""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Tasavvuf(Öze Dönüş)

C) TASAVVUF

İnsanın iç dünyasıyla, ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesiyle ilgili

olarak Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber'in hayatında ve sahih hadislerinde

mevcut olan bilgiler ve yönlendirmeler, ilk dönemlerden itibaren müslümanların

dini daha iyi anlama ve yaşama talep ve gayretlerine itikad ve

fıkıh cephesinden ayrı olarak tasavvuf adı altında özetlenebilecek üçüncü bir

cephe ve zenginlik kazandırmıştır. Tasavvuf kelimesi Kur'an'da ve hadislerde

geçmez. Hicri ilk iki yüzyılda kişinin kendi iç dünyasındaki derinlik ve

zenginliği, coşkulu dindarlığını ifade için genelde zühd, rikak-rekaik,

takvâ, ibadet gibi kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zâhid ve âbid

deniliyordu. Hicrî III. yüzyıldan sonra daha kapsamlı olarak tasavvuf, sûfî,

sûfiyye gibi terimler kullanılmaya başlandı ve bir dönemden sonra tasavvuf

ayrı bir ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıktı.

Tasavvuf, kalp temizliğini, güzel ahlâkı ve ruh olgunluğunu konu alır.

Amaç müminleri terbiye etmek ve mânen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak

için dünyadan çok âhirete önem vermek, maddî değerlerden fazla mânevî

değerlere bağlanmak, daha nitelikli ve daha çok ibadet etmek ve nefsi disiplin

altına almak gerekir.

 

a) Tasavvufî Düşüncenin Dinî ve Fikrî Temelleri

 

İslâm, müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamalarını,

âhirete ve mânevî değerlere öncelik vermelerini ister. Yüce Allah şöyle buyurur:

"Azgınlaşan ve dünya hayatını tercih edenin gideceği yer cehennemdir"

(en-Nâziât 79/38). "Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama âhiret

hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (el-A‘lâ 87/16). Tasavvufta dünya

hayatına âhiret hayatı kadar veya daha fazla önem vermemek esastır. Bu

nokta Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şeriflerde de kuvvetle vurgulanmıştır.

Allah Teâlâ buyurur:

"Dünya hayatı aldatıcı bir metâdan başka bir şey değildir" (Âl-i İmrân

3/185). "Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir" (Muhammed

47/36). "Allah'ın vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi kandırmasın ve şeytan

Allah'ın affına güvendirerek sizi aldatmasın" (Lokmân 31/33). "Dünya menfaati

önemsizdir, takvâ sahipleri için âhiret daha hayırlıdır" (en-Nisâ 4/77). "Şu dünya

hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir, âhiret ise gerçek bir hayattır" (Ankebût

29/64). "Dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme

vesilesi ve daha çok servet ve evlâda sahip olma yarışıdır" (el-Hadîd 57/20). "Mal

ve evlât dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyi işler ise hem sevap olması bakımından

hem de ümit bağlanması bakımından Rabbinin nezdinde çok hayırlıdır"

(el-Kehf 18/46).

 

Kur'ân-ı Kerîm birkaç yerde dünya hayatını temsille anlatmıştır: "Onlara

şunu misal ver: Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir yağmura benzer. Bu

sayede yeryüzünde biten bitkiler birbirlerine karışmış, sonra kurumuş, rüzgârın

savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah'ın gücü her şeyin üstündedir"

(el-Kehf 18/45; Âl-i İmrân 3/117; Yûnus 10/24; el-Hadîd 57/20).

Kur'ân-ı Kerîm'e göre insan dünyadan çok âhireti istemelidir: "Kim

âhiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse

ona da dünyadan bir şeyler veririz, ama âhirette bir nasibi olmaz" (eş-Şûrâ

42/20; el-Bakara 2/200; Âl-i İmrân 3/145; Hûd 11/15). Kısaca servetler, kazançlar,

zenginlikler ve her çeşit nimetler âhirette ve Allah katında bol bol

mevcuttur (bk. en-Nisâ 4/94).

Hadîs-i şeriflerde de aynı hususların sıklıkla ifade edildiği görülür: "Dünyada

bir garip veya yolcu gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say" (Buhârî,

“Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25; İbn Mâce, “Zühd”, 6). "Dünyaya karşı soğuk

olanı Allah, halkın malına göz dikmeyeni insanlar sever" (İbn Mâce, “Zühd”, 1).

"Kabirleri ziyaret ediniz. Zira bu, sizi dünyadan soğutur, âhirete ısındırır"

(İbn Mâce, “Cenâiz”, 47). Hz. Peygamber dünyanın gösteriş ve çekiciliğine

kapılmanın muhtemel tehlikeleri konusunda ümmetini uyarmıştır (Buhârî,

“Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25).

 

Hz. Peygamber şahsen yukarıda anlatılan ilkelere uygun olarak yaşamış;

dünya malına tamah etmemiş, maddî zevkler peşinde koşmamış, daima

âhiret hayatına öncelik vermiş ve onu üstün tutmuştur. Şöyle buyurmuştur:

"Uhud dağı kadar altınım olsa, borcumu ödemek için bundan ayıracağım

miktar hariç, altınların üç günden fazla yanımda kalmasını arzu etmezdim"

(Buhârî, “Zekât”, 4; Müslim, “Zekât”, 31).

Hz. Peygamber vefat edince altın, gümüş miras bırakmadı. Bıraktığı miras

beyaz bir katır, bir silâh ve vakıf arazisinden ibaretti (Buhârî, “Vesâyâ", 1).

 

Hz. Peygamber sade ve mütevazi bir hayat yaşamış, hiçbir zaman

dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamış, ganimet malları sebebiyle müslümanların

elleri az çok genişlediği halde o eski yaşama biçimini sürdürmüş,

öbür müslümanlar düzeyinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına

küsmüş ve onlardan dünya ile kendisi arasında bir tercih yapmalarını istemişti

(bk. el-Ahzâb 33/28; Buhârî, “Tefsîr”, 66; Müslim, “Talâk”, 5).

 

Dünyayı âhiretle bir ve eşit tutmak veya ondan üstün tutmamak zühddür.

Zühd ilkesine bağlı olarak yaşayan kişilere de zâhid denir. Kur'an ve

hadislerde zühde büyük önem verilmiş, bunun zıddı olan dünyaya düşkün

olma, tamah, ihtiras ve çıkarcılık şiddetle yerilmiştir. Zühd tasavvufun temelidir.

Âhiretin dünyadan üstün, oradaki nimetlerin buradaki servetten daha

önemli olduğuna inanan bir müslüman daha nitelikli ve daha çok ibadet eder,

hak hukuk gözetir, ahlâk kurallarına bağlı kalır, haram ve helâli bilir. Böyle bir

hayat yaşamayan bir kimsenin dünyadan çok âhirete önem ve değer verdiği

söylenemez. İbadet zühdün tabii bir sonucudur.

 

Yüce Allah namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetleri farz kılmıştır. Hz.

Peygamber ise farz olan ibadetlerle yetinilmemesini, nâfile ve sünnet olanların

da yerine getirilmesini tavsiye etmiştir. Farz namazlardan önce ve

sonra kılınan sünnetler, teheccüd, evvâbin ve tahiyyetü'l-mescid gibi diğer

nâfile namazlar, receb ve şâban gibi aylarda belli miktarda tutulan oruçlar,

umre ve sadaka böyledir. İbadetlerin amacı nefsi disiplin altına alarak Allah'a

yaklaşmaktır. Tasavvufta farz ve nâfile ibadetleri şartlarına uygun

olarak huşû ve ihlâsla yerine getirmek esastır. Sûfîler özellikle farz olmayan

ibadetleri belli düzen içinde yerine getirmeye özen gösterirler. İbadetsiz tasavvuf

olmaz.

 

İslâm'da kalp temizliği önemlidir. Her şeyden önce Cebrâil Kur'ân-ı Kerîm'i

Hz. Peygamber'in kalbine indirmiştir (el-Bakara 2/97; Şuarâ 26/194).

Vahiy de ilham da kalbe gelir. "Allah'ın huzuruna temiz (selim) bir kalple

çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur" (eş-Şuarâ 26/89; es-Saffât

37/84; Kaf 50/33). "Allah sekîneti (huzuru) müminlerin kalplerine indirmiştir"

(el-Feth 48/4). "Kalpler Allah'ı zikretmekle itminan bulur" (Yûnus

10/74). Onun için Allah'ı çok zikretmek tavsiye edilmiştir (bk. el-Ahzâb

33/41). Her şeyin temeli olan iman kalbin tasdiklerinden ibarettir. Niyet

bütün ibadetlerin temelidir. Halis niyet de kalpte gerçekleşir. İbadetlere kalbin

temiz, niyetin iyi olması oranında sevap verilir (Buhârî, “Îmân”, 41; Müslim,

“İmâret”, 155).

 

Kur'an kalbin görme niteliğinden söz eder. Yeryüzünde dolaşıp ibret almayanları,

düşünecek kalbi, işitecek kulağı olmayanları uyarır: "Dikkat

edin, baştaki gözler değil, göğüsteki kalpler kör olur" (el-Hac 22/46). Hassas,

yufka ve temiz kalplerden bahseden Kur'an taş gibi katı, kirli ve kilit vurulmuş

kalplerin bulunabileceğine de dikkat çeker. Kalbin kirlenmişşekline

bazan nefis de denir. Buna karşı nefsin arınmışşekli de kalptir, kalp hükmündedir.

"Nefsini kirleten hüsrandadır, onu arındıran kurtuluşa erer" (bk.

eş-Şems 91/9-10).

 

Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "İnsanın bedeninde bir et parçası

vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi, kötü olursa tamamıyla kötü

olur. Dikkat, o kalptir" (Buhârî, “Îmân”, 39; Müslim, “Müsâkat”, 107). Bir

hadiste, "Başkaları fetva verse de, sen fetvayı kalbine sor" (Dârimî, “Buyû‘”,

2; Müsned, IV, 228) denilerek vicdanın sesine kulak verilmesi istenmiştir.

Hz. Peygamber, "İyi, gönüle yatan, günah gönülü tırmalayan şeydir"

(Müsned, IV, 194, 228) buyurarak şüpheli konularda kişinin kalbine başvurmasını,

başkasının denetlemesinden önce kişinin kendi kendini denetlemesini

tavsiye etmiştir. Kur'an'da ve hadislerde takvâya büyük önem

verilmiştir. Hz. Peygamber kalbine işaret ederek, "Takvâ buradadır" demişti

(Müsned, V, 379).

 

Tasavvufun konusu kalptir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sûfîlere bu yüzden

gönül ehli denilmiştir. Tasavvufî düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi

temeline dayanır.

 

Allah Korkusu. Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde "havfullah (mehâfetullah)

ve haşyetullah" denilen Allah korkusu üzerinde çok durulmuştur.

Günah işleyenlerin ve başkalarına haksızlık edenlerin Allah'ın gazabından

ve azabından korkmaları lâzımdır. Kur'an'da "Eğer inanıyorsanız biliniz ki en

çok korkulmaya lâyık olan Allah'tır" (et-Tevbe 9/13; el-Ahzâb 33/37), "Onlardan

değil, benden korkun" (Âl-i İmrân 3/175) buyurulur. Kişi insanlardan

değil, Allah'tan korkarak günah işlememeli, kötülük ve haksızlık etmemelidir.

Gizli-açık işlenen her kötülüğü bilen Allah Teâlâ'nın işlenen kötülükleri

cezasız bırakmayacağına, er veya geç bunun hesabını soracağına inanmalı,

dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınırken Allah'tan başka hiçbir kimseden

korkmamalıdır. Allah Teâlâ böyle kullarını över: "Onlar Rablerinden

de, kötü azaptan da korkarlar" (er-Ra‘d 13/28). "Allah'tan başka hiçbir kimseden

korkmazlar" (et-Tevbe 9/18; el-Ahzâb 33/39).

 

Başta peygamberler ve velîler olmak üzere bütün müminler Allah'tan

korkar. Hz. Peygamber, "Allah'ı en iyi bileniniz ve ondan en çok korkanınız

benim" buyurmuştur (Buhârî, “Edeb”, 72; Müslim, “Fezâil”, 35). Bir hadiste

de "Hikmetin başı Allah korkusudur" (Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, I, 421) buyurulmuştur.

Allah'tan korkan başkasından korkmaz. Allah korkusu diğer korkuları

siler ve kişiyi cesur hale getirir. Allah'tan korkanların âhirette de korkuları

olmayacak, mahzun olmayacaklardır (el-Bakara 2/38, 62, 112, 262, 274, 277).

İşte Allah'ın velî ve ergin kulları bunlardır.

 

Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel

ilkelerinden biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı

sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu

ile Allah sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır.

 

Allah Sevgisi. Bu sevgi İslâm'daki mânevî hayatın temelidir. Bu temele

dayanmayan ibadet ve ahlâk gibi davranışlar İslâm açısından bir anlam ifade

etmez. Bir mümin severek Allah'a itaat ve ibadet ederse, onun emirlerine ve

yasaklarına uyarsa bunun değeri vardır. Allah Teâlâ'yı seven onun kelâmı

olan Kur'an'ı ve resulü olan Hz. Muhammed'i, onun dava arkadaşları olan

sahâbeyi de sever. Kısaca Allah'ın sevdiği herkesi ve her şeyi sever.

 

Kur'an'da Allah sevgisi üzerinde önemle durulur. Yüce Allah şöyle buyurur:

"İman edenler Allah'a olan sevgileri ise çok fazladır" (el-Bakara 2/115). Şiddetli

ve çok sevgi aşk demektir. Bu âyet başta olmak üzere birçok âyette muhabbetullah

denilen Allah sevgisine ve ilâhî aşka işaret edilir.

 

Bir müslüman Allah'ı, Resulü'nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi babasından

oğullarından, kardeşlerinden, eşlerinden, kabilesinden, servetinden,

ticaretinden ve meskeninden daha çok sevmekle yükümlüdür. Eğer

daha çok sevmezse Kur'an'ın ifadesiyle "Allah'ın hükmü tecelli edene kadar

bekleyin, Allah günahkâr bir toplumu hidayete erdirmez" (et-Tevbe 9/24)

tehdidine muhatap olur. Bunun anlamı

şudur: Bir müslümanın Allah'ı, Resulü’nü

ve Allah yolunda mücadele etmeyi yürekten sevmesi ve bu sevgi ve

isteğini her zaman diğer şeylerden önde tutması gerekir.

 

Hz. Peygamber "Allah ve Resulü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen

kimse imanın hazzına eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey Allah Resulü!

Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" demiş, Hz. Peygamber

de "Olmadı yâ Ömer!" demişti. Hz. Ömer, "O halde seni kendimden

de çok seviyorum" deyince Resûlullah "Şimdi oldu yâ Ömer!" buyurdu

(Buhârî, “Îmân”, 9; Müslim, “Îmân”, 15).

 

İslâm'da Allah'la kulları arasındaki sevgi karşılıklıdır. Allah kullarını sever,

kulları da onu severler. Kur'an şöyle der: "Ey iman edenler! İçinizden

her kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki Allah

onları sever, onlar da Allah'ı severler" (el-Mâide 5/54). İslâm inancına göre

Allah Teâlâ vedûd ve velîdir. Yani mümin kullarını çok sever ve onları dost

edinir.

 

Kur'an'da Allah'ın hangi kullarını sevdiği şöyle açıklanır:

 

"Allah âdil olanları sever" (el-Mümtehine 60/8; el-Hucurât 49/9). "Allah

temiz insanları sever" (et-Tevbe 9/108; el-Bakara 2/222). "Allah takvâ sahibi

kullarını sever" (Âl-i İmrân 3/76, et-Tevbe 9/4, 7). "Allah ihsan sahibi dürüst

kişileri sever" (Âl-i İmrân 3/148, el-Mâide 5/13, 93). "Allah tevekkül ehlini

sever" (Âl-i İmrân 3/159). "Allah sabırlıları sever" (Âl-i İmrân 3/146). "Allah

tövbe edenleri sever" (el-Bakara 2/222).

 

Yüce Allah, Peygamberimiz'i herkesten çok sevdiği için ona "habîbullah"

(Allah'ın sevgilisi) denilmiştir (Tirmizî, “Menâkıb”, 1). Nitekim Hz. İbrâhim

için de “halîlullah” (Allah'ın dostu) ifadesi kullanılmıştır.

 

Burada sözü edilen adalet (kıst, vera‘), temizlik, takvâ, ihsan, tevekkül,

sabır, tövbe tasavvufun temel kavramlarıdır. Sûfîler ve velîler Allah'ın sevgili

kulu olma mertebesine ermek için bu hususları büyük bir özenle gerçekleştirmeye

çalışır, ilâhî sevgiden mahrum olmamak için bunların zıddı olan

hususlardan dikkatle kaçınırlar. Çünkü Allah zâlimleri, kâfirleri, günahkârları,

kibirlileri, hâinleri, bozguncuları, müsrifleri, saldırganları sevmez (eşŞûrâ

42/40, el-Bakara 2/176, en-Nisâ 4/107, el-Hadîd 57/23, el-Hac 22/38, el-

Mâide 5/64, el-A‘râf 7/31, el-Mâide 5/87).

 

Seven sevgilisine itaat eder, ona tâbi olur, onu razı etmeye çalışır, emirlerine

uyar, onu darıltacak davranışlardan sakınır. Kısaca sevginin sonucu

Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmaktır.

 

Allah'ın peygamberine uymak Allah'ın sevgisini kazandırır. Onun için

yüce Allah buyurur: "Ya Muhammed: De ki eğer Allah'ı seviyorsanız bana

tâbi olun ki O da sizi sevsin" (en-Nisâ 4/80).

 

Resûlullah'a itaat Allah'a itaat demektir: "Resûlullah'a itaat eden Allah'a

itaat etmiştir" (en-Nisâ 4/80).

Hz. Peygamber, müminlerin Allah için birbirini sevmeleri gerektiğini

önemle vurgulamıştır. Kutsî bir hadiste, "Benim için birbirini sevenleri sevmem

vâciptir" (Muvatta, “Şiir”, 16; Müsned, V, 233) buyurulmuştur. Hz. Peygamber,

"Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız" (Müslim, “Îmân”, 93; Ebû

Dâvud, “Edeb”, 131). "Bir kimse kendisi için istediği bir şeyi mümin kardeşi

için istemedikçe iman etmiş olmaz" (Buhârî, “Îmân”, 7) buyurarak bu sevgi ile

kâmil iman arasında sıkı bir bağ bulunduğuna işaret etmiştir.

 

İslâm, müminleri sevgi ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlamış, kaynaştırmış

ve böylece fertleri birbirine kenetlenmiş bir toplum meydana getirmiştir.

Sevgi bağı hem müslümanları Allah'a ve Resulü'ne, hem de birbirlerine

bağlar. Müslümanlar iyi ve kötü günlerde, mutlu ve sıkıntılı zamanlarda

daima bir arada olurlar. Hz. Peygamber, "Kişi sevdiğiyle beraberdir" buyurmuştur

(Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 165).

 

Bir müslüman Allah'ın gazabına uğramamak ve cehennem azabından

kurtulmak için yaratıcısına ibadet eder. Bu amaçla ibadet etmek câizdir.

Genellikle halk, özellikle zâhidler ve âbidler bu maksatla ibadet ederler. Cennete

girmek ve oradaki nimetlerden yararlanmak için Allah'a ibadet ise evvelkine

göre bir derece daha üstündür. Fakat sırf Allah'ın emrine uymak,

rızâsını kazanmak için Allah'a ibadet etmek daha üstün bir mertebedir. Bu

ibadet sevgi temeline dayanır. Sevenin sevgilisine itaat etmesi türünden bir

boyun eğme ve emredileni gönül hoşluğu ile yerine getirme halidir. Peygamberlerin,

sağ iken cennetle müjdelenen on sahâbenin, velîlerin ve âriflerin

ibadetleri böyledir. Râbia el-Adeviyye'nin dediği gibi onlar cehennem ve

cennet olmasa da Allah'a ibadet eder, ona itaati canlarına minnet bilirler.

Nitekim bu konudaki hadislerden birinde, "Suhayb, Allah'ın ne hoş bir kuludur

ki ondan korkusu olmasa bile günah işlemez", diğerinde, "Ebû Huzeyfe'nin

âzatlası Sâlim, Allah'a âşık olduğundan O’ndan korkmasa bile günah

işlemez" (Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, II, 323) buyurulmuştur.

 

Tasavvufta hedef bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve Allah'a

ibadet etmesini sağlamaktır. Bu mertebede ibadet insana zor gelmez, tersine

ona haz ve huzur verir. İbadet halinde olmaması ise onu rahatsız eder. Hz.

Peygamber zamanında var olan bu anlayış ondan sonra gelişerek devam

etmiştir. Bu hareketin en önemli temsilcisi hicrî II. (VIII.) asrın ikinci yarısında

yetişmiş olan ünlü sûfî Râbia el-Adeviyye'dir (ö. 185/801). Bu tarihten

sonra bu anlayışın yaygınlaşarak ve gelişerek devam etmesi tasavvufun

İslâmî bir hareket olarak ortaya çıkmasına sebep olan faktörlerin başında

gelir. Zühd ile tasavvuf arasındaki en önemli fark zühdde korku, tasavvufta

sevgi unsurunun ağır basmasıdır. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf

hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd âhirette kurtuluşu amaçlayan

nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok

Allah'ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı mânevî

hayattır.

 

Tasavvufta Allah sevgisinin ne kadar önemli olduğunu göstermek için

sûfîlerin üzerinde özenle durdukları ve önemle açıkladıkları

şu hadîs-i şerife

bakmak yeterlidir. Kutsî hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kulum farz ibadetlerle

yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nâfile ibadetlerle

de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı,

tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir,

benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum,

benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm" (Buhârî, “Rikak”, 38).

 

Tasavvuf kulun Allah'a yaklaşması ve O’nunla böyle bir mânevî ilişki

kurmasıdır. Allah kuluna şah damarından daha yakındır (Kaf 50/16). Allah'ın

bir ismi “el-karîb”dir. Yani o her zaman herkese yakındır. Fakat sevdiği

kullarına özel bir anlamda yakındır. Allah'ın yakınlığını kazanan insanlara

mukarreb denir (el-Vâkıa 56/88-89).

 

Müslümanların iman ve ibadet itibariyle çeşitli dereceleri vardır. Bir hadiste

imanın altı, İslâm'ın beşşartı sayıldıktan sonra en büyük mertebe olan ihsan

şöyle tarif edilmiştir: "İhsan, Allah'a, onu görüyormuşsun gibi ibadet etmektir,

her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir" (Buhârî, “Îmân”,

37; Müslim, “Îmân”, 57). Kur'ân-ı Kerîm'de, "İhsan üzerine olunuz, Allah ihsan

üzere olanları sever" (el-Bakara 2/195; el-Mâide 93) buyurulmuştur. Mutasavvıflar

bu hadisten İslâm'ın üç mertebesi olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar

sırasıyla İslâm, iman ve ihsan mertebeleridir. İslâm zâhir, iman zâhir ve bâtındır.

İhsan ise zâhir ve bâtının hakikatidir. İslâm'da bilgi amelle, amel ihlâsla,

ihlâs da Allah'ın rızâsını taleple kemale erer. Bilgi, ihlâs ve rızâ bu üç mertebenin

başka bir ifadesidir. Müminler ilim, amel ve mertebe itibariyle birbirinden

farklıdırlar. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur: "Kendilerine ilim verilenler derece

derecedir". "Amel edenlerin de mertebeleri vardır". "Bakın nasıl bazısını diğer

bazılarına üstün kıldık" (el-Mücâdele 58/11; el-Ahkaf 46/19; el-İsrâ 17/21).

 

b) Tarihî Gelişim

 

Hz. Peygamber, sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn dönemlerinde dindar

müslümanların yaşadıkları hayat yukarıda tasvir edilen mânevî bir atmosferde

cereyan etti. Bu üç neslin dindarları dünyaya nazaran âhirete öncelik

veriyor, bütün davranışlarda Allah'ın rızâsını gözetiyorlardı. Bu tür hayat

Kur'an'ın istediği bir hayattı. Bunun en güzel örneği de Hz. Peygamber'di

(el-Ahzâb 33/21).

 

Hz. Peygamber zamanında çeşitli eğilimlere sahip olan sahâbeler vardı.

Bunlardan bir kısmı ilim öğrenmeye, bir kısmı dini tebliğe, bir kısmı cihada,

bir kısmı yöneticiliğe daha fazla ilgi duyarken bir kısmı ibadete daha çok

önem veriyor, uhrevî kurtuluş üzerinde yoğunlaşıyorlardı. Başta ilk dört

halife ve aşere-i mübeşşere olmak üzere Osman b. Maz‘ûn, Mus‘ab, Ammâr,

Habbâb, Bilâl, Suhayb, Selmân, Ebû Zer, Mikdâd, Muaz, Ebü’d-Derdâ,

Huzeyfe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr bu sahâbenin âbid ve zâhidleri

olarak tanınmışlardı. Daha sonraki dönemlerde yaşayan âbid, zâhid ve dindar

müslümanlar her zaman bunları örnek almışlardı. Tasavvuf zincirinin ilk

halkaları bunlardı. Daha sonra eklenen yeni halkalarla bu silsile günümüze

kadar gelmiş, bu halkalardaki âlim ve zâhidler İslâm'ın ilim, ihlâs, takvâ,

ihsan, his, heyecan ve zühd anlayışını yaşayarak çağımıza taşımıştır.

 

Veysel Karânî, Ebû Müslim el-Havlânî, Habîb el-Acemî, Hasan-ı Basrî, Abdülvâhid

b. Zeyd, Şeybân er-Râî, Sâlih el-Mürrî, Ferkad es-Sencî, Mâlik b. Dînâr,

İbnü’s-Semmâk, İbrâhim b. Edhem, Şakyk-i Belhî, Dâvûd et-Tâî, Fudayl b. İyâz

ve benzeri pek çok âbid ve zâhid ikinci nesli, silsilenin ikinci halkasını oluşturur.

 

Tasavvufta söz konusu neslin yaşadığı zaman hicrî I ve II. (VII ve VIII.)

asırları kapsar ve zühd dönemi diye bilinir. Bu dönemde tasavvuf tohumunun

çimlenmiş bir şekli mevcuttur. Bundan sonra gelen ve üçüncü halkayı

oluşturan İbrâhim el-Havvâs, Bişr el-Hafî, Serî es-Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî,

Bâyezîd-i Bistâmî, Hâris el-Muhâsibî, Zünnûn el-Mısrî, Hamdûn el-Kassâr,

Ma‘rûf-i Kerhî, Ahmed b. Hadraveyh, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Sehl et-

Tüsterî gibi sûfîler tasavvufun ilk temsilcileri ve müjdecileridir. Tasavvufî

hayat geniş ölçüde bunların tesbit ettikleri hedefler yönünde gelişmiştir.

 

Kuşeyrî'nin de açık bir şekilde belirttiği gibi tasavvuf Ehl-i sünnet’in

bünyesinden doğmuştur. İlk sûfîlerin hepsi Sünnî’dir. Sûfîliğin ortaya çıktığı

dönem İslâm dünyasında çeşitli ilimlerin kurulduğu, değişik mezhep ve

akımların ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde hadis, fıkıh, kelâm gibi

ilim dalları kurulmuş, bunlarla uğraşanlara hadisçi, fıkıhçı, kelâmcı

(muhaddis,

fakih, mütekellim) gibi isimler verilmişti. Kaynağı Kur'an ve hadis olmakla

beraber söz konusu ilimlerden de etkilenen ve Ehl-i sünnet muhitinde

doğan İslâm'daki ruhî ve mânevî hayat tarzına tasavvuf denmiştir. Bu hayat

tarzının temelleri Kur'an ve Sünnet'in öğretisinde, önceki nesillerin sözlerinde

ve yaşayış tarzlarında mevcuttu. Sûfîler fikirleri ve mânevî tecrübele

riyle geliştirip sistemleştirdikleri tasavvufî hayat tarzını sözü edilen temeller

üzerinde inşa etmişlerdir. Kökü ve özü eski olan tasavvufî hayatın bazı yenilikler

içermesi ve farklılık göstermesi bundandır.

 

Büyük sûfîlerin yetiştiği hicrî III ve IV. (IX ve X.) yüzyıllarda tasavvufla

ilgili birtakım eserler yazılmış, sûfîliğin esasları yazılı hale getirilmişti. Diğer

taraftan aynı dönemde melâmet ve fütüvvet gibi önemli tasavvufî ekoller

ortaya çıkmıştı. Ma‘rûf-i Kerhî, Serî es-Sakatî, Hâris el-Muhâsibî ve Cüneyd-i

Bağdâdî gibi ünlü sûfîler Irak'ta tasavvuf adı altında İslâm'ın mânevî hayatını

geliştirirken Horasan bölgesinde Hamdûn el-Kassâr (ö. 271/884) melâmet

adı altında söz konusu hayatın farklı bir yorumunu ortaya koyuyordu.

Ebû Hafs, Ahmed b. Hadraveyh ve Şâh Şucâ‘-ı Kirmânî gibi Horasanlı dindarlar

ise daha çok fütüvvet ve mürüvvet üzerinde duruyorlardı. Melâmet

ehli ihlâs ve riya konusuna ağırlık verirken, fütüvvet ehli daha çok dinin

insaniyet yönü üzerinde duruyorlardı. Bu konuda özellikle Bâyezîd-i Bistâmî

(ö. 234/848) son derece özgün yorumlar yapıyordu.

 

Söz konusu dönemde tasavvufa dair yazılan en meşhur eserler ve yazarları

ise şunlardır:

 

Hâris el-Muhâsibî (ö. 243/857) er-Riâye li-huk†kıllah, Cüneyd-i Bağdâdî (ö.

297/ 909) Resâil, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896) et-Tefsîr, Hakîm et-Tirmizî

(ö. 320/932) Hatmü'l-velâye, Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/921) Kitâbü't-

Tavâsin, Ebû Nasr es-Serrâc (ö. 378/988) el-Luma‘, Kelâbâzî (ö. 380/990) et-Taarruf,

Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996) K†tü'l-kulûb, Sülemî (ö. 412/1021) Tabakåtü's-

sûfiyye, Ebû Nuaym İsfahânî Hilyetü'l-evliyâ, Kuşeyrî (ö. 465/1072), er-

Risâle, Hücvîrî (ö. 470/1077) Keşfü'l-mahcûb, Abdullah Ensârî el-Herevî (ö.

481/1088) Menâzilü's-sâirîn, Gazzâlî (ö. 405/1111) İhyâü Ulûmi'd-dîn. Bu eserlerin

tamamına yakını matbu olup bir kısmı Türkçe'ye de çevrilmiştir. Bu yazarların

tasavvuf konusunda daha başka değerli eserleri de vardır. Özellikle Sehl etTüsterî'nin,

Sülemî'nin, Kuşeyrî'nin ve Abdullah el-Ensârî'nin tefsirle ilgili eserleri

işârî tefsirler bakımından önemlidir. Sülemî'nin Tabakåt'ı ile Ebû Nuaym'ın Hilye'si

ise evliyanın hayat hikâyelerine ve menkıbelerine dairdir. Tasavvufun doğuşunu,

gelişmesini ve ilk sûfîlerin yaşama tarzlarını her biri bir tasavvuf klasiği

niteliğinde olan söz konusu eserlerden izlemek mümkündür.

 

Hicrî VI. (XII.) asra kadar olan tasavvufun ilk dönemi ve hareketin doğduğu,

geliştiği ve şekillendiği bir zaman dilimidir. Bu dönemde tasavvuf

basit fakat derin, sade fakat anlamlı bir mânevî hayat tarzıdır. Geniş ölçüde

pratiklere dayanır, teorilere çok az yer verir. Hal, his, heyecan ve vecd gibi

isimler alan ve din psikolojisi bakımından büyük önem taşıyan ruhî hayat

tarzı üzerinde yoğunlukla durulur. Bu fikrî harekette felsefî etkiler yok denecek

kadar azdır. Ama sûfîlerin mânevî tecrübeleri ve bu tecrübelerle ilgili

olarak yaptıkları yorumlar üzerine kurulan bir tasavvuf felsefesi vardır. Bu,

daha çok sûfîlerin kendi düşünce ve çabalarıyla oluşturmuş oldukları özgün

bir felsefedir. Tasavvufî hayat, öz ve hareket noktası itibariyle İslâmî temeller

üzerine inşa edilmiş olduğundan, başta İbnü'l-Cevzî, İbn Teymiyye ve

İbnü'l-Kayyim olmak üzere bu hareketin bazı

şekillerini sert bir biçimde

eleştiren âlimler tarafından da saygı ve takdirle karşılanmıştır. Bununla beraber

bu dönem tasavvufu da tartışma ve eleştiriye açık bazı konular içermektedir.

Öteden beri tartışılan ve eleştirilen bu konular tasavvufun özü ve

geneliyle ilgili değildir. Münferit konulardır, ayrıntıyla ilgilidir.

 

c) Tasavvufta Örgütlenme Dönemi

 

Tasavvufun ferdî yönü daha önemli olmakla beraber sosyal yönü de küçümsenmeyecek

kadar önemlidir. Tasavvufî hayatın bazı biçimlerini bireyler

tek başına yaşar. Fakat bu hayat, bu konunun uzmanları, hocaları ve üstatları

olan şeyhlerden ve mürşidlerden öğrenilir. Bu öğrenmede mürid ve

tâlip denilen öğrencilerin üstatlarıyla birlikte bulunmaları, mânevî hayatı

beraber yaşamaları

şarttır. Çünkü tasavvufî hayat tıpkı birçok sanat gibi

egzersizler ve pratiklerle öğrenilir. Bunun için de birliktelik ve beraberlik

esastır. İşte bu durum hem zaman zaman mürşidlerin ve üstatların bir araya

gelerek yaşadıkları mânevî ve derunî deneyler konusunda fikir alışverişinde

bulunmalarını ve vardıkları sonuçları aralarında müzakere etmelerini gerektirir,

hem de müridlerin mürşidlerinin gözetiminde ve denetiminde bulunmalarını

zorunlu kılar. Bu sebeple baştan beri sûfîler sohbet denilen bir birlikteliğe

büyük önem vermişlerdir. İlk zamanlarda şeyhlere daha çok üstat

ve sohbet şeyhi, müridlere de sâhip (sohbette bulunan, sohbete katılan) deniliyordu.

Böylece üstatlar çevresinde toplanan ve sohbetlere devam eden

sâhipler, yani müridler birer cemaat oluşturuyordu. Bu cemaatlerin yaptıkları

sohbetlerin çoğu halka açık olmakla beraber bazı sohbetlere yabancılar

alınmıyordu. Ancak belli bir mertebeye ulaşan müridler bu sohbetlere kabul

ediliyordu. Cüneyd-i Bağdâdî, "Biz tasavvuf sohbetlerini kapalı kapıların

ardında yapardık" derken bu hususu anlatıyordu. İşte bu gizlilik tasavvuftaki

sırrı, yani gizemi meydana getirir. Tasavvufî hayatın belli bir aşamasında

mutlaka bir gizem söz konusudur. Bazan müridlere göre yabancılar

için, bazan üstatlara göre müridler için bir gizem, yani yabancılara göre müridlerin,

müridlere göre üstadın az çok gizemli bir yönü vardır. Bundan daha

önemlisi ilâhî sırdır. Tasavvuf bir bakıma, imkân ölçüsünde rubûbiyyetin

sırlarına âşina olmayı amaçlar. Tasavvuf sohbetlerinin müridlere edep ve

erkân öğreten, onları terbiye eden, ahlâklarını güzelleştiren yönü kadar söz

konusu esrarengiz yönü de önemlidir. Gizliliğin sebebi, mânevî alt yapısı

bakımından eksik olanların yanlış anlama ve sapmalarını engellemektir.

 

Son derece gösterişsiz başlayan, ama gayet feyizli geçen tasavvufî sohbetler

kısa bir zaman sonra bir cemaatleşme halini aldı. Büyük sûfîlerin tasavvufî

görüşleri ve yaşayışları az çok birbirinden farklı idi. Bu da meşrep (mizaç,

karakter, zevk) farkı olarak görüldü. Bu durum tasavvufa eğilimli olanların

kendi mizaçlarına, ruh ve zihin yapılarına uygun düşen üstatları tercih etmelerine

imkân verdi. Böylece Tayfûriyye (Bistâmiyye), Cüneydiyye, Musâhibiyye,

Sehliyye, Hakîmiyye, Hafîfiyye, Seyyâriyye, Nûriyye, Harrâziyye, Kassâriyye

(Melâmetiyye) ve Tüsteriyye gibi tasavvufî cemaatler ortaya çıktı. Bu ekollerden

birine bağlanan bir mürid, mânevî hayatında belli bir üstadın görüşlerine

ağırlık veriyordu. Cemaatler arasındaki olumlu ilişkiler tasavvufî gelişmeyi

hızlandırdı.

 

Söz konusu tasavvufî sohbetler ve cemaatler hicrî VI. (XII.) asırda daha

düzenli, daha disiplinli bir örgütleşmeye dönüştü. Bu örgüte tarikat denildi.

Abdülkadir-i Geylânî'ye (ö. 562/1166) nisbet edilen Kadiriyye, Ahmed Yesevî'ye

(ö. 562/1166) nisbet edilen Yeseviyye, Ahmed er-Rifâî'ye (ö. 578/1183)

nisbet edilen Rifâiyye, Ebü'n-Necîb es-Sühreverdî'ye (ö. 563/1167) nisbet

edilen Sühreverdiyye, Ebü'l-Hasan eş-Şâzelî'ye (ö. 593/1196) nisbetle Şâzeliyye

tarikatları bu asırda ortaya çıktı. Bunları Necmeddîn-i Kübrâ'ya (ö. 618/

1221) nisbetle anılan Kübreviyye, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye (ö. 672/

1273) nisbet edilen Mevleviyye, Ahmed el-Bedevî'ye (ö. 675/1277) nisbetle

Bedeviyye gibi tarikatlar izledi. VII. (XIV.) asırda ise Bahaeddin Nakşibend'e

(ö. 791/1389) nisbetle Nakşibendiyye, Sirâceddin Ömer'e (ö. 800/1397) nisbet

edilen Halvetiyye tarikatları kuruldu. Bu tarikatlar şeyhlerin mürid ve halifeleri

aracılığıyla Fas'tan Endonezya'ya, Somali'den Kazan'a kadar İslâm ülkelerine

yayıldı. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ise Mevlevîliğin yanı sıra Anadolu'da

Hacı Bektâş-ı Velî'ye (ö. 670/1271) nisbet edilen Bektâşiyye, Hacı

Bayrâm-ı Velî'ye (ö. 833/1429) nisbet edilen Bayramiyye, Aziz Mahmud Hüdâî'ye

(ö. 1038/1628) nisbet edilen Celvetiyye gibi tarikatlar, ayrıca daha evvel

Anadolu dışında kurulan tarikatların pek çok şubeleri oluştu. Bundan

başka Ahî Evran diye bilinen Şeyh Nasîrüddin (ö. 660/1262) Kırşehir'de ahîlik

teşkilâtını kurdu. Fütüvvet ehli Anadolu'da birçok şehirde örgütlendi. 1071'de

Anadolu fethedildikten sonra Irak'tan, Suriye'den, daha fazla da Horasan'dan

gelen gazi dervişler, alperenler ve Horasan erleri İslâmiyet'in Anadolu'da ve

Balkanlar'da yayılmasında etkili oldular.

 

d) Tasavvufta Kurumlaşma Dönemi

 

Sûfîlik ve sûfî cemaatler ortaya çıktıktan sonra bu cemaatler ve örgütler

mekânlara ve binalara ihtiyaç duydular. İlk zamanlarda camiler, mescidler,

evler, iş yerleri, sûfîlerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzakere etme

yerleri idi. Fakat örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara

ihtiyaç duyuldu. Herevî'nin Tabakåtü's-sûfiyye'de dediği gibi ilk tasavvufî

kurum Suriye'de Remle'de Hankah adıyla kuruldu, zamanla hızlı bir artış ve

yaygınlık gösterdi. Çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bu kurumlara ribat,

tekke, zâviye, dergâh, âsitâne gibi isimler verildi. İsimlendirmede kurumun

büyük veya küçük, merkez veya şube olması da dikkate alındı. Tekkeler,

tarikat denilen örgüt üyelerinin devam ettikleri, toplu veya ferdî olarak

zikir yaptıkları, sohbet ettikleri, edep-erkân öğrendikleri, terbiye gördükleri,

ruhen arındıkları ve olgunlaştıkları kurumlar olmakla beraber çoğu zaman

çeşitli dinî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar da oldular. Özellikle

kırsal alanlarda medreselerin görevlerini de üstlendiler. Ayrıca yolcuların ve

gariplerin barındıkları önemli sosyal müesseseler haline geldiler. Tekkelere

yapılan vakıflar, devlet adamlarının, hayır sahiplerinin ve tarikat mensuplarının

yaptıkları bağışlar tekkelerin görevlerini etkin bir biçimde sürdürmelerine

ve toplumların ihtiyaç duydukları huzurlu bir mânevî havayı meydana

getirmelerine imkân verdi. Ayrıca tekkeler başta edebiyat, şiir ve mûsiki

olmak üzere birçok güzel sanatın doğduğu ve geliştiği müesseseler oldu.

 

Bir tekkede şeyh veya halifesi, çeşitli mertebelerde bulunan müridler,

dervişler, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik

yapma gibi işlerde görevli işçiler, tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezaret

eden yöneticiler, misafirler ve garipler bulunur. Bunların düzenli bir

biçimde çalışmaları ve görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım

kurallar, bir çeşit yönetmelikler vardır. Bu kuralları ilk defa derli toplu

bir biçimde ortaya koyan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (ö. 440/1048) oldu. Ebû Hafs

Ömer es-Sühreverdî (ö. 632/1234) Avârifü'l-maârif isimli eserinde söz konusu

kuralları genişletti ve ayrıntılı bir şekilde ortaya koydu.

 

VII. (XII.) asır tasavvufta önemli gelişmelerin gerçekleştiği bir dönemin

başlangıcıdır. İbn Arabî (ö. 638/1240) kendisinden önceki sûfîlerin fikirlerinden

de yararlanarak, vahdet-i vücûd terimi ile ifade edilen bir görüş ortaya

attı. el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye ve Füsûsü'l-hikem gibi eserlerinde bu konudaki

düşüncelerini genişçe açıkladı. Allah-evren, Allah-insan ilişkisinin vahdet-i

vücûd eksenli bir açıklamasını yaptı. Felsefeden ve kelâmdan aldığı bazı

delillerle fikirlerini ispatlamaya çalıştı. Sadreddin Konevî, Fahreddîn-i Irâkî,

Abdülkerîm el-Cîlî, İbn Fârız, Aziz Nesefî, Şebüsterî, Abdürrezzâk el-Kâşânî

ve Câmî gibi ünlü sûfîler bu yolda onu izleyerek geniş ölçüde vahdet-i vücûdu

birçok müslüman ilim ve fikir adamının dünya görüşü haline getirdiler.

 

Diğer taraftan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr Arapça'nın yanı sıra Farsça'yı tasavvuf

dili haline getirmek için ilk defa ciddi bir adım attı. Onu bu yolda Hücvîrî

izledi ve Farsça ilk tasavvuf kitabı olan Keşfü'l-mahcûb'u yazdı. Baba Tâhir

(ö. 410/1019) ve Senâî (ö. 525/1131) gibi şairler tasavvufî düşüncelerini

Farsça şiirlerle ifade ederek bu tarzı âdeta tasavvufun dili haline getirme

yolunu tuttular. Onları bu yolda Attâr (ö. 627/1223) ve Mevlânâ (ö. 672/

1273) gibi ünlü sûfî şairler izledi. Mevlânâ'nın Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr

isimli eserleriyle bu hareket zirveye ulaşmış oldu. Şebüsterî (ö. 720/1320)

Gülşen-i Râz'da, Fahreddîn-i Irâkî (ö. 688/1289) Lema‘ât'ta, Câmî (ö. 898/

1492) çeşitli eserlerinde bu yolda yürüdü.

 

Yûsuf el-Hemedânî'nin müridi, Yeseviyye tarikatının kurucusu Pîr-i Türkistan

Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) ilk defa ve başarılı bir şekilde tasavvuf

hayat tarzını ve düşüncesini Türkçe ifade etmeye başladı. Hikmet denilen

tasavvufî şiirlerini Dîvân-ı Hikmet adı verilen bir eserde toplandı. Daha sonra

Mansûr Ata, Abdülmelik Ata, bunun oğlu Tac Hoca, torunu Zengî Ata, Said

Ata, Süleyman Hakîm Ata, Sadr Ata, Bedr Ata gibi mürid ve halifeleri onun

tasavvuf geleneğini Türkistan'da devam ettirdiler. 1071'de Anadolu'nun

fethedilmesi üzerine çeşitli tarikatlara mensup dervişler, özellikle Yesevî

geleneğine bağlı olanlar burada faaliyet göstermeye başladılar. Fakat yeni

fethedilen bu beldelerde daha ziyade baba, gazi, sultan gibi unvanlarla anıldılar.

Ahmed Yesevî'nin şiir anlayışı Yûnus Emre'de (ö. 1320) daha da sadeleşerek

ve güzelleşerek devam etti. Anadolu ve Balkanlar'daki pek çok

mutasavvıf onu örnek aldı. Yazıcıoğlu Muhammed'in (ö. 855/1451) Muhammediyye'si,

Ahmed-i Bîcân'ın (ö. 858/1454) Ahmediyye'si ve Envâru'lâşık¢

n'i, Eşrefoğlu Rûmî'nin (ö. 874/1469) Divan'ı ve Müzekki'n-nüfûs'u,

Niyazî-i Mısrî'nin (ö. 1150/1737) Divan'ı, Anadolu ve Balkanlar'da büyük

bir ilgi ile okunan eserler oldu. Sadece mutasavvıflar ve tarikat ehli tarafından

değil, bunların dışındaki dindarlar tarafından da asırlarca rağbet gördü.

Başta Yûnus Emre'ninkiler olmak üzere bu şair mutasavvıfların şiirleri dinî

mûsikinin de ana malzemesini oluşturdu. Bu gelişmeler geniş kitlelerde din

duygusunun yerleşmesini ve kökleşmesini sağladı. İlâhî denilen bu tür şiirler

coşkuyla okundu ve dinlendi. Osmanlılar'da tekke edebiyatı kadar tasavvuf mûsikisi de

büyük bir gelişme gösterdi. Özellikle mevlevîhâneler bu işin öncülüğünü yaptı.

e) Tasavvufta Sapmalar

 

Tasavvuf beden-ruh, zâhir-bâtın, lafız-mâna ayırımı yapar ve daima

bunlardan ikincilere ağırlık verir, fakat birincileri de ihmal etmez. Bununla

birlikte tarihî seyir içinde zaman zaman zâhir ile bâtın, zâhirî-şer‘î ilimlerle

bâtınî-mânevî ilimler arasındaki mesafe açılmış, uçurum derinleşmiştir. Açılan

mesafeyi kapatmak için şeriatla tasavvufu bağdaştıran ve kaynaştıran

Ebû Nasr es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi

büyük mutasavvıf âlimler değerli eserler yazmışlar, böylece zâhir ehli ile

bâtın ehli arasındaki zıtlaşmaları ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya

veya en aza indirgemeye çalışmışlardır. Tasavvufun Ehl-i sünnet arasında

daha fazla yaygınlaşmasının önemli bir sebebi söz konusu mutasavvıf bilginlerin

bu tür çalışmalarıdır.

 

Zâhir ile bâtın, akıl ile kalp arasında zaman zaman görülen karşıtlığın ve

uzlaşmazlığın sebebi çoğu zaman tarafların birbirini anlamalarını sağlayacak

yeterli bilgi donanımına sahip olmamalarıdır. Yetişme tarzının, alınan eğitimin

ve mizacın da bunda büyük tesiri olmuştur. Bu hususlar ihtilâfın bir

dereceye kadar tabii ve anlaşılır sebepleridir. Taraflar birbiri hakkında yeterli

bilgiye sahip oldukları zaman ihtilâf ya ortadan kalkar veya hafifler, hoşgörü

sınırları içinde kalır.

 

Söz konusu ihtilâfın diğer sebepleri tasavvuf perdesi altında İslâm'a dış

kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlar, diğer dinlerden, mezheplerden,

mistik akımlardan, felsefelerden ve dinî geleneklerden kaynaklanan

sızmalardır. Bu çevrelerin kültürüne âşina olan zümreler ve fertler İslâm

öncesi sahip oldukları dinî inançları ve felsefî kanaatleri belki iyi niyetle

belki de art niyetle İslâm'a taşımışlar ve bunları tasavvuf çatısı altında yaşatma

yoluna gitmişlerdir. Bunun sonucunda tasavvufî hayatta bazı sapmalar

olmuştur.

 

Tasavvuftaki sapmalar erken dönemlerde başlamıştır. İlk sûfîler döneminde

bile bu tür sapmaların mevcut olduğunu biliyoruz. Ancak ilk sûfîler

bu tür hareketler karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlar,

sapmaları ve sapkınları eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan

korumuşlardır. Diğer taraftan söz konusu hususlar zâhir ulemâsı tarafından

da eleştirilmiştir.

 

Sülemî bu konuda Galatâtü's-sûfiyye adıyla bir eser yazmış, Serrâc da elLüm‘

a'da bu konuya bir bölüm ayırmıştır. Daha sonraki mutasavvıf yazarlar

da bu husus üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır.

Bunlardan bazı örnekleri aşağıya alıyoruz.

 

1. İbadetin düşmesi inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insanın ibadet ve

kullukla Allah'a ereceğini, erince ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini

ve kulluktan âzat olacağını iddia etmişler: "Yak¢n gelene kadar Rabbine

ibadet et" (el-Hicr 15/99) meâlindeki âyeti bu inanç istikametinde yorumlamışlardır.

Hakiki sûfîler bir müslümanın son nefesini verene kadar dinin emirlerine

uymak ve yasaklarından kaçınmakla yükümlü olduğu inancındadırlar.

Bunlar yukarıdaki âyette geçen "yakyn" kelimesini "ölüm" şeklinde yorumlamışlardır.

Allah'a kul olmak hür olmaktan daha üstündür.

 

2. Riyadan kurtulmak ve ihlâs halini gerçekleştirmek için dinî geleneklere

aykırı davranmak gerektiği inancı. Bunlara göre bir müslüman Allah'a kulluk

ederken halk unsurunu dikkate almamalı, Allah'tan başkasına değer vermemeli;

ister doğru, ister bâtıl olsun hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı

düşünmemelidir. Bu anlayış esasen doğru olmakla birlikte yanlış istikamette

kullanılmış, neticede onları edep ve terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve

yasakları konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve lâubali olma noktasına

götürmüştür. Bazı Melâmîler'de ve Kalenderîler'de bu hal görülür.

3. Velînin peygamberlerden üstün olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflar

Kehf sûresinde anlatılan Mûsâ-Hızır (a.s.) kıssasını ileri sürerek velînin

nebîden üstün olduğunu iddia etmişler; çünkü velîler doğrudan, nebîler

vasıtayla Allah'tan bilgi alır demişlerdir. Bu bâtıl bir inançtır. Zira velîlik,

peygamberlik meşalesinden sadece bir pırıltıdır. Hiçbir zaman bir velî bir

nebî derecesinde olamaz. Her nebî aynı zamanda velîdir. Onda hem velîlik,

hem peygamberlik birleştiğinden velîlerden üstündür.

4. Her şeyin mubah olduğu inancı. Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada

asıl olan mubah oluştur. Başkasının hakkına tecavüzü önlemek için

yasaklar konulmuştur. Başkalarının haklarına saygı gösteren bir kimse için

her şey mubahtır. Bu inançta olanlara İbâhıyye veya Mubahiyye denir. Bazıları

da niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların

kendilerini bağlamadığını iddia ederler.

5. Hulûl inancı. Bunlara göre Allah insan bedenine girer. Bedene girince

ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini tanrılık nitelikleri alır.

6. Cebir inancı. Bazı sözde mutasavvıflar insana nisbet edilmesi gereken

her şeyin Allah'a ait olduğunu, aslında insanların iradeleri ve tercih yapma

 

 

64 İLMİHAL

 

imkânları bulunmadığını, cebir altında olduklarını iddia ederek kişilerin sorumluluğunu

ortadan kaldırmışlardır. Bunlar, "Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren

olursa hareket ederiz" derler. Bu görüşte olanlar aslında sapık olup mutasavvıf

görünen kimselerdir.

 

7. Allah'ı görme inancı. Bazı sözde mutasavvıflar yüce Allah'ı dünyada

gördüklerini iddia ederler. Bu iddia da sapıklıktan başka bir şey değildir.

8. Allah Teâlâ'ya karşı saygısız davranmak. Bazı sözde mutasavvıflar

Allah'a yakın olma mertebesine erdiklerini, bu mertebede edep ve resmiyetin

söz konusu olmadığını iddia ederek Allah ile kulu arasında bulunması gereken

edebi gözetmez ve Allah'tan söz ederken çok lâubali ifadeler kullanırlar.

9. Tenâsüh inancı. Bazı sözde mutasavvıflar ölen bir insanın ruhunun,

ölmeden evvelki davranışlarına ve yaşayışına bağlı olarak insan veya hay-

van şeklinde tekrar dünyaya geldiklerini ve cezalarını çektiklerini iddia

ederler, âhirete inanmazlar.

10. İttihat inancı. Bazı sözde mutasavvıflar belli bir yöntem izleyerek

beşerî niteliklerden arınan bazı kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia

eder ve insanları tanrılaştırırlar. Gerçek sûfîler ise yaratıcı varlıkla yaratılan

varlığı birbirinden ayırır, yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip

tanrılaşamayacağına inanırlar.

Bunlara ilâve olarak mutasavvıfların bir kısmında kâfir veya sapık olmayı

gerektirmeyen birtakım hatalı inançlar ve davranışlar da vardır: Aşırı

çilecilik, dünya işlerini tümden terk, bir tür ruhbanlık, evlenmemek, et yememek,

tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kutsal sayacak

kadar yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence

etmek, mubah olan nimetlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve

bunlarla halka karşı böbürlenmek, kılık-kıyafet, saç-sakal gibi konularda

temizlik kurallarına uymamak, vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, toplumu

terkedip inzivaya çekilmek, tasavvufu kıssacılıktan, menkıbecilikten, raks

ve semâdan, evrad ve ezkârdan ibaret sanıp ilâhiler okunan meclislerde

coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek. Sözü edilen bu hususlar

aslında tasavvufta var ise de, bunların birtakım kuralları, sınırları,

şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir. Bu kurallara uymayan ve sınırları

aşan biçimleri hatadır.

 

 

 

f) İlkeler 

Yukarıdaki bilgiler ışığında, tasavvuf ve tarikat konusunda göz önünde
bulundurulması gereken önemli bazı hususlar şu şekilde özetlenebilir:

1. Tasavvuf biri Kur'an ve hadisin özü, diğeri bu öz istikametinden
sûfîler tarafından geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır. İbadet, ahlâk ve
dinî heyecandan, insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden
kendini geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak
her müslümanın üzerine farzdır. İkinci kısım ise ihtiyarîdir. Zira özel bir hayat
tarzıdır ve bir gönül meselesidir. Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin
de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir.
2. Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler.
Zira kibir haram, tevazu farzdır.
3. Tasavvuf yolu ince bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kâmil bir rehbere
ihtiyaç vardır. Her şey erbabından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur. Kendi
başına bu yolda yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir.
4. Tasavvuf ince ve uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur. Ebû
Ali Rûzbârî, "Biz bu yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa
sola meyletsek cehenneme düşeriz" demiştir. Çok kârlı olan bir işin riski de
çoktur. Onun için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat
gibi tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gayet ihtiyatlı ve
son derece dikkatli olmalıdır.
5. Genel olarak müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bâyezîd-i
Bistâmî ve İbn Arabî gibi mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi
görünen bazı fikir ve ifadelerine bakıp bunlar hakkında suizanda bulunmak
ve acele hüküm vermek doğru değildir. Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış
anlamalara elverişli hususları onlarla müzakere etmek gerekir.
6. Derecesi ne kadar yüksek olursa olsun bir velî günah işleyebilir. Peygamberlerden
başkası günahsız değildir. Ancak günah işleyen velîler günahta
ısrar etmezler, ederlerse velî sıfatını kaybederler. Fâsık ve fâcir (günahkâr)
bir kişi özel anlamda velî, yani Hak dostu olamaz. Bunlardan uzak
durmalıdır.
7. Velîlerin, akıl ve dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler
ve bu tür hallerini görenler bu konularda onları kendilerine örnek almamalı,
delil saymamalı, bu tür söz ve ifadeleri onların özel yaşayışı veya hatası
sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı kalmalıdırlar. Çünkü dinin
açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır. Bu olmadan tasavvuf
da olmaz.

8. Tasavvuf alanında müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen
kültür birikimi ve gelenek sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve
irfan hazinesine sahiptir. Bir müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufî
düşünceden yararlanabilir. Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve
bir şeyhe bağlanması gerekmez. Ancak tasavvuf kitaplarında gördüğü her
şeyi doğru kabul etmemelidir. İnsan elinden çıkan her kitapta doğru da yanlış
da vardır. Yanlışı olmayan tek kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir.
9. Velîlerin kerameti vardır ve haktır. Bir velînin velî olması için kerameti
olması da şart değildir. En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır.
Hatta istikamet (doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür. Mânevî kerametler
maddî kerametlerden çok daha makbuldür. Bu sebeple kerametleri ve
menkıbeleri ölçü almamak ve abartmamak gerekir.
10. Velîler keşf ve ilham denilen bir yolla Allah'tan bazan özel bilgiler
alabilirler. Güvenilir olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları
bakımından bu tür bilgilerin çeşitli dereceleri vardır. Keşf ve ilham yoluyla
elde edilen en sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi
için delil olabilir. Başkaları için bağlayıcı delil değildir. Bu tür bilgilerden
yararlanmak için bunların Kur'an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine
aykırı olmaması şarttır. Ebû Saîd el-Harrâz'ın dediği gibi: "Zâhirî hükümlere
aykırı olan her bâtın bâtıldır..

 



 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol