""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Paylaşmanın verdiği Mutluluk (Zekat ve Sadaka)

                                                          Zekât 

I. İLKELER ve AMAÇLAR
İnsanın var olup yaşayabilmesi için toplumsal hayatın gerekliliği öteden
beri "İnsan, tabiatı itibariyle medenîdir" sözüyle ifade edilir. Bu bakımdan tek
tek kişiler, bireysel varlıklarını devam ettirebilmek için bir topluma, toplumsal
organizasyona katılmak durumundadırlar. Bu katılım, kendi varlığını
sadece içinde sürdürebildiği topluma karşı fertlere birtakım görevler yükler.
Başka bir ifadeyle, tek tek her birinin sosyolojik atmosferi olan "toplum"un
sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için fertlerin, kendilerinden oluşan
bu topluma karşı sorumlulukları vardır.

Toplum varlığının sağlıklı bir şekilde sürebilmesi için, toplumsal denge
ve barışın bir şekilde sağlanması ve fertler arasında duygusal gerilime yol
açabilecek etkenlerin giderilmesi şarttır. Bir toplumda zenginlerin ve fakirlerin
bulunması doğaldır. Fakat doğal olmayan, bunların birbirlerinin haklarını
gözetmemesi ve sosyoekonomik açıdan bir bakıma sünnetullah denilebilecek
bu durumun toplumda gerilim ve gerginlik sebebi olmasıdır. Bunun için
de hem zengin ve fakir arasındaki ekonomik düzey farkının uçuruma dönüşmemesi,
yani zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olmasının engel
lenmesi hem de bu yüzden gerçekleşmesi muhtemel olan bu duygusal gerilimin
önlenmesi veya gerilimin alınması gerekir.

Kur'ân-ı Kerîm’de bu yönde yapılan düzenlemeler âdeta böyle bir gerilimin
potansiyel varlığını ima edip, bunun engellenme ve giderilme yolları teşhis
edilmektedir. Kur’an’da cennet ehli müttakiler tanıtılırken onların dünyada
güzel davranan kimseler olduğundan söz edilip “...ve mallarında muhtaç ve
mahrumların hakkı vardı" (ez-Zâriyât 51/19) buyurulur. Kur'an'ın başka bir
yerinde, namaz kılan ve namazlarında daim olanların eline mal geçip, zengin
olunca pintileşen kimseler gibi olmadıkları belirtilerek "Bunlar sahip oldukları
mallarda muhtaç ve mahrumun belli bir hakkı bulunduğunu unutmazlar" (el-
Meâric 70/22-25) buyurulmuştur. Bu teşhis ve belirlemenin Medine'de İslâm
toplumunun oluşmasından önce daha Mekke döneminde yapılmış olması
problemin sadece İslâm toplumu için değil, bütün toplumlar için geçerli olduğunu
da ima eder.

Aynı anlamda olmak üzere Kur'an'da "Güzel bir söz ve bağışlama, eziyete
dönüşen bir sadakadan daha iyidir; Allah zengindir ve halîmdir. Ey inananlar!
Zekât dahil her türlü sadakanızı başa kakmak ve eziyete dönüştürmek sûretiyle
boşa çıkarmayınız. Bu, inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan

kişinin tutumudur..." (el-Bakara 2/263-264) denilmiştir.

Bu düzenleme toplumdaki ekonomik dengesizliğin yol açabileceği muhtemel
olumsuz sonuçların azaltılabilmesi için zekâtı önemli bir araç olarak sunmakla
kalmıyor, aynı zamanda bunun işleyişinde son derece önemli insanî
meziyetlere, psikolojik faktörlere de işaret ediyor. Âyetten anlaşıldığına göre;
zengin, verirken gönülsüz davranmayacak, başa kakmayacak, aynı
şekilde
fakir de alırken ezilmeyecek, mahcubiyet duyması gerekmeyecek. Çünkü; biri
borcunu ödüyor, diğeri hakkını alıyor, alacağını tahsil ediyor; başa kakma ve
mahcubiyet için hiçbir neden kalmıyor. Bu düzenleme bir anlamda toplumsal
gerilim sigortası görevi görüyor.

Allah elçisinin benzetmesinde, müslümanlar bir vücut, bir bünye gibidir.
Vücudun bir âzası sızlayınca bu sızıyı öbür organların duymaması, bu sızıyı
hafifletmeye çalışmaması mümkün mü, böyle bir şey düşünülebilir mi? Ha-
yır! Çünkü, böyle bir bîgânelik, vücudun doğal yapısına terstir.

Nasıl ki bir bünyede, gerek içeride oluşan gerekse dışarıdan gelen mikroplara
karşı kendisini korumak için bir savunma mekanizması varsa ve
gerekli hallerde bu mekanizma harekete geçiyorsa, yine dışarıdan gelecek
fizikî müdahale ve saldırılara karşı organlar imkân ve kabiliyetleri ölçüsünde
birbirlerinin yardımına koşuyorsa, toplum da aynen böyledir ve toplumsal
bünye ayakta durabilmek için bu yardımlaşmayı yapmak zorundadır.

Allah elçisi, bir başka bildirimde zekâtı müslüman toplumun beş temel
esasından biri olarak ilân ederken, hem bu doğal yapıya atıf yapmış hem de
bunu bir sosyal denge ve adalet ideali olarak öngörmüştür.

Bu suretle zikredilen âyet ve hadis bir ekonomik ve doğal gerçeği ifade
etmiş oluyor: Toplumda fakirlerin haklarına riayet edilmemesi, vücuttaki bir
uzvun kanaması gibidir; vaktinde tedbir alınmazsa kan kaybı bu vücudun
hastalanmasına, belki ölmesine yol açarsa, aynı
şekilde fakirlerin hakkına
riayet edilmemesi sosyal bir kanamadır ve vaktinde tedbirler alınmazsa bir
canlı organizma olan sosyal bünyenin sağlığını, belki varlığını yitirmesine
yol açacaktır. Bu hal, toplum üzerindeki ilâhî elin, rahmetin çekilmesi demektir.
Bütün bunlar zekâtın sosyal bünyenin sağlıklı bir şekilde var olmasını
sağlamaya, sosyal dokunun korunmasına yönelik doğal bir çaba olduğunu
gösteriyor. "Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın" ve "Kendinizi
öldürmeyin" hitapları, özel bağlamı dışında, bu anlamı da vurgulamış
oluyor.

Namaz ve oruç, bireysel ve kişisel gelişme ve yükselişe, zekât ise adıyla
örtüşecek şekilde, ferdî cimrilik, bencillik gibi kötü huylardan arındırma ya-
nında toplumsal bünyeye girmiş zararlı mikro-organizmalardan arınmaya,
toplumsal bünyenin sağlıklı bir şekilde serpilip büyümesine, gelişmesine
hizmet ediyor. Zekâtın bir ibadet oluşunun anlamı burada gerçekleşiyor:
Toplumsal iyi olan adaleti sağlamaya yönelik, “toplumsal ibadet”. Namazın
bireysel ahlâkı, zekâtın ise toplumsal ahlâkı gerçekleştirmeye yönelik oluşu,
bu iki ibadetin Kur'an'da çoğu yerde birlikte zikredilmesini daha bir anlamlı
kılıyor.

Zekâtın toplumsal temizleme ve arıtma anlamında oluşu -sözcük anlamının
tamamlaması mahiyetinde olmak üzere- Kur'an'da "Onların mallarından
sadaka (zekât) al. Onunla kendilerini temizlemiş ve arıtıp geliştirmiş
olursun" (et-Tevbe 9/103) denilerek belirtilir. Yukarıdan beri zikredilen âyetler
ve hadisler zekâtın malı değil, öncelikle toplumu temizleyen ve geliştiren
bir mekanizma olduğunu gösterir.

Peygamberimiz zekâtı, yeni toplumsal oluşumun temeline bir ibadet anlamıyla
yerleştirmiş ve o dönemin şartlarında en kolay ve pratik şekilde
uygulanabilecek bir model öngörmüştür. Buna göre, belli bir zenginlik düzeyine
ulaşan kişiler ihtiyacından artakalan malının kırkta birini zekât olarak
verecektir. Bunun için de belli mallarda belli zenginlik ölçüleri (nisab) belirlenmiştir.


II. MAHİYETİ ve ÖNEMİ
Zekâtın kelime anlamı "artma, çoğalma, arıtma ve berekettir". "Doğru
söylemek, sözünü tutmak" anlamına gelen sıdk kökünden alınmış olan ve
Kur'an ve Sünnet'te zekât anlamında da kullanılmış olan sadaka kelimesi,
daha sonraki devirlerde gönüllü malî ödemeler için kullanılmaya başlanmıştır.
Fıkıh terminolojisinde ise zekât, Allah'ın, belirli yerlere sarfedilmek üzere
dince zengin sayılan kişilerin mallarından belli bir payın alınması işlemini
ifade eder.

Kur'ân-ı Kerîm'de zekât kelimesi iki yerde (el-Kehf 18/81; Meryem
19/13) sözlük anlamında; sekizi Mekke döneminde nâzil olan sûrelerde
olmak üzere otuz âyette ise terimsel anlamda kullanılmıştır. Bu âyetlerin
yirmi yedisinde namazla birlikte zikredilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre,
İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren müslümanlar zekât fikrine alıştırılmış,
daha sonra da, zengin olanların bu imkânını belli oranda fakirlerin ve toplumun
ihtiyacı için harcaması gerektiği, bunun namaz ibadeti kadar önemli
olduğu hususu vurgulanmıştır.

Zekâtın Medine döneminde farz kılındığı bilinmekle birlikte bunun hangi
yılda gerçekleştiği tartışmalıdır. Bir tesbite göre zekât hicretin 2. yılında ramazan
orucundan önce, diğer bir tesbite göre ise aynı yıl ramazan orucundan
sonra farz kılınmıştır. Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber'in
zekât farz olmadan önce fıtır sadakasını vermeyi emrettiği, zekât farz
kılındıktan sonra ise fıtır sadakası konusuna değinmediği, ancak müslümanların
her ramazan ayında bayram namazından önce fıtır sadakası vermeye
devam ettikleri belirtilmektedir (Buhârî, “Zekât”, 76). Bu hadis, fıtır sadakasının
zekâtın farz olmasından önce emredildiğini gösterdiğine göre ve orucun
farz kılındığını bildiren âyet hicretin 2. yılında indiğine göre, zekâtın
ramazan orucundan sonra farz olması gerekmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in sünnetinde zekât daima namazla
birlikte zikredilmiştir. Bu husus namazla zekât arasındaki kuvvetli bağlılığa,
kişinin Müslümanlığının ancak bu ikisini eda etmekle olgunluk derecesine
ereceğine bir delildir. Namaz bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. İkisine hâkim
olan ruh Allah'a yaklaşmak ve onun rızâsını kazanmaktır.


Kur'an zekât vermeyi, müminlerin, muhsinlerin, iyi ve müttaki kulların
vasıflarından saymıştır. O halde müminler, muhsinler, müttakiler zümresinde
yerini almak isteyen bir zengin, zekâtını verecek namazını da kılacaktır.
Zira Cenâb-ı Allah kurtuluşa erecek müminlerin bir özelliğinin de zekâtlarını
vermeleri veya zengin olup da zekât verebilmek için çalışmaları olduğunu
haber vermektedir (el-Mü’minûn 23/1-4). Yine bir hadiste, her insanın
sadaka vermesi bir ödev olarak telakki edilmiş ve bu uğurda çalışması teşvik
edilmiştir (Buhârî, “Zekât”, 30).

Kur'ân-ı Kerîm'de zekâtın mâna ve öneminden bahseden birçok âyet vardır:

"Hidâyet ve müjde namaz kılan, zekât veren müminler içindir" (Lokmân
31/3-4).

"Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Asıl
iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan,
yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere sevdiği
maldan harcayan, namaz kılan ve zekât verenler... dir" (el-Bakara 2/177).

Kur'ân-ı Kerîm müşrikleri kötülerken onların vasıflarından birinin zekât
vermemek olduğunu zikreder:

"Yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar zekât vermezler ve âhireti de inkâr
ederler" (Fussilet 41/6-7). Burada hem onların toplumdaki ihtiyaç sahibi
kimseler için harcama yapmadığı, bencil davrandığı ifade edilmiş hem de
zekâtın ve âhirete imanın müminlerin iki temel özelliği olduğu vurgulanmıştır.


Zekât vermeyen bir zengin Allah'ın geniş rahmetine, Allah ve Resulü'nün
dostluğuna da hak kazanamaz. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Ben onu, sakınan, zekât veren ve âyetlerime
iman edenlere has olmak üzere tesbit edeceğim" (el-A‘râf 7/156).

"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun elçisi ve boyun bükerek namazı kılan,
zekâtı veren müminlerdir" (el-Mâide 5/55).

Bütün bu âyetler zekâtın ne büyük önem taşıdığının açık delilleridir.

Zekât, fıkıh dilinde sadece "farz" diye bilinen hükümlerden biri olmayıp,
aynı zamanda İslâm binasının üzerine inşa edildiği beş büyük sütundan
biridir; İslâmiyet'i karakterize eden kurumlardandır. İslâm'ın beşşartından
biri olan namaz bedenî ibadetleri, zekât ise malî ibadetleri simgeler. Zekât
her şeyden önce bir ibadettir. Müslüman bu ibadeti Allah'ın emrine uyarak,
O'nun rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle
yerine getirmelidir. Çünkü, ancak bu şekilde eda edilen zekât Allah katında
kabul görebilir.

Zekâtını öncelikle zamanı ve mekânı yaratan yüce Allah'ın emri olduğu
için ödeyen, bu ve diğer ibadetleri O'na yakın olmak, O'na şükretmek amacıyla
yerine getiren müslüman, âhiret hayatının nimetlerine ve cennette
Allah'a yakın olmaya ehil olur.

Zekâtın bu ibadet mânası yanında bir de yüce insanî hedefleri, üstün
ahlâkî değerleri ve iktisadî gayeleri vardır. Kur'ân-ı Kerîm zekâtın hedeflerini
“tathîr” (temizleme) ve “tezkiye” (arıtma) kelimeleriyle özetler:

"Onların mallarından sadaka (zekât) al. Onunla kendilerini temizlemiş
ve tezkiye etmiş olursun" (et-Tevbe 9/113). Bu iki kelime zenginin ruh ve
nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de mânevî yönden temizlenme
ve arınmasını içine almaktadır. Bunları
şöyle açıklamak mümkündür: Zekât
veren, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır.
Cimrilik fert ve toplum için kötü bir hastalıktır. Bu hastalık kişiyi mal uğruna
kan dökmeye, vatana ihanete, devlet malını yemeye kadar götürür. İşte
zekât –verildiği oranda– ödeyenin duygularını mala tutkunluk zilletinden
temizler, paraya kulluk bağından kurtarır.

İslâm dini insanın sadece Allah'a kul olmasını, Allah'tan başka her şeyin
esaretinden kurtulmasını, yaratılmışların efendisi olma özelliğini korumasını
arzu etmektedir. Bunun bir yolu da zenginin her sene malının zekâtını vererek
hem Allah'ın emrine boyun eğmesi hem de dünya malının kendisine
geçici bir süre için tevdi edilmiş bir emanet olduğunun bilincine varmasıdır.

Bencillikten kurtulan, paraya ve mala düşkünlükten temizlenen, darda
kalmışların yardımına koşmayı huy edinen kimseler Allah'ın ve elçisinin
ahlâkı ile ahlâklanırlar.

Zekât, Allah'ın verdiği nimetlere şükürdür. Namaz, oruç gibi bedenî ibadetler,
Allah'ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selâmetinin şükrüdür. Başta zekât
olmak üzere yapılan gönüllü malî ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Bu
duygularla zekâtını veren mümin her nimetin, meselâ sağlığın, ilmin, sanatın
şükürlerinin o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.

Zekât, zenginin sadece kötü huy ve duygularını gidermekle kalmaz,
onun malını da başkalarının haklarından temizler. Zenginin malında fakirin
ve ihtiyaç sahibinin hakkı bulunduğundan bu hak ayrılıp verilmedikçe mal
temizlenmiş sayılmaz.


Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekâtın, bir ibadet anlayışıyla
ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu
gibi yardıma muhtaç bütün sınıfları kapsayacak kadar geniş olması, İslâm
dininin toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem
atfettiğini gösterir. Günümüzde insanların devletten vergi kaçırmak için ince
muhasebe hesapları yaptırdıkları düşünülürse, modern vergilendirme prensiplerinin
hemen hepsini bünyesinde taşıyan zekâtın bu yaklaşımla ele alınmasının
sağladığı yararlar daha iyi anlaşılır. Zekât, sosyal güvenliğin finansmanında,
herhangi bir zarar ve felâkete uğrayan insanlara yardım elinin uzatılmasında
mükemmel bir araçtır.

Zekât teriminin taşıdığı artma ve üreme (nemâ) dikkat çekicidir. Yoksul
zümrelerin eline geçen para her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş
gücü kalitesini artırır, bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen
umumi, talep hacmi ekonomik hayata dinamizm getirir.

İslâm ekonomisinin ekseni olan zekâtın en dikkate değer özelliği İslâm'ın
şartlarından sayılıp tek tek fertlerin vicdanlarına mal edilmiş olmasıdır. Asrımızda
devletlerin yükledikleri vergilerden her ülkedeki vatandaşların kaçmaya çabaladıkları
ve bu uğurda çeşitli muhasebe oyunları geliştirdikleri göz önünde bulundurulursa
zekâtın bu yönü daha iyi anlaşılır.

Zekât, servet biriktirip onu âtıl hale getirmenin amansız düşmanıdır. Biriken
servet zekâtın tarhedildiği birinci kalem matrahtır. Aşağıdaki âyetleri
düşünerek okuyan müslümanların, imkân sahibi olduklarında zekât vermemeleri
mümkün değildir.

"Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar için
acıklı bir azabı müjdele. O gün (bu altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılıp
bunlarla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanacak ve (o esnada) işte nefisleriniz
için toplayıp, sakladıklarınız; artık saklayıp istifçilik ettiğiniz bu nesnelerin
acısını haydi tadın! (denilecek)" (et-Tevbe 9/34-35).

Zekât sermayeyi yatırıma zorlar. Çünkü elde âtıl tutulup yatırıma yönlendirilmeyen
sermaye, yıldan yıla zekât ödemeleri sebebiyle erimeye yüz
tutar.

Zekât sayesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur.
Zengin zekâtını verirken fakiri incitmemek için âzami titizliği gösterir. Çünkü
Kur'an bu şekilde muamele edenleri övmüş, iyilik yapıp da bunu insanların
başına kakmanın yapılan iyiliğin, değerlerini düşürdüğünü haber vermiştir.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol