""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Kader ve Kazaya İman

KAZA VE KADER LE İLGİLİ KAVRAMLAR

İnsanın ve allahın iradesi,tevekkül,hayır ve şer kavramı ,
rızık ve ecel kavramları.

a) Kazâ ve Kaderin Anlamları

Kader sözlükte "ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek"
anlamlarına gelir. Terim olarak “yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar
olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle
bilip sınırlaması ve takdir etmesi” demektir. Allah'ın ilim ve irade sıfatlarıyla
ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir
nizam ve ölçüye göre düzenleyen ilâhî kanunu ifade eder.

Sözlükte "emir, hüküm, bitirme ve yaratma" anlamlarına gelen kazâ,
Cenâb-ı Hakk'ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı gelince,
her birisini ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi
ve yaratmasıdır. Kazâ Allah'ın tekvîn sıfatı ile ilgili bir kavramdır.

b) Kazâ ve Kadere İman

Kader ve kazâya iman yüce Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvîn sıfatlarına
inanmak demektir. Bir başka deyişle bu sıfatlara inanan kimse, kader
ve kazâya da inanmış olur. Bu durumda kader ve kazâya inanmak demek,
hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız, faydalı ve faydasız her
ne varsa hepsinin Allah'ın bilmesi, dilemesi, kudreti, takdiri ve yaratması ile
olduğuna, Allah'tan başka yaratıcı bulunmadığına inanmak demektir.

Dünyada meydana gelmiş ve gelecek olan her şey, Allah'ın ilmi, dilemesi,
takdiri ve yaratması ile olur. Her şeyin bir kaderi vardır. Bunun anlamı ise şudur:
Yüce Allah, insanları hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve ne
şekilde seçileceğini ezelî yani zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilir ve bu
bilgisine göre diler, yine Allah bu dilemesine göre takdir buyurup zamanı gelince
kulun seçimi doğrultusunda yaratır. Bu durumda Allah'ın ilmi, kulun seçimine
bağlı olup, Allah'ın ezelî mânada bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve
seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur. Aslında insanlar, Allah'ın kendileri
hakkında sahip olduğu bilgiden habersizdirler ve pratik hayatta bu bilginin
etkisi altında kalmaksızın kendi iradeleriyle davranmaktadırlar. Bir başka ifadeyle
söylersek biz, yüce Allah bildiği için belli işleri yapmıyoruz. Bizim bu
işleri yapacağımız, O'nun tarafından ezelî ve mutlak anlamda bilinmektedir.
Allah, kulu seçen ve seçtiklerinden sorumlu olan bir varlık olarak yaratmış,
onu emir ve yasaklarla sorumlu ve yükümlü tutmuştur. Ayrıca Allah Teâlâ,
kulun seçimine göre fiilin yaratılacağı noktasında bir ilâhî kanun da belirlemiştir.


Kader konusunda bilinmesi gereken bir başka husus da şudur: Kader iç
yüzünü ancak Allah'ın bilebileceği, mutlak ve kesin bir biçimde çözümlenmesi
mümkün olmayan bir ilâhî sırdır. Zaman ve mekân kavramlarıyla
yoğrulmuş bulunan insan aklı, zaman ve mekân boyutlarının söz konusu
olmadığı bir ilâhî ilmi, irade ve kudreti kavrayabilme güç ve yeteneğinde
değildir. Kader konusunu kesin biçimde çözmeye girişmek, insanın kapasitesini
zorlaması ve imkânsıza tâlip olması demektir.


Kader ve kazâya inanmak iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi
bahane ederek, kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan "Allah
böyle yazmış, alın yazım buymuş, bu şekilde takdir etmiş, ben ne yapayım?"
diyerek günah işleyemeyeceği gibi, günah işledikten sonra da kendisini
suçsuz gösteremez, kaderi mazeret olarak ileri süremez. Çünkü bu fiiller,
insanlar böyle tercih ettikleri için, bu seçime uygun olarak Allah tarafından
yaratılmışlardır. Ayrıca sır olan kaderin iç yüzü Allah'tan başkası tarafından
bilinemez. O halde kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu
sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere
sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm'ın kader anlayışı ile bağdaşmaz.
Allah her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri
yerine getirirse Allah da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir ilâhî
kanundur ve bir kaderdir.

c) Kader ve Kazâ ile İlgili Âyet ve Hadisler

Kader ve kazâya iman, her şeyin Allah'ın takdirine bağlı bulunduğuna
işaret eden âyetlerin yanı sıra ilâhî ilmin, olmuş ve olacak tüm varlık ve
olayları kuşattığını belirten âyetlerde ısrarla vurgulanmıştır. Hz. Peygamber
de bazı meşhur hadislerinde kadere imanı bir iman esası olarak açıklamıştır.
Kader konusu ile ilgili bazı âyetlerin meâli şöyledir:

"...O'nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir" (er-Ra‘d 13/8).

"...Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah,
yüceler yücesidir" (el-Furkan 25/2).

"De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez..." (et-
Tevbe 9/51).

Bu âyetlerden başka Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, dilediğini
sapıklığa sevkedip, dilediğini hidayete erdirdiğini, insanlar arasında ölümü
O'nun takdir ettiğini bildiren âyetler de (bk. ez-Zümer 39/62; es-Sâffât 37/96;
el-A‘râf 7/178; el-Vâkıa 56/60 vb.) kapsam açısından kâinatta her şeyin belli
bir kadere bağlı bulunduğu, bunun da Allah Teâlâ tarafından belirlendiği
sonucunu ortaya çıkarmaktadır.

Hz. Peygamber de Cibrîl hadisi diye bilinen hadiste açıklandığı gibi, kadere
imanı iman esasları arasında saymıştır. Bu hadiste geçtiğine göre Cebrâil
(a.s.) Peygamberimiz’e:

– “İman nedir?” diye sormuş, o da:
– “Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe,
hayır ve şerriyle kadere inanmandır” cevabını vermiştir (bk. Müslim, “Îmân”,
1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15; İbn Mâce, “Mukaddime”, 9).
Kaderin bir ilâhî sır oluşunu ve insanlar tarafından gerçek anlamda çözülmesinin
imkânsızlığını göz önünde bulunduran Hz. Peygamber kader konusunu
tartışan ashabını uyararak şöyle buyurmuştur: "Siz bununla mı
emrolundunuz? Veya ben bunun için mi peygamber olarak gönderildim? Şunu
biliniz ki sizden önceki ümmetler bu tür tartışmalara başladıkları zaman helâk
olmuşlardır. Böyle tartışmalara girmemelisiniz" (Tirmizî, “Kader”, 1).

d) İnsanın İradeli Fiilleri ve Fiillerinin Yaratılması


aa) Allah'ın ve İnsanın İradesi

Sözlükte "seçmek, istemek, yönelmek, tercih etmek ve karar vermek"
anlamlarına gelen irade terim olarak, “Allah'ın veya insanın ilgili seçeneklerden
birini seçip belirlemesi, tayin ve tahsis etmesi” diye tanımlanır.

Allah'ın iradesi ezelîdir, sonsuzdur, sınırsızdır, herhangi bir şeyle bağlantılı
değildir ve mutlaktır. İnsanın iradesi ise sonlu, sınırlı, zaman, mekân
vb. şeylerle bağlantılıdır. Evrende meydana gelen her olay ve varlık, Allah'ın
tekvînî (oluşumla ilgili) iradesi ile meydana gelir. Kul da Allah'ın kendisine
tanıdığı sınırlar içinde fiilini seçer. Kulun fiilinde hür olması demek, hürriyetine
inanması, fiili yaparken herhangi bir baskı altında olmadığını kabullenmesi
demektir.

Ehl-i sünnet'in önemli iki kolu olan Eş‘arîler ve Mâtürîdîler, insanın iradesi
ve bu iradenin fiildeki rolü konusunda temelde görüş birliği içinde olmuşlardır.
Ancak Eş‘arîler, Allah'ın iradesinin her şeyi kuşattığını dikkate
alarak, bu iradeye küllî (genel) irade adını vermişler ve böyle bir nitelendirme
ile onu, kulun iradesinden ayırt etmek istemişlerdir. Mâtürîdîler ise,
Allah'ın iradesine ilâhî ve ezelî irade demişler, küllî ve cüz'î irade terimlerini
kulun iradesinin iki yönünü belirtmekte kullanmışlardır. Küllî irade, Allah
tarafından kula verilmiş olan, yapma veya yapmamayı tercihte aracı kabul
edilen seçme yeteneğidir. Cüz'î irade ise küllî iradenin, iki taraftan birine
aktif biçimde yönelmesinden ibarettir. Mâtürîdîler bu sebeple cüz'î iradeye,
azm-i musammem (kesinleşmiş karar), ihtiyâr (seçim) ve kasıt (yönelme)
adını da verirler.

bb) İnsan İradesi ve Fiildeki Rolü

İnsanlar fiillerde gerçek bir irade hürriyetine sahiptirler. Çünkü insan bu
gerçeği kendi içinde her an duymakta, yaptığı işlerde hür olduğunu hissetmektedir.


Yüce Allah, insanların irade sahibi, dilediğini yapabilir bir varlık olmasını
irade ve takdir buyurmuş ve onları bu güç ve kudrette yaratmıştır. Bu sebeple
insanlar kendi istek ve iradeleriyle bir şey yapıp yapmamak gücündedirler, iki
yönden birini tercih edip seçebilirler. İnsanın sevabı ve cezayı hak etmesi, belli
işlerden sorumlu olması bu hür iradesi sebebiyledir. Fiilin meydana gelişinde
kulun hür iradesinin etkisi vardır. Fakat fiillerin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. Allah
kulların iradeli fiillerini, onların iradeleri doğrultusunda yaratır. Bu, Allah'ın buna
mecbur ve zorunlu olmasından değil, âdetullah ve sünnetullah adı verilen ilâhî
kanununu yani kaderi bu şekilde düzenlemesindendir. Bu durumda fiili tercih ve
seçmek (kesb) kuldan, yaratmak (halk) Allah'tandır. Kul iyi veya kötü yönden
hangisini seçer ve iradesini hangisine yöneltirse Allah onu yaratır. Fiilde seçme
serbestisi olduğu için de kul sorumludur. Hayır işlemişse mükâfatını, şer işlemişse
cezasını görecektir.

İnsanın hür bir iradeye sahip olduğunu ve bu iradesinden dolayı sorumlu
ve yükümlü bulunduğunu gösteren âyetler vardır:

"Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham
edene yemin ederim" (eş-Şems 91/7-8).

"Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör"
(el-İnsân 76/3).

"Kim iyi bir iş yaparsa lehine, kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin
kullara asla zulmedici değildir" (Fussilet 41/46).

O halde insanlar, Allah'ın kulları olarak sorumluluklarını bilip doğru, iyi,
güzel, hayırlı şeyler işleyip, yanlış, kötü, çirkin ve şer davranışlardan
uzaklaşmalılar, böylelikle âhirette güzel karşılıklara ve mükâfatlara
ulaşmaya çalışmalıdırlar.

cc) İnsanın Fiillerinin Yaratılması


İnsanın fiilleri, zorunlu (ıztırarî) fiiller ve ihtiyarî (iradeli) fiiller olmak
üzere ikiye ayrılır. Nefes alışımız, kalp atışımız, midemizin sindirimi gibi
zorunlu ve refleks hareketlerimizin oluşturduğu fiillere ıztırarî fiiller adı veri
lir. Bunların oluşumunda insan iradesinin herhangi bir rolü yoktur. Dolayısıyla
da insan bu fiillerden sorumlu değildir.

Yazı yazmak, oturup kalkmak, namaz kılmak veya kılmamak, hayır
veya şer, iyi veya kötü bir şey işlemek gibi hür irademizle seçerek yaptığımız
fiiller ise iradeli fiillerimizdir. İradeli fiillerimizin oluşumunda herhangi
bir baskı ve zorlama altında değilizdir. Her ne şekilde olursa olsun bizi ve
yaptıklarımızı yaratan Allah Teâlâ olduğu için, bizim her iki çeşit fiilimizi
yaratan da Allah Teâlâ'dır.

Ehl-i sünnet'e göre kulların fiillerini onların iradeleri doğrultusunda yaratan
Allah olduğu için, yaratma sıfatı Allah'tan başka bir varlığa verilemez.
Bu sebeple kulun, fiilini kendisinin yarattığı ileri sürülemez. Çünkü bir âyette
"Allah her şeyin yaratıcısıdır..." (ez-Zümer 39/62) buyurulmuştur. İnsanın
fiili de şey kapsamındadır. Şey somut varlığı olan demektir. O halde insan
fiilinin yaratıcısı da Allah Teâlâ'dır.

Buna göre insan, hür iradesi ile fiili seçer, gerekli gücü sarfeder, Allah da
onun neyi seçeceğini ezelî ilmi ile bilir, bu ilmine göre irade ve takdir buyurur
ve bu iradesi doğrultusunda yaratır.

e) Tevekkül

Sözlükte "güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek" anlamlarına
gelen tevekkül terim olarak, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddî ve mânevî
sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra
Allah'a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah'a bırakmak demektir. Meselâ
bir çiftçi önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu
atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilâçlayacak, gerekirse gübresini
de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için Allah'a güvenip dayanacak ve
sonucu O'ndan bekleyecektir. Bunların hiçbirisini yapmadan "Kader ne ise o
olur" tarzında bir anlayış tembellikten başka bir şey değildir ve İslâm'ın tevekkül
anlayışıyla bağdaşmaz.

Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. Tevekkül
eden kimse Allah'a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir.
Fakat kadere inanmak da tevekkül etmek de tembellik, gerilik ve miskinlik
demek olmadığı gibi, çalışma ve ilerlemeye mâni de değildir. Çünkü her
müslüman olayların, ilâhî düzenin ve kanunların çerçevesinde, sebep-sonuç
ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir. Yani tohum ekilmeden ürün elde
edilmez. İlâç kullanılmadan tedavi olunmaz. Sâlih ameller işlenmedikçe Allah'ın
rızâsı kazanılmaz ve dolayısıyla cennete girilmez. Öyleyse tevekkül, çalışıp ça
balamak, çalışıp çabalarken Allah'ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve
sonucu Allah'a bırakmaktır.

Yüce Allah bir âyette "...Kararını verdiğin zaman artık Allah'a dayanıp
güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever" (Âl-i İmrân
3/159) buyurmuş, müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine
güvenmelerini emretmiş, çünkü tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmiştir
(bk. Âl-i İmrân 3/122, 160; el-Mâide 5/11; et-Tevbe 9/51; İbrâhim
14/11; et-Tegabün 64/13; et-Talâk 65/3). Hz. Peygamber de devesini salarak
tevekkül ettiğini söyleyen bedevîye "Önce deveni bağla, Allah'a öyle tevekkül
et" (Tirmizî, “Kıyamet”, 60) buyurarak tevekkülden önce tedbirin alınması
için uyarıda bulunmuştur.

f) Hayır ve Şer

Sözlükte "iyilik, iyi, faydalı iş ve fayda" anlamlarına gelen hayır, Allah'ın
emrettiği, sevdiği ve hoşnut olduğu davranışlar demektir. Sözlükte "kötülük,
fenalık ve kötü iş" demek olan şer de Allah'ın hoşnut olmadığı, sevmediği,
meşrû olmayan, işlenmesi durumunda kişinin ceza ve yergiye müstehak
olacağı davranışlar demektir.

Âmentüde ifade edildiği üzere her müslüman kadere, hayır ve şerrin Al-
lah'tan olduğuna inanır. Yani âlemlerin yaratıcısı olan Allah Teâlâ hayrı da
şerri de irade eder ve yaratır. Çünkü âlemde her şey onun irade, takdir ve
kudreti altındadır. Âlemde ondan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf
yetkisi olan bir başka varlık yoktur. İnsan, hayrı da şerri de kendi iradesi ile
kazanır. Allah'ın hayra rızâsı vardır, şerre ise yoktur. Hayrı seçen mükâfat,
şerri seçen ceza görecektir. Şerrin Allah'tan olması, kulun fiilinin meydana
gelmesi için Allah'ın tekvînî iradesinin ve yaratmasının devreye girmesi demektir.
Yoksa Allah kulların kötü filleri yapmalarından hoşnut olmaz, şerri
emretmez, şerre teşrîî (dinî) iradesi yoktur.

Ehl-i sünnet'e göre, Allah'ın şerri irade edip yaratması kötü ve çirkin değildir.
Fakat kulun şer işlemesi, şerri kazanması, şerri tercih etmesi ve şerle nitelenmesi
kötüdür ve çirkindir. Meselâ usta bir ressam, sanatının bütün inceliklerine riayet
ederek, çirkin bir adam resmi yapsa, o zatı takdir etmek ve sanatına duyulan
hayranlığı belirtmek için "ne güzel resim yapmış" denilir. Bu durumda resmi
yapılan adamın çirkin olması, resmin de çirkin olmasını gerektirmemektedir.
Yüce Allah mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegâne varlıktır. Onun
şerri yaratmasında birtakım gizli ve açık hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden,
hayır şerden ayırt edilebilsin diye, Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır.
Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma
güç ve kudretini vermiştir. Dünyada şer olmasa hayrın mânası anlaşılamaz,
bu dünyanın bir imtihan dünyası olmasındaki hikmet gerçekleşemezdi. Şer
Allah'ın adalet ve hikmeti gereği veya kendisinden sonra gelecek bir hayra vasıta
ve aracı olmak ya da daha kötü ve zor bir şerri defetmek için yaratılmıştır.

Allah'ın kudreti ile meydana gelen her işte ya kendimiz, ya başkaları, ya da
toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bir şeyin şer olması bize göredir. Bir
âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır: "Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin
için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz,
Allah bilir" (el-Bakara 2/216). Bir şeyin şer sayılmasının gerçeğe ve sonuca
uymayışına şöyle bir örnek verilebilir: Hz. Peygamber'in yurdundan ayrılmaya
zorlanıp Mekke'den Medine'ye hicret etmesi ilk bakışta birçok kimseye şer olarak
gözükmüş ise de, bu olay bir süre sonra Mekke fethi gibi iyi bir sonuca ortam
hazırlamış ve nice hayırlı gelişmelere vesile olmuştur.

g) Rızık

Sözlükte "azık, yenilen, içilen ve faydalanılan şey" anlamına gelen rızk,
terim olarak, “yüce Allah'ın, canlılara yiyip içmek ve yararlanmak için verdiği
her şey” diye tanımlanır. Bu tanıma göre rızık, helâl olan şeyleri kapsadığı
gibi, haram olanları da kapsamaktadır.

Ehl-i sünnet rızık konusunda şu temel prensipleri benimsemiştir:

1. Yegâne rızk veren (rezzâk-ı âlem) Allah Teâlâ'dır. Kur'an'da, "Yeryüzünde
yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir..." (el-Hûd
11/6) buyurularak, tüm canlıların rızkını verenin Allah olduğu bildirilmiş, bir
başka âyette de O'nun, dilediğine bol rızk verip, dilediğinin rızkını ise daralttığı
ifade edilmiştir (eş-Şûrâ 42/12).
2. Rızkı yaratan ve veren Allah Teâlâ'dır. Kul, Allah'ın evrende geçerli tabii
kanunlarını gözeterek çalışır, çabalar, sebeplere sarılır ve rızkı kazanmak
için tercihlerde bulunur. Allah da onun bu tercihine ve çabasına göre rızkını
yaratır. Allah'ın yegâne rızık veren olması, tembellik yapmayı, çalışmamayı,
yanlış bir tevekkül anlayışına sahip olmayı gerektirmez. Kazanç için, meşrû
yollardan gerekli girişimde bulunmak kuldan, rızkı yaratmak ise Allah'tandır.
3. Haram olan bir şey, onu kazanan kul için rızık sayılır. Fakat Allah'ın
haram olan rızkı, kulun kazanmasına rızâsı yoktur. Bir âyette, "Artık Allah'ın
size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin..." (en-Nahl 16/114) buyurularak,
helâl yenilmesi emredilmiş, haram yasaklanmıştır.

4. Herkes kendi rızkını yer. Bir kimse başkasının rızkını yiyemeyeceği
gibi, başka biri de onun rızkını yiyemez.
h) Ecel

Sözlükte "önceden tesbit edilmiş zaman ve süre" anlamına gelen ecel,
terim olarak, insan hayatı ve diğer canlılar için belirlenmiş süreyi ve bu sürenin
sonunu yani ölüm anını ifade eder.

Her ferdin ve toplumun bir eceli vardır. Ecel tek olup Allah'ın kazâ ve
kaderiyledir. İnsanları dirilten, rızıklandıran ve öldüren Allah olduğundan,
eceli belirleyen de O'dur. "Aranızda ölümü takdir eden biziz..." (el-Vâkıa
56/60) âyeti bu hususu ortaya koymaktadır.

Kur'an âyetlerinden anlaşıldığına göre, ecel ne vaktinden önce gelebilir
ne de geciktirilebilir: "Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an
geri kalırlar, ne de bir an ileri gidebilirler" (el-A‘râf 7/34; Yûnus 10/49), "Allah
eceli geldiğinde hiçbir kimse için erteleme yapmaz..." (Münâfikun 63/11).

Ecel hiçbir sebeple değişmez. Bazı ibadet ve güzel davranışların ömrü
artıracağına dair hadisler (bk. Süyûtî, el-Câmiu's-sag¢r, II, 44) insanları hayırlı
ve güzel işlere teşvik etmeyi amaçlayan hadisler olup, genellikle şu
anlamda yorumlanmışlardır:

1. Ömrün artmasından maksat, elem ve kederden uzak, huzur ve mutluluk
içinde, sağlıklı, güçlü ve kuvvetli yaşamaktır.
2. Yüce Allah bu gibi kimselerin iyilik yapacağını bildiği için ezelî planda
onların ömrünü buna göre fazla belirlemiştir.
Ehl-i sünnet bilginlerine göre, öldürülen şahıs da (maktul) bütün insanlar
gibi eceliyle ölmüştür. Çünkü ecel, hayatın tereddütsüz olarak son bulduğu
andır. Şayet maktul öldürülmemiş olsaydı, o anda tabii veya bir başka biçimde
ölecekti. Bu hususu belirleyen ilâhî iradedir. Şu halde katil o kişiyi öldürmekle
onun ecelini öne almış değildir. Katilin cezayı hak etmesinin sebebi de, Allah'ın
"...Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı
cana haksız yere kıymayın. İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki
düşünüp anlarsınız" (el-En‘âm 6/151) buyruğu ile yasakladığı bir şeyi işlemesi,
kul olarak kendine verilen gücü kullanma hususunda dinin haram kıldığı
bir davranışı isteme ve yapma yönünde seçimini yapmış olmasıdır. Onun
bu seçimi üzerine de sünnetullah diye ifade edilen tabiat kanunlarına göre
Allah, ölüm denen sonucu yaratmış olmaktadır. Allah'ın bu durumu ezelî ilmiyle
biliyor olması, kulun iradesinin elinden alınmış olması anlamına gelmez.

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol