""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Zekat ve Fitre Kimlere Verilir

                  ZEKÂT VE FİTRENİN DAĞITIMI
Zekâtın, müslümanın temel dinî ödevlerinden birisi olduğu Kur'an'da
sıklıkla tekrarlanmakla birlikte, namaz gibi zekât da genel ve kapalı
(mücmel)
bir ifadeyle emredilmiş, hangi malların hangi şartlar altında zekâta tâbi
oldukları konusunda ayrıntılı bilgi verilmemiştir. Bu konudaki ayrıntılı fıkhî
hükümlerin önemli bir kısmının Hz. Peygamber'in ve sahâbenin uygulamalarından
kaynaklandığını biliyoruz. Ancak Kur'an zekâtın kimlere verileceğini
özellikle belirtmiş ve hicrî 9. yılda inen Tevbe sûresinin 60. âyetinde bu
kişiler ayrı ayrı sayılmıştır. Âyette şöyle buyurulur: "Sadakalar (zekâtlar)
Allah'tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, zekât işinde çalışanlara, kalpleri
İslâm'a ısındırılacaklara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve
yolda kalmışlara aittir. Allah bilendir, hakîmdir."

Kur'an'da zekâtın harcama yerlerinin ayrı ayrı belirtilmesinin sebebi, önceki
âyetlerde (et-Tevbe 6/58, 59) açıklanmıştır: Hz. Peygamber zamanında
mala düşkün bazı kişiler zekât mallarına göz dikmiş ve Hz. Peygamber'den
bunları kendilerine vermesini istemişlerdi. Resûlullah onların hak etmedikleri
isteklerde bulunmalarını hoş karşılamamış, onlar da serzenişte bulunmaya
başlamışlardı. Bunun üzerine yüce Allah hem onların bu davranışlarını
kınayan âyetlerini indirmiş (et-Tevbe 9/58-59) hem de zekâtın sarf yerlerini
açıklamıştır.

Tarihin tanıdığı en eski devlet gelirlerinden olan vergi, yine tarih boyu
çeşitli ülke ve imparatorluklar tarafından değişik türlerde halktan toplanmış,
ancak bu vergiler genelde yerine harcanmayıp kral veya imparatorların kişisel
masraflarına veya onların akraba ve yardımcılarına harcanmak üzere
hazineye konulmuştur. Kur'an'da zekâtın sarf yerleri gösterilmekle, bu tür
yolsuzluk ve usulsüzlükler önlenmek istenmiş, zekâtın dağıtımı dar görüşlü
ve taraflı davranabilecek yapıdaki yöneticilerin insafına bırakılmamış, onu
almaya gerçekten hak kazanan fakir ve muhtaçlar dururken, hak etmeyen
fakat hırs ve tamahı yüzünden zekât mallarına göz dikenlerin ümitleri de
kırılmıştır.

A) ZEKÂTIN SARF YERLERİ


Zekâtın sarf yerleri, Kur'an'daki sıralamasına uygun olarak (et-Tevbe
9/60) şöylece açıklanabilir:


1. FAKİRLER ve MİSKİNLER
Âyette bu sınıf "el-fukarâ ve'l-mesâkîn" şeklinde geçer. Zekât verilecek
kişileri belirtmek üzere öncelikle zikredilen bu iki terim, şüphesiz tabii ve
zaruri ihtiyaçlarını temin edemeyecek olanları ifade etmektedir. Ancak bu iki
terimin aynı âyette peş peşe zikredilmesini dikkate alan fakihler bu iki terimin
ayrı iki sınıfı mı yoksa aynı sınıfı mı ifade ettiğini, hangi ihtiyaç derecelerini
gösterdiklerini tartışmışlardır.

a) Hanefîler, âyette zikredilen fakiri; ev ve ev eşyası gibi aslî ihtiyaçlarını
karşılayan malı olsa da gelirleri ihtiyaçlarını karşılayamayan, nisab
miktarından daha az malı bulunan kimse olarak anlamışlardır. Miskin ise
hiçbir geliri ve malı olmayan kimsedir. Bu tanımlar Ebû Hanîfe'den rivayet
edilmiş, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed hariç, diğer Hanefî fakihleri tarafından
da benimsenmiştir. Mâlikîler'in fakir ve miskin tanımları da Ebû Hanîfe'nin
tanımlarına yakındır.

Buna göre miskin, fakirden daha muhtaç kimseye denmektedir. Hanefî
fakihleri içinde tam bunun aksi tanımlar verenler de vardır. Ebû Yûsuf ve
İmam Muhammed ile Mâlikîler'den İbnü'l-Kasım'a göre fakir ve miskin aynı
sınıftır, aralarında bir fark yoktur.

Hanefîler'e göre zekât almaya hak kazanan fakir ve miskinler şu iki
grupta toplanabilir.

1. Hiç malı olmayan yoksul kişiler.
2. Zaruri ihtiyaçları dışında nisab miktarının altında malı olan kişiler.
b) Şâfiî ve Hanbelîler'e göre fakir; kendisinin ve bakmakla mükellef olduğu
kişilerin ihtiyaçlarını gidermeye yeterli malı ve kazancı olmayan kimsedir.
Miskin ise kendisine ve geçimini sağlamakla yükümlü kişilere yeterli
olmamakla beraber, sahip olduğu mal ve kazançla kıt kanaat geçinebilen
kişidir. Bu iki mezhebe göre fakir, miskinden de fazla ihtiyaç içinde olan
kimsedir.

Bu iki mezhebe göre de zekât almayı hak eden muhtaçlar;

1. Hiçbir malı ve geliri olmayanlar.
2. Malı ve geliri olup da bunlarla kendilerinin ve bakmakla yükümlü olduklarının
ihtiyaçlarını karşılayamayan kimselerdir.
Bu görüşlerin dışında fakir ve miskin terimlerinin, özellikle sosyal güvenliğin
temini açısından önemli olan tanımları da yapılmıştır.

Hz. Ömer'e göre fakir, müslümanların; miskin de gayri müslimlerin
muhtaçlarını ifade eder. Hz. Ömer'in yaşlı ve kör bir yahudiyi, maaş bağlanması
için beytülmâle gönderdiği ve görevliye "Bu adama ve benzerlerine
bakın.... ‘Sadakalar (zekât), ancak fakirler, miskinler...içindir’ âyetinde geçen
fukaradan maksat, müslüman fakirler, mesâkînden maksat ise Ehl-i
kitabın fakirleridir. Bu adam, kitap ehlinin miskinlerindendir" dediği nakledilir
(Ebû Yûsuf, el-Harac, s. 136).

Muhammed Hamîdullah, Hz. Ömer'in fakir ve miskin terimlerini din far-
kına göre tanımlamasının dil yapısına da uygun olduğunu delilleri ile anlatmaya
çalışır. Ancak tâbiîn fakihlerinden İkrime ve Hanefîler'den İmam Züfer
dışında hiçbir fakih bu görüşe katılmamış, diğer bazı delillere dayanarak
zekâtın sadece müslüman muhtaçlara verilebileceği görüşünde birleşmişlerdir.


Tevbe sûresinin 60. âyeti ile Hz. Peygamber'in ilgili hadislerinde gösterildiği
gibi zekât gelirleri ile öncelikle fakir ve miskinler korunmaktadır. Bu
iki terimin kapsamına, belli varlık ve gelir seviyesinin altına düşen kimselerin
tümü girmektedir. Bunlar iffetinden ötürü ihtiyaçlarını dile getiremeyenler
olduğu gibi ezile büzüle dilenenler de olabilir. Bu itibarla zekâtı devlet
topluyorsa devlet, yoksa mükellefler iffetinden ötürü isteyemeyen muhtaçları
da araştırıp zekât borçlarını ödeyeceklerdir ve böylece zekâtın olabildiğince
yoksullara aktarılması sağlanacaktır.

Fakir ve miskinlere ne kadar zekât verilebilir?

Fakir ve miskinlere bir defada verilebilecek âzami zekât miktarı konusunda
Hanefîler "nisab"ı, fakihlerin çoğunluğu da "kifâye"yi (yeterli miktar)
esas almışlardır. Bu bakımdan Hanefîler'e göre, fakir ve miskinlere bir defada
nisab miktarı zekât vermek câizdir. Ancak, zekât verilecek yoksul kişi,
borçlu yahut aile reisi değilse bu miktarda zekât verilmesi câiz olmakla birlikte
mekruhtur. Her hâlükârda yoksullara verilecek zekât daima nisab
miktarından aşağıda tutulmalıdır.

Hanefîler'e göre tabii ihtiyaçlarından başka -artıcı olsun olmasın- nisaba
ulaşan malı olan kimseye zekât verilmez.

Fakire verilecek âzami miktar konusunda öteki mezhepler "yeter miktar"
ölçüsünü getirmişler ve nisabı aşsın aşmasın bir yoksula yeterli miktar zekât
verilebileceğini savunmuşlardır.

Şâfiîler'e göre, fakirin fakirliğini ortadan kaldıracak, ona bir ömür boyu
sürekli yetecek ve bir daha zekât almaya muhtaç etmeyecek kadar zekât
verilmesi câizdir. Çünkü fakirlik ve miskinlik "nisab"a değil, "kifâye"ye (yeterli
mala) sahip olmamakla ölçülür.

Bir fakire ne kadar malın yeterli olacağının kesin bir ölçüsü yoktur. Bu,
kişinin mesleğine, yaşadığı muhit ve şartlara göre değişir. Meselâ mesleği
terzilik, marangozluk, kasaplık vs. olanlara sanatlarını yürütebilecek ve
meslektaşlarının bulundurduğu alet ve makineleri satın alabilecek kadar,
çiftçiye sürekli kendisine yetecek, tarla, bahçe alabilecek kadar zekât verilebilir.
Sanat ve mesleği olmayan muhtaçlara da yaşadıkları çevrenin şartlarına
göre bir ömür boyu yetecek miktarda zekât verilebilir.

Mâlikî ve Hanbelîler'e göre ise fakir ve miskinlere, kendilerine ve ailelerine
bir yıl yetecek kadar zekât verilebilir. Bir yıllık yeter mal kavramı da
kişi, muhit ve şartlara göre değişebilir.

Fakihler maddî imkânsızlığından dolayı evlenemeyenlere "evlenme yardımını",
ilim tahsili için çalışanlara "kitap almaları için yapılacak yardımları"
da kifâye (yeterlilik) kavramının kapsamına almışlardır.

Zengin, zekât verecek durumdaki kimse olduğu için, kural olarak zekât
alamayacağında fakihler görüş birliğindedir. Hz. Peygamber "Sadaka (zekât)
zengine helâl olmaz" (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 25) buyurmuştur. Ancak
fakihler zekât almaya engel teşkil eden zenginliğin sınırını belirlemede farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu itibarla fakir ve miskin terimlerinin daha iyi
anlaşılabilmesi için bunların karşıtı olan "zengin" terimini ayrıca ele almak
ve fakihlerin bu konudaki görüşlerini tesbit etmek gerekmektedir.

Hanefîler'e göre, şer‘an zengin sayılmanın ölçüsü nisabdır. Zenginliğin
şartı temel ihtiyaçlardan fazla olan nisab miktarı mala sahip olmaktır. Bu
malın artıcı vasıfta olması ise zekât ödeme mükellefiyeti için şarttır.

Buna göre zenginlik şu iki durumda ele alınmalıdır:

1. Kişinin hangi neviden olursa olsun, nisab miktarı artıcı vasıftaki zekâta
tâbi mallardan birine sahip olmasıdır. Meselâ 20 miskal altın veya 200
dirhem gümüş yahut bunların karşılığı paraya sahip olan zengin sayılır.
Aynı şekilde beş deveye veya kırk koyuna, yahut otuz sığıra mâlik olan da
zengin sayılır. Bütün bunlar zekât mükellefidir (Zamanımızda gümüşün
değeri aşırı derecede düştüğü için 561.2 gr. gümüş ve bunun TL. karşılığı nisap
sayılamaz. Ya altın veya sayılan malların ortalaması esas alınmalıdır). Bir kimse
aynı zamanda kendisinden zekât alınan zengin ve kendisine zekât verilen
fakir olamaz.


2. Kişinin temel ihtiyaçlarından fazla "artıcı" özellikte olmayan nisab
miktarı mala sahip olmasıdır. Bu durumdaki kişinin, zekât vermesi farz olmamakla
beraber:
a) Zekât alması haramdır.

b) Fitre vermesi vâciptir.

c) Kurban kesmesi vâciptir.

Temel ihtiyaçlarından fazla mal varlığı olmayan kişiye, bu mallarının
değeri ne olursa olsun, zekât verilebilir. Çünkü temel ihtiyaçlar zekât hukuku
yönünden yok farzedilir.

Sonuç olarak temel ihtiyaçlar dışında ister artıcı vasıfta olsun ister bu
vasfı taşımasın herhangi tür maldan nisaba sahip olan kimseye zekât verilemez.
Nisab miktarından az mala sahip olan kişiye, sağlıklı ve kazancı da
olsa zekât verilebilir. Çünkü şer‘an zengin sayılmanın sınırı ve ölçüsü
nisabdır. Nisâbın altında mala sahip olanlar fakir, üstünde mal varlığı olanlar
zengin sayılır. Ancak artıcı özellikte nisab miktarı mala sahip olmak
(nisâb-ı gınâ) zekât almaya engel teşkil ettiği gibi, kişiyi -diğer şartların da
bulunmasıyla- zekât vermekle de mükellef kılar. Bu vasfı taşımayan nisab
miktarı mala sahip olmak ise (nisâb-ı istiğnâ), zekât vermeyi gerektirmemekle
beraber zekât almaya mani olur.

Hanefîler'e göre şer‘an zengin bir erkeğin küçük çocuğu da babasına
nisbetle zengin sayılır. Ona da zekât verilemez. Fakat zengin bir kadının
fakir ve yetim çocuğuna -babası müslüman ise- zekât verilebilir. Zira çocuğun
nesebi babaya aittir. Annesinin serveti sebebiyle zengin sayılmaz. Aynı
şekilde bir kimse zengin bir şahsın fakir olan babasına, büyük oğluna veya
kızına ve hanımına zekât verebilir. Çünkü bunlar müstakil velâyete sahiptirler.
Babanın servetiyle zengin sayılmazlar.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler'e göre ise zenginlik ölçüsü “kifâye” yani kişiye
ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere yetecek kadar mala sahip olmaktır.


Zenginliğin belirli bir sınırı yoktur. İnsan imkân ve gücüne göre ya zengin
olur ya da fakir olur. Kişiye sahip olduğu mal yetiyorsa onun zekât alması
haramdır. Malı ve kazancı yetmiyorsa zekât alması helâldir.

Muhtaç olmak fakirlik, muhtaç olmamak zenginliktir. Muhtaç olan herkes
zekât almayı hak eder.

Bu görüşe göre:


1. İster artıcı vasıfta olsun ister olmasın, kendisine ve bakmakla mükellef
olduğu kişilere yetecek kadar mala sahip olan kimsenin zekât alması câiz
değildir.
2. Nisabın üstünde malı olduğu halde bu varlığı kendisinin ve aile fertlerinin
geçimini sağlıyamıyorsa, o kişinin zekât alması câizdir. Meselâ, nisabın
çok üstünde ticarî sermayesi olan bir kimse, ticarî hayattaki durgunluk veya
başka bir sebepten dolayı geçim sıkıntısına düşmüş ise onun zekât alması
câizdir.
Zekât almayı engelleyen ölçüyü "kifâye" (yeterlilik) olarak kabul eden
fakihlerin çoğunluğu, vücudu sağlam, çalışma imkân ve gücüne sahip olduğu
halde çalışmayan tembel kişilere zekât vermenin câiz olmadığı görüşünde
de birleşmişlerdir.

Bir de müslümanın başkalarından yardım dilenmemesi için konulmuş
zenginlik ölçüsü vardır ki buna "nisâb-ı istiğnâ" adı verilmektedir. Hanefî
mezhebine göre nisâb-ı istiğnâ -eski değerine göre- 200 dirhem gümüş veya
bunun değeri herhangi tür bir maldır. Bu kadar mal veya paraya sahip olamayanların
başkalarından yardım istemesinde bir sakınca yoktur.

Fakihlerin çoğunluğu ise ihtiyaç sahibi olan kimselerin dilenmesinin câiz
olduğunu, ihtiyacı olmayanların dilenmesinin ise haram olduğunu söylemişlerdir.


Zaruret olmadıkça başkalarından istememe konusu üzerinde titizlikle
duran fakihler 40 veya 50 dirhem parası bulunan kimselerin dilenmesini
yasaklayıcı mahiyetteki hadisleri, bu durumda yardım istemenin mekruh
olduğu şeklinde yorumlamışlardır.

2. ÂMİLLER
Fakirler ve miskinler iki ayrı grup sayılacak olursa, ilgili âyette zekât gelirlerinden
pay alacakları belirtilen üçüncü grup kişiler "zekât işlerinde çalıştırılan
memurlar" anlamına gelen âmillerdir. Sözlükte bir iş yapan, işçi, zanaatkâr
gibi mânalara gelen "âmil", terim olarak, zekât gelirlerini toplamak
ve ve dağıtmakla görevlendirilen kişiyi ifade eder.

Âmil terimi hadislerde genel olarak idareci, her türlü devlet gelirlerini,
özellikle zekât gelirlerini toplayıp dağıtan kişi anlamında kullanılmaktadır.
Bunun yanında hemen hemen aynı anlamda "ârif, âşir, câbî, emîn, hâzin,
sâî ve musaddık" terimlerinin kullanıldığı da görülmektedir.


Kur'an'ın, âmilleri zekâttan pay almayı hak eden sekiz sınıftan biri olarak
zikretmesi, zekâtı toplama ve dağıtım işinin devletin kontrol ve idaresi altında
yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Nitekim Hz. Peygamber döneminden
itibaren zekâtın âmiller vasıtasıyla toplandığı bilinmektedir. İslâm'ın ilk
dönemlerindeki uygulamalardan anlaşıldığına göre zekât gelirlerini bir yere
toplayan, muhafaza eden, hak sahiplerine dağıtan, hesap işlerini yürüten,
tartan, ölçen, sayan ve zekât idaresinin her kademesinde çalışan memurların
tamamı âmiller sınıfına girmektedir.

Zekât âmilliğine tayinde aranacak şartlar, âmillerin hak ve görevleri ve
âmillerin ücreti konuları fıkıh literatüründe etraflı bir biçimde ele alınmıştır.
Bu konudaki ayrıntılar ve görüş ayrılıkları bir yana, bütün bilginlere göre,
zekât âmillerinin ücrete veya zekâttan paya hak kazanabilmeleri için fakir
olmaları
şart değildir. Zira Hz. Peygamber zekâtın beş kişi müstesna zengine
helâl olmayacağını belirtmiş ve bu beş kişi içinde zekât âmillerini de say-
mıştır (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 25).

3. MÜELLEFE-i KULÛB
İlgili âyette zekât verilecek dördüncü grup, "müellefe-i kulûb" olarak nitelendirilmiştir.
Müellefe-i kulûb, kalpleri kazanılmak, İslâm'a ısındırılmak
veya kötülüklerinden emin olunmak istenen yahut müslümanlara faydalı
olacakları umulan kişilerdir. Bu tanıma göre müellefe-i kulûb müslümanlar
ve gayri müslimler olmak üzere ikiye ayrılır.

1. Gayri müslim olanların kalplerinin kazanılması ile, kendilerinin veya
onlara tâbi olan fertlerin İslâm'a girmeleri umulur, yahut onlardan veya
yakınlarından gelebilecek kötülüklerden korunulur.
Müellefe-i kulûbun bu çerçevede anlaşılış ve uygulanışı, günümüzde
uluslararası arenadaki lobi faaliyetini de kısmen içine almaktadır.

2. Müslüman olanların kalplerinin İslâm'a daha çok ısındırılmasında ise
şu maksatlar güdülür:
a) İslâm'a yeni girmiş olanlara İslâm'da sebat etmeleri için yardım edilir.

b) Çevresinde sözü geçen, İslâm'ı tam benimsememiş kimselere zekât
verilerek, müslümanlarla daha iyi kaynaşmaları, böylece İslâm için ciddiyetle
çalışmaları umulur.

c) Sınır bölgelerinde görev yapan müslümanlara bu fondan yardım yapılarak
toplumun genel asayiş ve güvenliğini teminde aktif katkıları sağlanır.


d) Önemli mevkilerde olan kimselerin İslâm’ın ve müsülmanların genel
yararına uygun davranması ve harcama yapması teşvik edilir.

Hz. Peygamber gerek zekât ve gerekse fey ve ganimet gibi diğer devlet
gelirlerinden, kalpleri kazanılmak ve İslâm'a ısındırılmak istenen kişilere
paylar vermiştir. Bunlardan bazılarına da bu fondan yararlanacaklarını gösteren
belgeler vermişti. Bu belge sahipleri Hz. Peygamber'in vefatından
sonra Hz. Ebû Bekir'e gelerek paylarını istediler; o da görüş almak üzere bu
kişileri Hz. Ömer'e gönderdi. Hz. Ömer onlara:

"Hz. Peygamber, İslâm'a ısındırmak için size zekâttan pay veriyordu.
Bugün Allah dinini güçlendirmiştir. Müslüman kalırsanız kalırsınız, aksi
halde sizinle harbederiz" dedi. Kaynaklarda Hz. Ömer'in bu ictihadı üzerine
artık Hulefâ-yi Râşidîn devrinde müellefe-i kulûb faslından hiçbir kimseye
pay ayrılmadığı, hatta bu konuda sahâbe icmâı oluştuğu ileri sürülür.

Bu uygulamayı göz önünde bulunduran Hanefî ve Mâlikî fakihleri Hz.
Peygamber'in vefatından sonra müellefe-i kulûbun zekât gelirlerinden payının
düştüğü görüşündedirler. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'in de prensip
olarak bu görüşü savundukları, ancak İmam Şâfiî'nin müslümanlar savaş
gibi felâketlerle karşılaştıklarında müellefe-i kulûb fonuna yeniden işlerlik
kazandırılabileceği kanaatinde olduğu nakledilir.

Bir Kur'an hükmünün Hz. Peygamber'in vefatından sonra nesh ve lağv
edildiği düşünülemez. Konu, toplumun sosyal ve siyasal yapısıyla, müslümanların
böyle bir fon ayırmaya ihtiyaç duyup duymamasıyla alâkalıdır.
Müslümanların yanında yer almalarında büyük fayda görülen bazı gayri
müslim devletlere ve uluslararası etkin kuruluşlara zekât dışı gelirlerden
yardım yapılabileceği gibi, İslâm'ı duyurmak ve yaymak amacıyla müslümanlar
tarafından yapılan her türlü tanıtım ve ikna faaliyetleri de bu fondan
desteklenebilir. Aynı
şekilde yeni müslüman olanlara yardım edilerek onların
ülkelerindeki müslüman olmayanlara İslâm sevdirilir.

4. RİKAB
Rikab "boyun" mânasına gelen rakabe kelimesinin çoğuludur. Zekâtın
sarf yerlerine ilişkin açıklamanın yer aldığı âyette, boyunduruk altındaki
kimseler için pay ayrılmasından söz edilir. Âyetin bu ifadesi, o dönemden
itibaren zekâtın sosyal bir vâkıa olarak İslâm toplumunda da yaygın olan
köleliğin tedrîcen kaldırılması yönünde harcanması
şeklinde anlaşılmıştır.


Bu anlayış, aynı zamanda İslâm dininin insan hürriyetine önem vermiş ve
müslümanları bu istikamette yönlendirmiş olmasının da tabii sonucudur.

İslâm'ın doğuş yıllarında kölelik bütün dünyada yaygın bir halde idi. İnsanlar
zorla kaçırılıp köleleştiriliyor, borçlu borcundan, suçlu suçundan dolayı
köle yapılıyordu.

İslâm hür insanların bu ve benzeri yollarla köle yapılmasını yasaklamıştır.
Kölelik kaynaklarından biri de düşman esirlerinin köleleştirilmesidir.
Ancak İslâm bu kaynağı da son derece daraltmış, haklı ve meşrû bir savaşta
alınan esirlerin önce fidye karşılığı veya karşılıksız salıverilmelerini emretmiş
(bk. Muhammed 47/4), devlet başkanına da, düşmanın esirleri köleleştirdiği
öğrenildiğinde, müslümanlar için yarar gördüğünde alınan esirleri köleleştirme
yetkisi vermiştir. Bu çok sınırlı cevaza karşın İslâm, kölelerin hürriyetlerine
kavuşabilmeleri için birçok düzenleme ve önlem getirmiştir. Bu
çerçevede olmak üzere köleleri hürriyetlerine kavuşturmak için zekâttan pay
ayırmıştır.

İlgili hadis ve ilk devir uygulamalarını değerlendiren fakihler, "rikab" teriminin
kapsamına hangi çeşit kölelerin girdiği konusunda farklı görüşler
ileri sürmüşler ise de, bu fona efendisiyle hürriyet anlaşması yapan kölelere
yardımdan (mükâteb), devlet başkanının zekât geliriyle köleler satın alıp
âzat etmesine kadar geniş bir kullanım alanı sağlandığı görülür.

Kölelik sistem ve uygulamasının günümüzde kalktığını göz önüne alan
İslâm bilginleri, âyetin bu hükmünün tatbik imkânı konusunda değişik bakış
açılarını gündeme getirmişlerdir. Bu seçenekler daha ziyade bu fonun savaş
esirlerine veya ağır borç yükü altında ezilen kimselere tahsisi yönündedir.
Âyetin bu fonu, temel insan haklarının başında gelen insan hürriyetinin sağlanmasına
ayırdığı dikkate alınınca, âyete günümüzde işlev kazandırmanın en
uygun yolunun bu fonun dünya ölçeğinde insan haklarının iyileştirilmesinde
kullanılması olduğu söylenebilir.

5. BORÇLULAR
Âyette zekâtın sarf yeri olarak gösterilen altıncı grup, borçlulardır (elgarimîn).
Hanefîler'e göre garimîn, borcu olan ve borcundan başka nisab miktarı
malı bulunmayan kimselerdir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri de
garimînin tanımında "borçlu olma"yı esas alırlar ve borcun sebebinin borç
luya zekât verme hükmüne etkisini dikkate alarak borçluları iki kısma ayırırlar:


1. Kendi ihtiyacı için borçlananlar: Geçim masrafları, mesken edinme,
tedavi masrafları, çocuğunu evlendirme gibi sebeplerle borçlanan kimselerle
yangın, sel, deprem, kaza ve israf dışında bir sebeple iflas eden kimseler bu
gruba girer.
2. Toplumun menfaati için borçlananlar: İki aile veya iki köy halkı arasında
kan veya mal davalarından çatışma çıktığında, fitne alevini söndürmek
için tarafları razı edecek malı vermeyi taahhüt edip hiçbir karşılık beklemeyen
kimse bu sebeple borçlanırsa, bu borçluya zekât verilir. Bu itibarla,
"Ara bulmak için borçlanan kişinin borcu zekât malından ödenir, isterse bu
kişi gayri müslim iki toplumun arasını bulmak için borçlanmış olsun" denilmiştir.
Hayır kurumlarında hizmet ederken ve kimsesizler yurdu, hastahane,
okul, cami yapımı gibi bir sosyal hizmeti gerçekleştirirken borçlananlar da,
ara bulmak için borçlananlar gibidir. Bunların da borçları zekât malından
karşılanabilir.

Kabîsa b. Muhârik ara bulmak için ödediği diyetten dolayı borçlanır ve
Hz. Peygamber'e gelerek yardım ister. Hz. Peygamber, o anda zekât geliri
bulunmadığı için, ona zekât gelinceye kadar beklemesini söyler ve şu eklemeyi
yapar:

"Ey Kabîsa! İstemek sadece üç grup insan için helâldir: a) Ara bulmak
için diyet verir veya kefil olur, borçlanır, borcunu ödeyene kadar onun istemesi
helâl olur, borcu kapatılınca artık isteyemez. b) Malı bir âfet sonucu helâk
olur. O kimsenin de ihtiyacını karşılayacak kadar istemesi helâldir. c)
Fakir düşen ve fakirliği komşularından üç güvenilir şahitle doğrulanan kimsenin
istemesi de helâldir. Bu üç grup insandan başkalarının dilenmeleri haramdır.
Onlar dilenip aldıklarını haram olarak yerler" (Müslim, “Zekât”, 36).

Kendi ihtiyaçları için borçlanan kişiye zekât verilebilmesi bazı
şartlara bağlanmıştır. Bunlar:

1. Nisab dışında borcunu ödeyecek serveti bulunmamak. Elinde borcunun
bir kısmını ödeyecek kadar nisab fazlası malı varsa, borcunun diğer
kısmını ödeyecek kadar zekât verilir. Kazanma gücünün olması borçluya
zekât vermeye mani değildir.


2. İçki, kumar ve zina gibi dince yasaklanan bir haramı işlemek veya
harcamalarında israfa kaçmak suretiyle borçlanmış olmamak.
3. Borcun süresi dolmuş olmak. Vadesi gelmemiş borcu olanlara zekât
verilmez diyenler olduğu gibi verilir diyenler de vardır.
4. Borcun kul hakkından doğan bir borç olması. Zekât ve kefâret gibi
borcu olanlar garimîn teriminin kapsamı dışındadır. Ancak fakihlerin hepsi
bu şartı koşmamışlardır.
Ölen kimsenin borçlarının bu fondan ödenip ödenemeyeceği de fakihler
arasında tartışmalıdır. Hanefî ve Hanbelî fakihleri ile bir görüşünde İmam
Şâfiî ölen kimsenin borçlarının zekât verilerek ödenemeyeceğini ileri sürmüşlerdir.
İmam Mâlik’e ve İmam Şâfiî'nin diğer görüşüne göre ölünün
borcu bu fondan ödenebilir.

Borçluya ihtiyacı kadar zekât verilir. Bu ihtiyaç da borcun ödenmesidir.
Borçlu borcunu kendisine verilen zekâtla ödemez de başkasının ödemesi
veya alacaklılarının bağışlaması gibi yollarla bu borç ödenirse verilen zekât
kendisinden geri alınır. Çünkü bu fondan verilen zekât borcu kapatmak içindir.


6. FÎ SEBÎLİLLAH
Âyette zekât verilecek yedinci grup için fî sebîlillâh terimi zikredilmektedir.
Kelime anlamı "Allah yolunda" demek olan fî sebîlillâh tabirinin -biri
dar diğeri geniş- iki anlamı vardır:

1. Allah Teâlâ'nın rızâsına uygun ve O'na yaklaşmak amacıyla yapılan
her türlü hayırlı işte çalışan.
2. İslâm'ı yüceltmek uğruna bilfiil cihadda (sıcak harp) bulunan.
"Allah yolunda" tabirinin, zekât gelirinden Allah yolunda cihad için de
bir fon ayrılması gerektiğini bildirdiği açıktır. Ancak cihad kavramının İslâm
kültüründe geniş bir anlam yelpazesine sahip olması sebebiyle, âyetin bu
ifadesinin kimleri ve ne tür faaliyetleri kapsadığı hususu İslâm bilginleri
arasında geniş tartışmalara konu olmuştur.

"Allah yolunda" tabirinin ilk planda "Allah yolunda savaşanlar (gaziler)"
şeklinde anlaşılmış olması, âyetin ifade tarzından ziyade İslâm'ın yayılış
dönemindeki sosyopolitik şartlarla ve uluslararası ilişkilerle ilgili olmalıdır. O
dönemde cihadın en yaygın ve etkili yolu akınlar ve sıcak savaşlar oldu
ğundan fakihler de din ve vatan yolunda savaşanlara zekât gelirinden fon
ayrılmasını elzem görmüşler, bu yorum âdeta bütün fakihlerce benimsenmiştir.


Bazı fakihler bu fondan hac ve umre yapanlara, ilim tahsil edenlere zekât
verilebileceğini, hatta cami, okul, hastahane yapımı gibi işleri üstlenmiş
her türlü hayır kurumuna da bu fondan ödenek ayrılabileceğini söylerler.

Çağımızda bazı âlimler "Allah yolunda" tabirine geniş bir anlam yükleyerek
müslümanların yararına olan her türlü faaliyeti bu kapsamda görmektedir.
Onlara göre günümüzde bütçe gelirlerinden büyük bir kısmın ülkelerin
savunma giderlerine ayrılmakta olduğu bilinmektedir. İslâm dini
tebliği, yani kendisini duyurmayı ve tanıtmayı hem kendisine inananlara bir
borç olarak yüklemiş, hem de bunu toplumun başta gelen görevlerinden
saymıştır. Ayrıca müslümanların dış saldırı ve tehlikelere karşı korunması
da devletin görevlerindendir. Öyle ise zekât gelirlerinden bir fonun İslâm'ın
tebliğine ve ülke savunma giderlerine ayrılması yerindedir.

7. İBNÜSSEBÎL
 
Âyette zekâtın sekizinci sarf yeri olarak ibnüssebîl tabiri kullanılır.
Sözlükte "yol oğlu" anlamına gelen ibnüssebîl, yolcu, yola çıkmış ve bir süredir
yolda olan kimse demektir. Araplar bir şeye uzun müddet devam eden
kimseye onun adını verirler.

Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî fakihlerine göre, âyette zikredilen ibnüssebîlin
terim anlamı, memleketinde malı olmakla birlikte bulunduğu yerde malı,
parası olmayan, yani parasızlıktan yolda kalmış kimse demektir. Gurbette,
herhangi bir sebeple muhtaç duruma düşen kişi memleketinde malı da olsa,
o maldan yararlanamadığı sürece, fakir gibidir ve ona zekâtın bu fonundan
pay verilir.

Şâfiîler'e göre ise bu terim, hem gurbette kalmış yolcuyu, hem de yolculuk
yapmayı düşünen fakat bunun için maddî imkân bulamayan kimseyi
içine alır.

Yolcuya zekât verilebilmesi için onun memleketine gidecek kadar parası
ve malı bulunmaması ve yolculuğa meşrû amaçlarla çıkmış olması gerekir.
Şâfiî ve Mâlikî mezhebi fakihlerinden bazıları muhtaç duruma düşen yolculara
zekât verilebilmesi için onların kaldıkları yerde borç verecek kimse bu
lamamış olmalarını da şart koşarlar. Ancak Hanefîler'le Hanbelîler böyle bir
yolu daha uygun görseler de şart koşmazlar.

Yolda kalmış, yanında yoluna devam etmek veya memleketine dönmek
için maddî imkânı bulunmayan kimseye yolculuğuna devam etmesi veya
malının bulunduğu yere dönmesine yetecek kadar zekât verilir. Memleketine
dönüp malına kavuştuğu zaman verilen zekâttan artan miktar varsa;
Hanefîler'e göre bu artan zekât malını geri vermeye zorlanmaz. Şâfiîler'e
göre verilen zekâttan ne artarsa geri alınır.

Ülkelerinde mal ve mülkleri olduğu halde, çeşitli baskılarla ülkelerini
terketmek zorunda kalan mültecilerle, kalacak yeri, oturacak evi olmadığı için
dışarılarda ve yollarda yatanlara da ibnüssebîl fonundan zekât verilebilir.

Âyette zekâtın sarf yerleri olarak gösterilen sekiz grup veya kavramda
ortak özelliğin, tabii ve âcil ihtiyacını gideremeyen, darda ve zorda kalan
kimselere yardımcı olma ile toplumun genel yararlarını gözetme şeklinde iki
temel noktaya indirgenmesi mümkündür.

İhtiyaç ve sıkıntı içinde olan kimseler üç grupta ele alınabilir:

1. Kendi iradelerinin dışında çok çeşitli sebeplerle tabii ihtiyaçlarını karşılayamaz
hale gelen ve muhtaç duruma düşen kimseler. Yetim ve kimsesizler, ihtiyarlayıp
iş tutamaz hale gelen yaşlılar, doğuştan sakat olan ve para kazanamayanlar,
herhangi bir kazaya uğrayan ve çalışma gücünü kaybeden sakat veya
mâlul, hasta ve kötürümler böyledir. Bunlardan bir kısmının fakirliği geçicidir, bir
kısmının ise ölünceye kadar devam eder. Meselâ yetim bir çocuk büyüyüp iş
buluncaya veya iş kuruncaya kadar, yaşlı ölünceye kadar, hasta iyileşinceye
kadar ihtiyaç içinde olabilir. O halde fakirlik ve miskinlik insanın elinde olan bir
sonuç değildir. Bunun için, onların ihtiyaçlarını giderecek maddî yardımın yapılması
gerekir. Çünkü bunların sosyal güvenliğe ihtiyaçları vardır. Başka bir deyişle
toplum bu insanları açlık ve sefaletle yüz yüze bırakmamak zorundadır. Bu
sebeple zekât verilecek kimseler arasında ilk sırada fakir ve miskinler zikredilmiş
ve onların ihtiyaçlarının giderilmesi istenmiştir.
2. Çalışma güçleri olduğu halde muhtaç duruma düşenler. Bunlar içine
işsizler, borçlular, gaziler, yolda kalmışlar ve köleler girebilir. Şu veya bu
şekilde işini kaybetmiş, çalışma gücü mevcut olduğu halde geliri kesilmiş ve
muhtaç hale düşmüş kimsenin iş buluncaya kadar ihtiyaçlarının esiri olmaktan,
yani fakirlikten kurtarılması gerekir. Böyle olmazsa bu kişiler geçimlerini
borçla sürdürmek mecburiyetinde kalırlar. Fakirlik de borçluluk da
insanı yıpratan ve rahatsız eden bir sıkıntıdır. Toplumun imkânı ölçüsünde
bu sıkıntıyı gidermesi, bu tür yaraları sararak bütün üyelerini kuşatan bir
sosyal güvenlik şemsiyesi kurması istenmiştir. Aynı
şekilde yolda kalmış
kimsenin de bu sosyal güvenlik ağından yararlandırılması gerekir.

3. Zekât işlerinde çalıştırılanlar. Bunlara emeklerinin karşılığı ücretin zekât
gelirlerinden ödenmesi tabiidir. Müellefe-i kulûb ise, İslâm toplumunun
birinci görevi olan tebliğ, yani İslâm'ı yaymak ve duyurmak gayesiyle harcanacak
fona dahildir.
Görüldüğü gibi zekât, toplumda sosyal güvenliğin ve dengenin kurulmasında
önemli bir rol üstlenir. Zekât aslında gelir ve varlığı yeniden dağıtıma
tâbi tutmaktadır. Bu yeniden dağıtımda, yukarıdan aşağıya, yani belirli bir
çizginin (nisab) üstünde varlığı ve geliri olanlardan, bu çizginin altında gelir
ve varlığı olanlara bir aktarım yapılmaktadır. Bu arada zekât alan kadar zekât
verenin de duyacakları mânevî tatminlerle din kardeşliği, dostluk, arkadaşlık,
akrabalık, insanlık gibi duygular insanlar arasında gelişecek, zekât sayesinde
birbirini seven, sayan, birbiriyle anlaşan, paylaşan, dertleşen, birbirinin derdine
ortak olan gerçek bir toplum, huzurlu, istikrarlı, içinde insanca yaşanan
bir toplum ortaya çıkacaktır.

Zekât gelirinden dinin genel maksat ve hedefleri için de fon ayrılmış olması,
İslâm'ın hayatı bir bütün olarak görmesinin tabii sonucudur. Öncelik
ve ağırlığın ihtiyaç sahiplerine verilmiş olması ise, toplum huzur ve mutluluğunun
fertlerin teker teker mutlu ve huzurlu oluşundan geçtiği, toplumun
her bir üyesinin ayrı bir değer olarak kabul edilip insana saygı ilkesinin ön
plana çıktığı anlamına gelir.

B) ZEKÂTIN DAĞITIM USULÜ

Zekâtın, ilgili âyette geçen ve yukarıda açıklanan sekiz sınıfa verilmesi
gerektiği fakihler arasında genel kabul görmüş, fakat zekât gelirinin bu sekiz
gruba nasıl dağıtılacağı, grupların payının eşit olmasının gerekip gerekmediği
tartışmalı kalmıştır.

Hanefî ve Mâlikî fakihleri ile Ahmed b. Hanbel'den nakledilen bir görüşe
göre, zekât mükellefi zekâtını bunların her birine verebileceği gibi, sadece bir
sınıfa da ödeyebilir. Bu fakihlere göre zekâtın sarf yerlerinden söz eden âyet,
zekâtta her bir grubun ayrı ayrı ve eşit hakkı olduğunu ve bunlar arasında
bölüştürülmesi gerektiğini açıklamak için değil, zekâtın bu yerlere verilebileceğini
açıklamak içindir.

Şâfiîler'e göre zekât, sahibi veya vekili tarafından dağıtılıyorsa, zekât
işinde çalışanlar (el-âmilîn) dışında yedi sınıftan bulunabilenlere eşit olarak
dağıtılmalı ve her sınıftan en az üç kişiye verilmelidir. Çünkü âyette zekât
verilecek sınıfların ayrı ayrı hak sahibi oldukları belirtilmek istenmiştir.
Ahmed b. Hanbel'den de bu yönde bir görüş rivayet edilmektedir.

Ayrıca âyette sekiz grup insanın sayılması, bunların dışında kimseye zekât
verilip verilemeyeceği tartışmasını da gündeme getirmiştir. Fakihlerin çoğunluğuna
ve İslâm hukukunun klasik doktrinine göre âyet, zekâtı kendine has nitelikleri
bulunan özel bir hak/ödeme sayıp sadece bu sınıflara tahsis etmekte, diğer
harcama alanlarını ve ihtiyaç sahiplerini ise başka tür tahsilâtlara ve ödemelere
bırakmakta, bu nedenle zekâtın bu sayılan alanların dışında bir yere harcanması
câiz görülmemektedir. Günümüzde müslüman toplumların alacağı yeni şekle de
bağlı olarak zekâta daha geniş bir işlev kazandırmak isteyen bazı âlimlerin anlayışı
ise, âyetin geniş yorumlanması, sayılan sekiz sınıfın hemen hemen her toplumdaki
âcil ihtiyaç sahiplerini örneklendirmeyi amaçladığı, benzer ihtiyaç sahiplerinin
ve kamu yararı taşıyan alanların da zekâtın sarf yeri kapsamına alınabileceği
yönündedir. Âyette sayılan "müellefe-i kulûb" ve "fî sebîlillâh" kavramlarına
geniş yorum getirenler de dolaylı olarak benzeri bir sonuca varmaktadır.
Görüş ayrılığının temelinde, İslâm toplumunda zekâtın anlam, amaç ve işlevinin
ne olacağı konusundaki farklı yaklaşımlar yatmaktadır.

Öte yandan, günümüzde zekâtın dağıtımının zenginle ihtiyaç sahibi arasında
ikili ilişkiye ve zenginlerin kişisel tercihlerine bırakılmasının bir hayli
olumsuz sonucunun bulunduğu da bilinmektedir. Böyle olunca, toplumdaki
zenginliğin hak sahiplerine dengeli ve adaletli şekilde ulaşabilmesi için, zekâtın
toplanması ve dağıtımının sosyal bir organizasyonla gerçekleştirilmesinde,
sandık veya fon oluşturularak toplumun en ücra köşelerine kadar
uzanan bir bilgi ve dağıtım ağı kurulmasında yarar bulunmaktadır. Bu yol,
zekâtın anlam ve amacına uygun şekilde düzenli ve dengeli dağılımına büyük
ölçüde hizmet edeceğinden günümüzde fevkalâde önem kazanmıştır.
Zekâtın amaç ve işlevi konusundaki geniş yorum, bu konuda da çözümü
kolaylaştırıcı bir rol üstlenmektedir.

C) ZEKÂT VERİLMEYECEK KİMSELER

Zekât, ona ehil olanlara, yani hak sahiplerine verilir. Zekât yerine sarfedilmez
de onu hak etmeyenlere verilirse hem bu dinî mükellefiyet ifa edilmemiş,
hem de zekâttan beklenen ferdî, sosyal ve ekonomik amaçlar ger
çekleşmemiş olur. Bu itibarla fıkıh ilminde, zekâtın verileceği yerlerin yanı
sıra verilmeyeceği yerler üzerinde de durulduğu, böylece zikredilen olumsuz
sonuçların önlenmek istendiği görülür.

Zekâtın verilmesinin câiz görülmediği kişi ve gruplar şunlardır:

a) Ana, Baba, Eş ve Çocuklar. Bir kimse zekâtını kendi usul ve
fürûuna veremez. Usul bir kimsenin anası, babası, dedeleri; fürû ise çocukları
ve torunları anlamındadır. Aynı
şekilde bir kimse hanımına da zekât
veremez. Çünkü aralarında bakma yükümlülüğü ilişkisi vardır. Zekât veren
verdiği zekâttan hiçbir maddî menfaat beklememeli ve ondan yararlanmamalıdır.
Bir kimse fakir olan usul ve fürûuna zekât verirse, nafaka borcundan
kurtulma, miras gibi şu veya bu şekilde ondan yararlanabilir. Bu sebeple
de zekât verilen mal fakire tam mânasıyla temlik edilmiş, onun
mülkiyetine geçirilmiş olmaz. Bir bakıma kendi kendine zekât vermiş gibi
olur.

Ebû Hanîfe'ye göre kadın da zekâtını fakir kocasına veremez. Hanefîler'e
göre bunların dışındaki kardeş, amca, teyze, dayı, hala ve onların çocukları
gibi akrabaya zekât verilebilir.

Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel akrabaya zekâtın verilip verilemeyeceği
konusunda "nafaka"yı ölçü alırlar ve zekât mükellefinin, hukuken nafakasını
teminle yükümlü olduğu akrabalarına zekât veremeyeceğini söylerler.

b) Müslüman Olmayanlar. Fakihlerin ittifakı ile zekât, esasen ibadet
içerikli bir mükellefiyet olması sebebiyle, gayri müslimlere, Allah'a, peygamberlerine,
âhiret gününe inanmayan kişilere ve dinden dönenlere, yani mürtedlere
verilmez.

Aralarında dört mezhep imamının da bulunduğu fakihlerin çoğunluğu
zekâtın, İslâm toplumundaki gayri müslim tebaaya da (zimmîlere) verilemeyeceğinde
görüş birliğine varmışlardır. Çünkü zekât müslüman fakirlerin
hakkıdır. Onların zenginlerinden alınıp fakirlerine verilir. Gayri müslimler
zekâtla mükellef değildir. Zekât yükümlülüğüne iştirak etmeyenlerin, bundan
yararlanmaya da hakları olmamalıdır.

Hz. Ömer'in zekâtın verileceği yerleri belirleyen âyetteki "miskinler" tabirini,
"Bunlar Ehl-i kitabın fakirleridir" şeklinde yorumlamasına dayanarak
bazı fakihler zekâtın zimmîlere de verilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Hanefî
fakihlerinden Züfer de bu görüştedir. Bu fakihlere göre zekât ibadet kastı ile
fakirin ihtiyacını karşılamaktır. Bu amaç fakir zimmîlere zekât vermekle de
gerçekleşir.

Şâfiîler dışındaki fakihler farz olmayan (nâfile) sadakaların fakir zimmîlere
verilebileceğinde görüş birliğine varmışlardır.

c) Zenginler. Hanefîler'e göre tabii ihtiyaçlarından fazla "artıcı" özellikte
olsun olmasın nisab miktarı mala sahip olan kimselere, onların küçük çocuklarına
zekât verilemez.

d) Hz. Peygamber'in Yakınları. Buhârî'de rivayet edilen bir hadiste
Hz. Peygamber, torunu Hasan zekât hurmalarından birini alıp yemek istediği
zaman ona "Bırak, bırak! Zekât malını bizim yiyemeyeceğimizi bilmiyor
musun?" (Buhârî, “Zekât”, 57; Müslim, “Zekât”, 161) buyurmuştur. Zekâtın
Hz. Peygamber'e ve onun yakınlarına verilmeyeceğini bildiren başka hadisler
de vardır (bk. Müslim, “Zekât”, 167; Ebû Dâvûd, “Zekât”, 29). Ancak fakihler,
Hz. Peygamber'in yakınlarının kimler olduğu hususunda farklı görüşler
ileri sürmüşlerdir.

Hz. Peygamber'in, zekât almayı bizzat kendisine ve yakınlarına yasaklamış
olmasında şüphesiz birçok sebep ve hikmetler vardır. Görülen odur ki
en üstün ahlâk üzerine yaratılan örnek insan ve son peygamber Hz. Mu-
hammed, bu emriyle kendisini ve yakınlarını her türlü töhmet ve şâibeden
uzak tutmak istemiştir.

D) ZEKÂT VERMEDE YANILMA

Zekât mükellefi zekâtı, gerçekten onu hak edenleri araştırıp bularak vermelidir.
Mükellef bu konuda gereken titizliği göstermez ve zekâtını ehil olmayana
verirse borcundan kurtulmuş olmaz, zekâtını yeniden vermesi gerekir; çünkü
zekâta ehil olan kimseyi araştırmada kusur etmiştir.

Zekât mükellefi, gereken araştırmayı yapar, fakat fakir zannederek zekât
verdiği kişinin zengin veya gayri müslim olduğu ortaya çıkarsa Ebû Hanîfe
ve İmam Muhammed'e göre onun yeniden zekât vermesi gerekmez. Ebû
Yûsuf'a göre, zekâtını yeniden vermesi gerekir.

Mâlikîler'e göre ise mükellef zekâtını araştırma ve incelemeden sonra
ehil olduğunu zannettiği kimseye verir, sonra onun meselâ zengin veya
gayri müslim olduğu ortaya çıkarsa, zekât malı tüketilmeyip geri alınması
mümkünse geri alır, yoksa bedelini alır. İki durumda da mükellefin yeniden
zekât vermesi gerekir.

Şâfiî mezhebinde yerleşik görüşe göre, insanın borcunu alacaklıya değil de
başkasına ödediği zaman nasıl borcu düşmezse aynı
şekilde zekât borcu da
ehline ödenmediğinde mükellefin borcundan düşmüş olmaz.

VII. ZEKÂT - VERGİİLİŞKİSİ
Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in hadislerinde zekât daima namazla
birlikte zikredilmiştir. Namaz bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. İkisine hâkim
olan ruh Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızâsını kazanmaktır.

Zekât, sadece farz diye bilinen hükümlerden biri olmayıp aynı zamanda
üzerine İslâm binasının inşa edildiği beş büyük sütundan biridir.

Zekât her şeyden önce bir ibadettir. Müslüman bu ibadeti Allah’ın emrine
uyarak, O’nın rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis
bir niyetle yerine getirmelidir. Çünkü, ancak bu şekilde eda edilen zekât
Allah katında kabul görebilir.

Müslüman zekâtını öncelikle yüce Allah’ın emri olduğu için öder, bu ve
diğer ibadetleri O’na yakın olma, O’na şükretme amacıyla yerine getirir,
böylece âhiret hayatının nimetlerine ve cennette Allah’a yakın olmaya ehil
olur.

Zekâtın bu dinî ve mânevî hikmetleri yanı sıra toplumda sosyal adaleti
sağlama, zenginlerle fakirler arasındaki maddî ve hissî uçurumları kapatıp
karşılıklı sevgi ve saygı tesis etme, sosyal amaçlı gider ve yatırım alanlarından
bir kısmını karşılama gibi önemli yararlar taşıdığı da açıktır. Öte yandan
Hz. Peygamber ve sahâbe döneminden itibaren belli malların zekâtının devlet
tarafından toplandığı ve bu sosyal ve kamusal alanlara harcandığı da
bilinmektedir.

Zekâtın bu ikinci grupta yer alan sosyal amaçları ve kamu hukukunu ilgilendiren
yönleri, öteden beri İslâm âlimleri arasında zekâtın, aynı mal
veya gelirden devlete verilen vergiden farklı olup olmadığı, vergi ile zekâtın
aynı
şeyin iki farklı isimlendirmesi mi, yoksa tamamıyla farklı
şeyler mi
olduğu tartışmasının da ana sebebini teşkil etmiştir.

Bilindiği üzere vergi, kamu giderlerini karşılamak üzere devletin tek taraflı
olarak ve vergileme yetkisine dayanarak, kişilerin gelir ve mallarından
aldığı ekonomik değerlerdir. Başka bir tarifte vergi, devletin kamu harcamalarını
finanse etmek amacıyla fert ve işletmelerden, karşılıksız olarak ve
kamu hukukunun kuralları çerçevesinde aldığı paralardır.

Bu son tarifte yer alan unsurları kısaca özetlemek gerekirse denebilir ki,
vergi alma yetkisi sadece devlete aittir, ancak kamu idare üniteleri de devletin
devrettiği yetkiye dayanarak vergi koyabilirler.

Vergiyi fertler ve işletmeler hukukî zor altında öderler ve bu ödeme karşılığında
devletten, vatandaşlık konumlarından doğan genel ve kamusal
haklar hariç, herhangi bir hak iddia edemezler. O halde vergiden doğan hukukî
ilişki bir alacak borç ilişkisidir. Bir alacak veya borcun meydana gelmesi
için esas itibariyle iki tarafın bulunması gerekir. Vergi ilişkisinde taraflardan
biri vergi alacaklısı, diğer vergi borçlusudur; her iki tarafın da yetki
ve ödevleri kanundan doğar.

Devletin kendinden beklenen hizmet, yatırım ve görevleri yapabilmesi
için gelire ihtiyacı vardır. Günümüzde devletler için en önemli gelir kaynağı
vergilerdir.

Yukarıdaki açıklamaların ışığında zekât ve verginin benzer ve farklı
yönleri şu şekilde sıralanabilir:

a) Zekâtın Vergiye Benzemeyen Tarafları


1. Zekât ile vergi arasında mevcut farklar söylenirken, öncelikle zekâtın
Allah tarafından konulmuş, Kur'an'da yazılı kalıcı ve değişmez bir hüküm
verginin ise kanunla konulup kaldırılan, açıkçası beşerî bir otoriteye dayanan
bir karar olduğu gündeme getirilir ve vergi kanunlarının yürürlüğe girmesi
veya yürürlükten kaldırılması şeklinin diğer kanunlardan farkı bulunmadığı
söylenir.
2. Vergi kanunla konup kanunla kaldırıldığı gibi, onun miktar ve
nisbetleri de kanunla düzenlenir, gerektiğinde aynı usulle arttırılır eksiltilir.
Zekâtın nisab ve nisbetleri Hz. Peygamber tarafından belirlenmiştir. Bu
nisab ve nisbetler Hulefâ-yi Râşidîn döneminde ve müteakip dönemlerde
aynen korunmuş, tarih içinde hiç değiştirilmemiştir. Zekâtın bu unsurlarının
değiştirilmesi, onun malî bir ibadet olma özelliğini ortadan kaldırır.

3. Zekâtın sarf yerleri âyetle belirlenmiştir. Zekâtı devlet de tahsil etse,
hukukî bakımdan onun durumu yetim malını elinde bulunduran vasînin
durumu gibidir. Devlet ancak koruma amacı ile elinde bulundurabilir. Dilediği
mal ve hizmetlere harcayamaz, zikredilen âyette gösterilen zümrelere
sarfetmekle yükümlüdür. Halbuki devlet vergi gelirlerini sosyal ve kamusal
alanda istediği gibi harcayabilir.

Bu açıdan söylemek gerekirse; zekâtın vergiye benzeyen yönleri dikkate
alındığında onun nerelere tahsis edileceği önceden belirlenmiş tahsisî bir
vergi olduğu, fertten ferde transfer edildiği zaman hem sosyal güvenlik vergisi
veya primi, hem de ivazî mahiyetinde görülebileceğini söylemek mümkündür.


Vergiler genel bütçe gelirleri içinde kaybolacağı gibi, belirli bir gaye için
belirli bir verginin de tahsil edilmesi mümkündür. Eğer bir vergi, özellikle
sosyal güvenlik gayesine tahsis ediliyorsa bu tahsisî bir vergidir. Zekât işte
bu tür tahsisî bir sosyal güvenlik vergisi mahiyetinde görülebilir.

Zekâtın vergiye benzemeyen tarafları dikkate alındığında ise onun ibadet
yönünün ağır bastığı ve vergiden farklı olduğu söylenebilir. Bu farklılık
en çok hükmün kaynağı, zekâta tâbi mallarda nisab ve nisbetler ve zekâtın
sarf yerlerinde belirgin hale gelmektedir.

b) Zekâtın Vergiye Benzeyen Tarafları


1. Zekât da vergi de toplumsal yaşamın gereklerinden olup icbarîdir.
2. Zekâtı kaide olarak devlet tahsil eder ve ilgili yerlere sarfeder. Vergi
tahsili de merkezî devlet idaresine veya onun yetki devrinde bulunduğu
taşra kamu kurum ve kuruluşlarına aittir.
3. Zekât mükellefi, bu farîzayı yerine getirirken kendisi için özel bir
menfaat gözetmez. Vergi mükellefi de vergisi karşılığında doğrudan kendisine
bir menfaat beklemez.
4. Hem zekâtın hem de verginin malî hedefleri yanında iktisadî, içtimaî
hedefleri de vardır.
Böyle olunca, zekât ile vergi arasında ontolojik ve aksiyolojik anlamda
bir farkın bulunduğu, yani aralarında menşe ve değer hükmü bakımından
fark olduğu söylenebilir. Amaçları aynı olsa bile zekât emri, ilâhî kökenlidir,
dolayısıyla mânevî müeyyidelidir; vergi ise dünyevî bir otoritenin emridir ve
müeyyidesi maddîdir. Fakat, bu durum aralarında pratik ve dogmatik açıdan
fark bulunduğu anlamına gelmez. Meselâ, her ikisi de sosyal ve kamusal
amaçlıdır. Zekâtın uygulanması mânevî müeyyideye, verginin uygulaması
ise kanunî müeyyideye bağlanmıştır ve müeyyideye bağlılık açısından aralarında
fark yoktur. Kaldı ki devlet, zekât uygulamasını daha düzenli hale
getirmek için kanunî düzenleme yapacak olsa, bu fark da ortadan kalkar.


Çağımızda zekât-vergi benzerliği veya ayrılığı konusunda bu ve benzeri
mülâhazalardan hareket eden İslâm âlimlerinin neticede iki gruba ayrıldıkları
görülür.

a) Çoğunluğa göre zekât ve vergi ayrı ayrı mükellefiyetlerdir. Devlete
verilen vergi, aynı maldan verilmesi gereken zekât borcunu düşürmez. Verginin
zekâta benzeyen bazı yönleri bulunsa da, vergiden doğan hukukî ilişki
bir borç ilişkisidir. Vergi alacaklısı vergi koyma yetkisine sahip kamu kuruluşlarıdır.
Vergi borçlusu ise, vergi kanunlarına göre kendisine vergi borcu
terettüp eden gerçek veya tüzel kişilerdir. Mükellef bu ödenmesi zorunlu
vergi borcunu çıkardıktan sonra zekâta matrah olan servetini hesap edip bu
malî bir ibadet olan zekâtını Allah’ın emrine uyarak, O’nun rızâsına kavuşmayı
dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir.

Bu görüşün dayandığı ana gerekçe, zekâtın dinî bir mükellefiyet ve ibadet,
verginin ise tamamen dünyevî çerçevede kalan kamusal borç ilişkisi
olduğu tezidir. Ayrıca, Hz. Ömer’in fethedilen topraklara haraç vergisi koymuş
olması da, zekâttan ayrı olarak vergi de konulabileceğinin delili sayılmıştır.


Sosyal dayanışmanın bir gereği olarak vatandaşlar devletin meşrû giderlerine
katılmak zorundadır. Devletin nimetlerinden istifade etmek vergi
külfetini ödemeyi gerektirir.

İslâm hukukçularının çoğunluğu sebep ve şartları gerçekleşince devletin
zekât dışında adalete dayalı vergi almasının meşrû olduğunu, mükelleflerin
de bunu ödemekle yükümlü bulunduklarını ifade etmişlerdir.

b) Bazı
İslâm âlimleri ise, zekâtın sosyal amaçlarını ve kamu hukukunun
bir parçası olarak devlet tarafından tahsil edilmekte oluşunu ölçü alarak
ve İslâm'ın zekât emrini amacı ve işlevi doğrultusunda geniş yorumlayarak
zekât ile verginin esasen aynı olması gerektiğini ifade ederler. Onlara göre
zekât, müslüman bireyin içinde bulunduğu toplumun kamu harcamalarına,
sosyal adaleti kurmayı ve kamu hizmetlerinin en iyi şekilde ifasını hedef
alan her türlü yatırım ve gidere ibadet aşk ve heyecanı içinde katılmasıdır.
Kur'an'da zekâta tâbi malların tek tek belirtilmeyip sadece bir kısmına işaret
edilmiş olması, zekât nisabının ve nisbetinin belirtilmemiş bulunması bunun
bir göstergesi sayılabilir. Zekâtın sarf yerlerini bildiren âyet, toplumdaki ihtiyaç
sahiplerinin ilk ve en canlı örneklerini vermeyi hedeflemiş olmalıdır.

Hz. Peygamber ve sahâbe, İslâm'ın bu zekât emrini o günkü müslümanların
ekonomik şartlarını da dikkate alarak en iyi şekilde uygulamış ve ör
neklendirmiştir. Zekât borcunu hesap edip ödemenin gizli mallarda mükellefin
kendisine bırakılması, açık mallarda ise devlet eliyle yapılması biraz da
pratik zorunluluktan kaynaklanmıştır. Bu husus da zekâtın tek bir malî ödev
olduğunu, tahsil zorlukları bulunduğunda bireyin kendi sorumluluğuna bırakılabileceğini
gösterir.

Hz. Peygamber zekât tahsilini gözetilen hedefleri sağlayacak kapsamda
tutmuş, zekât dışında cebrî bir vergi tahsili yapmamıştır. İslâm'ın fert ve
toplum hayatını bütün yönleriyle, prensip itibariyle veya ayrıntıya inerek
kuşatıyor olması müslüman toplumlarda genişletilmiş anlamda zekâtın,
kamu adına yapılan bütün malî tahsilâtı temsil etmesini de zorunlu kılar.

Batı toplumlarının vergi ödemelerinde içtenliği ve gönüllülüğü sağlayabilmek
için vergiyi kutsal bir kamu ödevi olarak tanıttıkları, toplumlarını bu
yönde eğitip böyle bir sağduyu oluşturmaya çalıştıkları bilinmektedir. İslâm
dini, toplumun imarı ve kamu yararı için âdeta zorunlu olan bu malî katılımı
dinin beş esası arasında yer alan bir ibadet olarak takdim etmiş, böylece
müslümanlara sosyal güvenliği kurma, yönetilen-yöneten, millet-devlet
arasında karşılıklı güveni, saygıyı ve sosyal barışı tesis etme, kamu giderlerine
bütün bireylerin içtenlikle katılımını sağlama yönünde önemli bir imkân
getirmiştir.

Her iki görüşün de haklı gerekçeleri vardır. Zekâtın toplumsal yönü inkâr
edilemediği gibi, zenginliğin toplumun imarı için seferber olması, bireylerin
içinde yaşadıkları ve sayesinde çeşitli imkâna kavuştukları toplumlarının
yararı için kamu harcamalarına ibadet aşk ve heyecanıyla katılması da
çağımızda fevkalâde önem kazanmıştır. Bununla birlikte Kur'an'da zekâtın
sarf yerlerinden söz edilirken öncelikli olarak ihtiyaç sahibi şahısların gündeme
getirilmesi de anlamlıdır. Bu bizlere, toplumun huzur ve mutluluğunu
sağlamanın yolunun bireylerin tek tek huzur ve güvenliğini sağlamaktan
geçeceğini öğretmektedir.

Öte yandan, günümüzde gerek fertlerin vergilerini gerektiği şekilde ödemede,
gerekse devletlerin serveti vergilendirmede ve topladığı vergileri yerine
harcamada kamu vicdanını rahatsız edecek ölçüde mütesâhil veya kusurlu
davrandığı, çeşitli baskı gruplarının bütçeden pay alma mücadelesi
içinde gerçek ihtiyaç sahiplerinin, kimsesiz ve yoksulların haklarının âdeta
unutulduğu da bir gerçektir. Bu itibarla zekât, doğrudan ihtiyaç sahibine
ulaşması, toplumda sosyal dengeyi ve barışı kurmada tek başına etkili olması
sebebiyle hâlâ önem ve etkinliğini korumaktadır. Zekâtın bu anlam ve
önemi, bütün bireyleri kuşatacak ölçüde bir sağlık sigortası ve sosyal gü
venliğin, kimsesizlik ve işsizlik sigortasının, devlet destekli sosyal dayanışmanın
bulunmadığı toplumlarda daha yakından hissedilmektedir. Böyle
olunca son tahlilde, söz konusu şartlar muvacehesinde zekâtın vergiden ayrı
düşünülmesi, zenginlerin yukarıda belirtilen usul ve esaslara göre zekât
borçlarını hesap etmeleri ve onu da hak sahiplerine ulaştırmaları dinî bir
mükellefiyet olarak devam etmektedir.

VIII. ZEKÂT VERMENİN ÂDÂBI
Zekât çok yönlü bir kurum, bir farz olduğu gibi, şehâdet ve namazdan
sonra İslâm binasının üzerine kurulduğu beş temel esasın da üçüncüsüdür.
Bu itibarla müslüman mükellefler bu önemli ibadeti usul ve âdâbına uyarak
en iyi ve en güzel bir şekilde yapmalıdırlar. Zekât verirken uyulması arzu
edilen kaideler şu şekilde özetlenebilir:

1. Müslüman zekâtını sadece Allah'ın rızâsına kavuşmak için vermeli,
bu farîzayı "başa kakmadan" ve "ezâ vermeden" yerine getirmelidir. Yüce
Allah sırf kendi rızâsı için yapılan harcamaları kat kat mükâfatlandıracağını,
malını gösteriş için sarfedenlerin bu ödemelerinin boşa gideceğini bildirmekte
ve şöyle buyurmaktadır:
"Mallarını Allah yolunda sarfedenlerin durumu, her başağında yüz tane
olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat
kat verir. Allah'ın lutfu geniştir. O her şeyi bilendir.

Mallarını Allah yolunda sarfedip, sonra verdiklerinin ardından başa
kakmayan ve ezâ etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katındadır. Onlara korku
yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

Güzel bir söz ve iyilik, peşinden ezâ gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah
müstağnidir, halîmdir.

Ey inananlar! Allah'a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş
için malını veren kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve ezâ etmekle boşa
çıkarmayın. Böyle kimsenin durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın
durumu gibidir. Sağanak yağan bir yağmur isabet ettiğinde onu sert kaya
haline getiriverir. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkâr
eden kimseleri doğru yola eriştirmez.

Allah'ın rızâsını kazanmak ve kalplerini sağlamlaştırmak için mallarını
sarfedenlerin durumu, yüksekçe tepede bulunan, bol yağmur aldığında ye
mişlerini iki kat veren, bol yağmur almasa bile çisentisi olan bir bahçenin
durumu gibidir. Allah yaptıklarınızı görür" (el-Bakara 2/261-265).

2. Müslüman mükellef temiz ve helâl kazancından zekât vermeli, eğer
zekâtını aynî, yani mal olarak veriyorsa, bu malın iyi cinsten olmasına özen
göstermeli, kendisine verilmesini istemediği malları başkalarına zekât olarak
vermemelidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey inananlar! Kazandıklarınızın iyilerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan
sarfedin. Gözünüzü yummadan ve severek alamayacağınız derecede
kötü ve değersiz şeyleri vermeye kalkmayın. Allah'ın müstağni ve övülmeye
lâyık olduğunu bilin" (el-Bakara 2/267).

3. Hanefîler'e göre zekâtın, alanın onuru zedelenmemesi ve gösterişşaibesinden
uzak olması için gizlice verilmesi daha iyidir.
Şâfiî ve Hanbelîler'e göre ise insanları bu ibadeti yapmaya teşvik etmek
için zekâtın açıkça verilmesi daha uygun olur.

Bütün fakihlere göre zekât dışındaki gönüllü ödemeleri gizlice vermek
efdaldir. Yüce Allah şöyle buyurur:

"Sadakaları açıkça verirseniz iyi olur. Eğer onları yoksullara gizlice verirseniz
sizin için daha iyidir. Böyle yaptığınız için Allah sizin günahlarınızı
bağışlar. Allah yapmakta olduklarınızı noksansız bilir" (el-Bakara 2/271).

4. İbadetlerin en faziletlisi vaktinde eda edilenidir. Zekât mükellefleri de
zekât ibadetlerini eda etmede acele davranmalı, onu meşrû bir mazeret olmaksızın
geciktirmemelidirler.
5. Mükellef, Allah'tan korkan, müttaki, hayâsından dolayı ihtiyacını insanlara
söyleyemeyen kimseleri araştırıp bulmalı ve zekâtını onlara vermelidir.
Çünkü verilen zekât onların iffetlerini korumalarına, Allah'a daha çok
ibadet etmelerine yardımcı olur. Yüce Allah şöyle buyurur:
"(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, Allah'a taattan
başka düşüncesi olmayan, o sebeple yeryüzünde dolaşıp kazanmaya imkân
bulamayan, durumunu bilmeyen kimselere karşı gösterdikleri iffetten dolayı
onlarca zengin sanılan fakirlere verilmelidir. (Habibim) sen onları görünce
yüzlerinden tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler.
Yaptığınız ve yapacağınız hayırları Allah eksiksiz bilir ve karşılığını verir "

(el-Bakara 2/273).

Yukarıda anılan âyetlerde teşvik edilen hayırlardan ve sadakadan birinci
derecede kastedilen zekât, sonra da gönüllü malî ödemelerdir.


6. Zekâtın, kendilerine zekât verilebilecek akrabaya ödenmesi daha faziletlidir.
Zekât öncelikle -varsa- muhtaç olan erkek veya kız kardeşlere,
sonra bunların çocuklarına, sonra muhtaç amcalara, halalara, bunların çocuklarına
ve daha sonra da diğer akrabalar, komşular ve meslektaşlara verilmelidir.
7. Zekât, öncelikle malın bulunduğu yerde yaşayan fakirlere verilmelidir.
Ancak o bölgenin dışında fakir akraba veya daha muhtaç kimseler varsa
onlara göndermek tercih edilebilir.
8. Yüce Allah Tevbe sûresi 103. âyette Hz. Peygamber'e hitaben şöyle
buyurur: "Onların mallarından sadaka (zekât) al ki bununla onları (günahlardan)
temizleyesin, onların sevaplarını arttırıp yüceltesin. Onlara dua et.
Çünkü senin duan onlar için sükûnettir. Allah çok iyi işiten ve bilendir". Bu
emre uyarak Hz. Peygamber zekât getiren veya gönderenlere "Allahım,
filânın ailesine bereket ver" (Buhârî, “Zekât”, 64) anlamında dua etmiştir.
Zekât toplayan görevlinin zekâtını aldığı mükellefe dua etmesi zâhirî fakihlerine
göre vâciptir. Hz. Peygamber'in zekât memurlarına, mükelleflerden
zekât topladıktan sonra dua etmeleri hususunda bir emir vermemiş ve bunu
onların takdirlerine bırakmış olduğunu dikkate alan fakihler çoğunluğu dua
etmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir.
O halde zekât verenin "Allahım, bu zekâtı faydalı, ihtiyaç giderici kıl!";
zekât alanın da "Allah mallarını bereketlendirsin" gibi şükür anlamlarını
taşıyan dua etmeleri iyidir.

9. Müslümanın zekâtını mutlaka kendisi vermesi şart değildir. Bu farîzanın
edası için güvenilir bir müslümanı vekil tayin edebilir.
Mâlikî fakihlerinden bazıları riyâ ve insanların bu husustaki övgülerinden
kaçınmak için vekil vasıtası ile zekât vermeyi müstehap, daha iyi görmüşlerdir.


Zekât veren kişinin, fakire verdiği şeyin zekât olduğunu bildirmemesi
daha iyidir. Çünkü bu zekâttır diye bildirmek, alanı, özellikle zekât aldıklarını
gizlemek isteyen veya muhtaç oldukları halde almaktan çekinen kişileri
tedirgin edebilir, onları incitebilir. Ahmed b. Hanbel'in, "Zekâtı verirken bunun
zekât olduğu söylensin mi?" sorusuna "Bu sözle incinmesine ne gerek
var, zekâtını verir ve susar. Yüzüne vurmasına ne gerek var" dediği nakledilir.


Bazı Mâlikî bilginleri de "Zekât olduğunu söylemesi mekruhtur, çünkü
fakirin gönlünü incitmektedir" demişlerdir.

IX. FITIR SADAKASI
Fıtr sözlükte "orucu açmak", fıtra da "yaratılış" anlamına gelir. Türkçe'de
fitre şeklinde söylenen "fıtır sadakası" dinî bir terim olarak şöyle tanımlanabilir:
"Ramazan bayramına kavuşan ve temel ihtiyaçlarının dışında
belli bir miktar mala sahip olan müslümanların kendileri ve velâyetleri altındaki
kişiler için yerine getirmekle yükümlü oldukları malî bir ibadet"tir.

Fıtır sadakasına baş zekâtı ve beden zekâtı da denmektedir. Bu isimlendirmeler
onun şahsa bağlı, şahıs başına konmuş bir malî yükümlülük olması
özelliğine dayanmaktadır.

Fıtır sadakası, ramazan orucunun farz olduğu hicrî 2. yılın Şâban
ayında, zekâttan önce farz kılınmıştır. Dinî bir yükümlülük oluşunun dayanağı
hadislerdir. Bu hadisler aynı zamanda Hz. Peygamber devrindeki fıtır
sadakası uygulamalarını da göstermektedir.

Abdullah b. Ömer'in rivayetine göre: "Hz. Peygamber fıtır sadakasını 1
sâ‘ (ölçek) hurma ve 1 sâ‘ arpa olmak üzere köle, erkek, kadın, küçük ve
büyüklere farz kılmış ve insanlar (bayram) namazına çıkmadan önce veril
mesini emretmiştir" (Buhârî, “Zekât”, 76; Müslim, “Zekât”, 12).

Bu konuda Ebû Saîd el-Hudrî'den gelen bir rivayet de şöyledir: "Biz Peygamber
devrinde fitreyi yiyecek maddelerinden 1 sâ‘ olarak verirdik. O zaman
bizim yiyeceğimiz arpa, kuru üzüm, hurma ve keş (yağı alınmış peynir)

idi " (Buhârî, “Zekât”, 74).

Yukarıdaki hadislerin yanı sıra hemen bütün kaynaklarda fıtır sadakası
ile ilgili benzer anlamda başka hadisler de nakledilir.

Bu konudaki hadislerin değerlendirilmesi ile dört fıkıh mezhebinde fıtır
sadakası emrinin kesin ve bağlayıcı bir yükümlülük içerdiği sonucuna varılmıştır.
Ancak böyle bir durumda farz ve vâcip terimlerini eş anlamlı kullanan
ve hükmün dayanağını oluşturan delilin zannîlik ve katîliği arasında
fark gözetmeyen Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler fıtır sadakasının farz olduğunu
söylemişlerdir.

Hanefîler ise, ilgili hadislerin rivayet yollarını dikkate alarak fıtır sadakasının
farz değil, vâcip olduğu görüşüne varmışlardır. Hanefîler'e göre farz,
kesin delil ile sabit olan hükümdür; vâcip ise zannî delil ile sabit olan hükümdür.
Ancak vâcip de farz gibi amelî yönden gereklilik ifade eder. Bunun
için Hanefîler'e göre de fıtır sadakası, yerine getirilmesi gerekli malî bir ibadettir.
İfa edilmemesi dinî sorumluluğu ve âhirette cezayı muciptir.


A) FITIR SADAKASININ ÖNEMİ


Abdullah b. Abbas'tan rivayet edilen bir hadiste fıtır sadakasının, oruçluları
gereksiz ve çirkin sözlerinden (günahlarından) arındırmak ve yoksullara
gıda temini için farz kılındığı bildirilir (Ebû Dâvûd, “Zekât”, 17; Müsned,
II, 277). Hadisten anlaşıldığına göre fıtır sadakası, oruç tutan müslümanın,
oruçluya yakışmayan davranışlarla zedelenen ibadetinin eksikliklerini tamamlar,
aynı zamanda yoksulların bayram sevincine katılmalarını sağlar.

Fıtır sadakası -zekâttan farklı olarak- geniş bir mükellef kitlesi tarafından
yerine getirilir. Bu sayede her müslüman, yoksul din kardeşine malî yardımda
bulunmanın sevincini yaşar, devamlı bağış almanın ezikliğinden bir an için
dahi olsa kurtulur. Ramazan boyu tuttukları oruçlarla ruh yapıları güçlenen
fakirler, maddî yönden de güç kazanarak zenginlerle birlikte ve aynı coşku ile
bayrama iştirak ederler. Karşılıklı sevgi ve kardeşlik bağları pekişir; böylece
toplumda kaynaşma, paylaşma ortamı oluşur.

B) FITIR SADAKASIYLA MÜKELLEFİYET

Fıtır sadakasının dinen gerekmesinin (vücûb) sebebi, ilgili hadislere dayanılarak
"sağ olma" (sağ olarak ramazan bayramına kavuşmuş olma) şeklinde
belirlenmiştir. Bu yüzden, fıtır sadakası, fıkıh eserlerinde "baş"a izâfe
edilerek "zekâtü'r-re's" (baş zekâtı) şeklinde anılmıştır. Bir başka anlatımla,
fıtır sadakası yükümlülüğü, yüce Allah'ın kişiye (ve velâyeti altındakilere)
canını bağışlamış olmasına karşılık bir şükran davranışı olmak üzere konmuş
bir hükümdür. Bu sebeple fıtır sadakası Türkçe'de "can, baş sadakası"
diye de anılır. Ayrıca bu ibadet o yılın oruç farîzasını eda edebilen
müslüman bakımından, bunu nasip etmesinden ötürü ulu yaratanına şükürde
bulunma anlamı da taşır. Nitekim Şâfiîler ramazan orucunu fitrenin
ikinci bir vücûb sebebi saymışlardır. Ancak fıtır sadakasının vâcip olması
için ramazan orucunu tutmuş olmak şart değildir.

Vücûb şartı, sebebi meydana gelmiş olan hükümle yükümlü sayılmak
için aranan şartları ifade eder. Yukarıda belirtildiği üzere (ramazan bayramı
vaktinde) sağ olarak bulunma fıtır sadakasının vücûb sebebidir. Ancak sebebin
bulunması, söz gelimi kendi ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan fakir bir
müslümanın belirtilen vakte sağ olarak kavuşması onun fıtır sadakası yükümlüsü
olduğunu göstermez. Yükümlü sayılmak için bazı
şartların bulunması gerekir ki, bunlar fıtır sadakasının vücûb şartlarıdır.

Fıtır sadakası ile ilgili hadisler, genel olarak bütün müslüman fertler için
fıtır sadakası ödenmesi gereğini belirtmektedir. Bununla birlikte, bir kimsenin
ister kendisi ister kendi dışındaki kişiler bakımından fıtır sadakası yükümlüsü
sayılması için bulunması gereken şartlar ve bu şartların kapsamı
ile ilgili olarak mezhepler arasında ictihad farklılıkları vardır.

1. Müslüman Olmak. Fıtır sadakasının vâcip sayılması için yükümlünün
müslüman olması gerektiği hususunda İslâm bilginleri fikir birliği içindedirler.
Ancak, Şâfiî mezhebinde sahih kabul edilen bir görüşe göre, gayri müslim bir
kimsenin bakmakla yükümlü olduğu müslüman yakınının fitresini ödemesi
gerekir. Öte yandan Hanefî bilginlere göre bir müslüman, gayri müslim olan
kölesinin fitresini vermekle de yükümlüdür.
2. Mal Varlığı. Hanefîler'e göre fıtır sadakası yükümlüsü sayılmak için
kişinin varlıklı olması gerekir. Varlıklı olma ölçüsü, zekâtta olduğu gibi nisab
miktarına, meselâ -bu iki meblağ kıymetçe eşit olduğunda- 20 miskal altın
veya 200 dirhem gümüş kıymetine denk mala sahip olmaktır. Yine zekâtta
olduğu gibi temel ihtiyaçlar (havâic-i asliyye) bu miktarın dışındadır. Ancak
zekâttan farklı olarak, fıtır sadakasının vücûbu için sahip olunan malın
"artıcı" özellikte olması ve üzerinden bir yıl geçmiş bulunması gerekmez.
Bir başka anlatımla, Hanefîler'e göre meskeni, ev eşyası, elbiseleri, bineği,
silâhı ve ailesinin bir yıllık geçim masrafları ile borçları dışında artıcı
nitelikte olsun olmasın 20 miskal altın değerinde malı olan kimse -bu mala
sahip olduktan sonra bir yıl geçmiş olma şartı da aranmaksızın- fıtır
sadakası ile yükümlüdür.

Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise, fıtır sadakasının vücûbu
için zenginlik ölçüsü olan nisaba mâlik olmak şart olmayıp, zengin fakir her
müslüman fitre ile yükümlüdür. Ancak bu bilginlere göre fıtır sadakası yükümlülüğü
için kişinin, temel ihtiyaçlarının yanı sıra bayram günü ve gecesine
yetecek kadar azığa sahip olması
şarttır. Mâlikîler'e göre, ödeyebilme
umudu varsa, kişi borç alarak fitre vecîbesini yerine getirmelidir.

Fıtır sadakası ile yükümlü olan kimse sahip olduğu malı kaybetse veya bu
mal nisabın altına düşse de fitre yükümlülüğü sona ermez. Fakat fitre borcu
olan bir mükellef ölürse -Hanefîler'e göre- bu borç terekesinden ayrılıp ödenmez;
ancak mirasçıları kendiliklerinden öderlerse bu iyi olur. Fakihlerin çoğunluğuna
göre ise terekeden fitre borcu ödenmelidir.

Klasik kaynaklarda fıtır sadakasıyla mükellefiyet için hürriyet şartından
söz edilir ve kölelerin fıtır sadakasıyla mükellef olmadıkları belirtilir. Bunun
da sebebi, o dönemlerde bütün toplumlarda yaygın olarak bulunan kölelerin,
yine mevcut telakkiler sebebiyle mülkiyet hakkının bulunmayışıdır.
Bunun için de kölelerin fitrelerinin sahipleri tarafından verilmesi gerektiği
belirtilmiştir.

3. Ehliyet. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre, fıtır sadakasının malî
yükümlülük yönü ağır bastığı için, yükümlünün âkıl ve bâliğ olması
şart
değildir. Konuya bu açıdan bakan üç mezhep imamının yanı sıra Hanefî
imamlardan Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf'a göre, mal varlığına ilişkin şartı taşıyan
küçüğün ve akıl hastasının malından da fıtır sadakası verilmesi gerekir.
Fıtır sadakasında ibadet yönünü üstün kabul eden İmam Muhammed ve
Züfer'e göre ise böyle kişilerin malından fıtır sadakası verilmesi gerekmez.

4. Velâyet ve Bakmakla Yükümlülük. Kişinin kendi dışındaki kimselerin
fıtır sadakası ile yükümlü sayılması için, bunların kendi velâyeti al-
tında olan ve bakmakla mükellef bulunduğu kimselerden olmaları gerekir.
Buna göre:
Gerekli mal varlığına sahip bulunan bir müslüman, velâyeti altında bulunan
ve mal varlığı fıtır sadakası ödemeye elverişli olmayan küçüklerin,
akıl hastalarının ve akıl zayıflarının (ma‘tûh) fıtır sadakasını ödemekle yükümlüdür.
Dört mezhebe göre, mükellefin bulûğ çağına gelmemiş çocukları
ile akıl hastalığı veya zayıflığı sebebiyle velâyeti altında bulunan büyük
çocukları ve diğer yakınları bu kapsamdadır.

Bunların dışındaki kimselere gelince:

Hanefîler'e göre, vefat eden oğulun çocukları ve -müslüman olsun gayri
müslim olsun- ticaret amacıyla alınmış olmayıp hizmet amacıyla bulundurulan
köleler için fitre ödenmesi gerekir. Buna karşılık kişinin, bakımını üstlendiği
kişiler de olsa, ana babası, büyük çocukları, karısı, kardeşleri ve diğer
yakınları için fitre ödemesi gerekmez. Fakat vekâletleri olmadığı halde
bunlar için ödeme yapsa geçerli olur.

Hanefîler dışındaki bilginlere göre ise, kendisine fitre vâcip olan kişinin
-gücü varsa- müslüman ve bakmakla yükümlü olduğu (ana baba gibi) akrabası,
karısı ve köleleri için de fitre vermesi gerekir. Ebû Hanîfe'ye göre, evli
kadınlar fitrelerini kendileri öderler. Mâlikî mezhebinde, babanın kız çocuğu
ile ilgili fitre yükümlülüğü kızın koca evine intikali zamanına kadar devam
eder.

5. Vakit. Hanefîler'e göre fıtır sadakası ramazan bayramının 1. günü
fecrin doğuşu ile (tan yeri ağarınca) vâcip olur. Çünkü fitre bayrama izâfe
edilmiş, ona ait kılınmıştır. Böylece oruç tutmanın haram olduğu bir günde,
fitre ile fakir müslümanların sevindirilerek bayrama iştirakleri amaçlanmıştır.
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise fitre ramazanın son günü
güneşin batması ile vâcip olur.

Bu durumda Hanefîler'e göre bayram gecesi müslüman olan kişinin,
veya o gece doğan çocuğun fitresinin verilmesi gerekir. Fakihlerin çoğunluğuna
göre ise bu kişiler fitre ile mükellef değillerdir. Hanefîler'e göre ramazan
bayramının ilk günü fecrin doğumundan önce vefat eden veya fecirden
sonra doğan çocuk için fitre vâcip olmaz. Fakihlerin çoğunluğuna göre bu
iki durumda da kişilere fitre yükümlülüğü doğar.

C) ÖDEME VAKTİ


Yukarıda belirtildiği üzere, fıtır sadakası ile yükümlü olma vakti (vücûb
vakti) Hanefîler'e göre ramazan bayramının 1. günü tan yerinin ağarması,
çoğunluğa göre ise ramazanın son günü güneşin batması anıdır. Fıtır sadakasını
yerine getirmenin geçerliliği (sıhhati) için hangi zaman dilimi içinde
ödenmiş olması gerektiği hususunda da farklı ictihadlar vardır.

Önce belirtilmelidir ki, dört mezhepte de fıtır sadakasının ramazan bayramından
bir veya iki gün öncesi ile bayram namazı vakti arasında kalan
süre içinde geçerli olarak "edâ" edilebileceği görüşleri hâkimdir. Bu süreden
öncesi ve sonrası hakkındaki görüşler özetle şöyledir:

Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüşe göre fıtır sadakası, ramazan
ayının girmesinden itibaren ödenebilir. Ramazan ayı girmeden bile verilebileceği
görüşünde olanlar vardır. Bayram gününden sonraya bırakılması
halinde de fitre yükümlülüğü devam eder ve ilk fırsatta ödenmesi gerekir.

Şâfiî mezhebine göre, fitre ramazan ayının başlangıcından itibaren ödenebilir,
daha önce ödenmez. Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise ancak
ramazan bayramından bir veya iki gün önce verilebilir, daha önce verilemez.
Diğer taraftan bu üç mezhebe göre, fitrenin bayramın 1. günü güneşin
batışına kadar eda edilmesi geçerlidir. Özürsüz olarak bu vakitten sonraya
bırakılması haramdır ve geciktirmekten ötürü fitreyi yerine getirmekle yükümlü
olan kişi günahkâr olur. Fakat fitre borcu zimmetten düşmediği için,
daha sonraki günlerde kazâ yoluyla yerine getirilmesi gerekir.


Özet olarak, bütün mezheplere göre, fitrenin Hz. Peygamber'in uygulamasına
binaen bayram namazına gitmeden önce verilmesi müstehaptır.
Bununla birlikte bilginler, yine Hz. Peygamber'in hadislerinde ifade edilen
yoksulların ihtiyaçlarının giderilmesi amacına uygun olarak fitrenin bayramdan
bir-iki gün önce ödenmesini teşvik etmişlerdir. Fitrenin bayramın
birinci gününden sonraya bırakılması ise câiz değildir; ancak zamanında
ödenmemiş olmasından dolayı fitre yükümlülüğü sona ermez.

D) FITIR SADAKASININ ÖDENMESİ

a) Miktarı

Fıtır sadakası ile ilgili hadislerde Hz. Peygamber zamanında bu malî mükellefiyetin
hurma, arpa, kuru üzüm gibi o dönemin yaygın gıda maddelerinden
1 sâ‘ (ölçek) olarak ödendiği belirtilmekle beraber, yine bu devirde
buğdaydan da 1/2 sâ‘ olmak üzere fitre verildiğini gösteren hadisler vardır.

Abdullah b. Sa‘lebe'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber'in buğdaydan
1/2 sâ‘ fıtır sadakası vermeyi emrettiği ifade olunmuştur (bk. Ebû
Dâvûd, “Zekât”, 20).

Ayrıca Abdullah b. Abbas, Basra Camii minberinde ramazanın son günü
okuduğu bir hutbede Basralılar'a Hz. Peygamber'in fıtır sadakası uygulamasını
öğretirken, Rasûlullah'ın hurmadan 1 sâ‘, buğdaydan 1/2 sâ‘ takdir
etmiş olduğunu bildirmiştir (bk. Ebû Dâvûd, “Zekât”, 20).

Buğdaydan verilecek fitre miktarının, fitre verilecek maddelere ve miktarlarına
ilişkin hadislerde belirtilmesinin yanı sıra, bu miktarın Muâviye
zamanında tesbit edilmiş olduğunu bildiren rivayetler de vardır. Bu hususta
Ebû Saîd el-Hudrî'den gelen bir rivayet şöyledir:

"Biz fıtır sadakasını Hz. Peygamber zamanında taamdan 1 sâ‘, hurmadan
1 sâ‘, arpadan 1 sâ‘ ve kuru üzümden 1 sâ‘ olarak verirdik. Muâviye
zamanına kadar bu böyle devam etti. Muâviye halifeliği zamanında hacca
geldi, minbere çıkarak bir konuşma yaptı ve şöyle dedi: ‘Ben iki müd (1/2
sâ‘) Şam buğdayının, 1 sâ‘ hurmaya eşit olduğunu görüyorum’. Bundan
sonra insanlar onun görüşünü kabul ederek, buğdaydan fıtır sadakasını 1/2
sâ‘ olarak vermeye başladılar" (bk. Buhârî, “Zekât”, 76).

Bu hadis ve haberleri değerlendiren fakihler fıtır sadakasının cins ve
miktarlarını aşağıdaki şekilde tesbit etmişlerdir:

Hanefîler'e göre fıtır sadakası buğday, arpa, hurma ve kuru üzüm olmak
üzere dört nevi gıda maddesinden verilir. Bunlar içinde buğdaydan (buna
buğday unu ve kavut da dahildir) 1/2 sâ‘, diğerlerinden 1 sâ‘ fitre verilir.

Şâfiîler'e göre fitre her çeşit hububattan, hurma ve kuru üzümden 1 sâ‘
olarak verilir. Ancak fitre ülkede veya mükellefin bulunduğu bölgede en çok
tüketilen gıda maddelerinden biri olarak ödenmelidir.

Mâlikîler'e göre fitre buğday, arpa, darı, hurma, kuru üzüm, keş gibi
gıda maddelerinden olmak şartıyla, bunların ülkede en çok tüketileninden 1
sâ‘ olarak verilir.

Hanbelîler'e göre ise fitre, naslarda zikredilen buğday, arpa, hurma, kuru
üzüm ve keşten 1 sâ‘ olarak verilir. Bu maddeler bulunmaz ise diğer hububat
ve meyve türlerinden verilebilir.

Görüldüğü gibi fitre fakihlerin çoğunluğuna göre, buğday dahil yukarıda
sayılan bütün gıda maddelerinden 1 sâ‘ olarak verilmektedir. Hanefîler'e göre
diğerlerinde aynı olsa da buğdaydan 1/2 sâ‘ verilmektedir.
Sâ‘, bir hacim ölçüsü birimi olup 2.75 litredir.

Klasik fıkıh kaynaklarındaki bilgi ve ölçüler böyledir. Ancak, Hz. Peygamber
dönemindeki uygulamalar dikkatlice izlendiğinde ve fıtır sadakasının
mahiyeti ve gayesi de göz önünde bulundurulduğunda, günümüzde
fitrenin bu gıda maddelerinden biriyle ve bu ölçülere göre ödenmesinin yeterli,
hatta doğru olmayacağı söylenebilir. Çünkü rivayetler, o dönemde bu
gıda maddelerinin toplumun temel tüketim maddeleri olduğunu ve miktarlar
arasında da denkliğin bulunduğunu göstermektedir. Öte yandan fitre ile, bir
fakirin içinde yaşadığı toplumun hayat standardına göre bir günlük yiyeceğinin
karşılanması ve onun da müslüman toplumun üyesi olmanın hazzına
ve bayram sevincine iştirak ettirilmesi hedeflenmiş olmalıdır. Bu ve benzeri
mülâhazalardan hareketle günümüz İslâm bilginleri, fıtır sadakasının tesbiti
konusunda iki ölçüden birinin esas alınması gerektiği görüşündedir:

1. Hadislerde geçen gıda maddelerinin 1'er sâ‘ının para cinsinden ortalamasının
alınması. Bu uygulama ile, ramazan ayında kuru üzüm, hurma,
buğday ve arpa gibi maddelerin çeşitli kalitelerine göre belirlenmiş birbirinden
çok farklı birçok rakamın ortaya çıkması ve müslümanların bu durum
karşısında tereddüde düşmesi önlenmiş olacaktır.
2. Fitre miktarı olarak, bir şahsın bir günlük normal yiyeceğini sağlayacak
miktarın ölçü alınması. Bu miktarın hadislerde zikredilen gıda maddele
rinden en ucuzunun bedelinden daha düşük olmaması da gerekir. Bu usul
benimsendiğinde fitre verilecek fakirin hayat şartlarına göre bir günlük gıda
ihtiyacı değil fitre veren kimsenin kendi günlük gıda tüketim ortalamasının
ölçü alınması, fitrenin mâna ve gayesine daha uygundur. Kur'an'da yemin
kefâretiyle ilgili olarak "Ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on
fakire yedirmek" (el-Mâide 5/89) ifadesi böyle bir ölçünün alınmasını haklı
ve gerekli kılmaktadır. İmam Şâfiî'nin ictihadı da, herkesin ortalama olarak
tükettiği yiyecek maddelerinden fitre vermesi gerektiği şeklindedir (Şâfiî, el-
Ümm, II, 59).

b) Ödeme Şekli

Fitre bir ibadet olduğundan, bu vecîbenin geçerli olarak yerine getirilmiş
olması için niyet şarttır. Fitre ayrılırken niyet edilebileceği gibi, onu verirken
de niyet edilebilir. Niyet, bu ödemeyi Allah rızâsı için fitre olarak yaptığını
gönülden geçirmek veya dil ile söylemekten ibarettir. Bunu fakire verirken
"bu fitredir" demeye gerek yoktur.

Fakihlerin çoğunluğuna göre fitre kıymet (para) olarak ödenemez. Hangi
gıda maddesinden ödenecekse, -ki bu, o bölgenin en çok tüketilen maddesi
olacaktır- o maddeden verilmelidir. Hanefîler'e göre fitre para olarak da verilebilir.
Hatta bu usul, fakire acil ihtiyacını giderme imkânı vereceğinden
daha uygun bulunmuştur.

Tekrar ifade edelim ki, hadislerde fitre ölçüsü olarak tesbit edilen ve ileri
dönemlerde de ölçü alınmaya devam edilen bu miktarlar asgari sınırlardır.
Bu gıda maddeleri ve miktarlar, İslâm'ın ilk tebliğ edildiği çevrenin maddî
şartları ve beslenme imkânlarına göre belirlenmiştir. Bu konudaki Hz. Peygamber'in
emir ve tavsiyeleri, fakirlerin böyle günde el avuç açmaktan kurtarılması,
onların da doyurulup bayram sevincine iştirak ettirilmesi yönündedir.
Fitre ödenirken bu gaye ve ölçülerin göz önünde bulundurulması, bu
dinî mükellefiyetin hikmetlerine daha uygun düşmektedir. O halde kişi ekonomik
durumuna ve içinde yaşadığı ortama göre fakirin en az bir günlük
yiyecek-içecek ihtiyacını karşılayacak bir parayı fitre olarak tesbit edip vermelidir.
Şöyle ki, ailenin bir aylık mutfak masrafı otuz güne, sonra aile fertlerinin
sayısına bölünür. Çıkan rakam kişinin kendi ekonomik seviyesine
göre ortalama bir günlük gıda masrafını gösterir.

Fitre ödemesinin "temlik" sûretinde yapılması gerekir. Meselâ fitre mükellefinin,
bir fakirden alacağına mahsup ederek ona fitre ödemesi geçerli
olmaz.

c) Fitre Verilebilecek Kimseler

Fıtır sadakasının sarf yerleri ile zekâtın sarf yerlerinin aynı olduğu hususunda
fakihler görüş birliği içindedirler. Buna göre, zekât verilemeyen kimselere
fitre de verilemez. Şu kadar var ki, gayri müslimlere zekât verilemeyeceği
noktasında bilginler ittifak etmiş olmakla birlikte, Ebû Hanîfe'ye göre İslâm
ülkesi vatandaşı olan Ehl-i kitaba (zimmî) fitre verilebilir. Ebû Yûsuf'a ve fakihlerin
çoğunluğuna göre ise zimmîye fitre verilemez. Hanefî mezhebinde
Ebû Yûsuf'un görüşü fetvada esas alınmıştır.

Kendilerine fitre verilemeyecek kişiler şunlardır: Dinen zengin sayılanlar,
fitre yükümlüsünün zevcesi, usulü (ana-babası, dede ve nineleri), fürûu (çocukları
ve torunları), bakmakla yükümlü olduğu yakınları. Zenginlik hakkında
değişik ölçüler belirtilmiştir; Hanefîler'e göre, artıcı nitelikte olsun olmasın
nisab miktarı malı olan kişiye fitre verilemez.

Fitre verilirken, mükellefin bulunduğu yerdeki fakirlere, uzakta otursalar
da fakir akrabalara, iyi ahlâk sahibi ve geliri giderini karşılayamayanlara
öncelik verilmelidir.

Bir kimse fitresini bir fakire verebileceği gibi, birkaç fakire de dağıtabilir.
Ayrıca birçok kişi de fitrelerini bir fakire verebilirler.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol