""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Batıl İnançlar ve Hurfeler

GÜNLÜK HAYATTA BATIL İNANÇLAR VE HURFELER,YILIZ FALI

İnanç, ibadet ve muâmelât konularının dışında kalıp günlük hayatta sıkça
karşılaşılan ve hakkında dinin hükmünün ne olduğu merak edilen davranış
ve problemlerin buraya kadar temas edilen konulardan ibaret olmadığı
açıktır. Dinin aslî kaynaklarında yer alan hüküm ve bilgiler sabit durduğu
halde hayatın devamlı değiştiği, her geçen gün farklı inanç ve kültür muhitlerinin
oluştuğu ve bu kültürlerle temas edildiği, bilim ve teknolojideki gelişmelerin
yeni imkânlar ürettiği göz önünde bulundurulursa, günlük yaşayışın
yeni sorunlarıyla dinî bilgi arasındaki bu diyalog âdeta kaçınılmaz
olmaktadır. Burada, günlük hayatta sıkça karşılaşılan ve kimi inanç ve âdetler,
kimi geleneksel hayat tarzının veya modern toplumun ürettiği problemler,
kimi de bireysel özgürlük ve tercih alanında kalan fakat dinî bilgiyle de
ilişkili olan bazı meselelere temas edilecektir.

A) Bid‘at ve Hurafeler

Dinî terminolojide bid‘at, dinin aslında olmadığı halde inanç ve ibadet
alanında sonradan icat edilen inanış ve davranışları ifade eder. Daha açık bir
ifadeyle, Hz. Peygamber zamanında olmayan veya meşrû görülmeyen bir
inanış, ibadet, dinî anlayış ve davranış bid‘at kavramı içinde yer almaktadır.

İslâm dininde temel inanç esasları açıklanmış, fertlerin ibadet hayatıyla
ilgili mükellefiyetleri ayrı ayrı bildirilmiş, gerekli ve yeterli düzeyde tutulan
bu inanç ve ibadet mükellefiyetinin orijinal şekliyle korunmasının gerektiği,
bu alanda yapılacak değişikliğin dini tahrif anlamına geleceği belirtilmiştir.
Kur’an’da, Yahudilik ve Hıristiyanlığın bu dinlere yapılan iyi niyetli veya
kötü niyetli beşerî müdahaleler sebebiyle bozulduğundan sıkça söz edilmesi
de yine bu amaca yönelik bir uyarı niteliğindedir. Dinin özünün ve aslî hüviyetinin
korunması yönündeki bu vurgular, müslümanların toplumda ortaya
çıkan ve geleneksel dinî hayatın devamı sayılmayan yeni durumlar
karşısında direnç veya hassasiyet göstermesinin de temel âmili olmuştur. Bu
direnç ve tartışmanın yoğunlaştığı alanlardan birisi de bid’at ve hurafelerdir.

Kur’ân-ı Kerîm’de dinin Hz. Mumammed’in risâletiyle birlikte kemale
erdirildiği bildirilir (el-Mâide 5/3). Bu sebeple Hz. Peygamber’den sonra dinde
icat edilen ve uydurulan her şey bid‘at kavramına girmektedir. Bid‘at sünnetin
zıttıdır. Geniş anlamıyla sünnet Resûl-i Ekrem’den ve ashaptan sahih
olarak nakledilen her şeydir. Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Peygamber ya da ashabının
dinî konularda söylediği, yaptığı veya tasvip ettiği davranışlar bu anlamda
sünnet kavramına girmiş olur. Bid‘at da bunların zıddını teşkil eder.


Bid‘atın kapsamının dinî konularla sınırlı olduğu hususunda İslâm bilginleri
görüş birliğindedir. Bu sebeple inanç ve ibadet hayatının dışında kalan
yenilikler bid‘at kavramına girmez. Bazı âlimler bid‘atın kapsamını genişleterek
müslüman toplumların geleneğinde bulunmayan her yeniliği
bid‘at saymaya eğilimli iseler de bu doğru değildir. Hz. Peygamber bir hadislerinde,
“Kim benden sonra terkedilmiş bir sünnetimi diriltirse onunla
amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların sevabından
hiçbir şey eksiltilmeden. Kim de Allah’ın ve Resulü’nün rızâsına uygun
düşmeyen bir kötü bid‘at icat ederse onunla amel eden insanların günahları
kadar o kişiye günah yükletilir, hem de onların günahlarından hiçbir
şey eksiltilmeden” (Müslim, “İlim”, 6; Tirmizî, “İlim”, 16) buyurarak, kötülenen
bid‘atı “Allah ve Resulü’nün rızâsına uygun düşmeyen kötü bid‘at”
diye nitelendirmiştir. Bu durumda dinin ruhuna ve genel prensiplerine aykırı
olmayan ve ibadet rengine bürünmeyen âdetler bid‘at sayılmazlar. Diğer bir
anlatımla, herhangi bir davranış ve anlayış dinî yönü bulunmadıkça, iman,
ibadet, günah ve sevap çerçevesine sokulmadıkça bid‘at kavramına dahil
olmaz. Meselâ türbelere horoz ve mum adamak, ölünün başında mum yakmak
dinin aslında olmadığı, fakat bunu yapanlarca bir nevi ibadet sayıldığı
ve bununla sevap umulduğu için bid‘attır. Buna karşılık hacca giderken
deveye değil de uçağa binmek bid‘at olmaz. Çünkü netice itibariyle bir yere
en güvenli şekilde ulaşma usulüdür. Aynı şekilde unu elekten geçirmek,
yemekte çatal, kaşık, masa kullanmak, otomobile binmek, bilgisayar kullanmak
da bid‘at olmaz. Bu tür yeniliklere bid‘at olduğu ileri sürülerek karşı
çıkılması, dinî bilgiden ziyade fert ve toplum psikolojisiyle açıklanabilir. Bir
zamanlar matbaaya bid‘at denilerek karşı çıkılmış olması, geçimini elle yazı
yazarak karşılayan sanatkârların ekonomik mücadelesi şeklinde, televizyon,
sinema ve futbola karşı çıkılması da içerdiği bazı olumsuzluklara muhafazakâr
kesimin tepki göstermesi şeklinde anlaşılmalıdır. Konunun dinî bir tar-
tışma ortamına itilmesi ise, bu konuda dinin insanlar üzerindeki derin etkisinden
yararlanmayı hedeflemiş olmalıdır.

Müslümanların dini koruma konusunda gösterdikleri hassasiyetin hayatın
tabii gelişimine ve normal değişime karşı bir tavır alışa dönüşmemesi için
bir kısım İslâm bilginleri bid‘atı ikiye ayırmışlar, iyi ve yararlı gördüklerine
bid‘at-ı hasene, kötü ve zararlı bulduklarına da bid‘at-ı seyyie adını vermişlerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’i bir mushaf içinde toplamak, hadis kitapları yazmak,
teravih namazını cemaatle kılmak, kabirlerin üzerine türbe yapmak
gibi hususlar da sonradan ortaya çıkmışşeyler olmakla birlikte İslâm bilginlerince
güzel bid‘at olarak nitelendirilmiş, böylece bu tür yararlı faaliyetlerin
sırf Hz. Peygamber döneminde yoktu diye terkedilmesini önlemek istemişlerdir.
Günümüzde bir hayli yaygın olan mevlid, hâfızlık ve hatim merasimlerinin,
camilerin görkemli mimarisinin ve tezyinatının, cemaatle namazda
toplu tesbihlerin ve mûsikinin, ölümü takip eden belli günlerde düzenlenen
dinî toplantıların katı bir yaklaşımla bid‘at olarak nitelendirilmesi yerine, bu
tür âdetler dinin aslî unsurlarının yerini almadığı sürece, içerdiği yararlar
sebebiyle müsamaha ile karşılanması daha isabetli görünmektedir. Buna
karşılık ölenin bedenî ve aynî ibadet borçlarını para ile düşürme içerikli bir
ıskat ve devirin, yol açtığı yanlış anlayışlar sebebiyle bid‘at grubunda sayılması
gerekir. O halde bir davranışın bid‘at olup olmadığı konusunda kesin
ve kategorik bir yaklaşımdan ziyade, o davranışın hangi ortamda ne gibi
sonuçlar verdiğinin, mahiyet ve gayesinin göz önünde bulundurulması yerinde
olur.

İslâm âlimlerinin dinin inanç ve ibadet esaslarını korumada kararlı bir
çizgi izlediği, bununla birlikte bid‘atlarla mücadele konusunda aralarında
tavır farklılıklarının bulunduğu görülür. Öyle anlaşılıyor ki, İslâm bilginlerinin
farklı bid‘at anlayışları, bid‘ata karşı çok sert veya oldukça müsamahalı
yaklaşımları dönemlerindeki dinî hayatta gözledikleri olumlu gelişmelerle
veya sapmalarla yakından ilgilidir. İslâm tarihinin değişik dönem ve bölgelerinde
eski din ve geleneklerin, yabancı kültürlerin müslümanları etki altına
aldığı, zaman zaman yabancı inanış ve anlayışların müslüman toplumlarda
yaygınlaştığı bir vâkıadır. Günümüzde de dinin aslında olmayan birçok yanlış
inanış ve hurafenin bilgisiz kimselerce dinin gereği veya sevap vesilesi
olarak görüldüğü, bu alanın âdeta bir kazanç ve sömürü sektörü oluşturduğu
bilinmektedir. Bunu önlemenin yolu, İslâm dininin iyi öğrenilmesi ve
öğretilmesidir. Bu olmadığında dinin yerini bâtıl inançlar, bid‘at ve hurafeler
kolaylıkla doldurabilecektir.

Diğer taraftan, yukarıda bir kısmına değinilen bütün bu olumsuz görüntülere
rağmen, İslâm tarihi boyunca müslüman çoğunluk daima istikametini
korumuş, dinin ana sınırlarını ve değerlerini ayakta tutmuş, İslâm
dininin inanç, ibadet ve hukukla ilgili temel hükümlerinde ve temel ahlâkî
değerlerinde ciddi bir sapma yaşanmamış, İslâm’ın öz ve yapısı hiçbir zaman
değişmemiştir. Bu da dinin Allah tarafından korunduğunu, İslâm toplumlarında
bid‘at ve hurafelerin hiçbir zaman dinin aslını tahrif edecek boyuta
varmadığını, her zaman toplumsal sağduyunun egemen olduğunu
göstermesi yönüyle sevindiricidir.




a) Falcılık

Falcılık denince, çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber
verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatı kastedilir.

İnsanoğlu tarih boyunca gerek kendisiyle gerekse çevresiyle ilgili bilinmezleri
anlayıp keşfetmeye, geleceği hakkında bilgi sahibi olmaya ve böylece
kendi kaderine hükmetmeye çalışmıştır. Şüphesiz ki bunda, bilinmeyene
ve esrarengiz olana karşı duyulan merak ve tecessüsün de önemli payı
vardır. Bunun için de insanlar ilk dönemlerden itibaren gizli yönleriyle ve
gelecekleriyle ilgili olarak ileri sürülen iddia ve ipuçlarına karşı ilgisiz kalamamış,
onun bu özelliği sihir, büyü, fal, kehanet gibi uğraşıların toplumda yer
edinmesine ve revaç bulmasına zemin hazırlamıştır. Diğer bir ifadeyle, zaman
içinde insanların gayba, bilinmeze ve gizemliye olan ihtiyacını ve eğilimini
karşılamak üzere bu işi meslek edinenler çıkmış ve bunlar toplumda
büyük itibar görmüşlerdir. Neticede kâhin, sihirbaz, büyücü, falcı, bakıcı gibi
isimlerle anılan bu kişiler mistik sezgi güçlerinin bulunduğunu, görünmez
varlıklarla temasa geçtiklerini ve sıradan insanların bilemediği bazı bilgilere
sahip olduklarını ileri sürmüşlerdir.

Bazı alet ve vasıtalarla veya bazı yöntemlerle içinde insanların kişilikleri
ve gelecekleri hakkında tahmin ve yorumda bulunmayı, gelecekten haber
vermeyi konu alan falcılık da bu uğraşların başında gelir. Konu, gaybdan
haber verme, bilinmez etrafında mistik ve kutsal bir otorite oluşturma,
tevhid inancını gölgeleme, insanların ilgi ve ümitlerini sömürme gibi birçok
açıdan dinî bilgi ve geleneği ilgilendirmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de hem duyulur âlemin hem de duyular ötese âlemin
mutlak hâkimiyetinin Allah’a ait olduğu bildirilir (ez-Zümer 39/46; et-Talâk
65/12) ve Câhiliye dönemi âdetlerinden biri olan şans okları ile (ezlâm) fal
tutup kısmet arama şiddetle yasaklanır (el-Mâide 5/3). Hadislerde de kehanet
yasaklanmış, bazı adlandırma ve eşyadan, hayvanların hareketlerinden
uğursuz anlamlar çıkarma yahut çakıl taşı, nohut, bakla gibi nesnelerle veya
bazı yöntemlerle falcılık da bu kapsamda görülerek yasaklanmıştır (Ebû
Dâvûd, “Tıb”, 23). Bir başka hadiste de fal ve benzeri işlemlerin sonuçlarına
itibar ederek bunlara inananların Muhammed’e indirileni inkâr etmiş sayılacağı,
namazlarının kırk gün kabul edilmeyeceği şeklinde şiddetli bir uyarı
gelmiştir (Müslim, “Selâm”, 125; İbn Mâce, “Tahâret”, 122). Bunun için de
İslâm’da, Allah’ın mutlak hâkimiyetine ve birliğine olan inancı zedeleyen,
putlarla istişare etme, onlardan yardım bekleme gibi Câhiliye âdeti izleri
taşıyan, insanı gerçek bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan
alıkoyan her türlü faaliyet bâtıl görülmüş, fal ve falcılıkla ilgili işlemler de bu
kapsamda mütalaa edilerek yasaklanmıştır.

Hz. Peygamber’den yapılan bazı rivayetlerden (Buhârî, “Tıb”, 42; Müslim,
“Selâm”, 110-119), onun gelecek hakkında bazı karînelere dayanarak
iyimser tahmin ve yorumda bulunmayı tasvip ettiği, fakat geleceğe dair bilgi
sağlamayı, buna dayanarak da ümitsizlik veya uğursuzluk hislerine kapılmayı
doğru görmediği anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, insanların
etrafındaki çeşitli olay ve eşyaya uğursuzluk atfetmesini kınayarak, “Sizden
biri hoşlanmadığı bir şeyi gördüğünde, ‘Allahım! İyilikleri yalnız sen verir,
kötülükleri de yalnız sen defedersin, senden başka güç ve kuvvet sahibi
yoktur’ desin” (Ebû Dâvûd, “Tıb”, 24) buyurmuştur. İnsanı sebeplere sarılmaktan
alıkoyan uğur ve uğursuzluk anlayışı, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği
İslâmî öğretiye ters düşmektedir. Çünkü İslâm’da insanın iradesi, gücü ve
teşebbüsü sorumluluğun temelini oluşturur. Uğursuzluk inancının yasak
kılınmasındaki asıl sebep de, buna inanan kişinin kendi irade ve gücünü
inkâr yanında, yaratmayı Allah’a değil, bizzat uğursuz saydığı varlığa nisbet
etmesidir. Fal ve falcılık da bu yanlış anlayışın bir başka yönünü teşkil eder.

Âyet ve hadislerde gaybı bilme, insanın kaderini değiştirme ve geleceğini
görme iddiası taşıyan, Allah’tan başka varlıklardan yardım alma gayesi
güden, insanları sağlam bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan
alıkoyan her türlü hurafe, bâtıl inanç ve uygulama yasaklanmıştır. Bu
sebeple de çeşitli kültürlerde birçok tarz ve yöntemiyle yaygınlık kazanmış
bulunan her türüyle fal ve falcılık, meselâ tuz falı, kahve falı, kurşun dökme,
el içi falı, Kur’an ve kitap falı
İslâm’ın inanç ve bilgi sistemine uymaz.

b) Yıldız ve Burç Falı

Halk arasında yıldız falı, burç falı gibi inanışları konu edinen astroloji,
güneş, ay ve yıldız gibi gök cisimlerinin oluşum ve özelliklerinin dünya üzerindeki
olayların hayır ve şer niteliği kazanmasına ve insanın geleceğine
etkilerini konu alan bir uğraşıdır.

İslâm dünyasında önceleri ilm-i nücûm, hem astronomiyi hem de astrolojiyi
kapsayan bir terim iken bilim ve teknolojide son yüzyıllardaki gelişmeler
sonucu bu iki ilim birbirinden ayrılmış ve astronomi tamamen pozitif
bir bilim dalı, astroloji de bilimsel temelleri olmayan bir uğraş ve inanış ha-
line gelmiştir.

Pozitif bir bilim olan astronomi, yıldız, ay, güneş gibi gezegenlerin sayı,
hareket ve özellikleri ile ilgili bilgilere sahip olmayı konu edindiğinden duyularla
alâkalı bir alandır. Güneşe bakarak kıblenin tayini, rüzgâra bakarak yağmurun
tahmini, güneş ve ay tutulmalarının tesbiti gibi yöntem ve uğraşılar
astronomi anlamında ilm-i nücûmun kapsamına girer. İslâm dininin pozitif bir
ilim olan astronomi incelemelerine karşı çıkması
şöyle dursun, birçok Kur’an
âyetinde bunlara ufuk açılmış ve bu alandaki araştırmalar özendirilmiştir. İlm-i
nücûm tabirinin ifade ettiği ikinci anlam olan astroloji ise tamamen veya kısmen
vasıtasız bilgileri ve gaybdan haber vermeyi içermektedir. Konu bu yönüyle
dinî bilgi ve kültürümüzü yakından ilgilendirmektedir.

Batı’daki astroloji çalışmaları Batlamyus’un düşüncelerine dayanmaktadır.
Ona göre gök cisimlerinden şua olarak yayılan güçler, etkisi altına aldıkları yeryüzündeki
varlıkların tabiatını, kendisinden yayıldıkları gök cisimlerinin tabiatını
temsil etmeye yöneltirler. Batlamyus nazariyesine göre semada kırk sekiz
yıldız kümesi vardır. Bir yıl boyunca güneş bunlardan on iki tanesine uğrar.
Güneşin uğradığı yıldız kümelerine burç, geri kalan otuz altı yıldız kümesine de
sûret adı verilir. O, semada kırk sekiz burç saymıştı. Güneşin her burca uğradığı
esnada yaydığı şua insanların tabiat ve karakterinde derin izler bırakmaktadır.

Doğu’da ise ilm-i nücûm iki kaynaktan beslenmiştir: Sâbiîlik ve Hint
astronomisi. İslâm öncesi Araplar’da bu iki kaynağın da etkili olduğu söylenebilir.
İlm-i nücûm kapsamına giren faaliyetler daha çok Arap yarımadasının
güney kesiminde icra edilmekteydi. Buraya ise Sâbiîliğin bir kolunun
hâkim bulunduğu Yemen’den geldiği tahmin edilmektedir. Sâbiîler, yeryüzünde
meydana gelen bütün değişikliklerin, gök cisimlerinin özel yapıları ve
hareketleri ile sıkı bir biçimde ilişkili bulunduğuna inanmaktaydılar. Bir olan
Tanrı’dan çıktığını kabul ettikleri feleklerin (gök cisimleri) canlı varlıklar olduğunu,
tıpkı insanlar gibi nefis ve akla sahip bulunduğunu, Tanrı’nın alt
âlemler üzerindeki yönetimini bu felekler aracılığıyla icra ettiğini kabul etmekteydiler.
Özellikle küçük âlem olarak kabul ettikleri insanın, büyük âlem
ile ilişkili olup onun etkisi altında bulunduğuna inanmakta, onun her türlü
saadet ve bedbahtlığının bu feleklerin yapı ve hareketlerinden kaynaklandığını
iddia etmekteydiler.

Hint astronomi bilginleri ise, yıldızların asıl mahiyetinden değil, özelliklerinden
hükümler çıkarmışlardı. Söz gelimi, hacminin büyüklüğü ve mekânının
yüksekliğinden ötürü zühal yıldızını saadetin kaynağı saymışlar ve
her türlü saadetin buradan verildiğini iddia etmişlerdi. Yine, ayın bir aylık
seyrini yirmi sekiz menzile ayırmışlar, her bir menzilin yeryüzündeki varlıklar
üzerine farklı tesirlerinin bulunduğunu ileri sürmüşler, bu inanış Araplar
arasında da yaygınlık kazanmıştı. Bu sebeple olmalı, müslüman astrologlar,
gök cisimlerini gerçek fâiller olarak kabul eden Batlamyus geleneğini
ve onları Tanrı ile alt âlemler arasında ara elemanlar olarak gören Sâbiîler’in
yaklaşımını benimsememişler, onlar daha çok Hint geleneğinin etkisinde
kalmışlardır. Müslüman astrologların gök cisimlerini gelecekteki olaylara
işaret eden deliller olarak telakki etmesi ve bu konuda bazı teoriler geliştirmeleri
bu etkileşimden kaynaklanır.

İslâm bilginleri arasında astrolojinin dinî yönden geçerliliği konusu tartışılmıştır.
Bir kısım bilginler yıldızlar, yıldızların mevki ve menzilleri hakkındaki
âyetleri (Yûnus 10/5; en-Nahl 16/16; Fussılet 41/16; ez-Zâriyât 51/4; en-Necm
53/1; el-Vâkıa 56/7; Nûh 71/15-16; en-Nâziât 79/5) ile Peygamberimiz’den
rivayet edilen “ay ve güneşi gözetmenin fazileti”ne ilişkin hadisleri delil
göstererek astroloji anlamında ilm-i nücûmun câiz olduğunu ileri sürmüşler,
hatta İdrîs ve İbrâhim peygamberleri bu sanatı ilk uygulayan kimseler olarak
tanıtmışlardır. Fahreddin er-Râzî, İbnü’l-Arabî ekolüne mensup sûfîler,
Ca‘fer-i Sâdık ve Şîa bilginleri bu görüşün sahipleri arasında anılabilir. Bu
eğilim sahiplerinin dönemlerindeki astroloji geleneğinden geniş çapta etkilendikleri
ve o dönemde halk arasında geniş kabul görmüş inanışları dinî
bilgilerle uzlaştırma yoluna gittikleri görülmektedir.

İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise, Peygamberimiz’in ilm-i nücûmu yasakladığına
dair hadislerinin bulunduğunu (Buhârî, “Salâtü’l-küsûf”, 13; Müslim,
“Selâm”, 35; Ebû Dâvûd, “Tıb”, 22), karşı tarafın ileri sürdüğü âyet ve
hadislerin astronomi hakkında olduğunu, güneş, ay ve yıldızların hareketlerine
bakarak bunlardan dünyadaki olayların ve insanların geleceğine
ilişkin sonuç çıkarmanın aldatmaca olduğunu, dinî bilgi ve inançla çeliştiğini,
bu işle uğraşanların şirke düştüklerini iddia etmişlerdir.

Yıldız ve burç falı uğraşısı, eski Hint geleneğine kadar uzanan bir geçmişe
ve astronomiyle birlikte ele alındığı dönemlerde bilimsel bazı açıklamalara
sahip görünse de esasen insanın uçsuz bucaksız varlıklar âlemi karşısındaki
acz ve merakının, bunalım ve arayışının ürünüdür. Kur’an’da kâinatın
muhteşem düzenine, güneş, ay ve yıldızlara sürekli dikkat çekilmiş ise
de bunlar da dahil yeryüzündeki bütün varlıkların Allah’ın emrine râm oldukları,
yaratıcı, etkileyici ve yönlendirici bir güçlerinin bulunmadığı, her
şeyin Allah’ın sevk ve idaresinde olduğu sıklıkla vurgulanmıştır. Bu vurgunun
bir sebebi de, insanın mahiyetini tam bilemediği bu varlıklar etrafında
metafizik bir bilgi ve beklenti teorisi oluşturmasını engellemek, Allah’ın varlığı
ve tekliği fikrini kökleştirmektir. İslâm’ın özünü teşkil eden tevhid inancı,
geleceğin mutlak gayb olup Allah’tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceği,
insanın kendi geleceğini kazâ ve kader çerçevesinde kendisinin çizeceği
ilkesi de, yıldız ve burç falına itibar etmeyi, onlara bir anlam ve ümit
yüklemeyi reddeder. Günümüz toplumlarında bu tür uğraşıların bir hayli
revaçta olması, bir yönüyle İslâm’ın bu ilkelerinin iyi hazmedilememiş, dinin
eğitim ve öğretiminde boşlukların meydana gelmiş olmasıyla, bir yönüyle
insanların bilgisizliğini, merak ve zaaf içinde oluşunu fırsat bilenler için ekonomik
bir sektör teşkil etmesiyle açıklanabilir.

c) Kehanet

Gaybdan haber vermenin bir başka türü de kehanettir. Bu işi yapan kişilere
kâhin denir. Câhiliye Arapları derin bir araştırmaya dayanan bilgilere
sahip olan kişilere de kâhin derlerdi. Dinî literatürde de kâhin denince, gelecekte
meydana gelecek olayları bildiğini iddia eden, gizli ve görünmeyen
âlemden haberdar olduğunu söyleyen kişilerin genel adı olmuştur.

Kehanetin, modern bilimin yeterince gelişmediği, dinî bilginin de eksik
kaldığı dönem ve toplumlarda bir hayli yaygın olduğu, bunun da temelinde,
yukarıda temas edildiği üzere, insanın bilinmeyene ilgi duyması, gizemli
olanı merak etmesi, etrafında olup bitenlerin sebebini kavrama isteyişi gibi
bir sâikin yattığı söylenebilir. Ancak İslâm dini Allah’tan başka varlıkların
gaybı bileceği ve insanın kaderini etkileyebileceği inancını içeren, neticede
tevhid esasını zedeleyen her türlü bâtıl inanış ve yönelişe karşı sert bir tavır
almış, bunun için de falcılığı, uğursuz sayma inancını ve kehaneti yasaklamıştır.


Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde kehanet yasak edilmekte, kâhinler yerilmekte,
onları tasdik edenin Hz. Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olacağı
(Ebû Dâvûd, “Tıb”, 2; Tirmizî, “Tahâret”, 102; İbn Mâce, “Tahâret”, 122), cennete
giremeyeceği (Müsned, III, 14) ve kırk gün namazının kabul edilmeyeceği
(Müslim, “Selâm”, 33) ifade edilmektedir. Bu ağır tehdit, fal ve kehanet
inancının, falcı ve kâhinlerden yardım istemenin İslâm’ın özüne ve inanç
sistemine temelden aykırı olması sebebiyledir.

d) Cincilik

Cin, duyu organları ile algılanamayan ve insanlar gibi şuur ve iradeye
sahip bulunan, ilâhî emirlere uymakla yükümlü tutulan varlık türünün adıdır.
Cin kelimesinin kökünde Arapça’da, örtme, gizleme ve gölgeleme anlamı
mevcut olup duyu organlarıyla algılanamayan gizli ve ruhanî varlıklara
cin denmesi bu sebepledir.

Kur’ân-ı Kerîm’de verilen bilgilere göre, cinler de insanlar gibi Allah’a
kulluk için yaratılmıştır. Cinler insanlara göre bazı üstün güçlere sahip olsalar
da gaybı bilemezler (el-En‘âm 6/100, 116; el-Hicr 15/27; Sebe’ 34/14; ez-
Zâriyât 51/56; er-Rahmân 55/15, 56). Hadislerde de, meselâ her insanın
yanında bir cin bulunduğu, cinlerin müminlere vesvese vermeye çalıştığı
gibi bazı açıklamalar yer alsa da, cinlerle ilgili ayrıntı verilmez. Bunun için
de cinlerin tanım ve mahiyeti öteden beri İslâm bilginlerini meşgul etmiş, bu
konuda çoğu tahmin ve akıl yürütmeye dayalı çeşitli teori ve açıklamalar
gündeme gelmiştir. Bu bağlamda olmak üzere İslâm bilginleri, insanların
duyular ötesi âlemle irtibat vasıtalarından birisinin de cinler olduğunu ifade
ederler. Yukarıda atıf yapılan âyetlerde de bu yönde işaretler vardır. Cinlerin
bilgilerinin de sınırlı olduğu, mutlak gaybın onlar için de kapalı bulunduğu
bilinmekle birlikte cinlerin insanlar için nisbî gayb sayılan bazı olayları bildiği
veya müşahede edebildiği sanılmaktadır.

Âyet ve hadislerin cinlerin varlığından bahsedip daha fazla açıklama
yapmamasının meydana getirdiği bilgi boşluğu ve merak, İslâm toplumlarında
hemen her dönemde çeşitli kimselerin bu alanda özel bilgi sahibi olduğu
iddiasıyla ortaya çıkmasına da âdeta uygun bir ortam hazırlamıştır.
Bazı İslâm bilginlerinin cinlerin insan üzerindeki olumlu veya olumsuz birçok
etkiye sahip olduğu şeklindeki görüşleri, cinlerin sihir ve büyü aracı
olarak kullanılmasına veya böyle bir iddiaya kaynaklık etmiş, neticede diğer
faktörlerin de sonucu, gerek müslüman toplumlarda gerekse diğer Batı ve
Doğu toplumlarında cincilik ve huddâmcılık bir sektör haline gelmiştir.

Ancak cinlerle ilgili olarak âyet ve hadislerde bildirilenlerin dışındaki yorumların
eski İran, Türk ve Hint kültürlerinden intikal ettiği anlaşılmaktadır.
Öte yandan İslâm âlimlerinin çoğunluğu cinlerin, varsa veya inanılıyorsa,
tesirinden ve tehlikesinden kurtulmak, onlara mâruz kalmamak için Kur’an
okumanın yeterli olacağını belirtmişler, başka bir yola başvurulmasını doğru
bulmamışlardır. Şu halde müslüman bir kimsenin cinlerden korkmaması ve
Allah’ın izni olmadan, bir varlığın başka bir varlığa zarar veremeyeceğine
gönülden inanması gerekir. Diğer varlıklardan gelebilecek zararlara karşı
Allah’a sığınmak gerektiği gibi cinlerden gelebilecek zararlar hususunda da
aynı tutuma sadık kalınmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber’in de cinlerin insanı
etkilemesine karşı Âyetü’l-kürsî’yi ve Muavvizeteyn’i (Felâk ve Nâs sûreleri)
okuyarak bu yönde örnek davranış gösterdiği rivayet olunmuştur.

İslâm açık ve doğru bilgiyi Kur’an’la ve Hz. Peygamber’in açıklamalarıyla
getirmiş, insanları bunlarla sorumlu tutmuş, ölüm ve duyular âlemi
ötesi varlıklar âlemiyle ilgili olarak da gerektiği kadar ve yeterli düzeyde
açıklama yapmıştır. Nitekim ilk çağlardan beri cinlerle ilgilenme, onlardan
bilgi toplama peşinde koşanlar ve bu uğurda ömür tüketenler, bütün insanlığın
değil, tek bir insanın hidayetine yetecek kadar bir bilgi birikimi bile elde
edememişlerdir. Müslümanların bu bilgilerle yetinmesi, insanoğlunun bilinmeyene
ve gizemliye olan tabii merakını istismar ederek bundan çıkar sağlayan,
yaptıkları işe de dinî bir görünüm ve mahiyet atfeden kimselere itibar etme
mesi gerekir. Cinciler etrafında daha çok dinî bilgisi eksik, çaresizlik ve imkânsızlık
içinde olan kimselerin kümeleştiği dikkate alınırsa, toplumumuzda
hem dinî eğitimin tam ve doğru şekilde yapılmasının hem de devletin gerekli
sosyal güvenlik ve sağlık tedbirlerini almasının zaruret derecesinde önem
kazandığı anlaşılır.

e) Büyücülük

Gaybdan haber verme iddiası, falcılık ve cincilik türü faaliyetlerin belki
de en ağırı büyücülüktür. Arapça’da sihir kelimesiyle ifade edilen büyü,
gözbağcılık ve hile yoluyla insanları manyetize ederek tabiat kanunlarına
aykırı olaylar ortaya koyma ve insanları yanıltma sanatının adı ise de Türkçe’deki
büyü kelimesi başta sihir, muskacılık ve cincilik olmak üzere kişilerin
maddî-mânevî araçları kötüye kullanarak bazı gayeleri gerçekleştirme
çabasını da içine alır.

Kur’an’da sihir kavramına değişik vesilelerle sıklıkla temas edilmiş ve bu
âyetlerde özetle Allah’ın diğer peygamberlere ve Hz. Muhammed’e indirdiği
vahyin ve bu peygamberlerin hak olduğu, sihir ve sihirbaz olmadığı bildirilmiş,
geçmiş peygamberlere karşı sihirbazların yürüttüğü muhalefet ve iftira
kampanyasına değinilmiş, sihirbazların felâh bulmaz yalancı ve düzenbazlar
olduğu ifade edilmiştir (bk. el-A‘râf 7/116; Yûnus 10/76-77; Tâhâ 20/69; ez-
Zuhruf 43/30; ez-Zâriyât 51/52). Hadislerde de sihir yapma yedi büyük günah
arasında sayılmıştır (Buhârî, “Vesâyâ”, 23; Müslim, “Îmân”, 144).

Büyücülüğün, kökü ilk dönem toplumlarına kadar uzanan uzun bir
geçmişi vardır. Büyü, temelinde menfaat olan bir davranış olduğundan din
ve kutsal tanımaz. Büyüde Tanrı’nın irade ve kudreti üstünde işler başarabilme
iddiası vardır. İslâm dini büyü yapma ve yaptırmayı büyük günahlardan
saymış ve ona şiddetle karşı çıkmıştır. Büyünün gerçeklik ve etki derecesinin
ne olduğu tartışması bir tarafa, İslâm âlimleri Allah’ın dilemesi dışında
büyünün kimseye bir zararının dokunmayacağını, müslümanın büyüyle
uğraşması ve büyü yaptırmasının haram olduğunu ifade etmişlerdir.

Büyü yapılmış kimselerin bunun etkisinden kurtulmak için bu işi (büyü
yapmayı) meslek edinmiş kimselere başvurmaları sakıncalıdır. Öncelikle
yapılacak şey Allah’a sığınmak, ibadet ve dua etmek, yoksullara sadaka
vermektir. Âlim, takvâ sahibi ve güvenilir bir kimse büyü mağdurlarına
yardımcı oluyorsa ondan yararlanmak da mümkündür.


C) Ruh

İnsan, kendisine canlılık kazandıran ruh ve ona mekân teşkil eden be-
den olmak üzere iki unsurdan meydana gelir. Bunlardan beden duyulur
âleme, ruh ise duyular ötesi âleme ilişkin birer gerçektir. Ruhun mahiyeti, iç
yüzü ve beden ile bağlantısı öteden beri insanlığı en çok düşündüren konulardan
biri olduğu gibi, eski ve yeni felsefî akımları ve İslâm bilginlerini de
bir hayli meşgul etmiştir.

Kur’an âyetleri ruhun varlığından haber vermekte, onun Allah’ın emirlerinden
biri olduğunu ve insanlara bu konuda az bir bilgi verildiğini bildirmektedir
(el-İsrâ 17/85). Bu ifade insanın dünyada ruhun mahiyetini kavramasının
imkânsızlığına, çünkü bunun bir bakıma insanın kendi kendini
tam anlamıyla çözmesi demek olduğuna işaret etmektedir. İnsanın yaratılış
evrelerinden söz eden âyetlerden (el-Mü’minûn 23/12-14) ve Hz. Peygamber’in
anne karnındaki cenine belli bir zaman diliminden sonra ruh üflendiğini
belirten açıklamalarından (Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 6; “Kader”, 1; Müslim,
“Kader”, 1), ruhların cesetlerden sonra yaratıldığı anlaşılmaktadır.

Ruhun mahiyeti konusunda yukarıda temas edilen âyet ve hadislerle sınırlı
bir naklî bilgiye sahip olunduğuna, bunlarda da daha fazla ayrıntı verilmediği
özellikle vurgulandığına göre, İslâm bilginlerinin bu hususta ileri
sürdükleri görüş ve teorilerin bir yorum ve tahmin mahiyetinde olduğu,
diğer din toplumlarının kültürlerinden de bazı unsurlar içerdiği söylenebilir.
Müslüman toplumlarda ruh etrafında oluşan kült ve çeşitli inanışlar da böyle
bir yapıya sahiptir.

a) Ruh Çağırma

İslâm akaidine göre ruh sonradan yaratılmış olduğu için zatı gereği yok
olabilir. Fakat Allah onu yok olmaktan korumuş, ilâhî irade onun ebedîliği
yönünde gerçekleşmiştir. Bu sebeple insan ölünce ruhu yok olmaz, bir başka
âleme yükselir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, ölüm vaktinde canları alır;
ölmeyenin de uyku zamanında canını alır. Eceli gelen canı tutar; gelmeyeni,
eceli gelinceye kadar salıverir. Bunda düşünen insanlar için ibretler vardır”
(ez-Zümer 39/42) buyurulmuştur. Hz. Peygamber de, kabzedilen ruhun göklere
çıkarıldığını, meleklerin iyi ruhları selâmladıklarını, âlemlerin rabbinin
huzuruna getirildiklerini, sonra da dünyaya döndürüldüklerini; kâfirin ruhunun
ise şiddetle zindana atılmakta olduğunu haber vermiştir.


Ruhların tekrar bedenle ilişkisinin kabirde mi yoksa kıyamette mi başlayacağı
konusu ihtilâflıdır. Ancak, kabir azabının ruh ve beden birlikte olduğu
görüşü -âhâd haberlere dayanmasına rağmen- akaid kitaplarında itikadın
bir parçası olarak yer almaktadır. Bunun karşısında ruhun bedene dönüşünün
kabirde değil, kıyamette olacağı kanaatine sahip bilginler de vardır. Ruh
bedenden ayrı olduğu anlarını ayrı bir âlemde (âlem-i ervâh) geçirir. Kur’ân-ı
Kerîm’de, “Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı
ve onları kendilerine şahit tutarak ‘Ben sizin rabbiniz değil miyim?’ dedi.
(Onlar da) ‘Evet buna şahidiz’ dediler” (el-A‘râf 7/172) buyurulmaktadır ki,
bu âyet insan ruhlarının (insan zürriyeti, insanın devam eden unsuru) bedenlere
girmeden önce ruhlar âleminde bulunduğunu ifade etmektedir. İslâm
bilginlerinden bir kısmı şahsiyet halinde ruhun, insan bedenine girdikten
sonra başladığını söyleyerek, “ruhlar âlemi” tabirini öldükten sonra bedenlerden
ayrılan ruhların vardıkları yer anlamında ele almaktadırlar.

Ölen kişilerin ruhlarının, arkalarından yapılan hayır ve hasenattan haberdar
edileceğine dair haberler var ise de, bu ruhların yaşayan insanlarla
irtibatta bulunacağına dair herhangi bir âyet ve hadis veya kabul görmüş bir
inanç yoktur. İnsanların gayb âlemi ile irtibatı doğrudan doğruya Cenâb-ı
Hakk’ın vahyi, meleklerin aracılığı, şeytan ve cinlerin bilgilendirmesi vasıtalarıyla
olabilmektedir. İnsanların ölmüş kişilerle, rüya gibi hayal veya ilham
âlemi hariç, buluşması mümkün görülmemiştir. Melekle görüşüp ondan
haber alma peygamberlere has bir özellik olmakla birlikte, cin ve şeytanların
insanlardan kendilerine yakın kabul ettikleri kişilere haber ilettiklerine dair
bazı naslar da vardır (el-Hicr 15/18; eş-Şuarâ 26/223; es-Sâffât 37/10; Buhârî,
“Tefsîr”, 31; Müslim, “Selâm”, 35; Tirmizî, “Tefsîr”, 36).

Bu ve benzeri bilgilerden anlaşıldığına göre, insanların duyular ötesiyle
irtibat vasıtalarından birisi cinlerdir. Onların bilgileri sınırlı, gayb onlar için
de kapalı olmakla birlikte cinlerin insanlar için nisbî gayb sayılan bazı olayları
bildiği veya müşahede edebildiği sanılmaktadır. Fakat onlar bildikleri ve
müşahede ettikleri olayları yalanlarla karıştırıp insanlara aktarırlar. Bu yüzden,
insanlara aktardıkları bazan doğru, bazan da yalan çıkar. Cinler insanları
etkilemek için bazı büyücü ve kâhinleri seçtikleri gibi bazı spiristleri yani
ruh çağırıcıları da seçerler. İşte ruhçuların ruh çağırma seanslarında kendilerine
geldiklerini söyledikleri varlıkların bu cinler olması kuvvetle muhtemeldir.
Bunlar kendilerini medyumlara ruh diye tanıtıp, söylediklerinin doğru
çıkmasıyla da onları kendilerine bağlarlar. Nitekim Hz. Peygamber şeytanın
çeşitli şekillere bürünerek insanlara görüneceğine ve onları aldatacağına
dikkat çekmiştir.



İslâm dini duyular ötesi âleme ilişkin araştırma yapmayı yasaklamaz,
üstelik teşvik eder. Zaten insanın böyle bir araştırma isteği ve merakı doğasında
vardır. Ancak bu alanda elde edilen bilgilerin kötü amaçla, dünyevî
menfaat sağlama maksadıyla kullanılmasını, İslâm inancına uymayan inanış
ve telakkilerin benimsenmesini kabul etmez.

Ruh çağırma olaylarına parapsikoloji ve modern bilimin diğer ilgili dallarının
da belli açıklamalar getirdiği görülür. Onların izah tarzı ile din bilginlerinin
açıklamaları
şöyle bağdaştırılabilir: Parapsikologların “ruh” diye isimlendirdiği
varlık fizik yapısı olmayan bir varlıktır. Dinî verilere göre, cinleri
böyle bir varlık anlayışı kapsamında düşünmek mümkündür. Oysa dinde
ruh kavramı daha dar anlamlıdır. Bu duruma göre, dinde “cinlerle haberleşme”
diye kabul edilen görüş ile spiristlerin “ruh çağırma seansları” arasında
paralellik kurulabilir. Ruh çağırma iddia ve olaylarının izahı bakımından
böyle bir sonuca varılabilirse de, bu yoldan elde edilecek bilgilerin bir
hüküm ve davranışa dayanak sağlamayacağını, aksi halde kişiyi pişmanlıkla
sonuçlanacak büyük bir günaha katabileceğini ifade etmek gerekir. Öte
yandan böyle bir yöntemin, inanç yönünden de önemli sakıncalar taşıdığı,
insanları Allah’tan başka varlıklardan medet umma eğilimine yönelteceği,
bunun da İslâm’ın tevhid akîdesine aykırı olduğu açıktır. Oysa İslâmî öğretilere
göre insanın görevi, kendi gücü alanında yapabileceği her türlü gayreti
sarfetmek, bunun ötesinde yardımı hiçbir araç olmaksızın yalnız Allah
Teâlâ’dan beklemektir. Buna göre, gerek inanç gerekse davranış bakımından
büyük sakıncalarla yüklü olmasının yanı sıra, çıkar ve istismar aracı
olarak kullanılmaya çok elverişli olan ruh çağırma faaliyetlerinin İslâm dinince
câiz sayılabileceğini söylemek mümkün değildir.

b) Tenâsüh

İslâmî literatürde tenâsüh, ölüm sonrasında ruhun, bir başka bedene
girmek suretiyle yaşadığına, yani ruh göçüne inanış anlamında kullanılır.
Aynı kavram Batı terminolojisinde, aralarında ince anlam farkları
bulunmakla
birlikte metempsychosis, transmigration, reincarnation (reenkarnasyon),
incarnation gibi kelimelerle ifade edilir.

Ölümden sonra canlıların ruhlarının herhangi bir beden içerisinde yeniden
yeryüzüne döndüğü inancının, bedenden bağımsız olarak var olan ruhun
ölümden sonra da mevcudiyetini devam ettirdiğini kanıtlamak endişesiyle
ilkel kavimlerde ortaya çıktığı, eski Hint, Mısır, Yunan din ve kültürlerinin
hemen hemen tamamında değişik biçimlerde de olsa bu inancın korunduğu
söylenebilir. Hıristiyanlığın aksine benzeri bir inanış Yahudilik’te de görülür.
Ancak Ortodoks yahudiler bu inanca açıkça karşıdırlar.


Kur’an ve hadislerde ruhla ilgili ayrıntılı bilgi mevcut olmamakla, ayrıca
tenâsühü açıkça reddeden bir ifade bulunmamakla birlikte bu iki kaynakta
hayat, ölüm ve ölüm ötesi hakkında yapılan açıklamalar tenâsühün İslâm’ın
esaslarına ve akîde sistemine aykırı olduğunu, böyle bir inancın İslâm dininde
kabul edilemeyeceğini gösterir.

İslâm dininin inanılmasını zarurî kıldığı âhiret âlemi inancı ile tenâsüh
akîdesini bağdaştırmak mümkün değildir. Zira Kur’an, Sünnet ve icmâ ile
sabit olduğuna göre İslâm’ın inanılmasını farz kıldığı âhiret âlemi İsrâfil’in
sûra birinci defa üflemesinden sonra kıyametin kopması ve evrenin kozmolojik
düzeninin bozulup dünyada yaşayan bütün canlı varlıkların aynı anda
ölmesi; İsrâfil’in ikinci defa sûra üflemesinin ardından ise dünyada hayat
sürmüş bulunan bütün insanların aynı anda ruhlu-bedenli varlıklar olarak
diriltilip dünyada yaptıklarından hesaba çekilmek üzere mahşer yerine
sevkedilmeleri ve hesap işlemini takiben inanç ve amellerine göre cennete
veya cehenneme atılmaları safhalarından oluşur. Bu itibarla tenâsüh inancını
İslâm’ın âhiret akîdesi ile bağdaştırmanın mümkün olmadığı açıktır. Zira
tenâsüh inancı böyle bir âhiret âlemini inkâr edip onun yerine ölenlere ait
ruhların bu dünyada başka bedenlere intikal ederek yaşamaya devam ettiklerini
ve bunun böylece ebediyen sürüp gideceğini iddia etmekte, kıyametin
kopmasını ondan sonra yeniden başlayıp ve çeşitli safhalarla sürecek olan
öbür âlemi reddetmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de ölüm anında dünya hayatına geri dönüp iyi işler
yapmak isteğini dile getiren insanın bu arzusunun boşuna olduğu, zira ölen
kimsenin dünya ile âhiret âlemi arasında bir merhaleyi teşkil eden berzah
âlemine intikal edeceği ve diriltileceği güne kadar burada kalacağı açıkça
bildirilmiş (el-Mü’minûn 23/100), belli bir süreyi tamamladıktan sonra evrenin
kozmolojik düzeninin bozulacağı, insanların ruhlu-bedenli varlıklar olarak
diriltilecekleri ve yaptıklarından hesaba çekilecekleri tereddüde yer vermeyecek
şekilde açıklanmıştır (Yâsîn 36/78-79; Kaf 50/4; ez-Zümer 98/68).
Bununla birlikte İslâm muhitinde de zaman zaman bazı yazarların yaygın
terimiyle reenkarnasyon inancına temel bulmaya gayret ettiği, böyle bir
inanışın İslâm akaidine uygun olduğunu ileri sürdüğü de bilinmektedir.

Tenâsüh inancını İslâm akaidiyle uzlaştırmak ve dinî öğretiden temellendirmek
isteyenler görüşlerine delil olarak bazı âyetleri ileri sürerler. Bunlar
içinde ilk bakışta tenâsüh lehinde yorumlanmaya müsait gibi görülen
âyetler şunlardır: “Sizi ölü iken dirilten Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz! Sonra
sizi öldürecek, sonra sizi diriltecek ve sonunda ona döndürüleceksiniz”
(el-Bakara 2/28), “İnkâr edenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün,
iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bu ateşten çıkmaya bir
yol var mıdır?” (el-Mü’min 40/11). Bunlardan birinci âyetin “ölü idiniz, Allah
sizi diriltti” şeklindeki başlangıç kısmı insanların ölü halde bulunan topraktan
yaratıldıklarını ifade etmektedir. Bundan anlaşıldığına göre insanın varlık
sürecinde üç safhası mevcuttur: Yaratılış
(hayata geliş) safhası, ölüm
safhası ve âhirette tekrar diriliş safhası. Şu halde bu âyetin açık veya gizli
bir şekilde tenâsüh inancıyla hiçbir ilgisi bulunmadığı, aksine onu reddettiği
görülmektedir. İkinci âyet ise, kâfirlerin cehennemde Allah’a yakarışlarını
tasvir etmekte olup onların sözünü ettiği birinci ölüm dünya hayatının sonunda,
ikinci ölüm ise kabirde ilk sorgulama sonrasında vuku bulacaktır.
Birinci diriltme kabirde sorgulama için, ikincisi ise kıyametten sonraki ebedî
hayat içindir. Bir başka açıklama olarak da kâfirlerin cehennemde uğradıkları
azaptan dolayı ölecekleri, azabı tatmaları için diriltilecekleri ve bu işlemin
iki defa tekrar edeceği şeklindedir. Bu yorumu destekleyen bazı âyet ve
hadisler de yok değildir (bk. en-Nisâ 4/56; Buhârî, “Tevhîd”, 24). Bu itibarla
âyetteki iki defa öldürülüp iki defa diriltilmenin dünya hayatıyla ve tenâsühle
bir irtibatı yoktur.

Tenâsüh inancı naslara aykırı olduğu gibi aklî bakımdan da tutarsız görülmekte,
metafizik ve mantık ilkelerine dayanan bazı haklı eleştirilere tâbi
tutulmaktadır. İnsan bilincinin sürekliliği ve kişisel kimliğin korunması açısından
ele alınacak olursa, reenkarnasyon iddialarının mâkul olabilmesi için
insanın, şu anda neticesini yaşadığı ileri sürülen önceki hayatını mutlaka
hatırlaması gerekirdi. Halbuki hiç kimse daha önce bir bedende yaşadığını
hatırlamamakta, aksine insan, kendisinde onun diğer varlıklardan ayrı bir
kişiliğe sahip olduğunu gösteren bir benlik şuuru bulunduğunu hissetmektedir.
Diğer taraftan tenâsüh akîdesi ahlâkî nedensellik ihtiyacını tatmin etmekten
ve dolayısıyla insanın sorumluluğunu temellendirmekten de uzaktır.

Bu tutarsızlıklarının yanı sıra tenâsüh akîdesi hem insanın kalıtım yoluyla
ebeveynden çocuklara intikal eden ruhî-bedenî özelliklerini açıklayamamakta,
hem de dünyada sürekli olarak devam eden nüfus artışına mâkul
bir izah getirememektedir. Zira bugün bilim insanın kalıtım yoluyla kazandığı
ruhî-bedenî özellikleri bulunduğunu kesin olarak kanıtlamıştır. Tenâsüh
iddiasına göre ölümle birlikte başka bir bedene intikal eden ruhun kendi
karakterine uygun bir bedeni nasıl seçtiği ve bu durum karşısında kalıtımın
nasıl açıklanacağı bilinememektedir. Yine tenâsüh inancına göre evrendeki
ruhlar belli sayıdadır. Bu durumda dünya nüfusunun statik olması veya
azalması gerekirdi. Halbuki realite bunun aksini göstermektedir.

Yukarıda temas edilen dinî ve bilimsel gerekçeler sebebiyledir ki, tenâsüh
inancı İslâm’ın ilkeleriyle ve akîdesiyle bağdaşmaz. Günlük hayatta
sıklıkla karşılaşılan tenâsüh iddialarından çoğu magazin haberciliğinin üretimleri,
geri kalanları da kişisel fantazi ve yanılgılardır. Olayın gündemde
kalması ve zaman zaman geniş kesimlerin ilgisini uyandırması ise, bir yönüyle
dinî bilgi ve şuur eksikliğinden, diğer yönden de insanların ruhlar
âleminin ve ölüm ötesinin gizemine olan derin ilgisinden ve bu alana ait

iddiaların çürütülmesinin de kolay olmayışından kaynaklanmaktadır.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol