhammed) 
erkeklerin, savaş durumu dışında ipek giymesinin câiz olmadığı görüşündedir. 
Ebû Hanîfe’ye göre bu hüküm savaş durumu için de geçerlidir. 
Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise, savaş durumunda ipek giyilebilir. Şu 
var ki bu iki imam, ipeğin savaş durumunda giyilebilmesi için, bedeni silâha 
karşı koruyacak sağlamlıkta olmasını şart koşmuşlardır. Yine üç Hanefî 
imama göre, ipeğin atkısı veya örgüsü ipek değilse, savaş durumu dışında 
giyilmesinde bir beis yoktur. İmam Mâlik’ten meşhur görüş, ipeğin erkeklere 
savaşta da câiz olmadığı yönündedir. 

Şâfiî âlimlerinden Nevevî bu konuda şu açıklamayı yapar: “İpek, istebrak, 
dîbâc ve kassî giymek erkeklere haramdır. Kişinin bunu böbürlenmek 
amacıyla giymesiyle başka amaçla giymesi arasında fark yoktur. Fakat bir 
deri hastalığı sebebiyle giymişse bu takdirde haram değildir. Kadınların ipek 
giymesi ise mubahtır”. Nevevî bu görüşü bilginlerin çoğunluğuna nisbet ettikten 
sonra, ipeğin erkeklere de mubah olduğunu ileri sürenlerin bulunduğunu, 
bu arada İbnü’z-Zübeyr’in ipeğin gerek erkeklere gerekse kadınlara 
mubah olduğu kanaatini taşıdığını belirtmiştir. Öte yandan, çocuklara bay-
ram günlerinde ipekli elbise giydirilmesinde bir beis olmadığını ifade eden 
Nevevî, bu yasağın sırf ipekli kumaşlar için geçerli olduğunu, ipeği daha 
fazla olmamak kaydıyla ipek karışımı kumaşların giyilebileceğini kaydeder 
(Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, XIV, 32-33, 38). 

Hanbelî âlimlerden İbn Kudâme, Ahmed b. Hanbel’den gelen bir rivayete 
göre, ipek giymenin iyi geldiği bir hastalığın bulunması halinde ipek 
elbise giymenin câiz olduğunu, Mâlik’in bu durumda bile ipek giymeye ruhsat 
vermediğini belirtmiştir. İbn Kudâme ipeğin savaşta giyilmesi ile ilgili 
olarak da şunları söyler: “Bu konuda Ahmed’den iki rivayet vardır. Birinci 
ve kuvvetli olan rivayete göre, savaşta ipek giymek mubahtır. Çünkü ipeğin 
yasaklanış sebebi, gösteriş yapma, böbürlenme ve fakirlerin kalplerinin kırılmasıdır. 
Savaş durumunda gösteriş yapma, böbürlenme kınanmış değildir”. 
İbn Kudâme, başka bir şey ile karışık dokunmuş ipek konusunda ise şunu 
kaydeder: “Haram olan, saf ipektir. Başka bir şeyle karışık dokunmuş kumaşta, 
ipeğin oranı daha fazla olmadığı sürece bu kumaştan yapılan elbisenin 
giyilmesinde bir sakınca yoktur” (İbn Kudâme, el-Mugnî, I, 588-590). 

Netice itibariyle, İslâm bilginleri ilke olarak erkeklerin ipekli elbise giymesinin 
câiz olmadığında hemen hemen görüş birliğinde olup, bu ilkenin 
nasıl uygulanacağında ve hangi durumlarda erkeklere ruhsat tanınacağında 
farklı görüş ve ölçülere sahiptir. Meselâ, fakihlerin çoğunluğu savaş dışında, 
bir hastalığın tedavisi, soğuktan korunma, koruyucu hekimlik açısından 
gerekli görülme gibi bir ihtiyaç ve mazeretin bulunması halinde erkeklerin 
ipek giyebileceği, fakat ipek kumaştan yapılmış yorgan, döşek, minder, halı, 
kilim gibi eşyanın kullanımının da erkekler açısından giyinme hükmünde 
olduğundan câiz olmadığı görüşündedir. Ebû Hanîfe ile bazı Mâlikî fakihleri 
ise hadislerdeki yasağın ipekli kumaşın sadece giyilmesine mahsus bir 

küm olduğu, bu sebeple de ipeğin giyim dışı kullanımının câiz olduğu görüşündedir. 
Azınlıkta olsa da bazı âlimler ipekli kumaş giymenin hem kadınlara 
hem erkeklere haram veya ikisine de helâl olduğunu söylemektedirler. 

İpekli Elbise İçinde Kılınan Namazın Hükmü. Hanefîler’e göre, ipekli 
elbise içinde kılınan namaz sahih olup iadesi gerekmez. Ancak ipekli elbise 
ile namaz kılmak mekruhtur. Ayrıca bu şahıs, giyilmesi yasak olan bir 
şeyi giydiği için de günah işlemiş olur. Şâfiî, Ebû Sevr ve bir rivayette Mâlik, 
“Bu kişi o anda ipekten başka bir elbise bulma imkânına sahip ise, namazı 
hemen iade etmelidir” demişlerdir. 

Hz. Peygamber’in, Ömer’e ipek bir elbise gönderip, Ömer’in şaşkınlık 
ifade eden sözleri üzerine, “Ben onu sana giyesin diye değil, satıp yararlanasın 
diye gönderdim” buyurmuş olmasından hareketle bilginlerin çoğunluğu, 
ipekli eşyanın alınıp satılmasının ve hediye edilmesinin câiz olduğu sonucuna 
varmışlardır. Aynı 
şekilde Hz. Peygamber, Hz. Âişe’nin satın aldığı 
üzerinde resimler bulunan perdeyi kaldırtmış fakat yaptığı satım sözleşmesine 
ilişmemiştir. Bu iki uygulamadan hareketle kullanılması mekruh olan 
şeylerin ticaretinin mubah olduğu sonucu çıkarılmıştır. 

Hadislerin genel içeriği göz önüne alınınca ipeğin lüks harcama kabul 
edildiği, böbürlenme ve övünmeye vesile olduğu ve bu sebeple de fakirlerin 
kalbinin kırılmasına yol açtığı için yasaklandığı anlaşılabilir. İpekle ilgili 
olarak Hz. Peygamber tarafından yerleştirilmeye çalışılan anlayışın, toplumun 
zengin ve fakir üyeleri arasında çatışmanın engellenmesine yönelik ve 
belirtilen yasağın bu açıdan önemli bir tedbir olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır. 
İpeğin o dönemin en şatafatlı ve lüks giysilerinden olduğu düşünülürse 
bu durum daha iyi anlaşılır. 

Konuya ilişkin hadislerin bütününden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber 
ipekli giymeyi yasaklamakla hem müslümanları dünya nimetlerine gereğinden 
fazla dalıp âhireti unutmaktan korumak, hem de toplumda diğer insanların, 
özellikle üzerini örtecek bir parça elbiseyi bulmakta zorlanan fakir kimselerin 
rencide olmasını, toplumda lüks ve israfın yaygınlaşmasını önlemek istemiştir. 
Bu itibarla yasağı ipeğe ait özelliklere bağlamak ve sadece onunla 
ilgili olarak gelmiş sert bir yasak şeklinde anlamak yerine, müslümanları 
sade giyinmeye özendiren, lüks ve israftan, gösterişten, başkalarını rahatsız 
edici boyuttaki tüketimden kaçınmaya yönlendiren bir tavsiye ve tedbir 
olarak yorumlamak daha isabetli gözükmektedir. Buna göre, günümüzdeki 
aşırı tüketim araç ve usulleri de dolaylı olarak, bu nevi dinî emir ve tavsiyelerin 
kapsamına girmiş olmaktadır. 



78 İLMİHAL 

C) Süslenme ve Estetik Müdahaleler 

Allah, insanı ve insanı çevreleyen varlıkları hayranlıkla seyredilmeye 
değer bir âhenk ve güzellik içinde yaratmış, insanı da estetik duygusuyla 
donatarak onu güzel görünmeye, güzele ve güzelliğe meftun kılmıştır. 
Kur’an’da Allah’ın dünyayı ve gökyüzünü çeşitli güzelliklerle süslediği, insanoğlu 
için dünyada birçok güzelliğin yaratıldığı, cennetin de hayal ötesi 
güzelliklerle dolu olduğu sıklıkla hatırlatılır (bk. Âl-i İmrân 3/14; el-Hicr 
15/16; en-Nahl 16/8; el-Kehf 18/7; el-İnsân 76/11-22). Ancak Kur’an bütün 
bu nimet ve güzelliklerin geçici olup Allah’ı tanımaya, O’na şükredip kulluk 
etmeye vesile olduğu takdirde bir anlam kazanacağını, insanın dünya hayatının 
güzellik ve nimetlerine dalıp Allah’ı unutmasının, O’na nankörlük etmesinin 
de affedilmez bir yanlışlık olduğunu önemle vurgular (el-Kehf 
18/46; el-Hadîd 57/20). İslâm bu çerçevede güzelliği, estetik değerleri, süsü 
ve süslenmeyi, insanın bu konudaki temayülünü tabii karşılamakla birlikte, 
gerek fert gerekse toplum açısından bazı kayıtlar getirmiş, bazan da yukarıda 
sözü edilen bilincin ve dengenin korunmasını istemiştir. 

Kur’an’da “Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve güzel rızıkları kim ha-
ram kıldı? De ki; onlar dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir” 
(el-A‘râf 7/32) buyurulmuş, insanın temiz ve güzel olması istenmiş, 
iyi ve güzel şeylerin helâl, kötü ve çirkin şeylerin ise haram kılındığı ifade 
edilmiştir (el-Mâide 5/4-5; el-A‘râf 7/31, 160). Hz. Peygamber de, güzel giyinme 
hakkında vârid olan bir soruya “Allah güzeldir, güzelliği sever” (Müslim, 
“Îmân”, 147) buyurarak cevap vermiş, kendisi de şahsi hayatında daima 
temiz ve düzenli olmuş, sade ve güzel giyinmeyi, güzel koku sürünmeyi 
teşvik etmiştir. Buna karşılık, Kur’an’da kadınların yabancı erkeklere ziynetlerini 
ve güzelliklerini göstermeleri, yolda bunu teşhir edecek hatta hissettirecek 
şekilde yürümeleri kınanarak (en-Nûr 24/31), süslenme ve güzelliğin 
yabancılara karşı cinsel çekicilik ve uyarı aracı olarak kullanılması yasaklanmıştır. 
Hz. Peygamber de kadınları ev içinde kocalarına karşı güzel olmaya, 
süslenmeye teşvik etmiş, fakat süslenmede ve ziynet eşyası kullanımında 
aşırılığa, lüks ve israfa kaçmayı yasaklamıştır. Erkeklerin ipek ve 
altını giyim, takı ve süs aracı olarak kullanmasını yasaklaması da benzeri 
bir anlam taşır. 

İnsanın fıtrat ve doğuştan taşıdığı tabiî güzellik ve yapıyı çeşitli duygu 
ve akımların sonucu olarak değiştirmeye yönelmesinin ve bu amaçla yapacağı 
her türlü estetik ve tıbbî müdahalenin, giyim kuşam ve süslenmenin de 
İslâm’da hoş karşılanmayışı, temelde insanların beden ve ruh sağlığını, ortak 
tabii ve ahlâkî değerlerini korumayı amaçlar. 

İslâm insana özel bir önem vermiş, ilk yaratılış amacından başlamak üzere, 
dünya hayatından ölüm ve ölüm ötesine, bireysel yaşantısından sosyal 
etkinliklerine, ruh ve duygu âleminden beden ve şekline kadar hayatının 
her aşaması ve yönü ile ilgilenmiş, onu saygın ve şerefli mevkide görmek 
istemiştir. Nitekim Kur’an’da insanın yeryüzünde halife olmak üzere yaratıldığı 
(el-Bakara 2/30), çeşitli nimetler, imkânlar ve güzelliklerle donatıldığı, 
en güzel sûret ve sîrette, ölçülü ve dengeli bir biçimde yaratıldığı 
(el-Beled 9/3-9; el-Mülk 65/23; el-İnfitâr 82/6-8; et-Tîn 95/4) bildirilmekte, çeşitli telkin 
ve tedbirlerle insan hayatı, insanın aklî, ruhî ve bedenî güzellikleri korunmak 
istenmektedir. 

Allah insanları en güzel şekilde, dengeli, âhenkli bir surette yaratmakla 
kalmamış, insanlara mâkul ve mutedil ölçüler içerisinde süslenmelerine, 
güzelliklerini korumalarına, güzel görünmelerine de izin vermiş, hatta bunu 
teşvik etmiştir. Kur’an’daki “Ey Âdem oğulları, her mescide gidişinizde ziynetlerinizi 
takınız, yiyin için fakat israf etmeyin...” hitabı (el-A‘râf 7/31), Hz. 
Peygamber’in de “Allah güzeldir, güzelliği sever” buyurması bu anlamdadır. 
Buna karşılık, insanın yaratılıştan gelen özellik ve şeklini değiştirmeyi, fıtratı 
bozmayı hedef alan tasarruf ve müdahaleleri yasaklamış, yaratılışı değiştirmenin 
şeytanın emrine uyma olacağı bildirilmiştir (en-Nisâ 4/119). 

Burada vücudun fıtrî yapısına müdahale ve onda bazı tasarruflarda bulunma 
şeklinde tezahür eden davranışlar birkaç alt başlık altında incelendikten 
sonra konuya ilişkin ortak ölçü ve kurallara işaret edilecektir. 

a) Saçla İlgili Tasarruflar 

Sahih hadis kitaplarının hepsi, Hz. Peygamber’in dökülen saçın yerine 
saç eklemeyi ve ekletmeyi yasakladığını rivayet ederler. Nitekim Buhârî ve 
Müslim’in rivayetine göre, ensardan bir câriye evlendikten sonra hastalanmış 
ve saçı dökülmüştü. Ailesi ona takma saç bağlamak istediler ve bunu 
Resûlullah’tan sordular. Hz. Peygamber bunun üzerine, “Allah, saç ekleyene 
ve eklettirene lânet etsin” buyurarak bunu yasakladı 
(Buhârî, “Libâs”, 83; Müslim, “Libâs”, 117). Aynı 
şekilde, ensardan bir kadın oğlunun evlenmek 
üzere olduğunu, saçının da bir hastalık sebebiyle döküldüğünü, düğün 
öncesi başına saç ekletmek istediğini açıklayarak durumu Hz. Peygamber’e 
arzetti. O da, “Allah (başına) saç ekleyene ve eklettirene lânet etsin” buyurdu 
(Müslim, “Libâs”, 115). 


Hadis kitaplarında sahâbe arasında benzeri olayların ve taleplerin olduğu, 
fakat hepsinde de Resûlullah’ın, saça saç eklemeyi, dökülmüş saçın 
yerine başkasının saçını takmayı yasakladığı rivayetleri vardır. Hadislerde 
geçen lânetin, kuvvetli bir yasaklama üslûbu olduğunu belirten İslâm hukukçuları 
da, erkek veya kadının ister hastalık ve saç dökülmesi sebebiyle, 
isterse güzellik kastıyla saçına saç eklemesini, başına başkasının saçını 
(peruk) takmasını câiz görmemişlerdir. Çünkü bunda hem tabii ve fıtrî şekli 
değiştirme hem de karşısındaki insanlara genç ve farklı görünerek onları 
yanıltma vardır. Bu sebeple insan saçı haricinde ipek, iplik, yün vb.den peruk 
takmayı da, aynı şekilde fıtratı değiştirme ve insanları aldatma bulunduğu 
için, câiz görmeyenler vardır. Çoğunluk ise bunu câiz görür. Ancak 
dinen necis sayılan kıl ve tüylerden yapılan peruğun kullanılmasının ise câiz 
olmadığı belirtilmiştir. 

Hadislerdeki yasağı, insanın herhangi bir cüzünü kullanmanın insanoğluna 
hürmeten câiz olmayışı illetiyle açıklayanların görüşünden ziyade, bu 
yasağı, Allah’ın yarattığı şekli değiştirme ve insanları aldatma illetine dayandıranların 
görüşü daha isabetli gözükmektedir. Böyle olunca kullanılan 
malzeme ne olursa olsun, bir erkeğin veya kadının başına saçtan veya görünüş 
olarak saça benzeyen bir maddeden peruk takmasının Hz. Peygamber 
tarafından hoş karşılanmadığı; ancak, saçı dökülen kimsenin tedavi ile bunu 
önlemesinin veya yeniden saç bitmesini sağlamasının câiz görüldüğü söylenebilir. 


İslâm öncesi dönemde kadınlar, kocalarının ölümü ve savaş gibi durumlarda 
bir elem ve musibet ifadesi olarak saçlarını kazıtırlardı. İslâm bu 
âdeti yasaklamış, Hz. Peygamber de kadınların saçlarını kısaltabileceklerini 
fakat tıraş edip kazıtmalarının doğru olmadığını belirtmiştir. 

Yine hadislerde, o dönemde daha çok hıristiyanlar arasında yaygın olan 
bazı saç tıraşı şekilleri, muhtemelen İslâm ümmetinin kişilik zaafına uğramaması, 
onur ve izzetini koruması gibi amaçlarla tasvip edilmemiştir (bk. 
Müslim, “Libâs”, 113; Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 14). 

Saçta ağaran kılları yolmaya gelince, Hz. Peygamber bu konuda “Ak 

saçlarınızı yolmayın, saç ve sakalını müslüman olarak ağartan kimse için o 
saç ve sakal kıyamet gününde nur olacaktır” buyurmuşlardır (Ebû Dâvûd, 
“Tereccül”, 17). Bu sebeple de İslâm bilginleri, bir kimsenin saçındaki ağaran 
kılları yolmasını genelde mekruh saymışlar, evlenmek üzere olan bir kimsenin 
ise bu şekilde daha genç görünmesinin haram derecesinde mekruh olduğu 
belirtilmiştir. 



Saç boyamaya gelince, Hz. Peygamber saçları bembeyaz olmuş bir 
sahâbîyi görünce, “Şu beyaz saçların rengini bir şey ile (boyayıp) değiştiriniz. 
Fakat siyaha boyamaktan kaçınınız” buyurmuştur (Müslim, “Libâs”, 79). O 
dönemde yaşlı yahudi ve hıristiyanlar saç ve sakallarını boyamazlardı. Bunun 
için de Hz. Peygamber, “Yahudi ve hıristiyanlar (saç ve sakallarını) boyamaz. 
Onlara muhalefet ediniz (de boyatınız)” buyurmuştur (Müslim, “Libâs”, 80). 
Ancak burada bir emirden ziyade ruhsat ve müsaade söz konusudur. 

Konuyla ilgili hadisleri değerlendiren İslâm bilginleri saçın siyah dışındaki 
renklerle boyanmasını, kına ile boyanmasını kural olarak câiz görmekle 
birlikte, üçüncü şahısların yanlış anlamasına ve aldanmasına yol açacağı 
için saçların siyahla boyanmasının cevazında mütereddit davranmışlardır. 
Kadınların saçlarını siyaha boyatması ise umumiyetle câiz görülür. 

b) Kaş Alma-Kıl Yolma 

Kadına nisbetle yüz, güzelliğin aynası ve odak noktasıdır. Yaratılışın güzelliği 
de onda tezahür eder. Allah her şeyi olduğu gibi yüzü de cemalinin 
bir tecellisi olarak âhenkli, dengeli ve mükemmel yaratmıştır. Gerek bu anlayışın 
esas alınması, gerekse Hz. Peygamber’den rivayet edilen bazı hadisler 
sebebiyle, yüzdeki kılları yolmanın, kaşları inceltme (aldırma) ve kirpikleri 
uzatmanın şer‘î hükmü İslâm âlimlerini bir hayli meşgul etmiştir. 

Hz. Peygamber bir hadislerinde, “Allah yüz tüylerini yolan ve yolduran kadına 
lânet etsin...” buyurmuş olup (Buhârî, “Libâs”, 84; Müslim, “Libâs”, 120), 
bu yasağın hangi nevi fiilleri kapsadığı 
İslâm hukukçuları arasında tartışma 
konusu olmuştur. 

Çoğunluğa göre kadının, kocası için ve onun izniyle yüzünde biten kılları 
alması, makyaj yapması, hatta kaşını düzeltmesi/inceltmesi câiz olup 
hadisteki yasak, kadının dışarı çıkmak için yüz kıllarını yolması ve kaş aldırması 
ile ilgilidir. Mâlikîler de dahil bir grup âlim ise, bunu yaratılışı değiştirme 
olarak değerlendirdiğinden her ne surette olursa olsun câiz görmemekte 
veya mekruh görmektedir. Hadiste yasaklanan kıl koparmayı, yüzde 
sonradan biten ve yüzü çirkinleştiren yüz kıllarını koparma değil de, kaşları 
inceltmek veya yukarı kaldırmak için kaş kıllarını yolma olarak anlamak 
daha doğru görünmektedir. 

Hadiste gerek saç ekleme ve boyama, gerekse yüz kıllarını yolma hakkında 
vârit olan yasak, yaratılışı değiştirme, insanları aldatma, farklı görünme 
gibi gayelerle yapılan sunî müdahalelerle ilgilidir. Yoksa saçları bitmeyen 
veya anormal bir şekilde dökülen kimsenin, erken yaşta saçı ağaran, 
yüzü/vücudu anormal bir şekilde kıllanan çocuğun tıbbî müdahale ile, ilâçla 
veya ameliyatla tedavi olup normal bir yapıya kavuşturulmasında bir sakıncanın 
olmadığı açıktır. Günümüzde yanlış ve bilinçsiz bir şekilde kullanılan 
ilâçların, tabiat dengesindeki bozuklukların vücudun hormonal dengesini de 
bozduğu ve bazan bu tür tedavi ve müdahaleleri kaçınılmaz kıldığı âşikârdır. 

c) Vücutta Kalıcı 
İz Bırakan Tasarruflar 

Dövme (veşm) yaptırma, Hz. Peygamber’in hadislerinde şiddetle yasaklanıp 
lânetlenmiş 
(Buhârî, “Libâs”, 85-87; Müslim, “Libâs”, 119), İslâm bilginleri 
de bunu, Allah’ın yarattığı 
şekil ve surette kalıcı değişiklik meydana 
getirdiği için câiz görmemişlerdir. Hatta başta Şâfiîler olmak üzere bir grup 
âlim, dövme yapılan yerde biriken kanın necis, pis olduğunu, dövmeyi yok 
etmenin vâcip olduğunu da ilâve ederler. 

Dişlerin güzellik için törpülenerek seyrekleştirilmesi de (teflîc) hadiste 
yasaklanmıştır (Buhârî, “Libâs”, 86; Müslim, “Libâs”, 119). Bu sebeple İslâm 
âlimleri tedavi kastı olmaksızın sırf güzellik için dişlerin seyrekleştirilmesini 
Allah’ın yaratışını değiştirme olarak tanımlayıp câiz görmezler. Çünkü dövme, 
dağlama, dişleri seyrekleştirme gibi tasarruflarda tedaviden çok estetik 
görünüm, yaratıldığı şekil ve sureti düzeltme/değiştirme maksadı hâkimdir. 
Buna karşılık fakihler, dişlerin gümüşle, hatta altınla bağlanarak sağlamlaştırılmasını 
tedavi ve ihtiyaç noktasından değerlendirdiği için câiz görmüşlerdir. 
Ağız ve diş sağlığının korunması için yapılan tedaviler, diş dolgu ve 
kaplamaları da böyledir. 

Kızların kulaklarının küpe için delinmesi de, süslenme hakkının kapsamında 
mütalaa edilerek câiz görülmüştür. 

d) Estetik Ameliyat 

Teknoloji ve cerrahî tıptaki gelişmelere paralel olarak günümüzde giderek 
yaygınlık kazanan ve tedaviden ziyade vücudun dış görünüşünü güzelleştirmeyi 
amaçlayan estetik ameliyatlar hakkında, klasik fıkıh literatüründe 
özel bir açıklamanın bulunmayışı gayet doğaldır. Ancak vücuda yapılan 
estetik veya tıbbî müdahalelerle ilgili yukarıdaki hadislere ilâve olarak sünnette 
ve fıkıh kültüründe yer alan bazı açıklamalar bu konuya ışık tutacak 
niteliktedir. 

Hz. Peygamber döneminde Urfece adlı sahâbînin savaşta burnu kopmuş, 
yerine gümüşten sunî bir burun yaptırmıştı. Ancak bu gümüş burnun 
koku yapması üzerine Hz. Peygamber bu sahâbînin altından burun yaptır
masına müsaade etti (Tirmizî, “Libâs”, 31). Burada Allah’ın yarattığı 
şekli değiştirme değil ihtiyacın bulunması ve tedavi amacı söz konusudur. 

Klasik dönem fakihlerinin muhtemel ve farazî olaylar üzerine yaptığı a-
çıklamalar dikkate alınırsa, onların vücut üzerinde yapılacak tasarruflarda 
tedavi kastının, ihtiyaç veya zaruretin bulunmasını esas aldıkları görülür. 
Nitekim doğuştan fazla bir uzvu, meselâ parmağı, dişi kestirmeyi, yaratıldığı 
hal ve şekli (hilkat) değiştirme değil, hilkate, normale dönüş ve bir zararın 
izâlesi olarak değerlendirdiklerinden câiz görürler. Bu nevi müsaadelerden 
anlaşıldığına göre, bir kimsenin kendini toplum içerisinde aşağılık kompleksine 
iten, mânen eziyet görmesine ve aşağılanmasına yol açan fazlalıkların 
ve şekil bozukluklarının, yanıkların, şaşılığın vb.nin giderilmesi tedavi mahiyetinde 
olup câizdir. Çünkü buna ihtiyaç vardır ve hilkati değiştirme yasağının 
kapsamına girmemektedir. 

Halbuki günümüzde oldukça yaygın olan estetik cerrahî müdahalelerin 
önemli bir kısmı; burun, çene, kulak, göğüs, bacak gibi uzuvların daha güzel 
görünüp, sahibini daha genç göstermeyi sağlama gayesine mâtuftur. 
Yaşlanma ile ciltte meydana gelen kırışıklıkların giderilmesi, yüz cildinin 
gerilmesi; hareketsizliğin, aşırı beslenmenin, hormonal dengesizliğin, 
ırsiyetin yol açtığı aşırı şişmanlığın giderilip vücut yağlarının ameliyatla 
alınması gibi estetik ameliyatlarda, tedaviden ziyade estetik duygusu, insanlar 
arasında daha genç, dinç ve güzel görünme gayesi hâkimdir. Bu da, 
hadislerde belli örnekler üzerinde dile getirilen hilkati değiştirme, Allah’ın 
yarattığı şekil ve sureti bozma ve değiştirme (tebdil ve tağyir), insanları aldatma 
yasağı çerçevesine girmektedir. 

Vücut üzerindeki tasarruflar, özellikle estetik cerrahî müdahalelerle ilgili 
olarak şu kural ve ölçüler zikredilerek genel bir değerlendirme yapılabilir: 

1. Vücut üzerinde tasarrufa, estetik cerrahî ve müdahaleye ancak bir tür 
tedavi olarak tıbbî ihtiyaç ve zaruret halinde başvurulmalı, bu ölçünün dışına 
çıkılmamalıdır. 
2. Daha kolay ve basit başka bir yol ve usulün bulunmaması gerekir. 
3. Gaye aslî hilkati değiştirmek olmamalı, doğuştan (genetik olarak) taşıdığı 
özellik ve şekli, yaşın ve tabiatın icabı vâki olan gelişmeleri değiştirme 
kastı taşımamalıdır. 
4. Hile, aldatma ve yanlış anlamaya yol açmamalı, böyle bir amaç taşımamalıdır. 
5. Karşı cinse benzeme kastının da bulunmaması gerekir. 
6. Müdahalenin yapılmasının galip zanna dayanan bir yararı, yapılmamasının 
da fiilî ve halen mevcut bir zararı bulunmalıdır. 
D) Altın ve Gümüş Kullanımı 


Çok sade bir hayatın hâkim olduğu toplumlardan en karmaşık ve gelişmiş 
toplumlara kadar, insanlar her devirde sanata, güzele ve estetiğe eğilim 
göstermişler, güzel giyinmek ve güzel görünmek istemişlerdir. Bu Allah’ın 
insana yaratılıştan gelen bediî zevkler ve güzellik duygusu bahşetmiş olmasının 
tabii bir sonucudur. İslâm da insanın ruhunda saklı bu fıtrî temayül ve 
duyguyu tabii karşılamış, ancak her şeyde olduğu gibi bunda da mâkul ve 
mutedil ölçüler getirmiştir. İslâm’ın bu olumlu yaklaşımı, tabii ve fıtrî bir din 
olmasının, bazı sınırlama ve ölçüler getirmesi de toplumda denge kurmayı 
ve bu dengeye uygun sosyal yapıyı ve beşerî ilişkileri korumayı hedefleyen 
sosyal bir din olmasının icabıdır. 

Kur’an’da sıklıkla Allah’ın yeryüzünü insanlara tahsis ettiğinden, insanlar 
için birçok güzellik yarattığından söz edilir; Allah’ın yaratıp insanoğlu 
için hazırladığı bu güzelliklerin bilinip takdir edilmesi, kullanılıp şükredilmesi 
istenir. Dünya hayatının güzellikleri, cennet nimetleri olarak da sıklıkla altın 
ve gümüşten söz edilir (Âl-i İmrân 3/14; el-Kehf 18/31; ez-Zuhruf 43/71). Hz. 
Peygamber de daima temiz ve düzenli olmayı, güzel görünmeyi öğütlemiştir. 
Ancak her devrin yaygın ziynet eşyası olan altın, gümüş ve ipekli elbise 
giyme ile ilgili bazı sınırlamalar da getirmiştir. Kadınların yaratılışı gereği 
süslenmeye olan ihtiyaç ve eğilimlerinin fazla olması sebebiyle onlara bu 
konuda daha toleranslı davranılmış, israf ve gösterişe kaçmamaları, gayri 
meşrû tarz ve zeminde cinsî tahrik aracı yapmamaları kaydıyla, onların altın 
ve gümüşü ziynet eşyası olarak kullanabileceği, ipek elbise giyebileceği belirtilmiştir. 
Bu üç maddenin erkekler tarafından ziynet amacıyla kullanılması 
ise kural olarak yasaklanmıştır. 

Altın ve gümüşün ziynet eşyası olarak değil de, gösteriş ve israf ağırlıklı 
ev ve el eşyası olarak kullanılması ise daha farklı bir durum arzetmekte olup 
bu konudaki yasak cinsiyet ayırımı gözetmeksizin herkesi kapsar niteliktedir. 
Öte yandan altın ve gümüşün zekâta tâbi bir zenginlik olması ve faizli işlemlerle 
sıkı ilişkisi sebebiyle fıkhın diğer alanlarını da ilgilendirmektedir. Ancak 
burada önce altın ve gümüşün ev eşyası olarak kullanımı ele alınacak, sonra 
da altın yüzük kullanımı ve altınla yapılan süslemelere temas edilecektir. 


a) Altın ve Gümüş Kullanımıyla İlgili Hadisler 

Altın ve gümüş kullanımıyla ilgili yaygın olarak bilinen hadislerden 
başlıcaları şöyle sıralanabilir: 

1. İslâm âlimleri tarafından birçok fıkhî hükme mesnet olarak kullanılan 
bir hadiste Hz. Peygamber, “Altın ve ipek ümmetimin erkeklerine haram, 
kadınlarına helâldir” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, “Hâtem”, 3; Tirmizî, “Libâs”, 1). 
2. “Altın ve gümüş kaplardan bir şey içmeyiniz ve bu ikisinden yapılan 
tabaklarda bir şey yemeyiniz. Çünkü bu tabaklar (sıhâf) dünyada müşrikler 
için, âhirette ise sizin içindir.” (Müslim, “Libâs”, 2) 
Başka bir hadislerinde ise Hz. Peygamber, “Gümüş kaptan içen, karnına 
cehennem ateşini akıtmaktadır” (Müslim, “Libâs”, 1) buyurmuştur. 

3. “Hz. Peygamber, altın ve gümüş kaplardan yiyip içmemizi, ipek ve 
dîbâc giymemezi ve ipek üzerine oturmamızı yasakladı” (Buhârî, “Libâs”, 27). 
“Hz. Peygamber altın yüzük kullanmayı yasakladı” (Buhârî, “Libâs”, 45). 

4. Buhârî’nin rivayetine göre, Resûlullah altından bir yüzük takıyordu. 
İnsanların da altın yüzük edindiklerini görünce altın yüzüğü atmış ve bunu 
artık hiç takmayacağını söylemişti. İnsanlar da bunun üzerine yüzüklerini 
çıkarıp atmışlardır (Buhârî, “Libâs”, 46). 
5. Yine Buhârî’de yer alan bir hadise göre, Hz. Peygamber altından bir 
yüzük edinmiş ve kaşını da avuç içine getirmişti. İnsanların bu şekilde yüzük 
edindiklerini görünce, bu yüzüğü atmış ve gümüş bir yüzük edinmiştir 
(Buhârî, “Libâs”, 45). 
6. Enes b. Mâlik diyor ki: “Hz. Peygamber bir gün gümüş bir yüzük 
takmıştı. İnsanlar da gümüş yüzük yapıp taktılar. Resûlullah yüzüğü çıkarıp 
atınca insanlar da çıkarıp attılar” (Buhârî, “Libâs”, 47). 
b) Altın ve Gümüş Ziynetin Kullanımı 


Altın ve gümüşün ziynet eşyası olarak kullanımı yalnızca kadınlar için 
câizdir. Yukarıdaki hadislerin açık hükümlerinden birisi bu olduğu gibi, bu 
husus İslâm âlimleri arasında da tartışmasızdır. Altın ve gümüş ziynetin 
kadınlar için câiz görülmesi onların yaratılışlarına uygunlukla, fıtraten güzelliğe 
ve süslenmeye düşkün oluşlarıyla açıklanır. Ancak bu konuda onlar 
da lüks ve israfa kaçmama, bu ziynetleri yabancılara karşı gösteriş ve cinsî 
cazibe aracı olarak kullanmama gibi bazı kısıtlamalara tâbidir. 

Altın ve gümüş ziynetin erkeklere yasaklanması, hem erkeğin fıtrat ve 
karakteriyle hem de toplumda sosyal adaletin ve barışın tesisi, âtıl sermayenin 
ekonomiye kazandırılması gibi birçok önemli amaçla alâkalı bir husustur. 


c) Altın ve Gümüş Ev Eşyasının Kullanımı 


İslâm bilginleri, altın ve gümüş kaplardan yemek yemenin ve bir şey içmenin 
haram olduğunda görüş birliğindedir. Sadece Muâviye b. Kurre’nin 
altın ve gümüş kaplardan yiyip içmeyi haram saymadığı, yine Zâhirî mezhebinin 
kurucusu Dâvûd b. Ali’nin, altın ve gümüş kaplardan bir şey içmenin 
haramlığı konusunda çoğunluğu teşkil eden bilginlerle aynı görüşte olmakla 
birlikte, bu kaplardan yemek yemeyi haram saymayarak cumhurdan 
ayrıldığı bilinmektedir. 

Yeme içme dışındaki diğer kullanımlar konusunda çoğunluğun görüşü 
aynıdır. Yani cumhur, altın ve gümüşün (abdest alma gibi) yeme içme dışındaki 
kullanımlarını da yeme içmeye kıyas ederek bunun da haram olduğunu 
ileri sürmüşlerdir. Buna göre, altın ve gümüşün kap, yazı gereci, ev eşyası 
vb. şekillerde kullanımı, mezhep imamlarınca erkek ve kadınlara haram 
görülmüştür. Ancak, son dönem âlimlerinden Şevkânî yasağın sadece altın 
ve gümüş kaplardan yeme içmeye ait olduğunu, diğer kullanımların buna 
kıyas edilemeyeceği görüşündedir. 

d) Altın ve Gümüş Eşya Bulundurma 

Hadislerde altın ve gümüş kap kacağın kullanımının yasaklanması, dar 
bir yorumla sadece yeme içme amaçlı kullanımının yasaklandığı, orta bir 
yorumla ev eşyası olarak kullanımının yasaklandığı 
şeklinde anlaşılabilir. 
Bu yasağın geniş bir yorumla, altın ve gümüşün ev eşyası olarak bulundurulmasını 
da içerdiği ileri sürülebilir mi? İmam Muhammed, üzerinde oturmamak 
ve uyumamak şartıyla süs eşyası olarak evde altın ve gümüşten 
yapılmış ve üzerine de ipek örtü serilmiş sandalye, koltuk bulundurulmasında 
beis görmezken Ebû Hanîfe, üzerine oturulmasında ve yatılmasında 
da bir sakınca görmez. Hanefî hukukçular bu görüşün delili olarak, bazı 
sahâbî ve tâbiîlerin bu yöndeki uygulamaları ile, “De ki: Allah’ın kulları için 
çıkardığı ziyneti haram kılan kimdir...” (el-A‘râf 7/32) âyetini zikretmişlerdir. 
Bu müsamahalı yaklaşımın sebebi, bu tür işlemlerin dar anlamda “kullanma”
dan çok “ziynet” kavramına girdiği yönündeki görüşleridir. 


Mâlikîler, Şâfiîler ve Hanbelîler, Hanefîler’den farklı olarak altın ve gümüş 
kapların ve diğer eşyanın evde bulundurulmasını, sonuçta bunların 
kullanılmasına yol açacağı düşüncesiyle altın ve gümüş ev eşyasının edinilmesini 
de (evde bulundurulmasını) haram kabul etmişlerdir. Hatta Şâfiîler, 
hadisin zâhirinden hareketle ticaret maksadıyla dahi olsa altın ve gümüş ev 
eşyasının edinilmesinin haram olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü ipekten farklı 
olarak, altın ve gümüş kabın kullanımı kadın erkek ayırımı olmaksızın herkes 
açısından yasaktır. Ancak altın ve gümüşü kadınların süslenme eşyası 
(ziynet) olarak kullanmaları helâl görülmüştür. 

Gerek zaruret gerekse ihtiyaç gerekçesiyle bazı durumlarda altın ve gümüşün 
kullanılması câiz görülmüştür. Bu hükümler şöylece özetlenebilir: 
Düşen bir dişin yerine veya herhangi bir suretle dişlerin arasında mevcut 
olan açıklığı kapamak için altın veya gümüşten diş yapılması, yine kesilen 
burnun yerine altın veya gümüşten burun yapılması, kısaca altın ve gümüşün 
tedavi amacıyla kullanılması fakihlerin çoğunluğu tarafından câiz görülmüştür. 
Ebû Hanîfe, gümüş kaplamalı kaptan içmeyi ve abdest almayı, 
gümüş kaplamalı eyer kullanmayı ve gümüş sırmalı sedire oturmayı câiz 
görmüştür. Mâlikîler, kılıç ve mushafta altın ve gümüş kullanılmasını câiz 
görmüşler, kılıç ve mushaf dışında ise altın veya gümüşle süslenmiş eşyanın 
kullanılmasını haram saymışlardır. Yine Ebû Hanîfe, maddesinde altın veya 
gümüş karışımı bulunan kapların kullanımını da câiz görmektedir. 

Altın ve gümüşün yaygın kullanım maddeleri haline getirilmesine fakihlerin 
karşı çıkmalarının temelinde israf ve lüks kullanıma engel olma 
düşüncesinin yattığı bilginlerin çoğunluğunca ifade edilmektedir. Bu gerekçelendirme 
(ta’lîl) doğru kabul edildiği takdirde, günümüzde, özellikle gümüşün 
bu açıdan fazla bir değeri kalmadığı noktasından hareketle, gümüş kapların 
kullanılmasının artık câiz olduğu fakat çok daha değerli maddelerden 
yapılmış kapların kullanılmasının, israf ve lüks gerekçesiyle, doğru olmadığı 
şeklinde bir sonuca gitmek mümkün olabilir. Ne var ki bu gerekçelendirme 
üzerinde tam bir fikir birliği sağlanamamıştır. Nitekim Şevkânî, bu gerekçelendirmenin 
doğru olmadığını, şayet doğru olsaydı, altın ve gümüşten daha 
değerli olan şeylerden yapılan kapları kullanmanın da haram olması gerekeceğini, 
halbuki bunu söyleyen hiçbir âlim bulunmadığını ifade etmektedir. 
Şevkânî yasağın illeti olarak “cennet ehline benzeme”yi göstermekte ise de, 
bu kabul edilemez. Çünkü cennet ehline benzeme durumu, bir işin yasak 
olması sonucuna götürseydi, müslümanların asırlardır meşrû sayarak 
yapageldikleri birçok şeyi de terketmeleri gerekirdi. 


Şurası unutulmamalıdır ki İslâm, toplumun her kademesindeki fertlerin 
zenginlik, fakirlik gibi sosyal statüleri açısından bir tatmin ölçüsü getirmiş, 
meselâ kazanma hususunda çaba göstermesine rağmen fakir durumda olanlara, 
sabrettikleri takdirde mükâfat ve kurtuluşa ereceklerini müjdelemiş, 
diğer taraftan zengin olup toplumun gelir seviyesi düşük kesimlerine zekât 
ve sadaka yoluyla değer aktarımı yapan ve yardım eden kişilere de mükâfat 
ve kurtuluş vaad etmiştir. Ancak zenginin, zenginliğini fakiri rahatsız edecek 
şekilde ve onu içinde bulunduğu tatmin ortamından uzaklaşmaya 
sevkedecek derecede kullanarak lüks ve israfa dalmasını da hoş görmemiştir. 
Elbette daha çok kazanan daha iyi şartlarda yaşayacaktır. Ancak toplum 
kesimleri arasında hiç değilse ortalama hayat standardı açısından bir denge 
ve uyum sağlanamamışken, meselâ, bir toplumda çoluk çocuğunun asgari 
gıda ihtiyacını karşılayacak geliri teminde zorluk çeken, tahsil yapmak isteyen 
çocuğuna bu imkânı sağlayamayan kişiler varken, şatafatlı ve görkemli 
bir hayat sürmenin, İslâm’ın ilke ve öğretileriyle bağdaşmayacağı söylenebilir. 
Hadislerdeki yasaklama ve İslâm âlimlerinin bu konuda gösterdiği tavır 
da bu gayeye yönelik bir hassasiyet ve tedbir olarak görülmelidir. 

e) Altın Yüzük 

Yukarıda anılan ilgili hadislerden hareketle bilginlerin çoğunluğu altın 
yüzük kullanmanın erkeklere haram olduğunu söylemişlerdir. Bununla birlikte 
sayıları az da olsa, erkeklerin altın yüzük kullanmasının mubah olduğu 
görüşünde olan âlimler de vardır. Bunlar hadislerde geçen yasağı belli illet 
ve gayeye bağlamakta, ayrıca bazı sahâbîlerin altın yüzük kullandığına ve 
buna Hz. Peygamber’in de izin verdiği görüşünde olduklarına ilişkin rivayetleri 
de (bk. Nesâî, “Zînet”, 46) kullanmaktadırlar. 

Gerek hadislerde gerekse âlimlerin sözlerinde geçen yüzük (hâtem) kelimesi 
daha ziyade kaşlı ve biraz da kabaca olan bir yüzüğü anlatmaktadır. 
Bu itibarla, günümüzde nişan yüzüğü olarak adlandırılan halkanın takılmasının 
hükmünü de ayrıca belirtmek gerekir. Bu hususta merhum Kâmil Miras’ın 
izahlarını kısaltarak buraya almakta yarar vardır: “Yüzüğün yapılış ve 
kullanış tarzında örfün büyük etkisi vardır. Eski zamanlarda kullanılan kaba 
yüzükler gitgide zarifleşmiş ve bugün artık, nişan halkaları istisna edilirse, 
erkekler yüzük takmayı neredeyse terketmişler ve hatta yüzük takmak ayıp 
sayılır olmuştur. Bu itibarla şu sebep ve delillere dayanarak altın nişan halkası 
kullanmak mubah sayılabilir; a) Bir kere, altın yüzük kullanma çoğunluk 
tarafından haram görülse bile bunun mubah olduğunu söyleyenler de 
vardır. b) İmam Muhammed övünme ve böbürlenme kastı olmaksızın altın 
ve gümüş kapları süs eşyası olarak kullanmanın câiz olduğunu ve bunun 
nimeti gösterme anlamına geleceğini söylemiştir. Nişan yüzüğü de övünmek 
için değil, teberrüken ve hatıra olarak takıldığına göre aynı 
şekilde mubah olması gerekir. c) Âlimler, erkeklerin esas itibarıyla gümüş yüzük kullanmalarının 
bile, bir zaruret ve bir lüzum üzerine mubah olduğunu, bunun 
dışında kullanılmasının anlamsız olduğunu söylemişlerdir. Nişan yüzüğü 
kullanımında da örften kaynaklanan bir zaruret bulunduğu açıktır. d) Altının 
kullanılmasının haramlık sebebi, israf ve övünme vesilesi yapılmasıdır. 
Halbuki günümüzde bir halkanın ekonomik değeri israf sayılacak bir durumda 
değildir” (Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, IV, 288-289). 

Kâmil Miras’ın hareket noktası ve sonuçlaması yerinde olmakla birlikte 
bir hususa daha işaret edilebilir. O da, eğer müslümanlar, nişan halkası olarak 
altını değil de yaygın olarak gümüşü tercih etmeye başlamışlarsa, yani 
artık bu durum örfleşmişse, bu teâmüle uymak daha doğru kabul edilebilir. 
Ancak, yine de altın nişan halkası takanlar varsa bunlara haram işleyenler 
ya da bile bile hadise aykırı davrananlar gözüyle bakılmaması herhalde 
daha doğru olur. Öte yandan altın ve ipeğin âlem (nişan ve rozet) olarak 
kullanılmasının başta Hanefîler olmak üzere bir kısım fakihlerce câiz görüldüğünü 
de burada hatırlamak gerekir. 

f) Altın Süsleme 

Hanefî ekolünde, mescidi süslemek, ona saygı gösterme anlamında değerlendirildiği 
için, mescidlerin altın suyu, ahşap vb. şeylerle tezyin edilmesinde 
bir sakınca görülmemiş; fakat paranın bu tür şeyler için değil, fakirler 
yararına harcanması daha faziletli görülmüştür. Nitekim, Mescid-i Harâm’a 
nakledilen malları gördüğünde Ömer b. Abdülazîz, “Miskinler ve fakirler 
direklerden daha muhtaç” diyerek, o malların fakirler için sarfedilmesinin 
Mescid-i Harâm için sarfedilmesinden daha faziletli olduğuna dikkat çekmiştir. 
Hanefîler, mescid için yapılacak süslemenin, mescide ait paradan yapılmaması 
gerektiğine işaret etmişler, hatta mescidin işlerine bakan kişinin 
(kayyim) mescidin parasından süsleme için harcaması halinde, bir görüşe 
göre bu parayı tazmin edeceği ileri sürülmüştür. 

İslâm’ın lüks, israf ve gösterişin önlenmesi, toplumda sosyal adaletin ve 
barışın kurulması ve harcamalarda bu gayeye öncelik verilmesi yönündeki 
genel ilkesi, altın ve gümüş ev eşyasının kullanımıyla ilgili özel yasağı göz 
önünde bulundurulursa, özelde altın süslemeler, genelde yüksek maliyetler 
içeren ihtişamlı ve lüks harcamalar konusunda dinin tavsiyesini, İslâm bilginlerinin 
tavrını kestirmek zor olmaz. Öte yandan teori böyle olsa bile, İs
lâm ülkelerinin dünyada toplam ekonomik gelir ve gelişme yönüyle bir hayli 
gerilerde olduğu, buna karşılık servet dağılımı, tüketim ve yaşam standardı 
yönüyle fertler arasında uçurumların bulunduğu da acı bir gerçektir. Böyle 
olunca müslümanların, İslâm’ın altın ve gümüşün kullanımına getirdiği sınırlamalarda 
simgeleşen tavır ve gayesini iyi anladığı ve bunu hayata geçirdiği 
söylenemez. Bu konuda fertlerin dindarlığına ve her türlü aşırılıktan ve 
gösterişten uzak kalma kararlılığı göstermesine ihtiyaç bulunduğu gibi toplumsal 
sağduyunun oluşturulması ve bu yönde yasal düzenlemelere gidilmesi 
de büyük önem taşımaktadır. 

E) Saç Sakal ve Bıyık 

İslâm’ın inanç, ahlâk, ibadet ve muâmelât alanında getirdiği hükümler, 
öngördüğü kural ve tavsiyeler müslümanlarca öteden beri bir bütün olarak 
algılanmakta, günlük ve sosyal hayatla ilgili şekil ve muhteva bile çoğu defa 
bu bütünün bir parçası olarak mütalaa edilmektedir. Öte yandan Kur’an 
âyetlerinin ve risâleti boyunca Hz. Peygamber’in sıklıkla üzerinde durduğu 
konulardan birisi de, müslümanların fert ve toplum olarak belli bir kimlik 
kazanmaları, kendi şahsiyetlerini korumaları ve kendilerine güven duymaları 
olmuştur. Çünkü bu, müslümanların bütünleşmesi, belli bir siyasal organizasyona 
gidip devlet kurması ve millet olması kadar, kendi inanç ve ibadetlerini, 
değer ve özelliklerini korumaları açısından da önemlidir. Bu itibarla 
Kur’an, müslümanlara ısrarla birlik ve bütünlük içinde olmalarını, müşrik ve 
gayri müslimleri dost edinmemelerini, onlarla gayri İslâmî bir kültürün etkisi 
altında kalmayı kaçınılmaz kılacak şekilde sıkı bir ilişkiye girmemelerini 
tavsiye ederken Hz. Peygamber de müslümanları, itikadî ve ahlâkî alanda 
olduğu gibi kılık ve kıyafet, şekil ve merasim yönünden de müşriklere, gayri 
müslimlere benzememeye davet ve teşvik etmiştir. Bunlar, çevredeki kültür 
ve medeniyetlerle, din ve kavimlerle iç içe yaşayan o dönem müslümanlarına 
ayrı bir kimlik ve özellik kazandırıp, onların kendi içerisinde bütünleşmelerini 
sağlamaya yönelik önlemlerdir. 

Daha önce geçtiği üzere Hz. Peygamber, Ehl-i kitabın yaşlılarının saçlarını 
boyamadığından bahisle müslümanların onlara muhalefet edip saçlarını 
boyamalarını tavsiye etmiş, yine müşrik ve Mecûsîler’e muhalefet için bıyıklarını 
kısaltıp sakallarını uzatmalarını emir ve tavsiye etmiştir. Meselâ 
Resûlullah’ın, “Bıyığınızı kısaltınız, sakalınızı uzatınız” (Buhârî, “Libâs”, 64), 
“Bıyıklarınızı kırpınız, sakalları uzatınız. Mecûsîler’e muhalefet ediniz” (Müslim, 
“Tahâret”, 16), “Müşriklere muhalefet ediniz, sakalları çoğaltınız, bıyıkları 
kesiniz” (Müslim, “Tahâret”, 16), “Bıyığından almayan bizden değildir” 
gibi hadisleri (bk. Buhârî, “Libâs”, 63-65; Tirmizî, “Edeb”, 6) hemen hemen 
bütün sahih hadis kitaplarında yer almakta olup temelde bu gayeye mâtuftur. 

Bu ve benzeri hadisleri, Hz. Peygamber’in ve ashabının şekil ve tatbikatını 
esas alan sonraki dönem İslâm bilginleri, sakal bırakmanın ve bıyığı 
kesmenin dinî karakterde bir emir ve İslâm’ın şiarı olup olmadığı, sakalı 
kesmenin de haram ve günah olup olmadığı konusunda farklı görüşlere 
sahip olmuşlardır. Özetle ifade etmek gerekirse fakihlerin çoğunluğu sakalı 
tıraş etmenin haram olduğu görüşündedir. Şâfiîler’den Gazzâlî, Râfiî, Nevevî, 
Mâlikîler’den Kadî İyâz gibi bilginler ise sakalı tıraş etmenin haram değil 
mekruh olduğunu söylemiştir. 

Ebû Dâvûd’un hadislerini şerheden Hattâbî, Hz. Peygamber’in on şeyin 
fıtrattan olduğunu bildirip bunlar arasında sakal bırakmayı da sayan hadisinin 
şerhinde âlimlerin çoğunun buradaki fıtratı “sünnet” mânasında aldığını 
kaydeder. Devamında da bu hasletlerin, bu arada sakal bırakmanın, bizim 
uymamız ve yaşatmamız gereken Hz. Peygamber’in sünnetlerinden olduğunu 
ifade eder (Me‘âlimü’s-sünen, I, 44). Buradaki sünnet tabiriyle de teklifî 
hükümler arasında yer alan sünnetin değil de âdet ve davranış biçimi 
anlamıyla sünnetin kastedilmiş olması gerekir. 

Sakalı tıraş etmenin haram olduğunu söyleyen bilginler, yukarıda zikredilen 
hadislerdeki emirleri bağlayıcı dinî bir emir olarak almış, Hz. Peygamber 
ve sahâbenin fiilî uygulamasını da böyle yorumlamışlardır; ilâve olarak 
Kur’an’da Hz. Peygamber’e uymayı emreden âyetlerin her konuda olduğu 
gibi sakal bırakma konusunda da ona ittibâyı kapsadığı, sakalın müslümanın 
şiarı olduğu kanaatindedirler; ayrıca sakalı tıraş etmenin kadınlara benzemek 
ve Allah’ın yarattığı 
şekil ve sureti bozmak olduğunu, bu yöndeki yasağın 
sakalı tıraş etmeye de şâmil olduğunu belirtirler. 

Bıyığa gelince, hadislerde bıyıkların kısaltılması, kırpılması veya tıraş edilmesi 
emirleri vardır. Sahâbeden bıyığını kısaltanlar da, tıraş edenler de 
mevcuttur. Âlimler, bıyığın derince kırkılmasını, üst dudağın gözükecek 
şekilde alttan alınmasını tavsiye ederler. Şüphesiz ki bıyığın bu şekilde kesilip 
tıraş edilmesi, sağlık ve temizlik açısından da önemlidir. 

Hz. Peygamber’in genelde saçlarını omuzlarına dökülecek şekilde bıraktığı, 
bazan da saçını kısalttığı veya kazıttığı bilinmekle birlikte klasik dönem 
İslâm bilginleri sakal konusunda gösterdikleri yaklaşımı bu konuda sürdürmemişler, 
Resûl-i Ekrem’in saç şeklini örfî karakterde bir davranış ve kişisel 
bir tercih olarak görmüşlerdir. Bunun için de fıkıh literatüründe, bütün müs
lümanların Hz. Peygamber’e tâbi olarak saçlarını uzatması ve bunun dinî 
içerikli bir görev sayılması yönünde güçlü bir vurguya rastlanmaz. 

Ancak bazı muasır âlimler, sakal ve bıyık konusundaki sünneti, Hz. 
Peygamber’in diğer giyim kuşam şekli gibi tabii ve örfî sünnet olarak tanımlamakta 
ve bunun bir âdet meselesi olduğunu, dinî bir karakter taşımadığını 
belirtmektedirler. 

Şaç, sakal ve bıyık konusunda sahih hadis kitaplarında yer alan rivayetleri 
ve fakihlerin bu hadisler etrafında ürettiği yorumları sosyal zeminden, 
kültürel arka plandan ve gelenekten ayırarak anlamak neredeyse imkânsızdır. 
Hz. Peygamber’in bir sünnetinin terkinin niçin mekruh değil de 
haram olarak nitelendirildiği ancak öyle bir yaklaşımla iyi anlaşılabilir. Öncelikle 
ifade etmek gerekirse, dinde haram istisnaî ve ârızî bir hüküm olup 
ancak açık ve katî delille sabit olur. İslâm âlimlerinin “haram” kelimesini 
çoğu zaman “sakıncalı”, “doğru değil”, “mekruh” gibi anlamlarda da kullandıkları, 
müslüman toplumlarda yaygın eğitim ve yönlendirmenin sağlanmasında 
ve kamuoyu oluşturulmasında dinî kavramların sıklıkla, hatta 
ölçüsüzce kullanıldığı da bilinmektedir. Böyle olunca, fıkıhçıların lafzî yorum 
kurallarına dayanarak sakalı tıraş etmeye veya bıyığı uzatmaya teknik ve 
metodolojik anlamda “haram” demelerini ihtiyatla karşılamak, hadislerde 
geçen ifadeleri bir davranışın teşvik edilmesi veya önlenmesi yönünde güçlü 
vurgular olarak anlamak gerekir. 

Öte yandan, İslâm’ın şekil ve suretten ziyade mâna ve muhtevaya önem 
verdiği, şekli de bu mânayı koruduğu sürece gözettiği âşikârdır. Ayrıca 
müslümanların her devirde kimlik ve izzet sahibi olması, gayri müslimlere 
karşı onurlu ve kendine güvenli olması, kendi kültür, örf ve geleneklerini 
yaşatmaları, müslüman toplumların birlik ve bütünlüğü, dış etkilere karşı 
direnci açısından fevkalâde önemlidir. Sakal ve bıyıktan, giyim ve kuşamdan, 
eğlence ve sanattan, şehirleşme ve ev düzenine kadar müslümanların ayrı 
bir üslûp ve geleneğinin olması, onlara bu sosyal şahsiyeti kazandırabilecek 
olumlu unsurlardır. Bu itibarla, sakal ve bıyığı da, risâletin gereği dinî bir 
sünnet ve alâmet olarak vâcip-haram çizgisine oturtmak yerine, yukarıda 
söz konusu edilen amacı gerçekleştirmede olumlu katkısı olabilecek örfî ve 
kültürel bir unsur olarak değerlendirmek ve bu konuda daha müsamahalı 
düşünmek mümkündür. 

Sakal ve bıyık konusunun müslümanlar arasında bir ihtilâf ve itham konusu 
olması, İslâm kardeşliğini ve müminlerin birlik ve dayanışmasını zedeler. 
Hz. Peygamber’in sünneti olduğu için sakal bırakan kişiye saygı gös
termek ve bu hareketinin övgü ve ecre lâyık bir davranış olduğunu kabullenmek 
ne kadar gerekli ise, bu konuda farklı düşünen, daha esnek ve hoşgörülü 
davranan kimselere de saygılı olmak o kadar elzemdir. Aksi takdirde, 
şekil üzerindeki tartışmalar, müslümanların dinin özü ve içeriği, temel ilke 
ve gayeleri üzerinde yoğunlaşmasını önleyen, dikkatlerini dağıtan ve bir 
bakıma hedef saptırması yapan bir özellik taşımış olacaktır. 

F) Kolonya ve Alkollü Madde Kullanımı 


Kolonya, günümüzde bilhassa güzel koku ve temizlik gibi amaçlarla 
yaygın bir kullanıma sahip alkol ihtiva eden sıvı bir madde olup genelde 
patates, kamış, mısır gibi maliyeti düşük ham maddelerden veya diğer sentetik 
yollarla üretilmekte ve içerisindeki alkol oranı ayarlanabilmektedir. 

XVII. yüzyıldan itibaren Avrupa’da kullanılmaya başlayan ve bugün yay-
gınlaşıp genişleyerek büyük bir sanayi oluşturan kolonya ve bu kapsama 
giren parfüm, deodorant, sprey vb.nin dinî hükmüyle ilgili tartışmanın sebebi 
ise, bu maddelerin az veya çok alkol ihtiva etmekte oluşudur. 
Daha önce temas edildiği üzere, İslâm dini sarhoşluk veren nesnelerin 
bu maksatla (sarhoş olma) kullanılmalarını kesin olarak yasaklamıştır. 
“Müskirat” kelimesiyle ifade edilen “sarhoşluk veren nesne”lerin bazılarında 
ihtilâflar var ise de şarap ve ondan mâmül olan içkilerin içilmesinin haram 
olduğunda ittifak vardır. Bunların dışında kalanların sarhoş olmak maksadıyla 
içilmesinin haram olduğu da ittifakla sabittir. İslâm hukukçularının 
çoğunluğuna göre, ne maksatla olursa olsun sarhoş edici içkilerin azının da, 
çoğunun da içilmesi haramdır. Böyle olunca, içerisinde alkol bulunan kolonyanın 
ve benzeri maddelerin sarhoş olmak maksadıyla içki olarak kullanılmasının 
haram olduğu ve İslâm dininin sarhoş edici içkilerle ilgili genel yasağının 
içerisine girdiği açıktır. 

Kolonyanın içilmesi dışında temizlik, serinleme, güzel koku gibi değişik 
amaçlarla kullanılması hususunda ise farklı görüşler vardır. Bu farklı görüşlerin 
kaynağı ise, sarhoş edici özellik taşıyan içkilerin bizzat kendilerinin 
necis olup olmadığı tartışmasıdır. Bu husustaki görüşler şöylece özetlenebilir: 


Bazı fakihler karşı görüşte olmakla birlikte İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğuna 
göre şarap necistir; namazın sıhhatine engeldir. Şarap dışında 
kalan ve içildiği zaman azı veya çoğu sarhoşluk veren şeylerin necis olduğuna 
dair bir delil yoktur. Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’un anlayışlarına göre 
bunlar necis değildir; sarhoşluk için içilmeleri haramdır, fakat elbiseye veya 
namaz yerine dökülmeleri halinde namazın geçerliliğini etkilemez. 

Çağımızın büyük bilginlerinden Muhammed Hamdi Yazır bu hususu 
şöyle ifade ediyor: “Meselâ; üzerine şarap, şampanya ve arak, konyak dökülmüş 
olanlar herhalde yıkamadıkça namaz kılamazlar. Lâkin, üzüm şarabından 
mâmül olmayan ispirto, bira ve sâir müskirat içilemezse de elbiseye 
veya bedene sürülmesi de namaza mâni olur diye iddia edilemez” (Hak Dini 
Kur’an Dili, I, 762-763). 

Yukarıda özetlenen bilgilerden anlaşıldığı gibi şarap dışındaki alkollü içkiler 
bizzat necis olmayıp, içilmeleri haramdır. Fakat elbiseye veya namaz 
yerine dökülmeleri namazın sıhhatine mâni değildir. Kolonya da bu hükmün 
içerisine girer. İçmemek kaydıyla değişik amaçlar için kullanılmasında Hanefî 
mezhebine göre bir sakınca yoktur. 

Fakat kolonyayı da necis çerçevesinde mütalaa eden Şâfiî mezhebine 
göre hem içilmesi hem de kullanılması haramdır. 

Özetle ifade etmek gerekirse, günümüzde genelde temizlik, hijyen ve güzel 
koku amacıyla kullanılan ve alkol ihtiva eden kolonyayı 
şer‘î bir hüküm 
olan “necis” kavramının kapsamına dahil edip kullanımını haram saymak, 
vücuda ve elbiseye döküldüğünde namazın geçerliliğine engel olacağını 
söylemek, bu konudaki mevcut hüküm ve yasakların genel hareket noktası 
ve amacı göz önünde tutulursa, isabetli gözükmemektedir. Kolonyayı yukarıda 
sözü edilen amaçlarla kullanmanın, alkollü içkilerin tüketimini teşvik 
ettiği, kolaylaştırdığı veya buna vesile olduğu da söylenemez. Dinde asıl 
yasaklanan, şarabın, alkolün, uyuşturucu maddelerin sarhoşluk ve keyif 
amacıyla kullanılması olup bu yasağı ihlâle vasıta ve yardımcı olabilecek yol 
ve durumlar da, arada sebep-sonuç münasebeti kurulabildiği sürece mezkûr 
yasağın ikinci derecede kapsamı içinde düşünülmelidir. 
TDV İslam Ansiklopedisi(70-93)
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol