""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Zekat Verilmesi Gereken Mallar

                             ZEKÂTA TÂBİ MALLAR
Zekât konusundaki fıkhî tartışmalar, zekâtın vücûb ve sıhhat şartları
konusundan ziyade hangi malların ne ölçüde zekâta tâbi olacağı konusunda
yoğunlaşır. Bunun belki de en başta gelen sebebi, mal ve zenginlik kavramlarının,
ekonomik değer taşıyan malların dönemden döneme, toplumdan
topluma değişmekte oluşudur. Kur'ân-ı Kerîm'de insanların önem ve ekonomik
değer atfettikleri bazı mallar değişik vesilelerle zikredilse bile hangi
mallardan ne ölçüde zekât alınacağına ilişkin bir sayım ve açıklama yer
almaz.

Hz. Peygamber'in ve sahâbenin uygulamasında bazı malların zekâta
tâbi tutulduğu ve bunlar için belli bir alt sınır ve zekât oranı belirlendiği, bazı
malların da zekâta tâbi tutulmadığı bilinmektedir. İleri dönemde oluşan fıkıh
doktrini de bu bilgiler etrafında oluşmuştur. Ancak Hz. Peygamber ve sa
hâbe döneminin uygulamalarında hareket noktasının, o dönem İslâm toplumunun
mal ve ekonomik değer ölçüleri olduğu da göz ardı edilmemelidir.
Böyle olunca bu bilgi ve ölçülerin, mal ve ekonomik değer kavramının eski
dönemlere göre bir hayli değiştiği günümüz toplumlarına güncelleştirilerek
getirilmesi, zekâtın mâna ve gayesine daha uygun bir yaklaşım olacaktır.

Burada zekâta tâbi mallar konusunda ağırlıklı olarak klasik fıkıh kitaplarındaki
bilgilere yer verilecek ve bundan hareketle güncel problemlerin
çözümüne ışık tutulmaya çalışılacaktır.

A) ALTIN ve GÜMÜŞ


Kur'an'da insanların dünya malına olan aşırı düşkünlüğü sürekli kınanır,
zenginlerin ihtiyaç sahipleri için harcama yapması, infakta bulunması istenir.
Altın ve gümüş âdeta dünya malını simgelediği için bu bağlamda sıkça
zikredilmiştir.

Hz. Peygamber ve onu takip eden Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler devirlerinde
piyasada tedavülde olan para, dirhem (gümüş) ve dinar (altın) adı
verilen paralar idi. Ayrıca külçe halinde altın ve gümüşler de ödemeler için
kullanılıyordu.

Bu itibarla altın-gümüş paradan zekât yükümlülüğü konusu; a) mübâdele
aracı olması bakımından nakit veya külçe altın ve gümüş, b) Altın ve
gümüşten yapılan ziynet eşyası, c) günümüzdeki paralar olmak üzere üç
ayrı alt başlıkta ele alınabilir.

a) Mübâdele Aracı Olması Bakımından Nakit veya Külçe
Altın ve Gümüş


Hadis kitaplarının ittifak halinde Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet ettikleri
bir hadiste Hz. Peygamber 5 ukiyeden (=200 dirhem) az olan gümüşte zekât
yükümlülüğünün olmadığını
(Buhârî, “Zekât”, 32); ayrıca başka bir rivayette
de gerek para, gerekse külçe halindeki gümüşün 1/40 (% 2.5) nisbetinde
zekâta tâbi olduğunu bildirmiştir (Buhârî, “Zekât”, 38). Böylece Hz. Peygamber
tarafından gümüşün zekât nisabı 200 dirhem, nisbeti de 1/40 (% 2.5)
olarak tayin edilmiştir.

Gümüşün nisab ve nisbetlerini bildiren hadisler kadar meşhur olmamakla
birlikte hadis mecmualarında altının nisab ve nisbetini bildiren hadisler de yer
almaktadır. Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin her 20 dinar altından 1/2 dinar zekât
aldığı rivayet edilir (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, nr. 1107, 1167).

Bu bilgi ve rivayetleri esas alan mezhep imamları gümüşün zekât nisabının
200 dirhem, altının nisabının 20 miskal, her ikisinin de zekât
nisbetlerinin 1/40 (% 2.5) olduğunda görüş birliğine varmışlardır.

Dirhem ve dinarların bugünkü ölçülerle ağırlıkları:

Fıkıh ve tarih kitapları dirhem ve dinarların ağırlıklarının arpa, buğday,
hardal gibi hububatla tesbit edildiğini, altın para birimi dinarla, miskalin eşit
ağırlıkta olduklarını kaydederler. Ayrıca dirhemle dinar arasında -her 7 dinarın
10 dirheme eşitliği gibi- aritmetik bir bağın bulunduğunu bildirirler.
Dirhem ve dinarın ağırlıklarının hububatla tesbiti, o dönemin şartları açısından
kolay ve pratik bir çözüm olmakla birlikte, bu durum ileriki dönemlerde
dirhem ve dinarın başka ölçü birimlerine dönüştürülmesi sırasında ufak bazı
farklılıkların çıkmasına sebep olmuştur.

Hassas çevirme ve dönüştürme hesaplarının sonucunda, 200 dirhem
gümüş ve 20 miskal altın için, Din İşleri Yüksek Kurulu, nisabın esas
alınmasında 20 miskal altının 80.18 gr, 200 dirhem gümüşün ise 561.2
gram olmasını esas almıştır.

Altın ve gümüş bu nisab miktarına ulaşınca zekâta tâbi olur ve 1/40
nisbetinin zekât olarak verilmesi gerekir. Altın ve gümüş de nisab fazlası
kısım için de zekât oranı, fakihlerin ağırlıklı görüşüne göre, aynıdır.

Altın ve gümüş nisabdan az ise nisabı tamamlamak için biri diğerine
ilâve edilir mi? Hanefîler'e göre ilâve edilmelidir. Şâfiîler ve Hanbelîler ise
aksi görüştedir.

b) Altın ve Gümüşten Yapılan Ziynet Eşyası


Altın ve gümüşten yapılan kadın ziynet eşyasının zekâta tâbi olup olmayacağı
sahâbe devrinden itibaren tartışma konusu olmuştur.

Hanefî mezhebine göre altın ve gümüşten yapılmış süs eşyaları zekâta
tâbidir. Meselâ altın ve gümüşten yapılmış bilezik, kolye, gerdanlık gibi kadın
süs eşyası nisaba ulaşır ve üzerinden bir sene geçerse, o günkü altın
fiyatları ile değeri bulunur ve 1/40 zekâtı verilir.

İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise mubah olan kadın
süs eşyası zekâta tâbi değildir. Ancak Şâfiîler'e göre kadın süs eşyalarında
israfa kaçarsa, meselâ 200 miskal ağırlığında ziynet eşyası bulundurursa
bunların zekâtını vermesi gerekir.

Kadın süs eşyasının zekâta tâbi olup olmaması hususunda iki farklı görüş
ileri süren fakihler, bu konu ile ilgili aşağıdaki hususlarda da görüş birliğine
varmışlardır:

1. Altın ve gümüş dışında, hangi maddeden olursa olsun bütün süs eşyaları
zekâta tâbi değildir.
2. Erkekler tarafından kullanılan veya dince kullanılması haram sayılan
altın-gümüş mâmulü bütün süs eşyası zekâta tâbidir.
c) Madenî ve Kâğıt Paraların Zekâtı


Tarihin ilk devirlerinde alışveriş trampa usulüyle, mal malla değiştirilerek
yapılıyordu. Daha sonra altın ve gümüş madeni, giderek de altın ve gümüş
paralar temel mübâdele aracı olarak yaygınlık kazandı. Son bir iki yüzyıl
içinde çeşitli sebepler sonucu bunlar da tedavülden kalkarak yerini itibarî değere
sahip madenî paralar, banknot ve kâğıt paralar aldı.

Mezhep imamları devrinde kâğıt para henüz kullanılmadığı için klasik
dönem fıkıh kitaplarında kâğıt paranın zekâtı ile ilgili açık bir hükme rastlanmaması
tabiidir. Altını temsil eden ve altın yerine ödemelerde kullanılan
para türünün (banknot) kullanıldığı devirde yaşayan fakihler, bu paraları
"karşılığı hemen ödenebilen borç senedi" olarak değerlendirmiş ve borcunun
dışında, üzerinden bir yıl geçmiş nisab miktarı, yani 80.18 gram altın veya

561.2 gram gümüş karşılığı parası olanların bu paranın 1/40'ını
(% 2.5)
zekât olarak vermeleri gerektiğini söylemişlerdir.
Kâğıt para giderek altına bağlı olmaktan çıkarılmış ve tamamen mübadele
aracı olmuştur. Günümüzde artık para denilince, kâğıt para anlaşılmaktadır.
Alışveriş onunla yapılmakta, işçi ücretleri, memur maaşları onunla
verilmekte, artık kâğıt para zenginlik ölçüsü kabul edilmektedir. İhtiyaçların
giderilmesi, kâr etme gibi ekonomik faaliyetlerde altın kuvvetinde ve onun
gibi görev yapmaktadır.

Bütün bunların anlamı, kâğıt paranın şer‘î para olan altın ve gümüşün
mübâdele vasıtası olarak yapmış oldukları görevi yüklenmiş olmasıdır. O
halde, o parada da, altın ve gümüş parada olduğu gibi, fakir ve yoksulların
hakkı vardır ve bu hak zekât şeklinde ödenmelidir.

Madenî ve kâğıt paralar altın, gümüş ve ticaret malları hükmündedir. Kendi
başlarına veya altın-gümüş ve ticaret mallarıyla beraber nisab miktarına ulaşınca
sene sonunda 1/40’ını
(% 2.5) zekât olarak vermek gerekir.


B) TİCARET MALLARI

Kur'ân-ı Kerîm'de,"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın temizlerinden ve
sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin; göz yummadan alamayacağınız
âdi, bayağı
şeyleri vermeye kalkmayın. Bilin ki Allah müstağnidir,
övülmeye lâyıktır" buyurulur (el-Bakara 2/267). Bu âyette geçen "Kazandıklarınızın
temizlerinden ... infak edin" anlamındaki ibare fakihlerin çoğunluğu
tarafından "ticarî yolla elde ettiğiniz kazançtan zekât verin" şeklinde
anlaşılmıştır.

Hadis kitaplarında Hz. Peygamber'in ashabına, ticaret maksadıyla ellerinde
bulundurdukları mallarından zekât ödemelerini emrettiği rivayetleri
vardır. Halifelerin uygulaması da bu yönde olmuş, ticaretle uğraşıp elinde
nisab miktarı ticaret malı bulunan kimselerden, o dönemlerden itibaren zekât
alınagelmiştir.

İslâm bilginleri, her çeşit ticaret malının kural olarak zekâta tâbi olacağında
görüş birliğindedir. Ancak ticaret mallarında zekâtın farz olması için
aranan nisab şartının sene başında mı, sene sonunda mı, yoksa bütün sene
boyunca mı bulunması gerekeceği, zekât ödemesinin aynî mi nakdî mi yapılacağı
hususları aralarında tartışmalıdır.

Ticaret mallarının nisabının teorik olarak altın veya gümüşün nisabına
göre hesaplanacağı ve bu değerlerden noksan olan ticaret malının zekâta
tâbi olmayacağı söylenmiştir.

Şurası da bir gerçek ki; günümüzde altına göre gümüş çok değer kaybetmiş,
altın ve gümüş nisabı arasında büyük bir dengesizlik meydana gelmiştir.
Bu durum gerek paranın, gerekse ticaret mallarının nisabında altının
mı yoksa gümüşün mü esas alınması gerektiği tartışmasını gündeme getirmiştir.
Günümüz fıkıh bilginleri, altının asırlardır değerini koruduğunu dikkate
alarak para (banknot) ve ticaret mallarının nisabını tayinde altın nisabının
esas alınmasını uygun görmüşlerdir.

Hanefî fakihlerine göre, ticaret mallarının kıymeti sene başında ve sene
sonunda, yukarıda gösterilen altın veya gümüş nisablarının altına düşmemelidir.
Aksi halde bu mallarda zekât gerçekleşmez. Ticaret mallarının kıymetlerinin
sene içinde nisabın altına düşmesi zekâtın farz olmasına mani
değildir. Mâlikî ve Şâfiî fakihlerine göre, ticaret mallarında nisab sadece sene
sonunda aranır. Sene başı ve sene içinde nisabın düşmesi bu mallarda zekâtın
vücûbuna mani sayılmaz.


Ticaret mallarının sene sonunda kıymetleri maliyet fiyatlarına göre tesbit
edilir.

Ticarete konu olan her mal, şartları tahakkuk edince zekâta tâbi olur.
Bunları sayı ile sınırlamak mümkün değildir. Her çeşit giyim eşyası, gıda
maddeleri, inşaat malzemeleri ticaret niyeti ile elde bulundurulursa o ticaret
malıdır ve zekâta tâbidir.

Ticaret malları, sene içinde kendi cinsleri veya başka bir malla değiştirilirse
"üzerinden bir yıllık sürenin geçmesi" şartı kesilmiş olmaz. Tüccar sene sonunda
sahip olduğu mallarının değerini hesaplar, buna mevcut parasını ve alacaklarını
ilâve eder. Bulduğu toplam değerin 1/40'ını
(% 2.5) zekât olarak verir.

Hanefîler'e göre ticaret mallarının zekâtı hesap edilirken borçlar çıkarılır.
Şâfiîler'e göre ise borç zekâtı etkilemez. Mevcut malın zekâtı -borç dikkate
alınmadan- hesap edilip verilir.

Ticaret mallarının zekâtı Hanefîler'e göre mal olarak verilebileceği gibi bu
malın tutarı para olarak da ödenebilir. Şâfiîler'e göre, hangi mal zekâta tâbi ise
zekâtın o maldan çıkarılıp verilmesi gerekir. Bu görüş ayrılığı mükellef için bir
kolaylık teşkil etmekte olup, mükellef durumuna göre bu iki şekilden birini tercih
edebilir. Fakat gerek malın para cinsinden değerini belirlerken, gerekse mal olarak
ödeme yaparken ortalama kalitenin altına düşmemeye özen göstermelidir.

C) TOPRAK ÜRÜNLERİ


Fakihler,"...sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin..." (el-Bakara
2/267) emrinin, topraktan çıkarılan ürünlerden zekât veriniz anlamına geldiği
görüşündedir. Ayrıca müslümanlara "hasat günü mahsullerinin haklarını
vermeleri" de emredilmiştir (el-En‘âm 8/141). Bu âyette zikredilen "hak"
teriminden zekât mı yoksa zekâttan ayrı bir ödeme mi kastedildiği tartışma
konusu olmakla birlikte fakihlerin çoğunluğu bu âyette zikredilen "hak"
tabirinin toprak ürünlerinden alınması gereken zekât olduğunu söylemişlerdir.


Hz. Peygamber'in toprak ürünlerinin zekâtı ile ilgili aşağıdaki şu hadisi
hemen bütün hadis ve fıkıh kitaplarında zikredilir:"Yağmur ve nehir sularıyla
sulanan toprak mahsullerinde öşür (1/10), kova (el emeği) ile sulananlarda
nısf öşür (1/20) vardır" (Buhârî, “Zekât”, 55).


Bu hadis toprak mahsullerinden ne nisbette zekât alınacağını göstermektedir.
İşte bu nisbetten doğan ve onda bir anlamına gelen öşür (uşr)
terimi, "toprak ürünlerinden alınan zekât" anlamında kullanılmıştır.

İslâm âlimleri ziraî mahsullerin 1/10 yahut 1/20 nisbetlerinde zekâta
tâbi olduğunda görüş birliğine varmışlardır. Ancak hangi nevi toprak ürünleri
zekâta tâbidir ve hangileri zekâta tâbi değildir? Bu sual sahâbe devrinden
itibaren farklı şekilde cevaplandırılmıştır.

Ebû Hanîfe'ye göre, bütün toprak ürünleri zekâta tâbidir. Ebû Yûsuf ve
İmam Muhammed'e göre, toprak ürünlerinin zekâta tâbi olabilmeleri için
hububatta olduğu gibi bir sene -çürümeden- kalabilme özelliğine sahip olmaları
gerekir.

Hanefî fıkıh kitapları  İmâm-ı Âzam'ın bütün toprak ürünlerinin zekâta
tâbi olduğu hususundaki görüşünü destekledikleri gibi, çağdaşİslâm âlimleri
de bu görüşü savunurlar.

İmam Mâlik ve Şâfiî'ye göre ise bir sene muhafaza edilebilen gıda maddesi
özelliğine sahip toprak ürünleri zekâta tâbidir. Şâfiîler meyveden sadece
hurma ve üzümün zekâta tâbi olduğu görüşündedir.

Hanefîler'e yakın bir görüşe sahip olan Ahmed b. Hanbel'e göre ölçülebilen,
kurutulabilen, dayanıklı olan gıda maddeleri ve insanoğlu tarafından
yetiştirilen bütün ürünler zekâta tâbidir. Ahmed b. Hanbel, zekâta tâbi mallarda
gıda maddesi olma şartını aramamaktadır. Buna göre pamuk, keten
gibi giyim eşyası yapılan maddeler de zekâta tâbidir.

Toprak mahsullerinin zekâta tâbi olabilmesi için -diğer zekât mallarında
olduğu gibi- belli bir nisaba ulaşması
şart mıdır?

Fakihlerin çoğunluğu toprak mahsulleri zekâtında da nisabın şart ve nisabın
beş vesk (=653 kg.) olduğu, bu nisaba ulaşmayan ürünlerin zekâta
tâbi olmayacağı görüşündedir. Onlar bu görüşlerinde Hz. Peygamber'in "Beş
veskten az (üründe) zekât yoktur " anlamındaki hadisine istinat ederler (Ebû
Ubeyd, el-Emvâl, nr. 1422-1424).

Toprak ürünlerinde nisab şartını arayan fakihlere göre buğday ve arpa
kabuksuz olarak depo ediliyorsa miktarı 653 kilograma ulaşmadığı sürece
zekâta tâbi değildir. Bu ve bu miktarın üzerinde olanı ise zekâta tâbidir. Eğer
pirinç gibi kabuğu ile birlikte depo ediliyorsa, mal sahibi isterse nisabı kabuksuz
olarak 5 vesk, isterse kabuklu olarak 10 vesk hesap eder ve ona
göre zekâtını öder.


Ebû Hanîfe'ye göre ise toprak mahsullerinde nisab şartı aranmaz. Ziraî
ürünler ister az ister çok olsun zekâta tâbidir.

Zekât Nisbeti. Hemen bütün hadis ve fıkıh kitaplarının kaydettiği Hz.
Peygamber'in "Yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprak mahsullerinde öşür
(1/10), kova (el emeği) ile sulananlarda nısf öşür (1/20) vardır" (Buhârî,
“Zekât”, 55) anlamındaki hadis, toprak ürünlerinden ne nisbette zekât alınacağını
göstermektedir.

Buna göre toprak ürünlerinin zekâtı toprağın sulama tekniğine göre belirlenmektedir.
Toprak emek sarfedilmeden yağmur, nehir, dere, ırmak ve
bunların kanalları ile sulanıyorsa zekât olarak mahsulün 1/10'u; kova, do-
lap, motor veya ücretle alınan su ile sulanıyorsa 1/20'si verilecektir.

Eğer arazi hem yağmur veya nehir sularıyla hem de dolap vb. gibi
emekle elde edilen su ile sulanıyorsa, hangisi ile daha çok sulanmış ise ona
itibar edilir. Burada emek ve masrafla üretilen ziraî mahsulden daha düşük
vergi alındığı ve böylece vergilendirmede mükellefler arasında bir dengenin
sağlanmasına çalışıldığı söylenebilir.

Günümüzde arazinin sulama masrafından ziyade gübre, mazot ve işçilik
masraflarının önemli yekün tuttuğu göz önünde bulundurulursa, bu tür
masraflar yapılarak elde edilen ziraî mahsulün de emek ve masrafla sulanan
arazinin mahsulüne kıyaslanması daha uygun olur. "Sulama dışında kalan
girdilerin zekât matrahından düşülmesi, geri kalandan sulama usulüne göre
zekât verilmesi gerekir" diyen çağdaş âlimler de vardır.

Toprak ürünlerinin zekâtı
(öşür), hububatta harman vaktinde, meyvelerde
ise toplandıktan sonra verilir.

Ziraî mahsullerin zekâtı sahiplerinin vefat etmeleri ile düşmez, vârislerinden
alınır. Aynı
şekilde bu arazi vakfedilirse yine öşrü sâkıt olmaz.

Hanefî mezhebine göre toprak ürünlerinin zekâta tâbi olabilmeleri için
üzerlerinden bir yılın geçmesi (havl) şart değildir. Bir sene içinde kaç defa
mahsul alınırsa her defasında zekât verilmesi gerekir.

Öşür yükümlülüğü için akıl ve bulûğşartı aranmaz. Mal sahibi çocuk
veya akıl hastası ise velî ve vasîleri onlar adına zekâtlarını vermekle mükelleftir.


Mal sahibi hiçbir karşılık beklemeden (meccânen) tarlasını ekilmek üzere
birine verse, çıkan mahsulün zekâtını bu şahıs öder. Arazi ekilmek üzere
belli bir ücretle kiralanmış ise zekât İmâm-ı Âzam'a göre arazi sahibinden,


Hanefîler'den Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed (İmâmeyn) ile diğer üç mezhep
imamına göre kiracıdan alınır.

Arazi, yarıcılık (müzâraa) usulü kiralanmış ise mahsul vergisi İmâm-ı
Âzam'a göre yine mal sahibinden alınır, İmâmeyn'e göre ise mal sahibi ve
kiracı, hisselerine düşen mahsulün zekâtlarını ayrı ayrı öderler.

Zekâta tâbi mahsûlât yetiştikten sonra satılırsa, zekâtı arazi sahibinden,
yetişmeden satılırsa satın alandan alınır.

Toprağın statüsü, bu toprağın mahsulünden alınacak zekât veya verginin
belirlenmesini yakından ilgilendirir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler'e göre
öşür vergisinde toprağın statüsünün bir tesiri yoktur. Toprak haracî olsa
sahibi müslüman ise hem harac adı verilen vergiyi ve hem de çıkan mahsulün
zekâtını (öşür) verecektir.

Hanefîler'e göre ise toprak ürünlerinden zekât, öşür arazisi için bahis
konusudur. Toprağın öşür toprağı olması, ziraî mahsul zekâtının vücûbunda
şarttır. Hanefîler'e göre müslüman mükellef haraç toprağını ister sahip ister
mutasarrıf olarak eksin, sadece harac vergisi vermekle yükümlüdür, harac
ve öşür aynı topraktan birlikte tahsil edilmez.

Hanefî fıkıh kitaplarında Türkiye, Suriye, Mısır, Irak topraklarının haracî
olduğu, dolayısıyla öşre tâbi olmadığı zikredilmekle birlikte, bu görüş onların
aynı topraktan aynı sebeple iki ayrı verginin tahsil edilemeyeceği prensibini
benimsemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Gerçekten de aynı araziden ve
aynı sebep altında iki farklı vergi tahsil etmek vergi adaleti yönünden tar-
tışmaya açık bir konudur. Bugün için bu topraklar müslümanların mülkü
olduğu ve -en azından ülkemiz itibariyle- harac vergisi alınmadığından,
Hanefî mezhebinin ilkelerine göre, farziyeti nasla sabit olan ziraî mahsul
zekâtı verilmelidir.

D) BAL ve DİĞER HAYVAN ÜRÜNLERİ


Fakihler, içinde yaşadıkları toplumların şart ve telakkilerini göz önünde
bulundurmuş, bu metotlarının bir devamı olarak arı sahiplerinin elde ettiği
balın zekâta tâbi tutulabilir bir zenginlik olup olmadığında farklı görüşlere
sahip olmuşlardır. Hanefî ve Hanbelî mezheplerinin balı zekâta tâbi tutması,
diğer iki mezhebin ise aksi görüşte olması, esasen bundan kaynaklanır.

Balın zekât mallarından olduğu ve baldan 1/10 nisbetinde zekât alınacağı
görüşünü savunan Hanefî ve Hanbelî fakihleri, bu görüşlerini konu ile ilgili


Hz. Peygamber'den rivayet edilen hadislerle "Bal arı tarafından bir toprak
ürünü olan çiçek özlerinden elde edilir. Hububata zekât farz olduğu gibi bala
da farzdır" şeklindeki kıyasla delillendirirler. Şâfiî ve Mâlikî mezhebi fakihleri
ise bu konuda sahih bir haberin mevcut olmadığını, balın süt gibi, bir hayvanın
ürünü olduğunu, sütün zekâta tâbi olmadığında görüş birliği bulunduğunu,
aynı şekilde balın da zekâta tâbi olmaması gerektiğini ileri sürerler.

Ebû Hanîfe, ziraî mahsullerin zekâtı bahsinde ele aldığımız görüşüne
uygun olarak balda da nisabın aranmayacağı, balın azından da çoğundan
da zekât verilmesi gerektiği görüşündedir.

E) MADENLER ve DENİZ MAHSULLERİ


"Sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak ediniz..." (el-Bakara 2/267)
ifadesi ile genel olarak ziraî mahsullerden zekât yükümlülüğüne işaret edilmiş
olduğuna ve âyetteki "infak ediniz" emrinin, fakihlerin çoğunluğu tarafından
"zekâtını veriniz" anlamında tefsir edildiğine yukarıda temas edilmişti.
Allah Teâlâ topraktan çeşitli mahsuller bitirdiği gibi, O'nun yarattığı
çok çeşitli madenler de yine topraktan çıkarılmaktadır. Bu sebeple, fakihler
zikredilen âyetin umumi anlamı gereğince madenlerde de ödenmesi gerekli
bir hakkın bulunduğunu düşünmüşlerdir.

Hz. Peygamber'in hadislerinde ve sahâbe uygulamasında yer altında
bulunan define ve madenlerin vergilendirildiğine dair çeşitli rivayet ve bilgiler
bulunur. Fıkıh literatüründe "rikâz" madenleri, diğer yer altı zenginliklerini
ve yer altında gömülü antika, hazine ve benzeri eşyayı ifade eden geniş
bir kapsama sahiptir. Bu itibarla konu rikâz, madenler, deniz mahsulleri
olmak üzere üçlü bir ayırım içinde ele alınabilir.

a) Rikâz

Rikâz terimi, maden, define ve hazine gibi kendiliğinden yer altında bulunan
veya insanlar tarafından yer altına gömülüp gizlenen her türlü kıymetli
maden ve eşyayı ifade eder.

Hz. Peygamber'in "Rikâzda humus (1/5 nisbetinde vergi) vardır" (Ebû
Ubeyd, el-Emvâl, nr. 856-860) buyurduğu, Hz. Ömer'in Medine dışında bulunan
1000 dinar altın paranın 200 dinarını devlet adına beytülmâle aldığı,
Hz. Ali'nin de madenleri rikâz diye isimlendirip, çıkarılan maden parçalarından
ve bulunan eski devirlere ait paralardan 1/5 nisbetinde vergi aldığı rivayet
edilir (Ebû Ubeyd, a.g.e, nr. 871, 874-875).


Rikâzla ilgili hadis ve sahâbe tatbikatını değerlendiren fakihler, bu terimin
kapsamı üzerinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre rikâz eski devirlerde
yer altına saklanan ve İslâmî devirde bulunan kıymetli eşya, hazine ve definedir.
Madenler rikâzın kapsamına girmez. Hatta İmam Şâfiî rikâzı sadece
Câhiliye devrinde gömülmüş olan altın ve gümüşe hasreder.

Hanefî fakihleri ise hem madenleri ve hem de eski devirlerde yer altına
gömülüp gizlenen her nevi kıymetli eşyayı rikâz mefhumu içinde mütalaa
ederler.

Rikâz; eski devirlerde yer altına gömülen veya herhangi bir sebeple yer
altında kalan kıymetli eşyayı ifade ettiğinde,

1. Mevât (işlenmemiş, sahipsiz) topraklarda veya sahibi bilinmeyen topraklarda
bulunmuş ise 1/5’i vergi olarak alınır, kalan 4/5’i bulana verilir.
Mülk arazide bulunmuş ise Hanefîler'e göre 4/5’i mülk sahibi veya vârislerine
ait olur. Bu eşyayı gayri müslim tebaadan biri veya çocuk da bulsa durumda
bir değişiklik olmaz.
2. Bulunan altın-gümüş ve kıymetli eşyanın İslâmî alâmet (mühür, yazı
gibi) taşıması halinde "lukata" hükümleri uygulanır. Bu halde bulunan eşya
bir sene müddetle -usulüne uygun- ilân edilir, sahibi çıkmazsa beytülmâle
teslim edilir.
3. Bu nevi bulunan eşyanın vergilendirilmesi için cumhura göre nisab
da aranmaz. İmam Şâfiî nisab şartını ileri sürmüştür.
4. Fakihler rikâzın 1/5 nisbetinde vergiye tâbi olabilmesi için, bulunduktan
sonra üzerinden bir sene geçmesinin şart olmadığında görüş birliğindedir.
Rikâz ile ilgili hadislerde, alınan 1/5 nisbetindeki verginin zekât verilecek
kimselere mi, yoksa fey kapsamında düşünülüp zekâtın dışında kalan
muhtelif devlet giderleri için mi harcanacağı hususunda açıklık yoktur. Bu
sebeple fakihler rikâzın dağıtımı hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

İmam Şâfiî rikâzdan alınan 1/5 nisbetindeki verginin zekât verilecek
kimselere sarfedileceğini, Ebû Hanîfe, -bir görüşe göre-İmam Mâlik ve
Ahmed b. Hanbel ise bu gelirin fey hükümlerine tâbi olup zekât dışında,
kamu hizmetlerine harcanacağını savunmuşlardır.

Rikâz, yer altına gömülmüş altın, gümüş, hazine yani kenz ve define
anlamına alındığında önemli bir devlet geliri sayılmamalıdır. Çünkü bu çeşit
hazine ve antik eşyanın bulunup çıkarılması sık sık rastlanan bir olay değildir.
Ancak, Hanefî fakihlerine göre madenler rikâz mefhumu içinde mütalaa
edildiğinden, rikâzın vergilendirmesi büyük önem taşımaktadır. Hemen aşağıda
izah edeceğimiz gibi, bu durumda hem kapsamı genişlemiş olacak ve
hem de maden vergi nisbetleri 1/5 olarak kabul edildiğinden devlet gelirleri
içinde önemli bir yekün tutacaktır.

b) Madenler

Arap yarımadasında İslâm'ın ilk devrinde maden işletmeciliği ve ticareti
pek gelişmemiş, bunun sonucu olarak maden vergi hukuku tatbikatı da
sınırlı sayıdaki uygulama örneğine münhasır kalmıştır. Bu sebepten dolayı
da müctehidler hangi nevi madenlerin zekâta tâbi olduğu, hangilerinin olmadığı
konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Hanefî fakihlerinden Serahsî (ö. 490/1090), maden vergi hukuku yönünden
önemli olan aşağıdaki taksim şeklini verir.

Yer altından çıkarılan madenler üç kısımdır:

1. Katı olup eritilebilen ve dökümü yapılabilen madenler; altın, gümüş,
demir, bakır gibi.
2. Eritilmeye elverişli olmayan katı madenler; mermer, kireç, kömür
gibi.
3. Sıvı olup katılaşmayan madenler; cıva, petrol gibi.
Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre, katı olup eritilebilen ve dökümü ya-
pılabilen altın, gümüş, demir, bakır gibi madenler vergiye tâbidir. Eritilmeye
elverişli olmayan yakut, zümrüt, mermer, kireç gibi madenlerle, sıvı olup
katılaşmayan civa, petrol gibi madenlerden vergi alınmaz.

Şâfiî'ye göre, sadece altın ve gümüş madenleri zekâta tâbidir, bunların
dışında kalan madenler zekâta tâbi değildir.

Hanbelî fakihleri ise, altın ve gümüş ile diğer madenler arasında herhangi
bir fark gözetmemişler ve Bakara sûresinin 267. âyetinin genel anlatımından
hareket ederek, cinsi ne olursa olsun bütün madenlerin zekâta tâbi olduğu
görüşünü savunmuşlardır. Hanbelî mezhebine göre, yerden çıkan bütün madenler
zekâta tâbidir. Bu madenlerden ister altın, gümüş, demir, bakır gibi
eritilip dökümü yapılabilir cinsten olsun, ister yakut, zümrüt, sürme gibi sert
olup eritilemeyen madenler olsun, isterse zift, neft, petrol gibi sıvı halde bulunan
madenlerden olsun, bir ayırım gözetilmeksizin hepsinden zekât alınır.

Günümüzde özellikle petrol gibi yer altı zenginlikleri sadece şahıslar değil
ülke ekonomileri açısından da büyük bir önem ve değer taşımaya başlamıştır.
Klasik dönem fakihlerinin madenlerin zekât veya vergiye tâbi olup olmadığı
konusundaki görüşleri, dönemlerinde bilinen ve elde edilen madenlerin o
günkü ekonomik değeriyle ve toplum için taşıdığı önemle yakından bağlantılıdır.
Zekâtı ve vergilendirmenin temelinde servetten pay alınıp ihtiyaç sahipleri
ve toplum yararına harcanması olduğuna, fakihler de daima bu ilkeyi korumaya
çalıştıklarına göre, onların madenlerin zekâtıyla ilgili görüşlerinin günümüze
aktarılması, bu ilke ve çerçeve dahilinde yapılmalıdır. Bu itibarla
Hanbelî mezhebinin görüşü doğrultusunda hareket edip, günümüzde bütün
madenlerin zekâta tâbi tutulması gerektiğini ifade etmek, diğer mezheplerin
görüşleriyle de esasta çelişmez. Bu anlayış zekâtın ruhuna daha uygundur. 20
miskal altını olanı zekâta tâbi tutup milyarlarca dolarlık kazanç elde eden ma-
den ve petrol işletmecisini zekâttan muaf tutmak İslâm'ın daima öngördüğü ve
önem verdiği adalet ölçüsüyle bağdaşmasa gerektir.

Madenlerden alınacak zekâtın nisbeti konusu fakihler arasında tartışmalıdır.
Hanefî mezhebi fakihleri madenleri rikâz mefhumu içinde mütalaa ettiklerinden,
rikâzla ilgili hadise istinaden vergi nisbetinin 1/5 olacağı, İmam
Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel ise madenlerden 1/40 (% 2.5) nisbetinde
zekât alınacağı görüşünü benimsemişlerdir.

Madenlerin zekâta tâbi olabilmesi için belli bir nisaba ulaşması ve üzerlerinden
bir sene geçmiş olması şart mıdır?

Hanefî mezhebine göre madenlerde nisab aranmaz. Bulunan veya işlenen
maden az da olsa çok da olsa vergiye tâbidir. Çünkü maden rikâzdır.
Rikâzda da 1/5 nisbetinde alınması gerekli bir "hak" olduğu hadisle belirtilmiştir.
Buna göre sahipli arazide eritilebilen ve dökümü yapılabilen altın,
gümüş, demir, bakır gibi bir maden bulunursa devlet 1/5 nisbetinde vergisini
alır, kalanı yani 4/5'i o arazi sahibine verilir.

İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise madenlerin zekâta
tâbi olabilmeleri için nisab miktarına ulaşması gerekir. Bu da hadislerle
gösterilen altın ve gümüş nisabıdır. Madenler bu kıymetlere ulaşmadıkça
zekâta tâbi olmazlar.

Bütün fakihler madenlerin zekâta tâbi olabilmeleri için üzerinden bir
sene geçmesinin şart olmadığı görüşünde birleşmişlerdir.

Maden, sahibi bilinmeyen arazide veya devlete ait topraklarda bulunursa
yine devlet 1/5 payını alır, kalan 4/5'i bulana ait olur.

Hanefîler'e göre madenlerden alınan 1/5 nisbetindeki vergi fey hükmüne tâbidir,
dolayısıyla kamu yararına olmak üzere devlet giderleri içinde sarfedilir.

Diğer mezhep imamlarına göre ise alınan vergi zekâttır ve Tevbe sûresinin
60. âyetinde gösterilen zekât sarf yerlerine harcanır.

c) Deniz Ürünleri

Bu konuda Hz. Ömer'den bir uygulama örneği aktarılır: Hz. Ömer Ya‘lâ b.
Ümeyye'yi deniz kıyılarına âmil olarak tayin eder. Ya‘lâ deniz kıyısında bulunan
bir anber hakkında Hz. Ömer'den yazılı görüş ister. Hz. Ömer de ashapla
istişareden sonra şöyle görüş bildirir: "Şüphesiz anber, Allah'ın nimetlerinden
biridir. Anberde ve onun gibi denizden çıkarılan diğer kıymetlerde 1/5
(nisbetinde vergi borcu) vardır" (Ebû Yûsuf, el-Harac, s. 76).

İslâm vergi hukukunun klasik dönemdeki önemli müelliflerinden Ebû
Ubeyd de Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz'in Umman âmiline, denizden
çıkarılan balıkların değeri gümüş nisabına ulaşırsa, onlardan zekât tahsil
etmesini emrettiğini rivayet eder (el-Emvâl, nr. 888) ve adı geçen müctehid
halifenin denizden çıkarılan her türlü kıymetli eşyanın zekâta tâbi bulunması
görüşünde olduğunu bildirir.

Dönemlerinde denizden elde edilen ürünlerin önemli bir yekün tutmadığı için
olmalı, fakihler deniz mahsullerinin zekâta tâbi mallardan olmadığı görüşündedirler.
Ebû Yûsuf ise denizden çıkarılan inci, mercan gibi kıymetli süs eşyaları ile
anber gibi kokuların 1/5 oranında vergiye tâbi tutulması gerektiğini ileri sürer.

F) HAYVANLAR

Kur'an'da hayvanların zekâta tâbi olduklarına açıkça temas eden herhangi
bir âyete rastlanmaz. Bununla beraber "Onların mallarından sadaka
(zekât) al..." (et-Tevbe 9/103) emrinin hayvanları da içine aldığı düşünülebilir.
Çünkü hayvanlar özellikle göçebe toplumlarda belki de en önemli geçim
ve zenginlik aracıdır. Çölde yaşayan Araplar arasında "mal" kelimesinin
hayvan anlamına kullanılması bu sebepledir.

Hz. Peygamber'in hadislerinde, diğer zekât malları gibi hayvanlar da tafsilâtlı
bir şekilde ele alınmıştır.

Kaynakların ittifakla haber verdiğine göre Hz. Peygamber zekâta tâbi
olan mallarla onların nisab ve nisbetlerini gösteren uzun bir vergi tarifesi
kaleme aldırmış, fakat onu gereken yerlere gönderemeden vefat etmiştir. Bu
vergi tarifesi Hz. Ebû Bekir ve Ömer devirlerinde uygulamaya konmuştur
(Buhârî, “Zekât”, 37).

Bu tarifnâme (mektup) ve konu ile ilgili diğer hadisler birlikte değerlendirildiğinde,
hayvanların zekâtı hususunda şu sonuçlara varılır:

1. Hz. Peygamber sahâbe ve tâbiîn devirlerinde hayvanlardan deve, sığır
ve koyun zekâta tâbi tutulmuştur.
2. Devenin nisabı 5 deve, koyunun nisabı 40 koyun, sığırın nisabı da
30 sığır olarak tesbit edilmiştir.
İslâm âlimleri ayrıca keçilerin koyun, mandaların da sığır nisab ve
nisbetleri içinde zekâta tâbi olacakları hususunda görüş birliğindedir.

3. Hz. Peygamber'in mektubunda zekâta tâbi olacak koyunların "sâime"
olmaları gerektiği belirtilmiştir.
Sâime, senenin çoğunu meralarda otlayarak geçiren hayvanlara denilmektedir.
Bunun karşılığı olarak yemle beslenen hayvanlara "ma'lûfe", ziraat, nakliyat
gibi işlerde kullanılan hayvanlara da "âmile" adı verilmektedir.

Buna göre zekâta tâbi hayvanların;

1. Senenin çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren hayvanlar olmaları, besi
hayvanı olmamaları.
2. Ziraat, nakliyat vb. işlerde kullanılan (âmile) hayvanlardan olmamaları
gerekmektedir. Fakihlerin çoğunluğu, hayvanların zekâta tâbi olabilmeleri
için bu iki şartın aranmasında ittifak etmişlerdir. Ancak İmam Mâlik bu
konuda çoğunluğa muhalefet etmiş, ister sâime, ister besi, isterse çalıştırılan
hayvan olsun hepsinin zekâta tâbi olacağı görüşünü savunmuştur.

a) Develerin Zekâtı

İslâm'ın ilk devirlerinde hayvanlar içinde özellikle deve, gerek Arap yarımadası
sakinleri gerekse buraya komşu olan ülke halkları için çok önemli
bir hayvan idi. Etinden ve sütünden faydalanılır, taşımacılıkta kullanılırdı.
Bu itibarla gerek Hz. Peygamber zamanında, gerekse onu takip eden devirde,
İslâm ülkelerinin çeşitli bölgelerine gönderilen emirnâmelerde deve
daima liste başında yer almıştır.

Hz. Peygamber'in hadislerinde develerin zekât nisbetleri şöyle gösterilmiştir
(Buhârî, “Zekât”, 37-38):

5’ten 9’a kadar 1 adet koyun

10’dan 14’e " 2 " "
15’ten 19’a " 3 " "
20’den 24’e " 4 " "


25’ten 35’e " 1 " iki yaşında dişi deve
36’dan 45’e " 1 " üç yaşında dişi deve
46’dan 60’a " 1 " dört yaşında dişi deve
61’den 75’e " 1 " beş yaşında dişi deve
76’dan 90’a " 2 " üç yaşında dişi deve
91’den 120’ye " 2 " beş yaşında dişi deve


Bu cetvel, Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn’den gelen uygulama örneklerine
dayandığı için İslâm âlimleri arasında bu konuda bir görüş farklılığı
yoktur. Deve miktarının bundan fazla olması halinde zekâtın hangi ölçü
ve usule göre alınacağı konusunda fıkıh mezhepleri farklı yöntemler belirlemişlerdir.
Meselâ Hanefîler'e göre 121. deveden sonra tekrar baştan başlanır
ve ödenecek zekât ilkinde olduğu gibi hesap edilir.

b) Koyunların Zekâtı


Hz. Peygamber'in hadislerinde koyun nisbetleri ve bu nisbetlerde ödenecek
zekât miktarı aşağıdaki şekilde gösterilmiştir (Buhârî, “Zekât”, 38):

1’den 39’a kadar (zekâttan muaf)

40’tan 120’ye " 1 koyun
121’den 200’e " 2 "
200’den 399’a " 3 "
400’den 500’e " 4 "


c) Sığırların Zekâtı


Sâime olan sığırlarda zekât nisabı 30 sığır olup, bundan azı için zekât
gerekmez. 30 sığırdan 40 sığıra kadar, zekât olarak iki yaşına basmış erkek
veya dişi bir buzağı verilir. 40 sığırdan 60 sığıra kadar, üç yaşına girmiş
erkek veya dişi bir dana verilir. Tam 60 sığır olunca, birer yaşını bitirmiş iki
buzağı verilir. Sonra her otuz sığırda bir buzağı ve her 40 sığırda bir dana
verilmek suretiyle hesap edilir.

Zekât verme bakımından sığır ile manda arasında fark yoktur ve bunlar
bir cins sayılır. Bir kimsenin 20 inek ve 10 mandası varsa, 30 sığırlık zekât
nisabına sahip olmuş kabul edilir.

d) Atların Zekâtı


Hz. Peygamber'den "Sizi at ve kölenin zekâtından muaf tuttum" ve
"Müslümana kölesi ve atından dolayı zekât yoktur" (Buhârî, “Zekât”, 45-46)
anlamlarında iki hadis rivayet edilmesine rağmen, yine Hz. Peygamber'in bu
umumi hükümden "üreme amacıyla bulundurulan sâime atları" istisna ettiğini
gösteren ve bu sonuncuların zekâta tâbi olacağına işaret eden hadisler
de nakledilir.

Ebû Ubeyd bu konuda iki farklı rivayeti yan yana zikretmiştir. Bunlardan
birine göre Şam'dan bir grup müslüman Hz. Ömer'e müracaat ederek
atlarından zekât almasını istemişler, halife de sahâbeyle istişareden sonra,
bu isteği -Hz. Peygamber ve Ebû Bekir atlardan zekât almadığı gerekçesi ile-
reddetmiştir (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, nr. 1364). Karşıt anlamdaki öteki rivayete
göre ise, Şamlılar Ebû Ubeyde b. Cerrâh'a atlarından zekât alması için
müracaatta bulunurlar; o da durumu Hz. Ömer'e bildirip halifeden konu ile
ilgili yazılı görüş beyan etmesini ister. Hz. Ömer Ebû Ubeyde'ye yazdığı
cevabî mektubunda "atlardan zekât vermek istiyorlarsa, bu zekâtı almasını
ve onların fakirlerine dağıtmasını" bildirir (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, nr. 1365).

Atlarda zekât tahakkuk edip etmeyeceği konusunda gerek Hz. Peygamber,
gerekse Hz. Ömer'den rivayet edilen hadislerden, Hz. Peygamber devrinde
Medine ve civarında atların deve kadar çok bulunmadığı, müslümanların
atı sadece savaşlarda kullanmak için yetiştirdikleri, ayrıca ileride satıp
para kazanmak maksadıyla topluca at besleme âdetinin henüz yerleşmemiş
olduğu anlaşılıyor. Nitekim Hz. Ömer Şam'dan gelen bir grup müslümanın,
atlarından zekât alması için yaptıkları teklifi -Hz. Peygamber ve Ebû Bekir
zamanlarında benzer tatbikat olmadığı gerekçesi ile- önce reddetmiş, sonra
olumlu karşılamış, daha sonra da, atların tamamen ticarî gayelerle nesilleri
elde edilmek için yetiştirildiklerini görünce, bu hayvanlardan zekât tahsili
cihetine gitmiştir.

Fakihlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber'in "atların zekâttan istisna edildiğini"
bildiren hadislerini esas alıp, bütün atların zekât istisnası olduğu görüşünü
benimsemişlerdir. Ebû Hanîfe ve öğrencisi Züfer'e göre ise, "nesli elde
edilip ileride satılmak maksadıyla, erkeği dişisi karışık bir halde yaşayan,
senenin çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren (sâime) atlar ya at başı 1 dinar
veya paraya göre kıymetlendirilerek, bu değeri üzerinden 1/40 (% 2.5)
nisbetinde zekâta tâbi tutulur."

Burada şunu belirtmeliyiz ki, İslâm fakihleri binek hayvanı olan, nakliyatta
kullanılan, savaş için yetiştirilen ve senenin çoğunu besihanelerde
beslenerek geçiren atların zekâttan istisna edileceğinde görüş birliğine vardıkları
gibi, -zâhirî hukukçuları müstesnâ- ticarete konu olan bütün atların
zekâta da mevzu olacağında ittifak etmişlerdir.

O halde zekâta mevzu olup olmayacağı münakaşa konusu olan at, sadece
nesli elde edilmek maksadıyla, erkeği dişisi karışık bir halde bulundurulan ve
senenin çoğunu otlaklarda otlayarak geçiren (sâime) atlardır. Kanaatimize
göre fakihler arasında bu konuda ortaya çıkan ihtilâfın sebebi, Hz. Peygamber
zamanında bu hususta herhangi bir tatbikatın görülmemesidir. Yukarıda da
belirtildiği gibi, Hz. Peygamber zamanında Arap yarımadasında nesli elde
edilmek ve nemâlandırmak maksadıyla, erkeği, dişisi bir arada at yetiştirme
geleneği henüz yerleşmemiş vaziyetteydi. O devirde atların özellikle savaşlarda
kullanılmak için yetiştirildiği bilinmektedir. Ancak Hz. Ömer devrinde
zikredilen maksatla at yetiştirilmeye başlanınca bu hayvanlar üzerinde de
zekât tatbikatı başlamıştır.

Hayvanların zekâta tâbi tutulması konusunda Hz. Peygamber'in sünnetinde,
sahâbenin tatbikatında görülen örnekler ve bu rivayetler etrafında
oluşan klasik fıkıh doktrini dikkatlice incelendiğinde, hayvanlardan zekât
alınması hususunda o toplumun şartlarına göre ortalama bir zenginlik sınırının
belirlendiği, bunun üzerindeki zenginliğin zekâta tâbi tutulduğu görülür.
Deve, sığır ve koyunlardaki zekât alt sınırının o günkü şartlar içinde
belli bir ekonomik seviyeyi temsil ettiği ve birbirlerine denk bir değer taşıdığı
söylenebilir. Arazinin yağmur suyuyla veya emekle sulanmasına göre zekât
oranlarında bir ayırım yapıldığı gibi, evde beslenen hayvanların değil de
mera ve yayla hayvanlarının zekâta tâbi tutulduğu görülür. Evde ailenen
ihtiyacı için beslenen hayvanların zekâttan muaf tutulması, temel ihtiyaç
maddelerinin zekât matrahı dışında bırakılması ilkesinin bir diğer ifadesidir.
Ticaret amacıyla beslenen hayvanların ise ticaret mallarının hükmüne tâbi
olacağı açıktır.

Hayvanların zekâtı ile ilgili bu hükümler konulurken de o toplumdaki
yaygın ve bilinen hayvan türlerinin esas alındığı ve onlar üzerinden örneklendirme
yapıldığı gözden uzak tutulmamalıdır. Günümüzde üretimi yapılan
ve sürüler halinde beslenen diğer hayvan türlerinin bu ölçüler içinde zekâtının
verilmesi gerekir.

G) SINAÎ SERVET, YATIRIM ve ÜRETİM ve ARAÇLARI

Hz. Peygamber tarafından üzerlerinden zekât alınan mallar incelendiğinde,
bu malların nâmî (artıcı, gelir getirici) vasıfta oldukları görülür. Zekâta
tâbi mallarda aranan bir şart da o malın kişinin aslî ve zarurî ihtiyaçlarının
dışında olmasıdır. Buna havâic-i asliyyeden fazla mal denmektedir. Hz.
Peygamber zekâtın varlıktan verileceğini buyurmuş
(Buhârî, “Zekât”, 18)
ashabına, önce aile fertlerine, sonra başkalarına infak etmelerini tenbihlemiştir
(Buhârî, “Zekât”, 19).

Zekâta tâbi malların iki temel özelliğini böylece tesbit ettikten sonra, bu
bilgilerin ışığında gelir getirici bina, nakil vasıtaları gibi malların, sanayi sektöründeki
üretim makinelerinin zekâtı konusunu tetkik edebiliriz.

Bilindiği gibi sanayi inkılâbı ve onu takip eden sosyal ve teknik gelişmelerden
sonra atölyeler, fabrika ve işletmeler gibi yeni mallar ortaya çıkmıştır.
Bunlar üretimde kullanılmak suretiyle birer gelir kaynağı olmakta,
dolayısıyla nâmî vasfa sahip bulunmaktadır. Bu malları aslî ihtiyaçtan,
meslekî alet ve takım tezgâhı cinsinden saymak mümkün değildir. Böyle
olunca, mezhep müctehidleri devrinde bulunmadığı için klasik kaynaklarda
haklarında açıklama yer almayan bu yeni gelir getirici malların zekâta tâbi
olacağı açıktır. Çağımız İslâm âlimleri de gelir getirici bu yeni malların zekâta
tâbi olduğunda görüş birliğine varmış, ancak bunlardan nasıl ve ne nisbette
zekât alınacağı konusunda farklı görüş ve usuller ileri sürmüşlerdir.

Fakihler zekât mallarını konu alan nassların taabbüdî olmayıp muallel,
yani hükmün dayandığı vasfın bilinebilir olduğunda görüş birliğindedir. Onlar
Hz. Peygamber'in zekât tahsil ettiği mallarda zekâtın farziyetine "illet" teşkil
eden vasfın nemâ olduğunda ittifak etmişlerdir. Fakihler teşrîin hikmetini ve
zekâtın gayesini de dikkate alarak aynı müşterek illete, yani artıcı olma (nemâ)
özelliğine sahip başka malları da zekâta tâbi tutmuşlardır. Ayrıca fakihler,
kişinin temel ihtiyaç maddelerinden olan marangoz, demirci gibi zenaat erbabının
el aletlerini, takım ve tezgâhlarını, oturulan evleri zekâttan muaf kabul
etmişlerdir.

Bu gelişmelerden sonra, yukarıdaki nâmî olma özelliği dikkate alınarak
şöyle bir ayırım ortaya çıkmıştır:

1. İnsanın temel ihtiyaçlarından sayılan mesken, sanatkârların ev aletleri,
zekâta tâbi değildir.
2. Artıcı (nâmî) özellikte olan, gelir elde etmek için edinilen mallar, bunlar
zekâta tâbidir.

3. Hem temel ihtiyaçlardan sayılan ve hem de artıcı özelliğe sahip olan
kadınların süs eşyası, çalıştırılan hayvanlar gibi mallara gelince, fakihler bu
nevi malın zekâta tâbi olup olmayacağında ihtilâf etmişlerdir. Onları artıcı
vasıfta görenler zekâta tâbi kılmışlar, tabii ihtiyaçtan kabul edenler zekâttan
muaf tutmuşlardır.
Zekât mallarının, yukarıda zikredilen üçlü taksimi ve bu ayırıma göre zekât
uygulaması, fıkhın tedvin devrinde artıcı, gelir getirici olarak tanınmayan,
fakat günümüzde üretken ve gelir kaynağı olma özelliği kazanan malların
zekâta tâbi mallar grubuna katılmasını zorunlu hale getirmiştir.

Sanayide kullanılan makineler gelir getiricidir, nâmî mal sayılır. Bu makineler
marangozun, demircinin kullandığı el aletlerine kıyas edilemez.
Çünkü marangoz ve demirci bizzat kendileri el aletleri, takım ve tezgâhları
ile çalışarak üretim sağlarlar. Müctehid imamlar sanatkârların aletlerini haklı
olarak- zekâttan muaf tutmuşlardır. Çünkü sanatkârların geçimi için
bu aletlere ihtiyaçları vardır.

Yukarıda bir kısmı belirtilen bu ve benzeri gerekçelerden hareket eden
İslâm hukukçuları, sanayi sektöründeki yatırımların hangi usul ve ölçüye
göre zekâta tâbi tutulacağı konusunda iki gruba ayrılmışlardır.

Çağımız İslâm hukukçularından bir gruba göre, sanayi makineleri ve
benzeri mallara yüklenecek zekâtın nisbeti, bu mallar ziraî araziye, gelirleri
de arazi mahsullerine kıyasla belirlenir. Zekât bu mallardan değil gelirlerinden
alınır. Böyle olunca da zekât nisbetinin, safî gelirden % 10 veya gayri
safî gelirden % 5 olması gerekir. Muasır müslüman yazarlar nezdinde, üretim
aracı makine ve fabrikaların gelirlerinin % 10 veya % 5 nisbetlerinde
zekâta tâbi tutulması görüşü, uygulama kolaylığı yönü de dikkate alınarak,
bir hayli ağırlık kazanmıştır.

Asrımız İslâm âlimleri arasında bu konuda benimsenen ikinci görüş, fabrika
gelirlerinin, gelir sahibinin elindeki para ve ticaret mallarına kıyaslanarak % 2.5
oranında zekâta tâbi tutulması
şeklindedir. Ancak bu grupta yer alan görüşler
arasında da ayrıntıda bazı farklılıklar bulunmaktadır.

1965'te Kahire'de ve 1984'te Küveyt'te akdedilen konferans kararlarında
sınaî makinelerin safî gelirlerinden % 2.5 oranında zekât alınması
tavsiye edilmiştir.

Çoğunluğunu çağdaş Mısırlı âlimlerin oluşturduğu bir grup ise, sanayi
sektöründe dönen sermaye + gelirin % 2.5 oranında zekâta tâbi olması gerektiğini
savunmuşlardır. Diğer bir ifadeyle, sanayi sektöründeki üretim
makinelerinin ve diğer duran sermayenin dışında her türlü giderlerin maliyet
hesapları yapılarak dönen sermayenin ve kârın % 2.5 oranında zekâtının
verilmesidir.

Bu görüş sahipleri şu gerekçelerden hareket etmektedirler:

1. Sanayi sektöründeki üretim makineleri ile ziraî araziler birbirine kıyas
edilemeyecek derecede farklı olduğu için, sanayi gelirlerini -arazi mahsullerine
kıyasla- % 10 veya % 5 zekâta tâbi tutmak uygun olmaz. Sanayi makineleri,
topraktan farklı olarak çalıştıkça eskir, yıpranır, kısa aralıklarla parçalarını
değiştirmek zorunluluğu ortaya çıkar. Günümüzün hızla gelişen
teknolojisi bu makinelerin tamamen yenilenmesini de zorunlu kılar. Yeni
yeni ortaya çıkan makineler daha az masraf ve iş gücü ile daha çok üretim
yapabilme kapasitesine sahip olunca -piyasada tutunabilmek için- eskileri
değiştirmek zaruret haline gelebilir. Yıllık amortisman bedelinin matrahtan
düşülmesi de, onun toprağa kıyas edilemeyeceğini gösterir. Bugün aşağıda
açıklayacağımız, bir kanunun tanıdığı amortisman bedeli vardır, bir de makinenin
belli bir kapasitede çalışması
şartı ile, tahmin edilen yıpranma payı
vardır. Bu ikisine de âniden zuhur eden yanma, bozulma ve yepyeni bir
makine ile değiştirme zaruretinin ortaya çıkması dahil değildir. Ayrıca sanayi
yatırımlarını hem zekâttan muaf tutuyoruz, hem de ikinci kere tekrar
makine satın almak için ihtiyat payı ayırıyoruz.
2. Toprak mahsulleri, zekât açısından, diğer kâr ve kazançlara benzemez.
Toprak ürününün zekâtı hasat zamanı bir kez verildi mi ticaret malı
olmadıkça, yıllarca ambarda da kalsa artık bir daha zekâtı verilmez. Sanayide
sektöre göre yılda 10-15 kere imalât yapan işletmeler vardır. Bu kıyasa
göre her imalât için zekât ödemek gerekecektir.
3. İslâm tarihinde evlerin, hanların, hamamların ve hayvanların kiraya
verilip elde edilen gelirden zekât verildiğinin örnekleri vardır. Ahmed b.
Hanbel'in bizzat kendi evini kiraya verip, kira gelirinin zekâtını verdiği nakledilir.
4. Günümüzde sanayi sektör yatırımlarını, ticarî yatırım ve faaliyetlere
kıyas etmek daha uygun görünmektedir. Günümüzde sanayi sektörü -ticarî
yön daima ağır basarak- ticaret sektörüyle iç içe yürümekte, üretilen malların
en iyi şartlarda pazarlanabilmesi için tanıtım, reklam, paketleme, ambalaj
gibi faaliyetlere gelirden büyük paylar ayrılmaktadır. Bunlar hep ticarî faaliyetlerdir.
Sanayi sektörünü araziye benzetmek doğru sonuçlar vermez.

Bu görüş sahipleri netice itibariyle, sanayi sektöründeki faaliyetleri ticarî
faaliyetlere kıyas ederler ve klasik zekât uygulamasındaki yerleşik kurallar
dikkate alınarak borçlar, malzeme, işçilik, üretim, pazarlama, yönetim, finansman
vb. giderlerin maliyet hesapları yapılıp çıkarıldıktan sonra duran
varlıkların zekâttan muaf olduğunu, dönen varlıkların ise net kâr ile birlikte
% 2.5 oranında zekâta tâbi olacağını ifade ederler.

H) BİNA ve NAKİL VASITALARI GİBİ GELİR  GETİREN MALLAR


Klasik dönem fıkıh kaynaklarında, oturulan evlerin ve binek hayvanlarının
insanın temel ihtiyaçlarından sayıldığını ve bunların zekâttan muaf
tutulduğunu biliyoruz. Gerçekten insanın çoluk çocuğu ile sığındığı ev veya
apartman, şahsî işi için kullandığı nakil aracı temel ihtiyaçlardandır ve bunlar
artıcılık özelliğine de sahip değildir. Oysa bugün kiraya verilen büyük
binalar, daireler, dükkânlar, düğün salonları ile kara, hava, deniz taşımacılığında
kullanılan nakil araçlarından elde edilen gelirler, dünden farklı olarak
günümüzde yaygın ve önemli gelir kaynakları haline gelmişlerdir. Bugün
artık, temel ihtiyacın dışında, gelir elde etmek için edinilen büyük binalarla,
kâr amacı ile işletilen nakil vasıtalarında zekâtın vücûb sebebi olan artıcılık
vasfı tahakkuk ettiğinden konu muasır fıkıh yazarları tarafından ele alınarak
tartışılmıştır.

Bugün dünden farklı olarak yatırım amacı ile büyük binalar yapılmakta
ve nakliye vasıtaları kullanılmaktadır. Bunlardan elde edilen gelirler arazi
ürünlerinden elde edilen gelirlerden çok fazladır.

Değişen şartlar muvacehesinde bu yeni gelir kaynaklarına zekât konması
gerekir. Toprağını işletmek üzere kiraya verenle, bina veya nakil vasıtalarından
gelir elde eden arasında esasta bir fark yoktur. Ziraî araziye zekât
yükleyip gelir getiren bina ve vasıtaları bu yükümlülük dışında tutmak zekât
mantığı açısından âdil bir davranış olmaz; ziraî arazi sahiplerine haksızlık
edilmiş olur. Ayrıca bu durumun insanları ziraî arazi sahibi olma yerine bina
ve nakil vasıtası edinmeye teşvik edeceği ve bunun sağlıksız bir gelişme
olacağı da ortadadır.

Muasır müelliflerin çoğu bu çeşit yeni gelir kaynaklarının zekâta tâbi
olacağında ittifak etmekle birlikte bu mallardan hangi statüye göre ve ne
nisbette zekât alınacağı hususunda farklı görüş ileri sürerler.

Müelliflerin konu ile ilgili görüşlerini iki grupta özetlemek mümkündür:


1. Akarların yanlızca gelirleri zekâta tâbidir. Bu zekât da elde edilen gelir
nisaba ulaşır ve üzerinden bir kamerî yıl geçince % 2.5 nisbetinde tahsil
edilir. Bu görüşün gerekçeleri şunlardır:
a) İmam Mâlik'ten ev kiralarının alındıktan sonra üzerinden bir kamerî
yıl geçmedikçe zekâta tâbi olmayacağı husususunda bir rivayet vardır.
Ahmed b. Hanbel'den de bu konuda iki farklı görüş nakledilmiştir. Bunlardan
biri, kira gelirinin üzerinden bir yıl geçince zekât tahakkuk edeceği yönünde,
diğeri ise, ziraî ürünlerde olduğu gibi, kiranın tahsil edildiği anda
zekâtın tahakkuk edeceği şeklindedir. Ömer Nasuhi Bilmen de, yanlız kira
bedellerini almak üzere elde bulunan evlerden, dükkânlardan vesair akarlardan,
nakil vasıtalarından zekât lâzım gelmediği, bunların kiralarından, nisab
miktarı olup üzerlerinden tam bir sene geçtiği takdirde zekât verileceği görüşündedir.


Çağdaş âlimlerden, gelir getiren bina ve benzerlerinin bu gelirlerinin, "elmâlü'l-
müstefâd"a benzetilerek üzerlerinden yıl geçmeden zekâtlarının ödenmesi
gerektiğini savunanların bulunduğunu da belirtmek gerekir.

İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı
İslâm Fıkıh Akademisi'nin 1985 tarihli
ikinci dönem toplantısında alınan karar ise şöyledir: Kiraya verilmiş
arazi ve taşınmazların mülk değeri üzerinden zekât vermek gerekmez. Bunların
yıllık gelirinden nisab miktarını bulması ve diğer şartların da gerçekleşmesi
halinde, yıl sonunda % 2.5 oranında zekât verilir.

2. Gelir getiren bina, vasıta ve benzerini ziraî araziye kıyas edip bunların
safî gelirlerinden % 10 veya gayri sâfiden % 5 nisbetinde zekât alınır.
Hz. Peygamber ve sahâbe dönemindeki zekât uygulaması içerik ve
amaç yönüyle incelendiğinde, ev, dükkân gibi taşınmazların ve nakil araçlarının
kira gelirinin, arazi ürünlerine kıyas edilmesi tutarlı görünmektedir.
Bu durumda mal sahibinin yıllık kira geliri, kiralanan için yapmakta olduğu
mûtat harcamalar ve yıllık temel ihtiyaçları karşılığı çıktıktan sonra nisab
miktarını bulmakta ise, bu miktarın % 10'u zekât olarak aydan aya ödenir.
Yılın dolması veya üzerinden bir yılın geçmesi beklenmez. Ancak Din İşleri
Yüksek Kurulu, kira gelirlerinden %10 değil de %2,5 oranında zekat
verilmesi yönünde görüş belirtmektedir.


I) MAAŞ, ÜCRET ve SERBEST MESLEK KAZANÇLARI

Dar anlamda maaş bir hizmet mukabilinde çalışan kimseye verilen aylık
ücrettir. Ücret de emeğin ve hizmetin fiyatına, satış bedeline denir. Serbest
meslek kazançları da geçici veya devamlı olarak her türlü serbest meslek
faaliyetlerinden doğan kazançlardır.

Memur maaşları, işçi ücretleri, doktor, mühendis, avukat, terzi, berber
gibi serbest meslek sahiplerinin kazançlarının zekâtı konusunda iki görüş
vardır.

Klasik kaynaklardaki bilgileri değenlendiren ve onlardan hareketle bazı
sonuçlara ulaşan çağımızdaki bilginlerin bir kısmına göre, ücretlilerin ve
serbest meslek sahiplerinin gelirlerinin toplamı nisaba ulaşır ve üzerinden bir
yıl geçerse, ihtiyaçlar giderilip borçlar düşüldükten sonra % 2.5'u zekât olarak
verilir.

Bu görüş sahipleri bir malın zekâta tâbi olabilmesi için üzerinden bir kamerî
yılın geçmiş olması gerektiği noktasından hareket ederler.

Ebû Ubeyd, Hz. Ebû Bekir'in devlet gelirlerinden hak sahiplerine atâ
adıyla maaş
(veya devlet gelirlerinden pay) verirken onlara üzerinden bir
sene geçen malları olup olmadığını sorduğunu, mükellefler müsbet cevap
verirlerse, dağıttığı maaştan, o malların zekâtını aldığını, Hz. Osman'ın da
aynı uygulamada bulunduğunu, Hz. Ali'nin "Kişinin yeni kazandığı malının
üzerinden bir sene geçmedikçe, o malda zekât tahakkuk etmez" dediğini,
Abdullah b. Mes‘ûd'un da aynı anlamda fetva vermiş olduğunu rivayet eder
(el-Emvâl, nr. 1122, 1125-1129).

Bu rivayetleri değerlendiren Ebû Ubeyd, Hulefâ-yi Râşidîn'in devlet gelirlerinden
hak sahiplerine dağıttıkları atâdan hemen zekât tahsil etmediklerini,
fakat onların zekât tahakkuk eden diğer mallarının zekât borçlarını, bu
tahsisattan kesmiş olduklarını söyler (el-Emvâl, nr. 564).

İkinci grup bilginler ise, bu tür gelirlerin zekâta tâbi tutulması için bir senelik
sürenin geçmesini gereksiz görürler. Onlara göre, maaş, ücret ve serbest
meslek kazançları kaynaklarda zikri geçen mâl-i müstefâd yani miras,
bağış, mükâfat gibi yollardan gelen gelirlere benzerler.

Diğer taraftan, kaynaklarda İbn Abbas, Muâviye ve Ömer b. Abdülazîz'
in yeni kazanılan maldan, sene geçme şartı aramadan zekât tahsil ettikleri
rivayet edilir (el-Emvâl, nr. 1132-1133).

Ebû Ubeyd'e göre İbn Abbas'ın konu ile ilgili fetvasında kastedilen toprak
mahsulleridir. Yani sene geçmeden zekâtı verilecek olan toprak mahsulleri
zekâtıdır ki "hasat zamanı" ödenir. Medineliler arazi mahsulüne "emvâl"
adını verirler.

İbn Rüşd'ün de işaret ettiği gibi mâl-i müstefâdın yani miras, bağış, mükâfat
gibi gelirlerin kazanıldığı anda zekâtının ödenip ödenmeyeceği hakkında
Hz. Peygamber ve sahâbeden açık bir rivayetin bulunmadığı doğrudur.
Bu sebeple de birinci grup fakihler klasik çizgiyi takip ederek altın, gümüş,
ticaret malları ve hayvanlardan zekât alınmasında ölçü olan "malın
üzerinden bir yıl geçmesi" şartını maaş, ücret, serbest meslek kazançları için
de geçerli saymışlardır.

Eski dönemlere oranla ekonomik şartların bir hayli değiştiği, enflasyonun
âdeta kaçınılmaz olduğu ve tüketimin giderek arttığı günümüz toplumlarında
işçi, memur ve serbest meslek sahiplerinin zekât vermesi için ihtiyaç
fazlası gelirlerinin üzerinden bir yılın geçmesi gerektiğini söylemek fazla
gerçekçi değildir. Belki daha uygun olan, bu tür düzenli geliri olan kimselerin
aslî ve temel giderlerini, bu amaçlı tasarruf ve borçlarını düştükten sonra,
arta kalan gelir yıl sonu itibariyle toplandığında nisab miktarına ulaşıyorsa,
yılın tamamlanmasını beklemeden aylık gelirinden düzenli olarak % 2.5
oranında zekât vermesidir. Aslî ve temel giderler, yukarıda izah edilen
havâic-i asliyye çerçevesine giren hususlardır. Din İşleri Yüksek Kurulu,
maaş ve benzeri standart gelirlerin, diğer gelirlere katılarak nisap miktarının
üzerinden bir yıl geçtikten sonra zekat verilmesi gerektiği görüşündedir.

J) HİSSE SENEDİ


Hisse senedi bir anonim şirketin sermayesinin birbirine eşit paylarından
bir parçasını temsil eden ve kanunî şekil şartlarına uygun olarak düzenlenen
hukuken kıymetli evrak hükmünde bir belgedir. Tahvil gibi bir borç senedi
değil, bir ortaklık ve mülkiyet senedidir. Şirket yaşadığı ve kâr ettiği müddetçe
sahibine gelir getirir. Hisse senedinin sahibine sağladığı bu gelire
temettu (kâr payı) denir.

Hisse senetleri tedavül kabiliyetlerine, şirket kârına, iştiraklerine ve sermayeyi
temsil edip etmediklerine göre muhtelif nevilere ayrılır.

Hisse senetlerinin üç türlü değeri vardır:

1. Nominal değer: Hisse senedinin üzerinde yazılı değerdir. Bazı ülkelerde
hisse senetleri nominal değer taşımaz. İlk defa piyasaya çıkarılırken
ihraç eden kuruluşun, arz ve talebi göz önünde bulundurularak kararlaştırdığı
bir ihraç fiyatı ile satışa sunulurlar.

2. İhraç değeri: Hisse senetlerinin nominal değerin altında veya üstünde
bir değerle ihraç edilmesidir. İhraç edilen bir hisse senedinin bu değerde
kalıp kalmayacağını zamanla piyasa şartları tayin edecektir.
3. Piyasa değeri: Piyasada arz ve talebin oluşturduğu değerdir.
Hisse senedi bir ticarî işletmenin tümünün (arsası, binaları, fabrikası, makineleri,
demirbaşı, parası, borç ve alacakları, diğer işletmelerdeki iştirak payları,
ihtirâ ve patentleri dahil olmak üzere) bütün maddî ve mânevî varlığının belli
bir parçasını temsil eden bir mülkiyet senedidir. Bir şirketin hisse senedini
alan kimse, o işletmenin aktif ve pasifindeki her şeye ortak olur.

Bu husus kapalı şirketlerden halka açık şirketlere doğru gidildikçe derece
derece farklılık gösterir. Beş altı ortaklı bir aile anonim şirketinde ortaklar
hisse senetlerinin kendilerine tanıdığı tüm hakların bilinci içindedir. Fakat
şirket halka açıldıkça ve büyüyüp ortak sayısı arttıkça, hisse senetleri temsil
ettikleri haklardan ayrı bir kişilik kazanmaya başlar. Hisse senedi hamilleri
hisse senetlerini uzun vadeli yatırım yapmak için bile almış olsalar, artık
hisse senetleri onlar için bir işletmenin aktif ve pasifindeki tüm varlıkları ve
hakları temsil eden bir belge olmaktan çıkar, bizzat kendisi bir mal haline
gelmeye başlar. Eğer portföy sahibi devamlı bir yatırım için değil de, zaman
içindeki değer artışlarından yararlanmak amacıyla yatırım yapmışsa, hisse
senetleri iyiden iyiye bir mal haline gelir, artık onların neyi ve hangi hakları
temsil ettiği düşünülmez.

Günlük hayatta aslî para olmamakla birlikte hisse senedi, tahvil vb. aktif
unsurların para gibi tedavül etmesi, muasır İslâm âlimlerini meşgul etmiştir.

Bu konuda l952 yılında Şam'da yapılan bir toplantıda âlimler; türü ne
olursa olsun ve ne maksatla elde bulundurulursa bulundurulsun, bütün
hisse senetlerinin ticaret malı olduğu ve onlar gibi zekât hükümlerine tâbi
tutulması gerektiği kanaatini serdetmişlerdir. Çünkü hisse senetleri ve tahviller
ticareti yapılıp kâr elde etmek için elde bulundurulur. Nominal değerleri
ile sermaye piyasasındaki değerleri de daima farklıdır. Bu itibarla hisse senetleri
ve tahviller birer ticaret malıdır ve ticaret mallarına uygulanan ölçüyle
zekâta tâbi olmalıdır.

Hisse senetleri menkul kıymetler borsasında alınıp satılmak ve böylece
ticareti yapılıp kazanç elde etmek için bulunduruluyorsa, ticaret malları gibi
işlem görürler, rayiç bedelleri üzerinden % 2.5 oranında zekâta tâbi olurlar.

Hisse senetleri, kâr elde etmek için değil, yatırım yapmak ve bunun gelirini
(temettu) elde etmek için alınmış ise yine aynı
şekilde rayiç bedel + gelirleri
% 2.5 oranında zekâta tâbi olurlar, ancak bu durumda zekât doğrudan şirketten
tahsil edilir.

1965 yılında Kahire'de yapılan ikinci konferansta konu tekrar gündeme
gelmiş; hisse senetleri ve tahvillerin alınıp satılmak suretiyle ticareti yapılmak
için elde bulundurulduğunda ticaret malları gibi % 2.5 nisbetinde zekâta
tâbi olması, sırf yatırımda bulunulup, bunun gelirinden yararlanmak
amacı ile alınmışsa -ziraî araziye kıyasla- safî gelirinden % 10 zekât alınması,
bu ikinci durumda hisse senetlerinin zekâtının şirket tarafından verilmesi
gerektiği belirtilmiştir. Çünkü şirketler yatırımcıların zekât borçlarını
temettularından kolayca çıkarıp, kalanını kâr olarak verebilirler.

1984 yılında Küveyt'te yapılan "I. Zekât Kongresi"nde hisse senetlerinin
zekâtının, şirketin tüzüğünde gerekli düzenlemeler yapılıp genel kuruldan bu
yönde karar çıkarıldıktan sonra, hisse sahiplerinin de rızâları alınarak şirketler
tarafından ödenmesi tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye kararı, İmam Şâfiî'nin
ortaklık prensibinin diğer mallara teşmiline istinat etmektedir. Aynı kararda
eğer şirketler zekâtı -şu veya bu sebeple- ödemezlerse onların yıllık
bütçelerinde her hisse sahibine düşen zekât miktarını gösterip bildirmeleri
tavsiye edilmiştir.

Konferansın tavsiye kararlarında şu hususlar da yer almıştır:

1. Şirket, mallarının zekâtını ödemişse artık hisse sahiplerinin ayrıca zekât
ödemeleri gerekmez.
2. Şirket, mallarının zekâtını ödememişse her hisse sahibinin hissesine
düşen zekâtı aşağıdaki şekillerde ödemesi gerekir:
a) Hisse sahibi, hisse senedini sırf ticaretini yapmak için almışsa onun
zekâtı vücûb tarihindeki piyasa değeri üzerinden % 2.5 oranında ödenmelidir.


b) Gelirinden yararlanmak amacı ile almışsa; âlimlerin çoğunluğuna
göre, elde ettiği geliri diğer mallarına katar, nisab ve bir yıl bekleme şartı
gerçekleşmişse % 2.5 oranında zekât öder. Bu suretle sorumluluktan kurtulmuş
olur.

Bazı âlimler de sanayi sektöründeki yatırım gelirini ziraî araziye kıyas
ettiğinden, onlara göre ise geliri elde eder etmez % 10'unu zekât olarak öder.

İslâm Fıkıh Akademisi'nin 6-11 Şubat 1988 tarihleri arasında Suudi
Arabistan'ın Cidde şehrinde gerçekleştirdiği dördüncü dönem toplantısında,
"şirket hisselerinin zekâtı" konusunda akademiye gelen araştırmalar incelendikten
sonra şu kararlar alınmıştır:

1. Hisselerin zekâtını vermek sahiplerine düşer. Ancak şirketin tüzüğünde
açıkça belirtilmiş, genel kuruldan bu yönde bir karar alınmış, ilgili
ülke hukukunda şirketler, zekâtları hesaplayıp çıkarmakla yükümlü tutulmuş
veya hisse sahibi hisselerinin zekâtını hesaplayıp çıkarma yetkisini
şirket yönetimine bırakmışsa, şirket yönetimi hisse sahiplerini temsilen zekât
çıkarır.
2. Gerçek şahıslar mallarının zekâtını nasıl hesaplayıp çıkarıyorsa şirket
yönetimi de hisselerin zekâtını o şekilde çıkarır. Yani, hissedarların mallarının
bütünü tek bir şahsın malları mesabesinde kabul edilir; bunların zekâtı
belirlenirken, zekâta tâbi malın çeşidi, nisabı, alınacak miktar vb. bakımından
gerçek şahsın zekâtında gözetilen esaslara uyulur. Bu işlemler, karışım
(hulta) prensibini bütün mallara teşmil eden fakihlerin görüşüne dayanmaktadır.
Kamu hazinesi hisseleri, hayır vakfı hisseleri, hayır kurumları hisseleri
ve gayri müslimlerin hisseleri gibi zekât düşmeyen hisselerin payı zekâtın
tarhında esas alınacak miktarın dışında tutulur.

3. Şirket, herhangi bir sebeple mallarının zekâtını vermemişse hissedarların
kendi hisselerinin zekâtını vermeleri gerekir. Hissedarın, şirket işaret
edilen şekilde mallarının zekâtını vermiş olsaydı kendisine ait hisselere ne
kadar zekât isabet edecek idiyse, şirket hesaplarından öğrenmesi mümkünse,
onu esas alarak hisselerinin zekâtını verir. Çünkü hisselerin zekâtının
belirlenmesinde kriter budur.
Hissedarın bunu öğrenememesi durumunda ise:

Eğer ticaret maksadıyla değil de sadece hisselerin yıllık kârından (temettu)
yararlanmak için şirkete hissedar olmuş ise gelir getiren malların zekâtı gibi
bunların zekâtını çıkarır; İslâm Fıkıh Akademisi'nin ikinci dönem toplantısında
"kiraya verilmiş tarımsal olmayan arazi ve taşınmazların zekâtı"na ilişkin aldığı
karara paralel olarak bu hisselerin sahibi, hisselerinin aslı değil onların
geliri üzerinden zekât vermekle yükümlüdür. Bu da kârın tahsili tarihinden
itibaren bir sene sonra -diğer zekât şartları tahakkuk etmişse ve zekâta mani
bir durum da yoksa- kırkta birdir.


Eğer hissedar, ticaret maksadıyla hisse edinmişse, bunların zekâtını ticaret
mallarının zekâtı gibi verir. Bir yıl geçtiğinde hisseler mülkiyetinde bulunuyorsa
piyasa değeri üzerinden, piyasanın bulunmaması durumunda ise bilirkişinin
takdir edeceği değer üzerinden % 2.5 olarak zekât verir. Ayrıca, elde
edilmişse, hisselere ait kârın da bu oranda zekâtını verir.

4. Hissedar, sene içinde hisselerini satmışsa, bunların bedelini diğer
mallarına ilâve eder ve senesi dolduğunda, birlikte zekâtını verir. Alıcı ise,
satın aldığı hisselerin zekâtını yukarıda belirtildiği şekilde verir.
Hisse senetlerinden elde edilen gelir çağımızda ortaya çıkmış yeni bir
konu olduğundan, çağdaş âlimler arasında bu gelirin klasik dönemdeki
hangi tür mala ve gelire kıyas edileceğinde farklı görüşler ortaya çıkmıştır.
Hisse senetlerinin zekâtının nasıl ve hangi ölçüye göre verileceği konusundaki
farklı önerilerin gündeme gelmesi bundan kaynaklanmaktadır. Bu tartışmalardan
anlaşıldığına göre;

1. Çağdaş âlimler menkul kıymetler borsasında alınıp satılmak ve böylece
ticareti yapılarak kazanç elde etmek amacıyla alınan hisse senetlerinin
türü ne olursa olsun % 2.5 oranında zekâta tâbi olacağında görüş birliğine
varmışlardır.
2. Ticaret maksadıyla değil de, sadece yatırımcı sıfatıyla hisselerin yıllık
kârından (temettu) yararlanmak için hisse senetleri alınmışsa bunların gelirlerinin
de zekâta tâbi olacağı ittifakla kabul edilmiştir.
3. Hisse senetlerinin türü ne olursa olsun ve ne maksatla elde bulundurulursa
bulundurulsun kıymetli evrak olarak % 2.5 oranında zekâta tâbi
olup olmayacağı, ayrıca temettu için elde bulundurulan hisse senetlerinin
kârından ne nisbette zekât verileceği ihtilâf konusu olmuştur.
Bazı âlimler bu temettunun -diğer şartlar da gerçekleştiğinde- % 2.5 oranında
zekâta tâbi olması gerektiğini savunmuş, bazıları da sınaî şirket hisse
senetlerinin kendileri zekâttan muaf olmakla beraber gelirlerinin 1/10 veya
1/20 nisbetinde zekâta tâbi olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

Bu konuda şöyle bir öneri getirilebilir:

l. Hisse senetleri, türleri ne olursa olsun, sermaye piyasalarında alınıp satılmak
ve bu surette ticareti yapılmak amacıyla alınmış ise, vücûb tarihinde
sermaye piyasasındaki değeri üzerinden % 2.5 oranında zekâta tâbi olmalıdır.
Çünkü hangi tür mal ticareti yapılmak için elde bulunduruluyorsa, o mal ticaret
malları zekâtı hükümlerine tâbidir. Bu hususta -zekât kapsamını daraltan
ların dışında- farklı görüş ileri süren olmamıştır. Buna göre spekülatör sıfatıyla
sermaye piyasalarında hisse senedi alıp satanlar -ticaret sektöründe çalışan
her mükellef gibi- hisse senetlerinin piyasadaki değerleri üzerinden, nisab ve
yıl geçme (havl) şartları gerçekleşince % 2.5 oranında zekâtlarını ödemeleri
gerekir. Çünkü portföy sahibi devamlı bir yatırım için değil, zaman içindeki
değer artışlarından yararlanmak, yani hisse senetlerinin ticaretini yapmak için
onları almıştır. Artık bu hisse senetleri tam bir ticaret metaı haline gelmiştir.
Onların neyi ve hangi hakları temsil ettiği düşünülmez.

2. Eğer hisse senetlerini yatırımcı sıfatıyla elinde bulunduruyorsa, hisse
senedinin satın aldığı değeri + gelirinden, o hisse senedini ihraç eden şirketin
zekâta tâbi olmayan mal varlığını -yıllık bilançodan öğrenerek- çıkarıp,
geriye kalan meblağın % 2.5 oranında zekâtını vermelidir. Çünkü hisse senedi,
yukarıda da açıklandığı gibi, bir ticarî işletmenin tümünün (arsası,
binaları, makineleri, demirbaşı, parası, borç ve alacakları vb.) bütün maddî ve
mânevî varlığının belli bir parçasını temsil eden bir mülkiyet senedidir. Bir
şirketin hisse senedini alan kimse, o işletmenin aktif ve pasifindeki her şeye
ortak olur. Gerçi hisse senedi hamilleri onları uzun vadeli yatırım yapmak
için almış olsalar da, artık hisse senetleri onlar için bir işletmenin aktif ve
pasifindeki tüm varlıkları ve hakları tam temsil eden bir belge olmaktan
çıkmıştır. Fakat yatırım niyetiyle elde bulundurulduğundan dolayı hâlâ mülkiyet
senedi özelliğini korumaya devam ederler. Bu itibarla mülkiyetin satın
alınan değeri + gelirinden, zekâta tâbi olmayan mal varlıkları çıkarılarak
kalan % 2.5 oranında zekâta tâbi olmalıdır.
Hisse senetlerinin zekâtını, onları ihraç eden şirketler de verebilir, hisse
sahipleri de verebilir. Şirketler hisse senetlerinin zekâtını verirse -yukarıda
işaret ettiğimiz-İmam Şâfiî'nin ortak malın zekâtı ile ilgili ictihadına, hisse
senetlerinin zekâtını fertler verirse bu konuda Hanefîler'in ortaya koymuş
olduğu prensibe uyulmuş olur. Ancak hisse senetlerinin zekâtını
şirketler
verirse, şirketin tüzüğünde bu durumun açıkça belirtilmiş, genel kurulda bu
yönde bir karar alınmış, hisse sahibi hisselerinin zekâtını hesaplayıp çıkarma
yetkisini şirket yönetimine bırakmış olmalıdır.

V. ZEKÂTIN ÖDENMESİ
Yukarıda zekâtın vücûb ve sıhhat şartları ile hangi mallardan ne oranda
verilmesi gerektiği üzerinde duruldu. Şimdi ise bu zekâtın ne zaman ve ne
şekilde ödeneceği üzerinde durulacaktır.

A) ZEKÂTIN ÖDENME ZAMANI

Fakihler şartları gerçekleşen malda zekâtın derhal (fevrî) yani sene biter
bitmez ödenmesi gerektiğinde görüş birliğine varmışlardır. Çünkü malda
gerçekleşen zekât borcu, artık kul hakkıdır. Bu borcun ödenmesini -özürsüz
olarak- geriye bırakmak câiz değildir. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan
görüş bu olduğu gibi, İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'in görüşü
de bu yöndedir.

İslâm'da prensip olarak ibadetler hemen yerine getirilmesi istenen bir
husustur. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Hayırlar(ı işlemede) yarış yapınız" (Âl-i
İmrân 3/133) buyurur. Bütün hayır işlerinde acele etmek övüldüğüne göre,
malda gerçekleşen fakir hakkının bir an önce hak sahiplerine ödenmesi de
övülmeye değer bir iştir.

Altın, gümüş ve parada, ticaret malları ve hayvanlarda zekât, bir kamerî
yılın tamamlanması ile farz olur ve bu mallardan zekât her senede bir defaya
mahsus olmak üzere ödenir.

Toprak ürünlerinden zekât, senede kaç kere ürün alınırsa o kadar verilir.
Yani bir araziden bir senede iki kere mahsul alan kişi iki kere zekât verir.

Toprak ürünlerinde zekâtın vücûb vakti konusunda farklı görüşler bulunmakla
birlikte ağırlıklı görüş, bunun hasat esnasında olduğu yönündedir.
Bununla birlikte olgunlaşmaya başladığı andan itibaren takriben hesaplanıp
verilebileceği gibi, hasattan kısa bir müddet sonra vermek de mümkündür.
Toprak ürünleri hasattan sonra sahibinin kusuru olmaksızın helâk olsa veya
çalınsa zekâtı düşer. Bu tarihleme meyveler için de geçerlidir.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler madenlerde zekâtın, nisab miktarı maden istihsal
edilmesiyle, Hanefî ve Hanbelîler de balda zekâtın, nisab miktarı bal
elde edilmesiyle vâcip olacağı görüşündedir. Ancak toprak ürünlerinden
zekât, ekinler sürülmeden, meyveler de toplanmadan alınmaz.

Görüldüğü gibi toprak ürünlerinden zekât tahsili güneş takvim sistemine
göre "hasat zamanı"; hububat harmanlanıp sapından çıkarılınca, meyveler
toplanınca yapılmaktadır. Madenlerin de elde edilince zekâtı ödenmektedir.


Bunların dışındaki mallar; altın, gümüş, para, ticaret malları ve hayvanlar
ise üzerinden bir kamerî yıl geçmekle zekâta tâbi olmaktadır. Acaba bu
ikinci grup malların zekât borçlarını mükellef isterse sene dolmadan da verebilir
mi? Veya bunun aksi olarak zekât borcu ertesi yıla tehir edilebilir mi?

Hz. Ali'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber, amcası Abbas'ın
zekâtını vaktinden önce ödeyip ödeyemeyeceğini sorması üzerine ona ödeyebileceğini
söylemiş, Abbas da iki senelik zekât borcunu peşin ödemiştir
(Ebû Dâvûd, “Zekât”, 22, 37; İbn Mâce, “Zekât”, 7).

Fakihlerin çoğunluğu, bu uygulamadan hareketle, zekâtın vücûb sebebi
nisab bulunduğu takdirde kişinin zekâtını vaktinden önce ödeyebileceğini
söylemişlerdir. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedir.

İmam Mâlik ile Dâvûd ez-Zâhirî ise, mal ister nisaba ulaşsın ister ulaşmasın
vaktinden önce zekâtının verilmesinin câiz olmadığı görüşündedir. Bu
iki müctehide göre, sene geçme şartı
(havl) nisab gibi zekâtın vücûb şartlarından
olup, nasıl namaz vaktinden önce kılınmazsa zekât da vaktinden
önce ödenemez.

Zekâtın zamanında ödenmesi, ihtiyaç sahiplerinin haklarını doğrudan ilgilendirdiğinden,
mükellefin haklı ve geçerli bir sebep bulunmaksızın zekât
borcunu geciktirmesi doğru bulunmaz. Hatta fıkıh kitaplarında, zaruret olmaksızın
zekâtı vaktinde ödemeyen kişinin şahitliğinin kabul edilmeyeceği,
onun bu fiiliyle tıpkı, istendiğinde emaneti sahibine iade etmeyen emanetçi
konumunda olacağı ifade edilerek zekâtın vaktinde ödenmesinin önemi vurgulanmak
istenmiştir.

İslâm'daki "kolaylaştırma" prensibine uyarak zekât borcunun mâkul bir
süre geciktirilmesi câizdir. Meselâ zekâtın yerine ulaşmasını temin gayesiyle
daha muhtaç fakirleri aramak, gurbette olan fakir akrabaya zekât göndermek
veya zekât malına o anda mükellefin ihtiyacının bulunması, daha
sonra borcunu ödemesi halinde iktisadî bir sıkıntıdan kurtulmasının söz
konusu olması gibi sebeplerle zekât borcunun ödenmesi bir süre geciktirilebilir.
Ancak bu erteleme süresi içinde zekât mal telef olursa, tahakkuk eden
zekât miktarını öder. Çünkü zekât borcu doğmuş, mükellef verme imkânına
da kavuşmuş, ama herhangi bir sebeple ödemeyi geciktirmiştir.

Hz. Ömer'in, kıtlık yılında güç duruma düşen zekât mükelleflerinin zekât
borçlarını ertesi yıla ertelediği rivayet edilir. Fakihlerin çoğunluğu Hz. Ömer'in
bu uygulamasını esas alarak zekât borcunun ödenmesinde böyle bir ihtiyaçtan
dolayı erteleme yapılabileceği görüşüne varmışlardır. Ancak Ahmed

b. Hanbel ve bazı Mâlikî fakihleri ise durum ne olursa olsun zekât borcunun
ertelenemeyeceği görüşündedir.
Öteden beri müslümanlar zekât borçlarını rahmet ayı olan ramazan
ayında ödemeyi âdet haline getirmiş iseler de, zekâtın ödenmesi için tayin
edilmiş bir gün veya ay yoktur. Aslolan, vücûb şartları gerçekleşince zekâtın
ödenmesidir.

Bir malda zekât borcu doğduktan sonra, bu borç ödenmeden önce o mal
çalınmak, kaybolmak, gasbedilmek gibi yollarla helâk olsa; mükellef ister
ödeme imkânına sahip olsun veya olmasın, Hanefîler'e göre zekât borcu
düşer. Fakat bu malı bağış veya satış yoluyla tüketirse zekât borcu düşmez,
zekâtını vermesi gerekir.

Fakihlerin çoğunluğuna göre ise bu durumda zekât borcu düşmez. Mükellefin
onu yeniden ödemesi gerekir. Ancak İmam Mâlik'e göre, telef olduklarında
hayvanların zekâtı ödenmez.

Hanefîler, zekâtın mükellefin niyetiyle eda edilen ve niyâbet kabul etmeyen
bir ibadet olduğunu ileri sürerek, mükellefin ölmesiyle zekât borcunun
da düşeceğini söylemişlerdir. Ancak ölen vasiyet etmişse mirasının üçte
bir miktarından zekât borcu ödenir. Vasiyet etmemiş ise mal vârislerine intikal
eder. Fakat, vârisleri ödeme mecburiyetinde değillerdir. Ama öderlerse bu
nâfile bir sadaka yerine geçer. Çünkü zekât bir ibadettir. Her ibadet gibi niyetle
eda edilir. Borçlunun ölmesi sebebiyle niyet olmadığından borç da düşer.
Hanefîler zekât borcunu ödemeden ölen kimsenin, namazı, orucu
terkederek ölen kimse gibi günahkâr ve borçlu olarak öldüğü ve geride kalanların
onu bu borçtan kurtaramayacağı görüşündedirler.

Zekâtın niyete dayalı bir ibadet olma vasfından çok ihtiyaç sahiplerinin
hakkını ilgilendiren yönünü ön planda tutan cumhura göre ise, zekât borcu
mükellefin ölümü ile ortadan kalkmaz. Aksine ölen vasiyet etmese de
terikesinden ödenir. Namaz ve oruç bedenî ibadetlerdir. Onların yerine getirilmesi
için başkasını vekil tayin etmek mümkün değildir. Malî bir ibadet
olan zekâtta ise vekâlet geçerlidir. Çocuk ve akıl hastasının mallarından
velileri nasıl zekât ödemekle mükellefse ölenin vârisleri de onun zekât borcunu
ödemekle sorumludur.


B) ZEKÂTIN ÖDENME ŞEKLİ


Zekât bir ibadet olduğu için, kural olarak doğrudan mükellef birey tarafından
yerine getirilir. Fakat zekâtın malî yönünün bulunması, giderek düzenli
bir organizasyona ihtiyaç duyması ve kurumsallaşması, zaman içinde
bu malî ibadetin büyük bir organizasyon (devlet aygıtı) tarafından yerine
getirilmesini veya o aygıt tarafından denetlenmesini gerekli hale getirmiştir.
Zekâta “fakirin zengin bireylerin malındaki hakkı” gözüyle bakılması da
zekât organizasyonuna devletin girmesinde bir etken olmuştur. Bu kurumun
düzenli bir şekilde işleyişinin ancak devlet tarafından sağlanabileceği görüşü
yaygınlık kazanmıştır. Bu bakımdan İslâm toplumlarında, zekâtı zengin
bireylerden alıp hak sahiplerine dağıtma işini öteden beri devlet üstlenmiş ve
böylece zekâtın toplanması ve dağıtılması kamu hukukunun bir parçası
olmuştur.

Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber'e zenginlerin mallarından zekât
alması emredilmiş
(et-Tevbe 9/103), bu işlerde görevli personele “ve'l
âmilîne aleyhâ” (zekât işinde çalışanlar) ifadesi ile işaret edilmiş ve onlara bu
görevlerine karşılık olmak üzere, zekât gelirlerinden pay ödenmesi gerektiği
belirtilmiştir (et-Tevbe 9/60).

Bu iki âyet, zekâtın toplanıp hak edenlere dağıtılması işinin devlet tarafından
ele alınmasının gerekli bir görev olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber'in
"Onlara söyle, Allah mallarında zekâtı farz kıldı. Bu zekât zenginlerinden
alınır ve fakirlerine verilir" (Buhârî, “Zekât”, 1) diyerek Muâz b.
Cebel'i Yemen'e zekât toplamak üzere göndermesi de bu anlamda değerlendirilebilir.


Hz. Peygamber'in söz ve uygulaması, Hulefâ-yi Râşidîn ve daha sonraki
devirlerde izlenmiş, zekât tahsil ve dağıtım işi genellikle devlet memurları
tarafından yapılmıştır. Ancak gerek Hz. Peygamber gerekse Hulefâ-yi Râşidîn
devirlerinde mükelleflerin mallarının zekâtlarını kendiliklerinden getirip
devlet yetkililerine verdiğinin de birçok örneği vardır.
İleriki devirlerde fakihler zekâta tâbi malları; "el-emvâlü'l-bâtına" (gizli
mallar) ve "el-emvâlü'z-zâhire" (açık mallar) olmak üzere iki ana grupta ele
almışlar ve bunların tahsil edilmesinde farklı iki yol izlenmiştir.

Hanefîler, Hz. Osman dönemindeki uygulamayı esas alarak, açık mallardan
alınacak zekâtın toplama ve dağıtım yetkisinin devlete ait olduğu,
gizli malların zekâtının ise bizzat mükellef bireyler tarafından ödeneceği
şeklinde bir yaklaşımı benimsemişlerdir.


Şâfiîler, gizli malların zekâtının bizzat mükellef birey tarafından ödeneceği
görüşünde Hanefîler'le birleşir. Fakat, açık malların zekâtı konusunda
biri bunun devlet tarafından toplanıp dağıtılabileceği, diğeri, gizli malda olduğu
gibi, mükellef birey tarafından yerine getirileceği şeklinde iki görüş
bulunmaktadır.

Mâlikî mezhebine göre ise, zekâtın ilke ve amaçları doğrultusunda yapılmış
düzenlemelere tam riayet şartıyla, zekât borçları doğrudan devlete
ödenir.

Hanbelîler ise bu konuda bir ayırım ve tercih yapmaksızın, zekât borçlarının
devlete verilebileceği gibi, doğrudan hak sahiplerine de ulaştırılabileceğini
söylemişlerdir.

Fakihlerin çoğunluğuna göre devletin, zekâta tâbi olan bütün malların
zekâtlarının doğrudan kendisine verilmesini isteme yetkisi vardır. Devlet bu
yetkiyi kullanarak ödemekten kaçınanlardan zekât borcunu zorla alır. Fakihler
arasındaki ihtilâf, mükellefin zekât borcunu devlete ödeme mecburiyetinde
olup olmadığıdır. Fakihlerin bu konudaki farklı görüşlerinde ve
çekimser tavırlarında, dönemlerinde devlet eliyle toplanan zekâtın yerinde
harcanıp harcanmadığı yönündeki kanaatlerinin etkili olduğu açıktır.

Bu konu 1952 Şam Konferansı’nda âlimler tarafından ele alınmış ve şu
sonuca varılmıştır:

1. Zamanımızda müslümanlar zekât ödemede ihmalkâr davranmaktadırlar.
Bu itibarla Hz. Osman'ın gizli malların zekâtlarını ödemeleri hususunda
verdiği vekâlet geçerliliğini kaybetmiştir. Asıl kurala dönülerek zekât
devlet tarafından toplanıp dağıtılmalıdır.
2. Günümüzde hemen hemen bütün mallar açık mal haline gelmiştir. Ticarette
tutulan değerlerle banka ve şirketlerdeki paraların tesbiti ve belirlenmesi
kolay ve mümkündür.
Bu sebeplerden dolayı gizli-açık ayırımı yapılmadan bütün malların zekâtı
hükümetler tarafından oluşturulacak özel bir kurum vasıtası ile toplanıp
hak sahiplerine yani âyette öngörülen yerlere dağıtılmalıdır.

Zekâtın devlet tarafından toplanmadığı yerlerde mükellef, açık ve gizli
bütün mallarının zekâtını bizzat kendisi hak edenlere vermelidir.

Zekât, ister devlet eliyle toplansın isterse mükellef tarafından ödensin,
ödeme şekil ve usulüyle ilgili olarak dikkat edilmesi gereken bazı kurallar
vardır.

Kur'an'da, infak edilecek malların iyi vasıfta olması gerektiğine işaret
edilmiştir (el-Bakara 2/267). Zekât olarak ödenecek malların da "iyi" vasıfta
olmaları gerekir. Ancak, insanların en iyi malarının elinden alınması veya
bunu ödemekle yükümlü tutulmaları, insan tabiatına uygun gelmediğini ve
bunun başka sıkıntı ve güçlüklere yol açabileceğini bilen Peygamberimiz,
Muâz b. Cebel'e verdiği tâlimatta “Halkın en kıymetli mallarını zekât olarak
almaktan sakın” (Buhârî, “Zekât”, 1; Müsned, III, 341) diyerek âyette işaret
edilen, “iyi vasıf” kaydının “en iyi vasıf” anlamında anlaşılmasının önüne
geçmiştir. Zekât borcunu kendi ödemek durumunda olan mükellef de bu borcunu
"iyi" vasıfta olan mallarından ödemelidir.

Ödeme şekliyle ilgili ikinci mesele; “Zekâtın zekâta tâbi maldan ayrılarak
mal olarak (aynen) verilmesi şart mıdır, yoksa bu malın para olarak kıymeti
de verilebilir mi?” konusudur.

Fakihler bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakihlerin çoğunluğuna
göre, zekât borcu ancak zekâta tâbi olan maldan verilir. Meselâ hayvanlar
zekâta tâbi ise zekât borcu bu hayvanlardan, toprak ürünleri zekâta
tâbi ise zekât borcu bu ürünlerden verilmelidir. Onlar bir ibadet olan zekâtın
nisab, nisbet ve zekât borçlarının nasla sabit olduğunu, daha yararlı olduğu
kesin bilinse bile, buna muhalefet etmeye kimsenin yetkisi bulunmadığını
ileri sürerler. Ancak Şâfiîler ticaret mallarında kıymetin verilebileceği görüşündedirler.


Hanefîler'e göre zekât borçları, o malların kendilerinden verilebileceği
gibi, kıymetleri de verilebilir. Hanefîler zekât borcunun para olarak verilebileceğini
söylerken hem hadislere ve hem de zekâtın teşrî‘ amacına dayanmaktadırlar.


Hz. Peygamber hayvanların zekât borçlarının ödenmesinde aradaki yaş
farklarının iki koyun veya 20 dirhemle kapatılmasını
(bk. Buhârî, “Zekât”,
37) istemiştir. Ayrıca develerin zekâtında beş devede bir koyun zekât verilir.
Koyun deve cinsinden değildir.

Öte yandan, zekâtın amacı fakirin ihtiyacını gidermektir. Bu, zekâta tâbi
olan malın kendisinden zekât ödemekle gerçekleşebileceği gibi kıymetinin
verilmesi ile de gerçekleşir. Hatta kıymetin verilmesi ile bu amaca daha kolay
ulaşıldığı da söylenebilir. Çünkü kıymet (para) insanın çok çeşitli ihtiyaçlarını
karşılamaya elverişlidir.

Zamanımızda, insan ihtiyaçlarının çok farklılaştığı, eğitim, sağlık, barınma
gibi ihtiyaçların ön plana çıktığı dikkate alınırsa, Hanefîler'in bu ko
nudaki görüşlerinin daha tercihe şayan, fakirin ihtiyaçlarının giderilmesine
daha elverişli olduğu görülür.

Zekât ister aynî (malın kendisinden) isterse nakdî (para olarak kıymeti)
ödensin, toplandığı yerden başka bir yere gönderilmesi câiz midir? Bu konu
da fakihler arasında ihtilâflıdır.

Fakihler, zekâtın toplumsal ibadet olma yönünü ve toplumsal denge ve
barışı sağlamadaki rolünü dikkate aldıkları için, kural olarak zekâtın toplandığı
yerden başka bir yere ihtiyaç olmaksızın gönderilmesini hoş karşılamamış
iseler de, meselâ Hanefîler fakir akrabayı gözetmek, daha muhtaç bir
kişiye veya kişilere vermek, âlim bir kişiye yahut öğrenciye ulaştırmak gibi
amaçlarla zekâtın, zekât malının bulunduğu yerden başka bölgelere nakledilmesini
câiz görmüşlerdir.

Şâfiîler bu konuda daha sıkı davranarak, zekâtın malın bulunduğu yerde
dağıtılmasının gerekli olduğunu, ancak o yerde zekâtı alacak kimse bulunmadığında
başka bir yere nakledilebileceğini söylemişlerdir.

Mâlikîler zekâtın vâcip olduğu yerde veya oraya yakın bölgelerde dağıtılabileceğini,
bu yakın bölgenin de sefer hükümlerinin geçerli olduğu mesafeden
az olması gerektiğini söylemişlerdir.

Hanbelîler de, muhtaçlar bulunduğu halde zekâtı başka bölgelere gönderenlerin
günahkâr olacağını, buna rağmen zekâtını başka bölgelere gönderenlerin
zekât borçlarının ödenmiş sayılacağını ifade etmişlerdir.

Cumhurun görüşü, bir malın zekâtının o malın kazanıldığı ve bulunduğu
yerde dağıtılması, böylece o bölge halkının ihtiyaçlarına öncelik verilmesi
noktasından hareket eder. Ancak şehirleşmenin ve köyden kentlere göçün
hızlandığı, ticaret ve sanayinin belli bölgelerde yoğunlaştığı göz önünde
bulundurulursa, zekâtın dağılımında ülke genelini, hatta dünyadaki bütün
ihtiyaç sahibi müslümanları düşünmek ve mümkün olduğu ölçüde sosyal
dengeyi kurmak gerekir. Bu sebeple de, mükelleflerin zekâtlarını Hanefîler'in
belirttiği ihtiyaç ve sebepler mevcutsa bulundukları yerden başka bölgelere
göndermeleri câizdir. Meselâ yurt dışında çalışan müslümanların zekâtlarını
kendi ülkelerindeki fakirlere, şehirlerde oturanların köy ve kasabalarında
tanıdıkları ve daha muhtaç olduklarını bildikleri kimselere göndermeleri yerinde
olur.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol