""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

İnsan Hakları

                                 İNSAN HAKLARI 
Hakka, “hukukun koruduğu menfaat”; insan haklarına da, “insana insan 
olduğu için, diline, dinine, ırkına, cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne 
ve rengine bakılmaksızın tanınan haklar” şeklinde bir tanım getirilebilir. 
Ayrıca “insan hakları, insanın sahip olduğu özgürlüklerin belirgin ve 
kullanılabilir hale gelmesi” şeklinde tanımlanabilir. Ancak hak ve özgürlük 
kavramlarının insan zihninde yaptığı çeşitli çağrışımlar ve bu iki kavram 
etrafında tarihsel süreçte teori ve pratikte oluşan zengin birikim sebebiyle bu 
tarz tanımların belli ölçülerde belirsizlik ve izâfîlik taşıdığı da açıktır. Çünkü 
insanlar farklı dinlere, kültür ve geleneklere, toplumsal yapı ve siyasî rejimlere 
sahiptir veya bağlıdır. İnsan hakları doktrini bu farklılıklara bakılmaksızın 
herkesin sahip olduğunu var saydığı bazı haklardan yola çıktığı, insanla 
ona egemen güçler, fertle devlet arasındaki ilişkiler bakımından evrensel 
standartlar getirmeye çalıştığı için belli bir ortak anlayışı ve tanıtımı da 
kaçınılmaz kılar. Hukukçuların, filozofların ve diğer sosyal bilimcilerin insan
haklarına getirdiği çeşitli tanımlar da onların dünya görüşlerinin ve bakış 
açılarının özeti mahiyetindedir. J. Mourgeon insan haklarını “Kişinin tek tek 
kişilerle ve iktidarla ilişkileri içinde kendi malı olarak elinde bulundurduğu, 
kurallarla yönetilen ayrıcalıklar” olarak tanımlıyor. Bu anlamda bakıldığında 
Avrupa tarihinin bir insan hakları mücadelesinden ibaret olduğu söylenebilir. 
Bu sebepledir ki 1215 tarihli Magna Carta’dan itibaren ilân edilen bütün 
bildirgeler Batı için insan hakları açısından oldukça önemli gelişmelerdir. 
İngiltere’de halk, daha doğrusu seçkinler bu belgeyle siyasal iradeyi temsil 
eden kraldan birtakım haklar koparabilmişti. XVI. yüzyılda Las Casas, XVII. 
yüzyılda Grotius ve daha sonra Kant ve rahip St. Pierre gibi birkaç idealistin 
düşlerine rağmen Batı toplumu insan hakları konusunda ancak son iki yüzyılda 
ilerleme kaydedebilmiştir. 1789 yılında Fransa’da yayımlanan İnsan 
Hakları Bildirisi, Batı’da insan haklarının kazanılmasında en önemli adımlardan 
biridir. Fransız Devrimi özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini dünyaya 
ilân etmiştir. 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından ilân edilen 
İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi insan hakları konusunda dünyada 
atılan en ileri ve en kapsamlı adımdır. 
İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’nin ilk iki maddesi, bütün insanların 
hür doğduklarını, hak ve değer bakımından eşit olduklarını; beyannâmede 
sözü edilen haklardan ırk, renk, cinsiyet, dil, din ayırımı yapılmaksızın 
yararlanacaklarını ilân etmiştir. 
İnsan hakları ifadesi, teorik olarak, insanın sahip olduğu, insana içsel, 
doğal olan ve en azından kişinin iki temel ögesi ile (beden ve ruh) ilgili 
hakları kapsadığı gibi, insanla ilgili olan hakları yani kişinin oluşturucu
ögelerinin dışında olmakla birlikte, onun varlığının vazgeçilmez sayılabilen 
yönleriyle ilgili olan hakları da kapsar. 
İslâm dünyasında ise insan hakları, hemen dinin tebliğ edilmesiyle birlikte 
başlamıştır. Denilebilir ki Kur’ân-ı Kerîm, temel insan haklarını bir defa 
daha tesbit ve tescil etmek, insana hak ettiği değeri yeniden kazandırmak 
amacıyla gönderilmiştir. 
İslâm toplumlarının bağlı bulunduğu Kur’ân-ı Kerîm ayrıntılı ve teknik 
olmasa bile insan hakları kapsamına giren noktalara değinmiş ve bunların 
korunmasını değişik boyutlarda müeyyidelendirmiştir. İslâmî telakkiye göre, 
bütün haklar yaratıcı Tanrı’nın iradesine dayanır, O’nun insana bağışıdır. 
İnsanın yeryüzüne halife ve en saygı değer (mükerrem) varlık olarak yaratıldığı, 
ona önemli sorumluluklar (emanet) yüklendiği fikri, insanın doğuştan 
birtakım haklara sahip olduğu fikrinin simetrik ifadesidir. Bu telakki, hak
ların beşerî ve egemen güçler tarafından tanınıp lutfedildiği ve yine onlar 
tarafından serbestçe kısıtlanabileceği anlayışını reddetmesi ve insana insan 
olması sebebiyle bir değer vermesi açısından insan hakları tarihinde önemli 
bir adım olmuştur. 
Tabiatıyla insan haklarının tanınmasının, yazılı metinlerle tesbit edilmesinin 
tek başına bir şey ifade etmediğini geçmişte ve hâlihazırda yaşanan 
örneklerde görebiliriz. Önemli olan bunun toplumun bütün bireyleri, özellikle 
de egemen güçleri tarafından özümsenmiş, âdeta bir yaşam biçimi ha-
line getirilmiş olmasıdır. Diğer birçok insanî ve hukukî değer gibi insan hakları 
da ancak sağlam bir inanç ve ahlâk zemininde, hukukun üstünlüğünün 
ve adaletin bulunduğu toplumlarda gerçekleşip gelişebilir. Hukuk devletinin 
bulunmadığı, kanunların âdil olmadığı ve adaletin bir hayat tarzı olarak 
yaşama geçmediği toplumlarda insan hakları kâğıt üzerinde kalır. Kur’an’da 
ve Hz. Peygamber’in sünnetinde adalete ve hukukun üstünlüğüne devamlı 
vurgu yapılıp keyfîliğin, kişinin kendi hakkını bizzat kendi kuvvetiyle elde 
etmesi demek olan ihkak-ı hakkın, nasların çizdiği sınırların çiğnenmesinin 
yasaklanması, meşruiyetin ve hukuk düzeninin korunmasının emredilmesi 
bu sağlam zemini kurmaya mâtuf tedbirlerdir. 
Hz. Peygamber’in hicret esnasında Medine’deki değişik inanç mensuplarıyla 
ve etnik gruplarla yaptığı Medine sözleşmesi, hayatı boyunca etrafındaki 
insanlara davranışları, çeşitli din mensuplarıyla ve kölelerle ilişkileri 
ve bu konudaki tavsiyeleri insan hakları açısından büyük öneme sahip belge 
ve uygulama örnekleridir. 
Resûlullah’ın uygulamalarının teorik çerçevesi mahiyetinde olan Vedâ 
hutbesi de, insan hakları açısından önemli bir belgedir. Vedâ hutbesi kişi, 
aile, toplum (müminler toplumu) ve bütün insanlığı iç içe geçmiş daireler 
biçiminde içermektedir. Başlangıç cümlelerinden sonra hutbe, “Ey Allah’ın 
kulları, sizlere Allah’tan korkup çekinmenizi tavsiye eder, hepinizi O’na itaat 
etmeye teşvik ederim” sözleriyle devam eder. Başlangıç cümleleriyle birlikte 
düşünüldüğünde kişinin kendine karşı olan haklarının başında tek Allah’ı 
tanımak ve O’na itaat etmek geldiği söylenebilir; kişi ancak bu suretle ken-
dine karşı görevini yerine getirmiş ve gerçek değerini bulmuş olur. 
Bundan sonraki halka aile hakları denilebilecek halkadır. “Ey insanlar! 
Eşlerinizin sizin üzerinizde sizin de onlar üzerinde hakkı vardır; size kadınlar 
hakkında yaptığım tavsiyeyi tutun; siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız; 
kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara iyi davranın”. 
Vedâ hutbesinde can, mal ve namus dokunulmazlığı da ayrıca vurgulandıktan 
sonra müminlerin kardeş olduklarından bahsedilmiş ve daha sonra 
hutbe cihanşümul bir boyuta çekilmiştir: “Ey insanlar, rabbiniz birdir, 
babanız da birdir; hepiniz Âdem’densiniz, Âdem de topraktan.” 
İslâm bilginleri ve teorisyenler, dinin amacının “zarurât-ı hamse” denilen 
beş temel ilkeyi yerleştirmek ve korumak olduğunu ifade etmişlerdir. 
Bunlar; a) canın korunması, b) aklın korunması, c) namus ve haysiyetin 
korunması, d) dinin korunması, e) malın korunmasıdır. Korunması gereken 
bu beş ilke bir yönüyle Allah’ın peygamber göndermedeki maksatlarını 
(makasıdü’ş-şâri‘) teşkil ederken, bir yönden de insanların yararlarını 
gerçekleştirme amacına mâtuftur, daha doğrusu insanların temel yararları bunlardan
ibarettir. 
Müslüman Doğu’da insan haklarının ne ölçüde korunduğu ve gerçekleştiğinin 
değişik ölçüt ve göstergeleri bulunabilir. Ceza hukuku alanında 
suç ve cezada kanunîlik ilkesinin konması, kesinleşmiş bir suç olmadıkça 
kimsenin suçlu işlemi görmemesi, sanık haklarının korunması, işkence yasağı, 
cezalandırmada denklik gibi ilkeler, hayvanların haklarını korumaya 
mâtuf tedbirler ve uygulamalar, sosyal amaçlı vakıflar, zekât, nafaka ve 
yardımlaşma anlayışı, sosyal dayanışmayı ve bütünlüğü amaçlayan ahlâkî 
değerler, toplumun güçsüz kesimleri olan gayri müslimler, işçiler, çocuklar, 
köle ve kadınlarla ilgili düzenlemeler ve onların haklarını korumaya mâtuf 
tedbirler ayrı ayrı ölçüt ve hareket noktası olarak kullanılabilir. Bunların 
hepsinde her dönemde arzulanan seviyede olumlu bir uygulama çizgisinin 
bulunduğunu iddia etmek doğru değil ise de tarihî süreç itibariyle genel görünüm 
olumlu bir seviyede ve çizgide seyretmiştir. 
Batı o dönemlerde böyle bir dinî ve ahlâkî öğreti temeline sahip bulunmadığı, 
güçlünün egemen olduğu ve diğerlerinin hakkını belirlediği bir toplumsal 
yapıya sahip bulunduğu, köleler ve kadınlar akıl almaz bir aşağılanmaya 
muhatap olduğu için, insan hakları mücadelesinin ilk izlerine de 
Batı toplumlarında rastlanır. Bu durum insan hakları kavramının niçin Batı 
kökenli sayıldığını da açıklar. Aslında insan haklarının Batı’daki kötü geçmişi 
ve bugün için ise toplumda bireysel hak ve özgürlükler adına birçok 
aşırılık ve aykırılıkların önlenemez bir hal almış olması bir etki-tepki veya 
toplumsal med cezir hali görünümündedir. Aynı med cezir kiliseye ve 
hıristiyan din adamları sınıfına karşı haklı olarak başlatılan laiklik mücadelesinin 
giderek bireysel hayattan da dini dışlama ve sekülerleşme sürecine 
girmesi, hukukun dinî ve ahlâkî zeminini yitirmesi sonucunda da görülmüştü. 
Müslüman Doğu’da insan haklarının hiç ihlâl edilmediğini söylemek abartılı 
bir ifade olur. Ancak Kur’an ve Sünnet terbiyesini almış müslüman 
toplumlarda insanların temel hak ve hürriyetlerinin korunması yönünde 
önemli bir mesafe alındığı, bugün için bile gıpta ile söz edilen bir hoşgörü 
ortamının bulunduğu, ihlâl ve haksızlıkların da oldukça mevziî kaldığı söylenebilir. 
İslâm toplumlarında insan haklarına ilişkin bildirgelere rastlanmaması, 
İslâm toplumlarında insan haklarının ihlâl ve ihmal edildiği anlamına 
değil, belki, bugünkü mânada olmasa bile genel anlamda insan haklarının 
gözetildiği anlamına gelir. 
Burada, insan hakları açısından her zaman için tartışma konusu olan üç 
konu üzerinde, din ve vicdan hürriyeti, kadın hakları ve kölelik üzerinde 
durmak istiyoruz. 
A) Din ve Vicdan Hürriyeti 
En yaygın tanımına göre din ve vicdan hürriyeti, kişilerin istedikleri dini 
serbestçe seçmeleri, seçtikleri dinin kurallarını hiçbir müdahale ve kısıntıya 
mâruz kalmadan uygulamaları, bu konuda eğitim alma, eğitme, başkalarına 
anlatma ve telkin etme, bunu sağlayacak ölçüde sivil örgütlenme haklarını 
ifade eder. 
Dinin sadece zihinde kalan bir inanış ve kanaatten ibaret olmadığı, aynı 
zamanda kişinin dünyevî hayatına yön verecek ahlâkî, hukukî ve sosyal 
kuralları da ihtiva ettiği açıktır. Bu sebeple dini sadece kişi ile Tanrı arasında 
kalan bir vicdan meselesi olarak görmek ve böyle tanıtmak yanlış olur. Dinin 
davranışlarımızla ilgili emir ve yasaklarının bağlayıcılığı, dünyevî ve 
uhrevî sonuçları vardır. Öte yandan aynı inancı paylaşan kimselerin sosyal 
birlik oluşturması, dinlerinin kurallarını sosyal zemine taşırması ve bu yönde 
organizasyonlar kurması kaçınılmaz olmaktadır. 
Din ve vicdan hürriyeti, ferdin benimsediği dinin yapısına, içerik ve niteliğine 
göre değiştiği gibi din ile devletin münasebetine göre de farklılık 
arzedebilir. Meselâ devletin dinî kurallara göre yönetildiği teokrasilerde devletin 
resmî dinini benimseyenlerin din ve vicdan hürriyeti açısından bir probleminin 
olmaması gerekir. Burada muhtemel problem, devletin resmî dini 
dışında bir din ve inanışı benimseyeler açısından söz konusu olabilir. Bunun 
da boyutu devlet dininin yapısındaki hoşgörü ölçüsüne göre değişecektir. 
Devletin dine egemen olduğu sistemlerde din ve vicdan hürriyetinin sınırını 
devletin felsefesi ve temel kuralları tayin eder. Burada esas olan devletin 
resmî politikası ve belirlemesi olduğundan, gerçek anlamıyla bir din ve vicdan 
hürriyetinden söz edilemez. Devletle dinin birbirinden tamamen ayrıldığı 
liberal ve laik sistemlerde ise, fert ve cemaatler dinî inançlarının gereğini 
yerine getirmekte kural olarak serbesttir. Bununla birlikte devlet ile din arasında 
bir alan ayırımı söz konusu olduğundan, devletin genel felsefesi, temel 
ilkeleri ve kamu düzeni ile sınırlı bir din ve vicdan hürriyeti vardır. 
Din-devlet ikileminin ve buna bağımlı olarak devletin egemenlik alanı ile 
din ve vicdan hürriyeti arasındaki mücadelenin uzun bir tarihî geçmişi vardır. 
Yahudilik’te Tanrı’nın kavmi kabul edilen Yahudi olanlarla olmayanlar arasında 
kesin bir ayırım gözetilmiş, bu zihniyet farklılığı ve millî din anlayışı 
çoğu zaman yahudi olmayanlara karşı katı bir tutum sergilenmesine yol açmıştır. 
Bununla birlikte yahudilerin yahudi olmayanlara karşı tutumunda, 
onların yahudilere karşı takındığı tavrın da önemli etkisi olmuştur. 
Din ve vicdan hürriyeti problemi Batı kültür tarihinde ilk defa Hıristiyanlık’la 
ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlık, dogmatik tekelciliği sebebiyle dinde 
bir hoşgörüsüzlük doğurmuştur. Hıristiyanlık, ortaya çıkışından itibaren üç 
asır boyunca Roma’dan beklediği hoşgörüyü, kendisi devlet dini olduktan 
sonra ne kendi içinde ortaya çıkan gruplara ve farklı inanışlara ne de başka 
dinlere göstermiştir. Diğer din mensuplarına karşı gösterilen katı tutum bir 
tarafa kendi içindeki farklı inanç sahipleri, günahkârlar ve dinden dönenler, 
kilisenin otoritesine karşı gelenler de mânevî bir ceza olan afarozun yanı 
sıra kilisenin devletle iş birliğine bağlı olarak çeşitli kovuşturma ve baskılara 
mâruz kalmışlardır. Kilise devletten aldığı gücü kaybettiği oranda bu katı 
tutumunu zorunlu olarak yumuşatmış ve azaltmıştır. Diğer bir ifadeyle, 
kilisenin devletle olan sıkı iş birliği ve baskıcı tutumu, önce reform hareketlerinin, 
devamında da din ile devletin ayrışması ve alan ayırımına gitmesi 
projesinin gündeme gelmesine ve gerçekleşmesine imkân hazırlamıştır. Bu 
süreç Batı’da, pozitif bilimlerin gelişiminin de desteğiyle, ferdî hayattan ve 
değerler dünyasından dinin dışlanması gibi olumsuz ve uca kaçan gelişmelerin 
de hazırlayıcısı olmuştur. 
İslâm dini, kendini ilâhî dinlerin ve tevhid geleneğinin son halkası, değişikliğe 
uğramamış ve uğramayacak yegâne hak din olarak tanıtmakla ve 
İslâm dışındaki din ve inanışları bâtıl olarak nitelendirmekle birlikte, diğer 
din ve inanışların varlığını da vâkıa olarak kabul eder. Onların yeryüzünden 
silinip kazınması ve sadece İslâm’ın tek din olarak kalması gibi bir iddiayı da 
taşımaz. Kur’an’da, “Eğer rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi 
hakkı benimseyip iman ederdi. Yoksa sen inanmaları için insanlara zor mu 
kullanacaksın?” (Yûnus 10/99) buyurulmuş, hak ve hakikatin gösterildiğini, 
bundan böyle dileyenin iman etmeyi, dileyenin de sonuçlarına ve sorumluluğuna 
katlanması kaydıyla küfrü tercih edebileceği (bk. el-Kehf 18/29) 
uyarısı yapılmıştır. Dinin özünü hür bir seçimle yapılan iman teşkil eder. 
Kur’an’da yer alan, “Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl tamamen birbirinden 
ayrılmış ve hak bütün açıklığıyla meydana çıkmıştır” (el-Bakara 
2/256) meâlindeki âyet de bunu vurgular. 
Gerek Kur’an’ın anılan ve benzeri ifadeleri, hıristiyan ve yahudileri 
“Ehl-i kitap” adlandırmasıyla ayrı bir grup olarak telakki edip onlara ayrı bir 
statü tanıması, gerekse Resûl-i Ekrem’in başta Ehl-i kitap olmak üzere diğer 
din mensuplarına karşı gösterdiği müsamaha ve bu konudaki ısrarlı telkin 
ve tavsiyeleri, hem müslümanların kendi dinleri hakkında özgüvene sahip 
olmasının hem de tarih boyunca diğer din mensuplarına karşı hak ve adaletle, 
merhamet ve hoşgörü ile davranmasının temel âmilini teşkil etmiştir. 
İlk dönemlerde İslâm’ın tebliğ ve yayılışına engel olan müşriklere ve değişik 
din mensuplarına karşı kararlı ve tavizsiz bir politikanın izlenmesi, 
dinden dönenlere karşı sert yaptırımların uygulanması, bir yönüyle dinlerin 
kuruluş dönemlerinde alınması gerekli önlemler, bir yönüyle de yarımadada 
siyasal birliğin kurulabilmesi için zorunlu idarî ve siyasî tedbirler olarak 
görülmelidir. İlk halife Ebû Bekir’in dinden dönenler ve devlete vergi ödemeyerek 
baş kaldıranlara karşı savaşması, Arap yarımadasındaki müşrik 
Araplar’ın müslüman olmaya veya yarımada dışında zorla iskâna tâbi tutulması 
insanlara din ve vicdan hürriyeti tanınmadığı 
şeklinde değil de, o 
dönemde irtidad hareketinin siyasal isyana ve kamu düzeni ihlâline dönüşmüş 
olmasıyla ve yeni kurulan siyasal birliğin korunması zaruretiyle açıklanmalıdır. 
İslâm’ın “cihad” ilke ve emri de din ve vicdan hürriyetini tanımayan 
ve kısıtlayan bir prensip veya İslâmiyet’i zor kullanarak benimsetme 
ameliyesi değil, Tanrı’nın birliğini ifade eden kelime-i tevhîdi yayma, dinin 
varlığının kabul edilmesini ve yayılmasını engelleyen şartların ortadan kaldırılması 
çabasıdır. Diğer bir anlatımla, bütün insanlığa ilâhî mesajı ulaştırma, 
onların da hak ve hakikatle tanışmasına imkân hazırlama gayretidir. 
İslâmî öğretide de küfür tek başına savaş sebebi sayılmamış, aksine savaşın 
meşruiyeti için İslâm’a ve müslümanlara karşı hasmane ilişkiler ve fiilî tecavüz 
ölçü alınmıştır. 
İslâm’ın müslüman olmayanlara tanıdığı din ve vicdan hürriyetinin içerik 
ve sınırlarını tanımada, tarih boyunca gayri müslimlerin müslüman toplumlarda 
sahip oldukları serbestiyi, hak ve özgürlükleri izlemek kâfidir. Hz. 
Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren gayri müslim tebaa ile 
yapılan vatandaşlık ve bağlılık (zimmet) anlaşmalarında onlara din ve vicdan 
hürriyetinin tanındığı, dinlerinin gereklerini serbestçe yerine getirebilecekleri 
açık bir şekilde ifade edilmiştir. Gayri müslimlere kendi inançlarını 
koruma, mâbedlerini yapma ve dinlerine göre ibadet etme, dinlerine göre 
davranma, çocuklarına din eğitimi verme, dinî cemaat oluşturma, hukukî ve 
kazâî muhtariyet gibi bir dizi hak ve hürriyet tanınmış, sadece kamu düzenini 
ilgilendiren alanlarda herkes gibi onların da devletin ortak ilke ve kurallarına 
tâbi olması istenmiştir. Osmanlı toplumunda gayri müslimlerin 
statüsü ve sahip oldukları haklar bu müsamaha ve anlayışın güzel bir örneğidir. 
Böyle olduğu için de tarih boyunca çeşitli İslâm ülkelerinde gayri 
müslim azınlıklar varlıklarını, din ve kültürlerini daima koruyabilmişlerdir. 
Bir zamanlar büyük bir İslâm medeniyetinin doğduğu ve kalabalık bir 
müslüman nüfusun bulunduğu İspanya’da, Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışının 
ardından müslüman katliamının yapılması ve geriye hiçbir müslümanın 
bırakılmaması, asırlarca müslümanların hâkimiyeti altında bulunmuş 
olan Balkanlar’da, Lübnan’da, Mısır’da, Kuzey Afrika’da ve diğer birçok 
ülkede hâlâ kayda değer sayıda gayri müslim nüfusun bulunması ve onların 
hiçbir baskı, tehcir ve din değiştirme politikasına mâruz kalmamış ve din ve 
kültürlerini bugüne kadar korumuş olması iki farklı din ve medeniyetin din 
ve vicdan özgürlüğü anlayışları ve uygulamaları arasında mukayeseye imkân 
verdiği gibi, İslâm’ın bu konudaki genel çizgisini de ortaya koyucu niteliktedir. 
Günümüz hukuk sistemlerinde de din ve vicdan hürriyetinin tanınması 
ve korunması, temel insan hak ve hürriyetlerinden biri kabul edilir. Laiklik 
ilkesi âdeta bu hürriyetin teminatı olarak gösterilir ve bu ilke sayesinde din 
ve devlet arasında belli bir uyumun sağlandığı var sayılır. Bununla birlikte 
dinin dünya hayatına ilişkin düzenleme öngörmesi ölçüsünde kurulu hukuk 
düzeni ile çatışması, yani dinî ve laik normlar arası çatışma kaçınılmaz gözüktüğünden 
bu hürriyetin sınırının ne olacağı, çatışma alanının hangi tarafa 
bırakılacağı daima tartışılagelen bir husus olmuştur. İnsanların dinî ve 
vicdanî bir kanaate sahip olması hukukun tanımasından değil insanın var 
oluşundan, düşünme ve inanma yeteneğinden doğduğu için din ve vicdan 
hürriyetinden kastedilen şeyin, bir dinî ve vicdanî kanaate sahip olma değil 
bu inancını açığa vurma, onun gereklerine göre ibadet etme, davranma ve 
başkalarına telkinde bulunma gibi dışa akseden davranışlar olması gerekir. 
Bu alanda hakkın özü denince, bir dinî inanç ve kanaatin dışa aksettirilmesi, 
ona göre davranılması hakkının temel öğeleri anlaşılır. Bu itibarla din 
ve vicdan hürriyetini sadece inanma ve buna göre ibadet etme hakkı olarak 
anlamak, üstelik ibadet hürriyetini de kamu düzeni, genel ahlâk ve kanunlara 
aykırı olmama şartıyla sınırlamak bu hak ve hürriyetin özüne dokunma 
demektir. Çünkü kamu düzeni ve genel ahlâkla hukuk düzeni arasında ya-
kın ilişki mevcut olup ibadet hürriyetini bu ikisiyle sınırlama, sonuçta hukuk 
düzeninin ibadeti ve dini belirlemesi ve tanımlaması anlamına gelir. Bu da 
hem hak ve hürriyetin tanınması, hem de din ve devletin ayrışması ilkelerine 
aykırıdır. 
Esasen laiklik, bir inanç esası ve dogma olarak anlaşılmadığı ve uygulanmadığı, 
aksine bir yöntem ve toplumsal uzlaşma modeli olarak algılandığı 
sürece, din ve vicdan hürriyetinin güvencesidir. Bu sebeple de laiklikle din 
ve vicdan hürriyeti arasında çatışmanın değil destek ve dayanışmanın olması 
gerekir. Bununla birlikte uygulamada bu ikisi arasında zaman zaman 
çatışma ve gerilimin yaşandığı da inkâr edilemez. Din ve vidan hürriyeti ile 
hukuk düzeni arasındaki çatışma, laikliğe belli bir kavramsal çerçeve çizememiş 
ve onu âdeta farklı politikaların sığınak ve gerekçesi olabilecek bir 
belirsizliğe mahkûm etmiş ülkelerde daha açık biçimde görülür. Bu çatışmanın 
bir sebebi, içi boş bir laiklik kavramının keyfî uygulamalara ve din hürriyeti 
karşıtı tavırlara kolaylıkla gerekçe yapılabilmesi tehlikesidir. Bir diğer 
sebep ise, İslâm dininin kendi öz yapısı, müslümanların İslâm dinini algılama 
tarzı ve İslâm’dan bekledikleriyle laik devletin İslâm dinine biçtiği konum 
arasında ciddi farklılıkların bulunabilmesidir. Çünkü İslâm dininin 
inanç, ibadet ve ahlâkın yanı sıra sosyal hayata ilişkin birtakım öneri ve 
hükümleri de bulunmakta olup, bunların yerine getirilmesi müslümanlarca 
dinî hayatın bir parçası olarak telakki edilir. İslâm dininin sosyal hayatla ve 
beşerî ilişkilerle ilgili hükümleri esasında kamu yararının gözetilmesi, kamu 
düzeninin kurulması ve toplumsal ıslahat projelerinin dinî ve ahlâkî bir zemine 
dayandırılarak daha güçlendirilmesi ve sağlamlaştırılması gibi amaçlar 
taşır. Bu yönüyle bakıldığında İslâm dininin toplumsal önerileri sosyal barışın 
ve bireyler arasında karşılıklı güven ortamının kurulmasında çok önemli 
ve olumlu bir katkıyı sağlayabilecek niteliktedir. Zaten özgürlükçü ve demokratik 
toplumlarda halkın genel kabulleri, örf ve temayülleri ile uygulamaya 
akseden kamusal talep ve projeler arasında belli bir uyum görülür. Öte 
yandan dine bağlı kimselerce ibadet ve dinî ödev olarak telakki edilen davranış 
ve görevlerin ifa edilmesinin kamu yetkisini elinde bulunduran şahıs ve 
merciler tarafından çeşitli gerekçelerle engellenmesi ve kısıtlanması, bireysel 
planda olsun din hürriyetinin korunmadığı iddialarına haklılık kazandırmakta, 
aradaki güvensizliği ve soğukluğu daha da tırmandırmakta, neticede devletin 
gücü ve saygınlığı zaafa uğramaktadır. Çünkü devletin boyun eğdirmesi 
güce ve maddî unsurlara, dinin etkisi ise bireyin öz tercihine ve vicdanına 
dayanır. Fertlerin bu iki bağlılık arasında seçime zorlanması, görünüşte düzeni 
sağlayıcı gibi görünse de esasında maddî otoriteye karşı göstermelik bir 
boyun eğişi sağlayabileceğinden içinde ikiyüzlülük ve çözümsüzlük taşır. 
Öte yandan din ve vicdan hürriyetini kısıtlamaya yönelik müdahaleler 
reaksiyoner akımları, özgürlük karşıtı baskıcı anlayışları, dinin yüce değerlerinin 
çeşitli kesimlerce istismar edilmesini de güçlendirmektedir. Böyle bir 
kargaşa ve güvensizlik ortamında, farklı sâiklerden doğan birçok davranış 
ve talebin de din ve ibadet hürriyeti adına gündeme getirilmesi tehlikesi 
vardır. Bu sebeple hukuk düzeninin dinin gereğinin ne olduğunu belirlemeye 
kalkışmayıp sağlıklı bir din eğitim ve öğretiminin yapılmasına imkân 
hazırlayıcı, özgürlükler arası dengeyi sağlayıcı bir rol üstlenmesi, kamu 
yöneticilerinin insan hak ve özgürlüklerine saygılı olup din ve ibadet hürriyetini 
belirleyici değil koruyucu bir tavır sergilemesi, insanların karşılıklı 
güven ve hoşgörü ortamında yaşamaya alıştırılması modern devletlerin ana 
hedef ve politikaları arasında yer almalıdır. 
B) Kadın Hakları 
Hayvan topluluklarının hepsinde fizikî güç, özellik ve farklılıklar büyük 
önem taşır. İnsan toplumlarında dikkati çeken ilk önem sırasının cinsel olduğu, 
sonra fizikî ve iktisadî önem sıralarının söz konusu olduğu, son zamanlarda 
ve çağdaş telakkilerde ise önem sırasının iş bölümüne dönüşmeye 
başladığı öne sürülmektedir. Tarih boyunca kadına tanınan statünün, genel 
hatlarıyla bu iddiayı desteklediği de söylenebilir. 
Yakın zamanlara kadar, bazı istisnalar dışında erkeklerle kadınlar medenî 
ve siyasî haklarda eşit değildi. Son yüzyıla kadar Batı toplumu kadın 
hakları konusunda kötü bir sınav vermiştir. Günümüzde bu toplumdaki 
aykırılık ve aşırılıklar da âdeta bu kötü döneme tepkiyi içeren karşı ucu teşkil 
etmektedir. Kimi bilim adamlarına göre, kadının köle seviyesinde bulunuşu, 
köklenmiş nüfus şartlarının sonucuydu. Çocuk ölüm oranı çok yüksek 
olunca insanların yeryüzünden silinme tehlikesi belirmiş ve kadınlardan 
sadece çocuk vermeleri beklenmişti. İtalya’da Mussolini kadınlara yüksek 
öğrenimi yasaklarken, Hitler 1914 yıllarının II. Guillaume’unu hatırlayarak 
kadınların “üç k”dan başka şeylerle uğraşmamasını istemiştir (kinder=çocuk, 
kuche= mutfak, kirche=kilise). 
Tarih boyunca kadınların siyasî haklardan uzak tutulmalarının istisnaları 
görülmektedir. Kimi yazarlar, kadınların saltanat sürdüğü dönemleri sağ 
duyunun ağır bastığı dönemler olarak adlandırır. XV. yüzyılda müslümanları 
ülkeden atan ve Kristof Kolomb’un Amerika seferini himayesine alan 
İspanya Kraliçesi Katolik İsabella, 1558’de İngiltere tahtına çıkan, Protestanlığı 
sağlamlaştıran Elisabeth, Büyük Katerina (1729-1796), 1740-1780 
yılları arasında hüküm süren Avusturyalı Maria Teresa ve 1837-1901’de 
hüküm süren Victoria devlet gemisini yürütmüş kadınlardır. 
Günümüzde kadınlara oy hakkı tanınmasından sonra hemen hemen bütün 
ülkelerde kadın bakan ve milletvekili sayısı düşme göstermiştir. Etraflıca 
incelenmeye değer bu konuya ilişkin olarak Fransız sosyolog Gaston 
Bouthoul, temel siyasî meselelerin savaş ve zorbalık terimleriyle sarılıp sarmalanarak 
sunulduğu zamanımızda, ruhsal yapıları ve özel mantık düzenleriyle 
kadınların bu terimleri anlamasının ve benimsemesinin güçlüğünden 
bahseder ve önümüzdeki günlerde de savaşın er kişilerin en büyük meselesi 
olmaya devam edeceğini ileri sürer. Ona göre, siyasî davranışlar bakımından 
kadınları erkeklerle eş tutmak yanlıştır ve meseleyi ayıklamaya yetmemektedir. 
Kadınların devletin gidişine bütün kadınlıklarıyla katılması isteniyorsa, 
oylarının ve düşüncelerinin erkeklerin davranışlarının yan sonuçları, 
yan ürünleri olarak kabulüne son verilmelidir. Kadınlar insan nüfusunun 
yarısıdır ve sayılarına uygun şekilde temsil edilmeleri halinde meclislerdeki 
milletvekili ve hükümet üyeliklerinin yarısı kadınlardan oluşur. 
İslâm dininin kadına tanıdığı hakların değer ve önemini daha iyi kavrayabilmek 
için İslâm’dan önceki çeşitli toplum ve medeniyetlerde kadının 
durumu hakkında kısaca bilgi vermekte yarar vardır. 
Eski Hint telakkisine göre kadın, yaratılış olarak zayıf karakterli, kötü 
ahlâklı ve murdar bir varlıktı. Budizm’in kurucusu Buda başlangıçta kadınları 
kendi dinine kabul etmemişti. Hint hukuku kadına evlenme, miras ve 
diğer uygulamalarda hiçbir hak tanımıyordu. İsrail hukukunda baba kızını 
satabilirdi; ailede erkek evlât varsa kızlar mirastan pay alamazlardı. İran’da 
Sâsânîler döneminde kız kardeşle evlenilebilirdi. Eski Yunan’da koca dilerse 
karısını başkasına devredebilir, kendisi öldükten sonra eşinin başkasına 
devredilmesi için anlaşma yapabilirdi. Çinliler’de kadın insan sayılmadığı 
için ona ad bile verilmezdi. 
İnsanların çeşitli müdahaleleriyle aslî hüviyetini yitiren Yahudilik ve Hıristiyanlık, 
Hz. Havvâ’nın Hz. Âdem’i aldatarak yasak meyveyi yemesine 
sebep olduğunu kabul ettiğinden, kadını ilk günahın asıl suçlusu, bütün 
insanlığı günah kirine boğan kötü bir varlık sayar ve ona şeytan gözüyle 
bakar. Bu yüzden İngiltere’de kadına İncil’e el sürebilme izni ancak XVI. 
yüzyılda verilebilmiştir. 
Eski Türkler’de kadının durumu, diğer toplumlara nisbetle iyi sayılabilirdi. 
Ancak onlarda da İslâm ahlâkı ve günümüz değer yargılarıyla bağdaşmayan 
uygulamalar vardı. Meselâ maddî durumu elverişli olan erkek 
istediği kadar kadınla evlenebilirdi. Babası ölen evlât, annesi dışında, baba-
sından kalan bütün kadınlarla evlenmek zorundaydı. Eğer baba, sağlığında 
malını paylaştırmamışsa kızlar mirastan mahrum bırakılırdı. Bununla birlikte 
eski Türk geleneğinde siyasal haklar bakımından kadınların durumu, 
dönemine göre, hatta sonraki birçok döneme göre oldukça iyi ve ileri bir 
durumdaydı. Nitekim Nizâmülmülk’ün, Orta Asya’da âdet olduğu üzere 
kadınların siyaset üzerine müessir olmalarını önlemek arzusu ile, kadın 
hâkimiyetine eğilim göstermemesi için padişahı ikaz ettiği bildirilir. 
İslâm’dan önceki Araplar’da bazı soylu aile kızları birtakım imtiyazlara 
sahip olsalar da genelde kadının durumu çok kötüydü. Her şeyden önce 
dinmek bilmeyen kabile savaşları kadınlar için büyük bir tehlike oluşturuyordu. 
Çünkü Câhiliye Arabında kadın, savaş sonunda herhangi bir mal 
gibi, kendisinden çeşitli yollarla yararlanılan bir ganimet kabul edilirdi. Bu 
durumda, kız çocuklarının ileride kendilerine utanç ve ar getirecek bir duruma 
düşmesinden kaygı duyan müşrik Araplar, yeni bir kız çocuğunun doğumunu 
utanç verici bir olay sayarlardı; hatta bunu önlemek için bazı kabilelerde 
kız çocuklarını diri diri toprağa gömme âdeti bulunmaktaydı. Bunu 
geçim zorluğu yüzünden yapanlar da vardı. Kur’ân-ı Kerîm’de bu uygulamalara 
değinilerek, onları buna yönelten zihniyet yerilmektedir. Câhiliye 
döneminde zina ve fuhuş eğilimleri, son derece çirkin ve ahlâk dışı uygulamaların, 
sözde nikâh usullerinin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Kur’ân-ı 
Kerîm’in bir âyetinde de işaret edildiği üzere, Câhiliye döneminde genç kızları 
pazarlayarak bundan kazanç sağlayanlar bile vardı 
(en-Nûr 24/33). 
İslâm dini, zina ve fuhuşu önleyici tedbirler alması yanında, bütün müslümanların 
kardeş olduğunu, her müslümanın malının, kanının ve namusunun 
“Mekke kadar, Kâbe kadar” mukaddes ve dokunulmaz olduğunu ilân 
etmek suretiyle kabileler arası savaşı ortadan kaldırdı. Bu gelişme en çok 
kadınlara yarar sağladı. Çünkü yeni düzen, onları esir düşüp câriye olmaktan, 
erkekler için gelişigüzel bir tatmin aracı ve ganimet malı haline gelmekten 
kurtardı. Artık kadın iffetsizliğe zorlanamayacak, hatta iffetine gölge düşürücü 
sözler söylenemeyecekti (en-Nûr 24/4-6). Kız çocukların hor görülmesi kesinlikle 
yasaklanmış 
(el-En‘âm 6/151; el-İsrâ 17/31); kız evlât ile erkek evlât 
arasında hiçbir değer farkının bulunmadığı ifade edilmiştir (en-Nahl 16/5659). 
Kadının fizyolojik bakımdan erkeğe göre zayıf olduğu gerçeği kabul 
edilmekle birlikte (en-Nisâ 4/34), bu onun için horlanma sebebi sayılmayıp, 
aksine, bu vesileyle erkeğe, kadını himaye etme, sevgi ve şefkat gösterme, 
ihtiyaçlarını karşılama gibi görevler yüklenmiş 
(en-Nisâ 4/24-25); bütün 
bunların ötesinde, kadına anne olması itibariyle hiçbir medeniyette benzeri 
görülmeyen bir yücelik ve değer verilmiş 
(el-İsrâ 17/23-25); “Cennet annelerin 
ayakları altında” gösterilmiştir (Münâvî, Feyzü’l-kadîr, III, 361). 
Kur’ân-ı Kerîm’in tasvir ettiği yaratılış sahnesine göre, önce erkek yaratılmış, 
daha sonra ve bizzat ondan (veya aynı asıldan) eşi (kadın) yaratılmış 
ve bütün insanlar bu çiftten türemişlerdir (el-Bakara 2/187). Bu tasvir, öz ve 
esas itibariyle, kadın erkek ayırımı yapmaktan ziyade bu ayırımın olmadığını, 
aslolanın “insan” olduğunu anlatmaktadır. Tasvirde ikinci olarak vurgulanan 
husus ise, erkek ve kadının, birbirlerinin hasmı ve rakibi değil, bir bütünün 
parçaları oldukları ve birbirini tamamlayıp bütünledikleridir. Biri diğerine eş 
olmanın ve insanların türeme mekanizmasını oluşturmanın tabii gereği olan 
bu farklılık, kesinlikle ontolojik ve değer itibariyle bir farklılık değildir. 
Kur’ân-ı Kerîm’de erkeğin kadından üstün yaratıldığı izlenimini veren 
âyetler, toplumsal bakış ve telakkileri yansıtmaktadır. Meselâ “Sayesinde 
Allah’ın bir kısmınızı diğer kısmınıza üstün tuttuğu şeye imrenmeyin, onun 
için iç geçirmeyin, hayıflanmayın. Erkekler kendi kazandıklarında pay sahibi 
olduğu gibi, kadınlar da kendi kazandıklarında pay sahibidir. Bu yönde 
Allah’ın lutuf ve ikramından isteyin” (en-Nisâ 4/32), “Yine herkes (erkek 
ve kadın) ana baba ve yakınların bıraktıklarında aynı 
şekilde pay sahibidirler...” 
(en-Nisâ 4/33). “Erkekler, hem Allah’ın kendilerine sağladığı bu üstünlük 
(yani erkek yaratılmış olmaları) hem de bu uğurda harcamada bulunmaları 
sebebiyle, kadınların işlerini çekip çevirirler. Sâlih kadınlar uyumlu 
davranırlar ve gizlilikleri Allah’ın istediği gibi korurlar. Gerginlik çıkarmalarından 
endişe ettiğinizde onlara nasihat edin, yataklarda sırtınızı dönün ve 
onları dövün. Eğer uyum sağlarlarsa, onların aleyhine davranmak için bahane 
aramayın” (en-Nisâ 4/34). 
Bu âyetlerde anlatılmak istenen husus insanlar arasında erkek olmanın 
avantajlı olduğuna dair yaygın telakkinin Allah nezdinde bir öneminin 
olmadığıdır. Evet erkeklik ve kadınlık Allah’ın takdiri gereği olan bir şeydir. 
Yaratılış ve türeyiş bunun üzerine kurulduğu için, bir kısım insanların er
kek, bir kısmının kadın olması kaçınılmazdır. Yaratılış gereği doğal farklılıkların 
da etkisiyle mevcut toplumsal telakkilerin bir cinse üstünlük atfetmesi 
sebebiyle niye o cinsten olmadığınıza hayıflanmayın. Bu Allah’ın takdiridir. 
Fakat Allah karşısındaki konum, Allah ile olan ilişkiler bakımından erkek 
kadın farkı olmadığı gibi insanî kazanımlar açısından da aralarında bir fark 
yoktur, kemale yürümede fırsat eşitliği vardır ve herkesin kazandığı kendisinedir. 
Kadın erkek farklılığı ve cinsler hakkındaki toplumsal telakkiler 
Allah açısından bir değere sahip değildir. 
Kur’an’ın önerdiği hayat anlayışında temel öğe ve muhatap olarak insan 
alınmıştır. Bu bakımdan Kur’an’da, kadın-erkek ayırımı yapılmadan 
çeşitli hak ve sorumluluklardan, insan ilişkileriyle ilgili birçok ilke ve kuraldan 
söz edilir. Bu yüzden İslâm’da kadın da erkek de, çocuk da yetişkin ve 
yaşlı kimse de hiçbir cins, renk, yaş ve statü farkı gözetilmeksizin benzer bir 
ilgi ve öneme sahiptir. Dinî telakkiler, hak ve ödevler kural olarak o dine 
inanan herkesi eşit şekilde ilgilendirir, sadece erkeklere veya kadınlara özgü 
sayılmaz. Bununla birlikte dinî metinlerin sosyal ve hukukî kural ve düzenlemelerinde 
genelde toplumlarda egemen grup esas alınarak söz edildiği 
için, sonuçta bu ifadelerin diğer grupları ne ölçüde kapsadığı ve onların ne 
gibi haklarının bulunduğu tartışılmaya başlanır. “İslâm’da kadın hakları”, 
“kadının bireysel ve sosyal konumu” gibi tek yanlı bir anlatımın ortaya 
çıkması ve bu konuda kaygı ve tartışmaların gündeme gelmesi de bu sebepledir. 
Bununla birlikte çocuk, kadın, köle, işçi, fakir ve kimsesizler gibi çeşitli 
grup ve cinslerin haklarının güvence altına alınması, egemen ve karşı grupların 
da sorumluluklarını belirlemek anlamına geldiği için, sonuçta, toplumda 
her grubun hak ve sorumluluğu belirlenmiş, aralarında denge kurulmuş 
olmaktadır. Bu yüzdendir ki ilâhî dinlerin en önemli mesajlarından birisi de, 
toplumda çeşitli haksızlık ve mağduriyetlere mâruz kalabilecek durumdaki 
grup ve kimselerin haklarının korunması olmuştur. 
Kadın, yaratılış itibariyle erkeğe göre ikinci derecede bir değere sahip 
değildir. İlke olarak insanların en değerlisi, “takvâda en üstün olanıdır” (el-
Hucurât 49/13). Kur’ân-ı Kerîm’de, farklı fizyolojik ve psikolojik yapıya 
sahip olan kadın ve erkekten biri diğerinden daha üstün veya ikisi birbirine 
eşit tutulmak yerine birbirinin tamamlayıcısı kabul edilmiştir (el-Bakara 
2/187). İslâm inancına göre Hz. Âdem bütün insanlığın atası olduğu gibi, 
Hz. Havvâ da annesidir (el-Hucurât 49/13). Ehl-i kitabın, Âdem’i “aslî günah” 
işlemeye eşinin kışkırttığı 
şeklindeki inançları Kur’ân-ı Kerîm’deki bilgilerle 
bağdaşmaz. Nitekim Tevrat’ta “yasak meyve”yi, yılanın kadına, kadının da 
Âdem’e yedirdiği belirtilirken (Eski Ahid, “Tekvîn”, 3), Kur’an’da “Şeytan 
ikisini de ayartıp yanılttı” (el-Bakara 2/36) buyurularak her ikisini de şeytanın 
aldattığı belirtilmektedir. Başka bir âyette, Havvâ’dan hiç söz edilmeyip, 
şeytanın doğrudan doğruya Âdem’e seslendiği ve “Ey Âdem! Sana ebedîlik 
ağacını, eskimeyen saltanatı göstereyim mi?” (Tâhâ 20/120) dediği ifade 
edilir. 
Hukuk, toplumda var olan sosyal ve insan ilişkilerinin açıklık, güven ve 
düzen içinde yürütülmesini, bireylerin hak ve sorumluluklarının belirlenip 
dengelenmesini hedefler. Bunu gerçekleştirirken, toplumda var olan telakki 
ve değerlerin hukuka yansıması kaçınılmazdır. Bu itibarla tarihî süreç içerisinde 
müslüman toplumlarda oluşan hukuk kültür ve geleneğinde, kadının 
hukukî konumuna, birey, anne, eş, vatandaş gibi çeşitli sıfatlarla sahip olduğu 
hak ve sorumluluklara veya tâbi olduğu kısıtlamalara ilişkin olarak 
yer alan yorum ve görüşlerin, âyet ve hadislerde sözü edilen ilke ve tavsiyelerin 
yanı sıra o toplumların bu konudaki gelenek, kültür ve telakki tarzlarıyla 
da yakın bağının bulunması tabiidir. Bu yüzden de, kadının temel 
hak ve özgürlükleri, ehliyeti, şahitliği, örtünmesi, sesi, yabancı 
(kendisi ile 
arasında nikâh bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan) erkeklerle bir 
arada bulunması, yolculuğu, sosyal hayata katılımı, kamu görevi üstlenmesi 
gibi çeşitli konular asırlar boyu oluşan zengin fıkıh literatüründe geniş yer 
işgal etmiş, hukuk ekollerine, çevre ve dönemlere göre kısmen farklılıklar 
arzeden birçok görüş ve yorum ortaya çıkmıştır. 
İslâm’da insanlık ve Allah’a kulluk bakımından kadınla erkek arasında 
bir fark bulunmadığı gibi temel hak ve sorumluluklar açısından da kadının 
konumu erkekten farklı değildir. Kadınlar hakkında ibadet temizliği ve ibadetlere 
ilişkin bazı özel düzenlemelerin bulunması, bir cinsin kul olarak üstün 
tutulması veya ikinci derecede kabul edilmesi anlamında olmayıp, bunlar 
cinsin biyolojik yapı ve fıtrî özelliklerine binaen konmuş hükümlerdir. 
İslâm hukukunda, bir insan olarak erkeğe tanınan temel insan hakları 
kadına da tanınmıştır. Buna göre hayat hakkı, mülkiyet ve tasarruf hakkı, 
kanun önünde eşitlik ve adaletle muamele görme hakkı, mesken dokunulmazlığı, 
şeref ve onurun korunması, inanç ve düşünce hürriyeti, evlenme 
ve aile kurma hakkı, özel hayatının gizliliği ve dokunulmazlığı, geçim teminatı 
gibi temel haklar bakımından kadınla erkek arasında fark yoktur. 
Kadının maddî ve mânevî kişiliği, malı, canı ve ırzı erkeğinki gibi değerlidir; 
her türlü hakaret, saldırı ve iftiradan korunması gereklidir. Aksine davrananlar 
hakkında İslâm hukukunda ağır cezaî hükümler konulmuştur. 
Kadın bağımsız bir hukukî şahsiyettir; hak ehliyeti ve fiil ehliyeti açısından 
kadın olmak, ehliyeti daraltan bir sebep değildir. Haklarının kocası ya 
da başkası tarafından ihlâl edilmesi halinde hâkime başvurarak haksızlığın 
giderilmesini sağlamak hususunda erkekten farklı bir durumda değildir. 
Kişinin sonradan kazandığı vasıflar sebebiyle sahip olacağı haklar ve taşıyacağı 
sorumluluklar arasında diğer hukuk düzenlerinde olduğu gibi İslâm 
hukukunda da kişilerin durum ve özellikleri ölçü alınarak mâkul bir denge 
kurulmuştur. Bu yüzden kadın, askerlik, cihad, yakınlarının geçimini sağlama, 
yakınlarının işlediği cinayetlerden doğan kan bedeli borcuna katılma 
gibi malî ve bedenî borçlarla yükümlü sayılmamış veya malî yükümlülükleri 
asgarî seviyede tutulmuş, bununla dengeli olarak kadına mirastan erkeğe 
göre yarı pay verilmiştir. Kadının diğer malî ve ticarî alanlarda erkeklerle 
eşit konumda olduğu, kadın olması sebebiyle herhangi bir kısıtlamaya mâruz 
kalmadığı dikkate alınırsa, İslâm miras hukukundaki bu özel düzenlemenin 
böyle bir nimet-külfet dengesine dayandığı söylenebilir. 
Kadın ticaret ve borçlar hukuku alanında erkeklerin sahip olduğu bütün 
hak ve yetkilere sahiptir. Her ne kadar hukuk doktrininde kadının aile hukuku 
alanına ilişkin hak ve yetkilerini sınırlayan birtakım görüş ve yorumlar 
mevcut ise de bunlar doğrudan âyet ve hadislerin açık ifadesinden kaynaklanan 
hükümler olmaktan çok toplumun ortak telakki ve hayat tarzının 
hukuk kültürüne yansıması olarak değerlendirilebilir. Öte yandan literatürdeki 
bu görüşler, ailenin kuruluş ve işleyişini belli bir otorite ve düzene bağlama, 
aile içi ihtilâfları birinci kademede çözme gibi pratik bir amaca da yöneliktir. 
Bununla birlikte İslâm toplumlarında hukukun dinî ve ahlâkî bir 
zeminde gelişmesi sebebiyle, diğer alanlarda olduğu gibi aile hayatında da 
tarihî seyir içinde kadın aleyhine sayılabilecek ciddi bir sıkıntı görülmemiş, 
aile hayatı, kendi sosyal ve kısmen de dinî yapı ve karakteri içinde uyumlu 
bir şekilde sürdürülmüştür. 
Kadının şahitliğiyle ilgili olarak Kur’an’da yer alan “İki erkek şahit bulunmadığında 
razı olduğunuz şahitlerden bir erkek ve -biri yanıldığında 
diğeri ona hatırlatsın diye- iki de kadın şahit bulunsun” (el-Bakara 2/282) 
meâlindeki âyetten kadının değer ve insanlık yönünden erkekten aşağı olduğu 
gibi bir sonuç çıkarmak doğru değildir. Gerekçe unutma, şaşırma ve 
yanılmayla ilgili olup, getirilen hüküm hakkın ve adaletin yerini bulması 
amacına yöneliktir. Benzeri bir hüküm hadislerde bedevî erkeklerin şahitliği 
hakkında da söz konusu edilmiştir. (Ebû Davud, “Akdiye”, 17; İbn Mâce, “Ahkâm”, 
30) İçinde bulunduğu şartlar ve eğitim seviyesi itibariyle gerçeğin ortaya 
çıkmasına, hak ve adaletin gerçekleşmesine katkıda bulunma imkânı sınırlı 
olan kişi ve gruplar için böyle bir düzenlemeye gidilmiş olması tabiidir. Öte 
yandan bu hükmün sadece malî haklar ve borçlar konusunda yapılacak 
şifahî şahitlikle ilgili olduğu, ihtiyaç duyulduğunda kadının da tek başına 
şahit olabileceği, yazılı beyan ve belge ile ispat açısından kadın-erkek ayırımının 
gözetilmeyeceği yönünde doktrinde mevcut olan görüşler de burada 
asıl amacın kadının şahitlik ehliyetini kısıtlamak değil, adaleti en iyi şekilde 
sağlamak olduğu fikrini teyit eder. 
İslâm’da kadının konumuyla ilgili olarak çağımızda belki de en çok tartışılan 
konu, kadının örtünmesi meselesidir. Kur’an’da kadınların ev dışına 
çıkarken üzerlerine örtü (cilbâb) almaları 
(el-Ahzâb 33/59), erkek ve kadınların 
gözlerini haramdan sakındırmaları, iffetlerini korumaları, kadınların 
ziynet yerlerini göstermemeleri, başörtülerini yakalarının üzerine kavuşturmaları 
ve bağlamaları 
(en-Nûr 24/30-31) istenmiştir. Gerek bu ve benzeri 
âyetlerin ifade tarz ve üslûbu, gerekse Hz. Peygamber dönemindeki uygulamalar, 
kadınların örtünmesinin, tavsiye kabilinden veya örf-âdete ve sosyokültürel 
şartlara bağlı ahlâkî çerçevede bir hüküm olmaktan öte dinî ve 
bağlayıcı bir emir olduğunu göstermektedir. Çağımıza kadar bütün İslâm 
bilginlerinin anlayışı ve asırlar boyu İslâm ümmetinin tatbikatı da bu yönde 
olmuştur. İslâm’ın örtünme, iffetini koruma, gözlerini haramdan sakındırma 
gibi emirleri sadece kadınlara yönelik olmayıp, hem kadınlara hem de erkeklere 
aynı üslûp ve kesinlikte ayrı ayrı yöneltilir, topluma da bu konuda 
gerekli tedbirleri alma görevi verilmiştir. Ancak örtünme konusunda kadınlara 
daha ağır bir sorumluluk yüklendiği ortadadır. Fakat bunu İslâm’ın 
kadına daha az değer verdiği, kadını sosyal hayatta geri plana ittiği şeklinde 
yorumlamak doğru olmaz. Aksine bu kabil hükümleri İslâm’ın kadını koruma, 
yüceltme ve ona toplumda saygın bir yer kazandırma çabasının bir 
parçası olarak değerlendirmek gerekir. Zaten utanma ve örtünme, canlılar 
içinde sadece insana has bir özelliktir. İslâm’ın aslî kaynaklarında erkek ve 
kadının örtünmesi ilke olarak konmuş, İslâm bilginlerinin de ortak görüşleri 
kadınların el, yüz ve ayakları hariç örtünmeleri, erkeklerin de diz kapağı ile 
göbekleri arasını örtmeleri gerektiği üzerinde ağırlık kazanmıştır. Ancak 
örtünmenin renk, üslûp ve şeklinin toplumların gelenek, zevk ve imkânlarıyla 
bağlantılı olacağı, bu sebeple de bölge ve devirlere göre farklılık gösterebileceği 
açıktır. Bu itibarla, asıl amacın kadın ve erkeğin iffetli ve meşrû 
bir hayat yaşamaları, aşırılıklardan, tâciz ve tahriklerden korunmaları olup, 
örtünme de bu amacı gerçekleştirmede önemli bir araç sayılmıştır. 
İslâm, erkeğin ve kadının karşı cinse olan ihtiyaç ve temayülünü tabii 
bir vâkıa olarak karşılamakla birlikte (Âl-i İmrân 3/14; er-Rûm 30/21), bunun 
meşrû bir zeminde, düzen ve ölçü içinde gerçekleşmesini gaye edinmiş, hem 
bireylerin hem de toplumun ortak yararlarını koruyan bir dizi tedbir ve düzenleme 
getirmiştir. Bunun için de Kur’an ve hadislerde kadın, cinsel tatmin 
ve zevk aracı olarak değil anne, eş, evlât gibi belli bir insanî değer olarak 
takdim edilir. İslâm, kadının güzelliğinin ve vücudunun zevk ve eğlenceye, 
ticarete, cinsel tahrik ve pazarlamaya konu edilmesine de şiddetle karşı çıkmıştır. 
Kadınların örtünmesiyle ilgili dinî emirlerin yanı sıra, bir kadına kocası 
dışındaki erkeklerin şehvetle bakmasının haram kılınışı da (en-Nûr 24/ 
30-31) bu anlamı taşır. Hatta kadının sesinin fitneye yol açacağı, bunun 
için de yabancı erkekler tarafından duyulmasının doğru olmadığı 
şeklinde klasik literatürde yer alan görüşler de bu amaca yöneliktir. Burada söz konusu 
edilen kısıtlama ile, erkek ve kadınların bir arada yaşaması, birbirlerini 
görmeleri ve seslerini duymaları değil, kadın-erkek ilişkilerinde fitne, tahrik 
ve ölçüsüzlük önlenmek istenmektedir. Yoksa Hz. Peygamber’in ve sahâbîlerin 
genç ve yaşlı hanımlarla konuştuğuna dair pek çok örnek vardır. (Bk. 
Buhârî, “Nikah”, 6, Müslim, “Birr”, 53) Kadınların ticaret, eğitim, seyahat, sosyal 
ve beşerî ilişkiler gibi normal ve sıradan ihtiyaçlar için erkeklerle sesli konuşmalarının 
veya örtünmesi gerekli yerlerini örtmeleri şartıyla birbirlerini 
görmelerinin câiz olduğu açıktır. Ancak kadın ve erkeğin sosyal hayattaki 
yakınlık ve ilişkisi gayri meşrû beraberlikler, kötü arzu ve planlar için bir 
başlangıç teşkil edecek bir boyut kazandığı zaman bu davranış kendi özü 
itibariyle değil, yol açacağı kötülükler sebebiyle yasaklanmış olmaktadır. Şu 
var ki, “fitne” kavramının devir ve muhitlere göre farklı tanım ve kapsamının 
olabileceği düşünülürse, kadının sesi, kadının erkeklerle konuşması ve 
sosyal hayata katılımı konusunda da zaman ve zemine göre farklı ölçü ve 
yaklaşımların benimsenebileceği söylenebilir. 
Gerek hadislerde (bk. Buhârî, “Nikâh”, 111; Müslim, “Hac”, 413-424) gerekse 
fıkıh literatüründe yer alan, kadının ancak yanında kocası veya mahremi 
olan bir erkeğin bulunması halinde yolculuk edebileceği şeklindeki 
ifadeler de, yine kadını korumaya yönelik bir tedbir olarak görülmelidir. 
Burada yolculuktan maksat, namazları kısaltmayı veya ramazan orucunu 
ertelemeyi câiz kılacak ölçüdeki ve o dönemin şartlarında yaya olarak veya 
deve yürüyüşüyle üç gün sürecek bir yolculuktur. Kadının tek başına ya da 
mahremi olmayan bir erkekle yolculuk etmesinin, özellikle yolculuğun hay-
van sırtında veya yaya olarak, çöl, dere-tepe aşarak yapıldığı bölge ve devirlerde 
hem kadın hem de erkek açısından birtakım sakıncalar taşıdığı, en 
azından üçüncü şahısların kötü zan ve dedikodularına yol açabileceği, bunun 
da kadının iffet duygusunu rencide edebilecek uygunsuz bir durum 
olduğu açıktır. Bu sebeple fıkıh kitaplarında kadının uzak yerlere ancak 
kocası ile veya kendisiyle evlenmesi câiz olmayan oğlu, kardeşi, kayınpederi 
gibi mahremi bir erkekle seyahat etmesinin gereği üzerinde durulmuştur. 
Hanefî ve Hanbelî mezheplerinde kendisine bu şekilde refakat edecek 
bir mahremi bulunmayan kadına haccın vâcip olmadığı hükmü benimsenirken 
de bu noktadan hareket edilmiştir. Mâlikî ve Şâfiî mezheplerinde ise, 
kadının kendisi gibi birkaç kadınla birlikte bir grup oluşturarak hacca gidebileceği 
görüşü ağırlık kazanmıştır. Şu halde, kadının yakını olmadan tek 
başına veya yabancı erkeklerle birlikte seyahat edemeyeceği şeklindeki 
görüşleri bu zeminde değerlendirmek, kadının kişilik, onur ve iffeti için benzeri 
tehlike veya sakıncaları bulunduğu şehir içi veya şehir dışı yolculukları 
aynı grupta ele alarak öncelikle mevcut ve muhtemel sakıncaları gidermek, 
bu mümkün olmazsa geçici ve özel bir tedbir olarak refakatçi erkek çözümünü 
benimsemek gerekir. Nitekim Hz. Peygamber de bir kadının Ye-
men’den Şam’a kadar tek başına güven içinde seyahat edebilmesini müslüman 
toplumlar için ideal bir hedef olarak gösterir. (Buhârî, “Menakıb”, 25) 
Bu itibarla kadının yolculuğu konusunda seyahat özgürlüğünü kısıtlamak 
değil kadınların ve her bireyin güven ve huzur içinde yolculuk edebilmesini 
sağlamaktır. Bunun için de yolcuların emniyet ve güven içinde bulunduğu, 
açıklık ve belirli bir düzen içinde yapılan otobüs, tren, uçak yolculukları 
veya özel araçlarda yolculuk konusunda günümüzde daha hoşgörülü düşünmek 
mümkün görünmektedir. 
İslâm’da kadının konumu ve hakları konusundaki tartışmaların önemli 
bir kısmı da, kadının sosyal hayata katılımı, çalışması ve kamu görevi üstlenmesi 
noktalarında odaklaşır. Özetle ifade etmek gerekirse, kadının ev 
içinde ve dışında çalışması, ailenin ihtiyaçlarını sağlamada kocasına yardımcı 
olması kural olarak câizdir ve kadının böyle bir hakkı vardır. Bu konuda 
bir sınırlama ve yönlendirme varsa, o da kadın ve erkeğin birbirini 
tamamlayan farklı özellikleri ve kabiliyetlerine bağlı önceliklerle ilgilidir. 
Kadının öncelikli olarak işi ve görevi, ev idaresi, çocuk bakım ve eğitimidir. 
Erkeğin öncelikli işi ise ailenin geçim yükünü omuzlamaktır. Şartlar değiştiğinde, 
ihtiyaç bulunduğunda kadın ve erkeğin birbirine yardımcı olması 
hatta rollerin değişmesi mümkündür. Önemli olan hayatın huzur ve düzen 
içinde geçmesi, ihtiyaçların karşılanmasında bireylerin imkân ve kabiliyetlerine 
uygun sorumlulukları dengeli şekilde üstlenmeleridir. Hz. Peygamber’in, 
evin iç işlerini kızı Hz. Fâtıma’ya, dış işlerini ise damadı Hz. Ali’ye 
yüklemiş olması, müslümanlar için bir aile modeli oluşturma amacına yönelik 
bağlayıcı bir kural değil, ihtiyaç, örf ve âdete dayalı tavsiye niteliğinde 
bir çözüm görünümündedir. Kadının çalışmasının ve kamu görevi üstlenmesinin 
sınırlandırılmasına ilişkin olarak İslâmî eserlerde yer alan görüş ve 
hükümler, nasların açık ifadelerinden değil hukukçuların içinde bulunduğu 
sosyokültürel ve ekonomik şartlardan kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber 
devrinden itibaren kadınlar çeşitli özel ve kamu işlerinde çalışmışlar, önemli 
görevler üstlenmişlerdir. Kadının öğretmenlik, memurluk, doktorluk ve hemşirelik 
gibi görevleri üstlenmesinin câiz olduğunda ciddi bir ihtilâf mevcut 
değilken, hâkimlik ve üst düzey yöneticilik yapmasının cevazı konusunda 
hayli farklı görüşlerin bulunması da bu yönde bir gelenek veya telakkinin 
bulunmayışıyla yakından ilgilidir. İslâm hukukçularının çoğunluğu kadından 
hâkim olmayacağı görüşünde ise de bu görüşün açık bir naklî delili 
yoktur. Hanefîler ve İbn Hazm, kadınların şahitlik yapabildiği dava türlerinde 
hâkimlik de yapabileceği görüşündedir. Taberî ve Hasan-ı Basrî gibi 
İslâm bilginleri ise kadından hâkim olmasına hiçbir dinî engelin bulunmadığını 
ileri sürerler. Öyle anlaşılıyor ki klasik dönem İslâm hukukçuları, kendi 
devirlerindeki bilgi, kültür ve tecrübe birikimlerinden hareketle, kadınların 
adaleti gerçekleştirme, yargılama ve hükmü uygulama konusunda erkekler 
ölçüsünde dirayetli olamayacağı, bunun için de hâkim olmalarının doğru 
olmadığı görüşüne sahip olmuşlar, haliyle bu görüşler hukuk doktrininde de 
ağırlık kazanmıştır. Kadınların kaymakam, vali, devlet başkanı gibi üst düzey 
kamu yöneticisi olamayacağı yönünde klasik fıkıh literatüründe yer 
alan görüşlere de benzeri bir açıklama getirilebilir. Hâkimlik ve yöneticilik, 
toplumda önemli bir kamu görevi olduğundan İslâm’ın cins, yaş veya renklere 
göre bir ayırım yapmayacağı, aksine hâkimlerin ve yöneticilerin bu 
görevi hakkıyla yürütebilecek niteliklere sahip olması üzerinde duracağı 
açıktır. Hz. Peygamber devrinde kadınlar, henüz haklarındaki olumsuz yargılar 
tamamen silinmemiş olduğu halde ictihad etmiş, hüküm ve fetva vermiş, 
bir nevi hâkimlik ve yöneticilik yapmış, savaşlara katılmış, yönetimin 
kararlarını etkileyecek ölçüde siyasî faaliyetlerde bulunmuşlardır. Ancak 
kadınların da sahip oldukları hak ve yetkilerin uygulamaya geçirilmesi ve 
kadınların sosyal hayatta aktif rol üstlenmeleri tamamen sosyoekonomik ve 
kültürel şart ve ihtiyaçlarla ilgilidir. İslâm bu konuda temel hak ve ilkeleri 
belirtmekle yetinmiş, geri kalan kısmı müslüman toplumların kendi gelişim 
seyrine terketmiştir. Bu itibarla kadınların kamu görevi üstlenmesi ve sosyal 
hayata iştirakleri konusunda daha sonraki dönemin kaynaklarında yer alan 
yönlendirme ve kısıtlamalar, genelde İslâm bilginlerinin kendi bilgi, tecrübe 
ve kültür birikimlerinden, toplumda yaygın telakkilerden, bu yönde ciddi bir 
ihtiyacın bulunmayışından, biraz da devrin olumsuz şartlarından kadınları 
uzak tutma gayretlerinden kaynaklanmaktadır. 
Gerek İslâm dininin aslî kaynaklarında yer alan hükümler gerekse asırlar 
boyu çeşitli bölge ve toplumlarda süregelen uygulama sonucu oluşan 
İslâm hukuk kültürü, kadının hakları ile sorumlulukları, aile ve toplum içindeki 
rolü, konumu ve kendisinden beklenen ödevler arasında uyum ve dengeyi 
gözetmeye özel bir önem vermiştir. Öte yandan hak ve sorumlulukların 
dağılımı, cinslerin imkân ve kabiliyetleriyle de yakından ilgilidir. Meselâ 
ataerkil bir aile hayatının egemen olup kadının sosyal hayatta erkeğe bağımlı 
olarak rol üstlendiği dönemlerde kadınların irtidad, yol kesme, anarşi 
ve isyan gibi suçları aslî fâil olarak işlemeyeceği düşünülmüş, onlara daha 
hafif cezalar öngörülmüş, savaşlarda da kadın ve çocuklar ayrı bir statüde 
mütalaa edilmiştir. Kadının şefkati ve eğitme yeteneği sebebiyle çocuğun 
bakım ve yetiştirilmesinde anneye ve diğer kadın akrabaya erkeklere göre 
öncelik verilmiştir. 
Kadının başlıcalarına yukarıda işaret edilen hakları yanında sorumlulukları 
da vardır. Kadınların hakları ile sorumlulukları birlikte ele alındığında, 
İslâm’ın adalet, hakkaniyet ve denge ilkesinin bu alanda da geçerli 
olduğu görülür. Kadınların dinî öğretideki konumları da ancak böyle bir 
hak-sorumluluk, yetki-görev dağılımı içinde belirginleşir. Aile yapısının 
korunması, ailede düzenin, huzur ve mutluluğun sağlanması gibi maksatlarla 
kendisine yönetim ve aile reisliği hakkı tanınmış olan kocaya saygılı 
olmak kadının başta gelen görevlerindendir ve bu husus âyetlerde ve hadislerde 
önemle vurgulanmıştır. Bütün toplumlarda pederşahî bir aile düzeninin 
hâkim olduğu bir dönemde kadının görevlerine ağırlıkla yer vermenin 
gereksiz olduğu düşünülebilir. Ancak, özellikle çağdaş Batı toplumlarında 
ciddi bir aile problemi halini alan sözde “kadın özgürlüğü” adı altındaki gelişmeler 
dikkate alınırsa, İslâm’ın kadının görev ve sorumluluklarıyla ilgili 
olarak koyduğu hükümlerin ne kadar önemli olduğu daha iyi kavranır. 
Çağımızda feminizm adı verilen hareket, tarihte kadının kiliseye girmesini, 
İncil’e dokunmasını bile yasaklamış olan zihniyete karşı bir tepki hareketi 
olması sebebiyle çıkış noktası bakımından haklı ise de, ahlâkî ve sosyal 
bakımdan çok olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bu sonuçları iki noktada 
toplamak mümkündür. 
Bir kere, feminizm hareketine kapılan kadın, genel olarak kayıtsız şartsız 
özgürlük düşüncesiyle aile için vazgeçilmez olan birçok kural ve değerleri 
hiçe saymakta; esasen sosyal hayatın hiçbir alanında hiçbir insan için geçerli 
olmayan “Kendi hayatımı canımın istediği şekilde yaşamak hakkımdır!” 
şeklindeki anlayışı, bütün değerlerin üstünde bir değer ve kanun kabul 
etmektedir. Bu telakki, bütünüyle ahlâkî değerler ve kurallar ile kutsallık 
kazanan aile yuvasının iğreti bir hal almasına, kadın ve erkeğin, aile sorumluluklarını 
çekilmez bir yük ve bir tür esirlik gibi algılamalarına yol açmaktadır. 
Bu hayat telakkisinin yaygın olduğu ülkelerde, eşine ve çocuklarına 
bağlılığı, yuvanın mutluluğuna katkıda bulunmayı kendi istek ve tutkularının 
üstünde tutan kadın tipi giderek özlemle aranır olmakta, nikâhsız 
birlikte yaşamaların yaygınlaşması gibi Batılılar’ın bile korkutucu saydıkları 
olumsuz gelişmelerin temelinde de aynı anlayış yatmaktadır. 
Sözde kadın özgürlüğünü savunan feminizmin ortaya çıkardığı diğer bir 
olumsuz sonuç da erkeklerle ilgilidir. Bu gelişmeler karşısında erkekler genellikle 
üç değişik tavır sergilemektedirler: Kimileri olayı olduğu gibi kabul 
etmekte ve onlar da evlenip boşanmayı alışkanlık haline getirmektedir. Bazı 
erkekler eşlerini baskı zoruyla sadık kılmaya, yuvada tutmaya çalışmaktadır. 
Bazıları ise, zaten eşlerini başlarından atmak ve yuvayı yıkmak istediklerinden, 
boşanmanın olağan bir gidiş haline gelmesi bunların işini kolaylaştırmaktadır. 
Çünkü toplumda herhangi bir kurum -bu arada aile yuvası-
bir defa kutsallığını ve değerini yitirdi mi, artık kişisel arzu ve çıkarlarını her 
şeyin üstünde tutanlar bu kurumu yıkmakta bir sakınca görmemekte ve bu 
konuda ciddi engellemelerle de karşılaşmamaktadırlar. Batı’da ve Batılılaşma 
gayreti içinde olan ülkelerde feminizm hareketinin belki de en önemli 
olumsuz sonucu bu olmuş, aile, eşlerin karşılıklı bağlılık ve fedakârlığıyla 
yürütülen kutsal bir kurum olmaktan çıkıp her iki tarafta da bencillik, tek 
taraflı çıkar ve yarar egemen olmaya başlamıştır. Bu gelişmelerden de yine 
sosyoekonomik konumu daha zayıf durumda olan kadın zarar görmektedir. 
On dört yüzyılı aşkın İslâm tarihi boyunca müslüman toplumlarda, Batı’da 
ortaya çıktığı şekliyle bir kadın sorunu, buna bağlı olarak da kadının 
ezilmişliği ve kurtarılması, kadın hakları gibi sosyal hareketler olmamıştır. 
Bu olumlu durumu, uygulanan İslâm hukukunda kadının ve erkeğin hak ve 
sorumluluklarının dengeli ve ayrıntılı bir biçimde belirlenmiş olmasından 
çok, İslâm toplumlarında hukukî kural ve yaptırımların da temelde dinî ve 
ahlâkî bir zemine dayanmış olmasıyla, İslâm’ın bireye kazandırdığı dünya 
görüşünün, hak ve sorumluluk anlayışının onun bütün insan ilişkilerini 
etkilemekte oluşuyla açıklamak daha isabetli olur. 
Çağımızda İslâm’da kadın ve kadın hakları konusunda müslüman ve 
gayri müslim yazarlar tarafından bir hayli eser kaleme alınmış olup bu mevzuda 
zengin bir literatür ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu gelişmelerin temelinde 
günümüz müslüman toplumlarında kadın hakları ve anlayışı konusunda 
ciddi bir krizin yaşanmakta oluşundan çok, Batılı yazarların kendi toplumsal 
gerçek ve değerlerini, aile hayatıyla ve kadınla ilgili telakkilerini ölçü alarak 
İslâm dünyasına yönelttikleri tenkitler, Batılılaşma taraftarlarının aynı çizgideki 
önerileri, müslüman yazarların da bunlara cevap verme ve konuyla 
ilgili özeleştiri yapma gayretleri yatmaktadır. Bu konuda samimi olarak ortaya 
konacak fikrî mesailerin ve özeleştirilerin çok yararlı olacağını inkâr 
etmeksizin belirtmek gerekir ki, bütün grup ve kesimler gibi kadınların da 
sevgi, saygı ve mutluluktan daha çok pay alabilmeleri, müslüman toplumların, 
İslâm’ın getirdiği hayat anlayışını, insana verdiği değeri, yüklediği 
ağır sorumluluğu ve insan ilişkilerinde hâkim kılmaya çalıştığı ölçüleri daha 
iyi kavramalarına bağlıdır. 
Oluşmasında âdet ve geleneklerin de etkisinin bulunduğu kişisel görüşlerin 
din telakki edilmesi çok büyük sıkıntılar doğurmaktadır. Her konuda 
zayıf veya kuvvetli olsun, herhangi bir hadisin, zaman ve çevre faktörünü 
dikkate almadan bir hükme esas ve dayanak yapılması son derece sakıncalıdır. 
Kendince İslâm’ı müdafaa etmeye çalışan veya onun adına konuşan 
kimselerin, eski dönemlerin kendi şartlarının iz ve etkilerini taşıyan fıkhî 
görüşleri, tek İslâmî çözüm olarak takdim etmeleri, hem sorunların çözümüne 
bir katkı sağlamamakta hem de yaşanan olumsuzlukların İslâm’a mal 
edilmesi gibi olumsuz bir sonuca yol açmaktadır. Genel ilkeler ve bunların 
belli gelenekleri ve alışkanlıkları olan toplumlarda hayata geçirilme biçimi 
var. Dikkat edilecek hususlardan biri bu ikisini özdeşleştirmemek, ikincisi 
ise, bir dönemdeki hayata geçirilme biçiminin, o dönemdeki genel şartlara 
göre insan hakları açısından durumunun ne olduğunu tesbit etmektir. 
C) Kölelik 
Kölelik bilindiği kadarıyla eski Mısır, Bâbil, Mezopotamya, eski Yunanistan 
ve Roma medeniyetlerinden itibaren binlerce yıllık geçmişi olan eski 
inanç, felsefe ve uygarlıklarda kökleşmiş bir kurumdur. İslâm’ın gelir gelmez 
yüzlerce yıllık geçmişi olan ve hemen bütün toplum ve geleneklerde 
kökleşmiş olan köleliği kaldırması neredeyse imkânsızdı. Köleliğin hemen 
kaldırılmasını pratikte imkânsız ya da faydasız kılan başlıca sebepler şunlardı: 
a) Kölelik, savaş esirlerinin toplu öldürülmelerini önlemesi bakımından 
yararlıydı. b) Esirlerden köle olarak yararlanma beklentisi savaşlarda gereksiz 
kan dökülmesini önlüyordu. c) Savaş sonunda karşı taraf müslüman 
esirleri köleleştirdiğinden, İslâmiyet’in köleliği tek yanlı olarak kaldırması 
düşünülemezdi. d) Bu kurumun hemen kaldırılması köleler için de çok ciddi 
ekonomik ve sosyal buhranlar doğurması muhtemeldi. 
Bütün bunlara rağmen İslâm dini kölelerin durumlarını iyileştirme yönünde 
çok önemli yenilikler getirdi. Öncelikle İslâm’ın getirdiği eşitlik ilkesine 
göre, hür-köle ayırımı yapılmaksızın bütün insanlar bir erkek ile bir kadından 
yaratılmıştır (el-Hucurât 49/13). “İnsanların hepsi Âdem’den gelme 
olup Âdem’i de Allah topraktan yaratmıştır” (Tirmizî, “Menâkıb”, 73; Ebû 
Dâvûd, “Edeb”, 111). Kadın olsun erkek olsun mümin bir köle, yine kadın 
olsun erkek olsun Allah’a ortak koşan hür bir kimseden daha değerlidir (el-
Bakara 2/231). Hür-köle farkı gözetilmeksizin “Müslümanlar kardeştir” (el-
Hucurât 49/10). Hadislerde bu kardeşlik ilkesine daha da açıklık getirilmiştir: 
“Köleleriniz sizin kardeşlerinizdir. Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden 
giydirin. Ağır bir iş yüklemeyin; yüklerseniz onlara siz de yardım edin” 
(Buhârî, “Îmân”, 22; Müslim, “Eymân”, 40); “Kölelerinize, kölem, câriyem demeyin; 
oğlum, kızım deyin” (Buhârî, “Itk”, 17; Müslim, “Elfâz”, 3). Hanefîler’e 
göre bir köleyi bilerek haksız yere öldüren kimse ölümle cezalandırılır. Mâlikîler’e 
göre de efendisi tarafından dövülerek sakatlanan köle hâkim kararıyla 
özgür bırakılır. Nitekim bir hadiste, “Kim kölesini döverse onun cezası 
kölesini âzat etmekle yerine getirilir” (Müsned, II, 25, 61) buyurulmuştur. 
Hz. Peygamber savaş durumu dışında, hür bir insanı yakalayarak köleleştirmeyi 
yasaklamıştır. İslâm dini, savaş veya doğum yoluyla süren köleliğin 
hafifletilmesini ve zamanla ortadan kaldırılmasını sağlamaya yönelik 
olarak da tedbirler almıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de (bk. el-Bakara 2/177; 
el-Beled 90/13) ve hadislerde (meselâ bk. Buhârî, “Itk”, 1; “Keffârât”, 6; Müslim, 
“Itk”, 5, 6; Ebû Dâvûd, “Itk”, 14; İbn Mâce, “Itk”, 4; Tirmizî, “Nüzûr”, 20; 
Dârimî, “Nikâh”, 46) gönüllü olarak köle âzat etme en değerli ibadetlerden 
sayılmıştır. Bazı suçların ve hatalı davranışların günahlarından temizlenmek 
için köle âzat edilmesi şart koşulmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’e göre bir köle özgürlüğünü 
kazanmak amacıyla kendi bedelini ödeyerek anlaşma yapmak 
(mükâtebe) isterse, efendisi bu teklifi kabul etmeli ve ödeyeceği bedeli kazanması 
için ona süre tanımalıdır (bk. en-Nûr 24/33). Bir kısım İslâm hukukçularına, 
özellikle Zâhirîler’e göre, bu âyetteki emir ifadesi vücûb anlamında 
olup, müslüman bir kölenin mükâtebe sözleşmesi yapmak istemesi halinde 
efendisi bunu kabul etmek zorundadır. Öte yandan, köleye verilen özgürlük 
vaadinden dönülemez. Efendisinden çocuk doğuran câriye (ümmü’l-veled) 
onun ölümünden sonra kendiliğinden özgür olur. Efendi kölesini hayatta iken 
âzat edebileceği gibi ölümünden sonraya bağlı olarak da âzat edebilir. 
Kur’ân-ı Kerîm’de, kölelerin özgürlüğünü sağlamak üzere devletin bütçeden 
bir pay ayırması öngörülmüştür (et-Tevbe 9/60). Savaş esirlerine 
-kamu yararını göz önünde bulundurarak- özgürlük verme hususunda devlet 
başkanına takdir yetkisi tanınmıştır. 
Kölenin toplum içindeki sosyal ve geleneksel statüsü haliyle, İslâm hukuk 
doktrinine de yansımış, bu kölenin hukukî statüsünün ayrıntılı, çoğu 
defa da hür insanlara göre farklı bir şekilde ele alınması sonucunu doğurmuştur. 
Genelde hukuk hayatıyla, hukukî hak, yetki ve sorumluluklarla 
ilgili olarak kendini gösteren bu farklılığın sebebi, hukukun toplumsal şart 
ve vâkıalarla olan yakın ilgisidir. Dinî ve ahlâkî mükellefiyetler açısından 
köle, kural olarak hür kimse gibidir. Buna karşılık köle borçlar, eşya, ticaret, 
aile, ceza hukuku gibi alanlarda hür insanlara göre farklı hükümlere tâbi 
olmakla birlikte, haklarının kısıtlandığı oranda mükellefiyetleri de azaltılarak 
hak ve borçları arasında mâkul bir denge kurulmuştur. Meselâ, köleye mülk 
edinme hakkı tanınmamasına uygun olarak, malî sorumluluk da yüklenmemiş, 
buna karşılık, efendisi ile hürriyet sözleşmesi yapan mükâteb köle veya 
efendisi tarafından yetkili kılınan (me’zûn) köle ise belli derecede ehliyete 
sahip olduğu için aynı oranda malî ve hukukî sorumluluğa tâbi tutulmuştur. 
Kölenin bazı cezaî sorumluluklarının da hür kimseye göre daha az oluşu bu 
anlayışın sonucudur. Aile hukuku alanında, şahsa sıkı sıkıya bağlı haklarda 
köle ile hür ayırımı gözetilmezken, malî yönü de bulunan konularda köle ve 
câriye için hak ve yükümlülüklerde bazı kısıtlamalar ve farklılıklar söz konusu 
olmuştur. 
Köleliğin devam ettiği dönemlerde müslümanlar, Kur’an ve Sünnet’teki 
öğretiye uygun olarak, çoğunlukla köle ve câriyelerine birer aile üyesi olarak 
bakmışlar, ayrıca köle satın alıp âzat ederek Allah rızâsını kazanmayı ahlâkî 
bir şuur olarak sürekli canlı tutmuşlardır. İslâm tarihinin hiçbir döneminde 
kölelik önemli bir kazanç ve üretim aracı olarak görülmemiştir. Buna karşılık 
Batı’da köle ticareti yapmak ve köleleri bir üretim aracı olarak kullanmak 
temel bir zihniyet ve uygulama olarak sürmüştür. Özellikle Amerika’nın 
keşfinden sonra köle ticareti ve bu ticaretin kaynağı olarak görülen Afrika 
kıtasındaki köle avcılığı, asırlar boyunca en vahşi ve dehşet verici yöntemlerle 
sürdürülmüş; gerek avlama gerekse gemilerle taşıma sırasında milyonlarca 
zenci telef olmuş, sağ olarak pazarlara sürülenler ise ölenlerden daha 
şanslı olmayıp akla gelmedik acılar yaşamışlardır. Batı’da köleliğin fiilen 
ortadan kalkması, bazı insanî yaklaşımlar yanında, daha çok sanayiin gelişmesi 
ve insan gücünün artık hem pahalı hem de verimsiz hale gelmesiyle 
mümkün olmuştur. İslâm köleliği tamamen kaldırmayı hedeflediği, bunun 
için gerekli tedbirleri aldığı ve kapıyı açık bıraktığı için dünya köleliği kaldırmaya 
karar verdiğinde müslümanlar buna kolaylıkla katılabilmişlerdir; 
dinleri bu konuda onlar için bir engel değil, teşvik unsuru olmuştur. 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol