Çalışma Hayatı
Çalışma Hayatı
Sanayi devrimiyle ortaya çıkan geniş iş alanları ve işçi sınıfı, dünya nüfusundaki
artış, tabii kaynaklardan yararlanma, ekonomik gelişim, paylaşımda
ülkeler arasında baş gösteren kıyasıya mücadele gibi birçok faktör
çağımızda çalışma hayatına, işçi-işveren ilişkilerine ayrı bir önem kazandırmış,
bu konuda kaydedilen mesafeler veya olumsuz gelişmeler bireylerin
özel hayatlarını da yakından ilgilendirir olmuştur. İslâm hukukunun klasik
doktrininin oluştuğu ilk ve orta dönemlerde Doğu ve Batı toplumlarında
daha çok bireysel bir borç ilişkisi şeklinde cereyan eden ve sözleşme serbestisinin
tabii kuralları içinde yürüyen işçi-işveren ilişkisi, son birkaç yüzyıldaki
anılan gelişmeler sonucu farklı bir mahiyet kazanmış, işçilerin güçlü
işverenler ve ekonomik zorunluluklar karşısında temel haklarının korunabilmesi
için devletin müdahil olmasına ihtiyaç duyulmuştur. İş akdinin borçlar
hukukunun özel düzenlemesinden kurtarılarak kamu hukukunun bir
parçası haline getirilmesi, bu konuda özel kanunların çıkarılması, meslekî
örgütlenmelere gidilmesi bu gelişmelerin sonucudur. Böyle olunca İslâm
hukukunun klasik kaynaklarında iş akdiyle, işçi ve işverenin hak ve borçlarıyla
ilgili görüş ve yaklaşımlar, çağımızın çalışma hayatının şeklî ve kurumsal
yapısıyla tam bir uyum göstermese bile, bu alanda asırların tecrübe
birikimini, müslümanın insan ilişkilerine genel yaklaşımını yansıttığından
işçi-işveren ilişkisinin temeline, insanî ve ahlâkî yönüne önemli bir açıklama
getirir, bu yüzden de ayrı bir değer taşır. Neredeyse bütün insan ilişkilerinin
maddî değer ölçüsüne vurulduğu, acımasız ve bencil bir çekişme ortamında
bireyin yalnızlığa ve güçlü olanın insafına terkedildiği günümüzde çalışma
hayatının böyle bir bakış açısına ve katkıya daha çok ihtiyacı vardır.
Öte yandan zamanımızda iş hukuku kamusal mahiyet almış, çalışma
hayatında devletin gözetim ve denetimi devreye sokulmuş olmakla birlikte
toplumumuzda işçi istihdamı özellikle küçük iş yerlerinde, atölyelerde, tarım
işlerinde ikili ilişki şeklinde, yani kapalı devrede yürütülmekte, iş hukukunun
işçiyi koruyan hükümleri çoğu defa işçiye ulaşmamaktadır. Bu itibarla
insan ilişkilerinin iyileştirilmesinde kanun gücünü ve mahkeme korkusunu
yeterli saymak yerine dinin ve ahlâkın ferdin vicdanına ve özel hayatına
kadar uzanan etkili denetiminden bu alanda da âzami ölçüde yararlanmak
gerekir. Ülkemizde sağlıklı bir işçi-işveren ilişkisinin kurulabilmesi için İslâm
fıkıh kültüründeki bilgi birikimine, dinî ve ahlâkî zemine ihtiyaç duyulması
da bundandır. Zaten İslâm dininin bir amacı da dünyada insanoğluna yol
göstermek ve yardımcı olmaktır. Din iyi anlaşıldığında ve yaşandığında
toplumsal huzur ve barışın, kamu düzen ve istikrarının korunması, hak
ihlâllerinin önlenmesi daha da kolaylaşır.
Kur’an ve Sünnet’te çalışma hayatının ayrıntılarını düzenleyen hükümlerin
bulunmaması gayet tabiidir ve bu İslâm’ın evrensel bir din olarak her devirde
ve toplumda geçerli olma iddiasının bir gereğidir. Bununla birlikte bu iki
kaynakta, insan ilişkilerinin arka planında yer alması gereken dinî va ahlâkî
sorumluluktan, üçüncü şahısları ilgilendiren davranışlarda gözetilmesi gereken
temel ilkelerden söz edilmiş, İslâm hukukçuları da dönemlerinde cereyan eden
olaylara bu ilkeler ışığında açıklama getirmiş, toplumlarının kültür ve tecrübe
birikimini de hesaba katarak çalışma hayatıyla ilgili bazı kural, öneri ve önlemlerden
söz etmişlerdir. Bu itibarla, fıkıh literatüründe çalışma hayatıyla,
işçi-işveren ilişkileriyle ilgili olarak gündeme gelen tartışmaları ve çözüm önerilerini
böyle bir perspektiften değerlendirmek, fakihlerin ne dediğinden ziyade
ne demek istediği üzerinde durmak daha yerinde olacaktır.
Günümüzde toplumsal huzur ve barışın önemli bir ayağı sayılan iş barışının,
işçi sağlığı ve güvenliğinin sağlanması, işçi ve işverenin hak ve sorumluluklarının
hakkaniyet ve adalet çizgisinde denkleştirilebilmesi toplumun
önündeki önemli problemlerden biri haline gelmiştir. Bu yönde yapılacak
yasal düzenlemeler ve devletin aktif rolü söz konusu amacın gerçekleşmesinde
fevkalâde önemli olduğu gibi müslüman toplumların tecrübe ve
bilgi birikiminin tanınması da bu konuda katkı sağlayabilecek zenginliktedir.
Bu sebeple önce İslâmî kültürdeki emek-sermaye dengesi, iş akdinin
fıkıh kültüründeki hukukî çerçevesi ele alınacak, daha sonra da bu bilgiler
ışığında güncel problemlere değinilecektir.
I. EMEK-SERMAYE DENGESİ
Üretimin emek ve sermaye şeklinde birbirini tamamlayan iki temele dayandığı
açıktır. Yeryüzünün bütün imkânları insanın emrine verilmiş, insan
da emek harcayarak bu hazır değeri kullanım ve yararlanmaya elverişli hale
getirmiştir. Kur’an’da sıkça, Allah’ın insanoğlunun hizmetine sunduğu çeşitli
nimetler, dağlar, denizler, ovalar, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, av
hayvanları hatırlatılarak insanın bunların sahibini tanıması, O’na şükretmesi
ve belli bir ölçü içinde bunlardan yararlanması istenir. İslâm dini çalışmayı,
yararlı iş görmeyi teşvik ettiği gibi mülkiyeti, sermaye birikimini ve
artışını da meşrû kabul etmiştir. Kur’an’da, “İnsan için kendi çalışmasından
başka bir şey yoktur” (en-Necm 53/39) buyurulması, esasen âhirette herkesin
dünyada yaptığının karşılığını göreceğini ifade etmekte ise de aynı kuralın
dünyevî çalışmalar hakkında da geçerli olduğu sonucu çıkarılabilir. Yine
Kur’an’da, “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında
onların geçimlerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri
için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri
şeylerin daha hayırlıdır” (ez-Zuhruf 43/32) buyurularak emek-sermaye
ikilisi arasındaki sıkı ilişkiye, fakat bunun da ötesinde daha üst bir
metafizik değerin bulunduğuna işaret edilir.
Dinî metinler ve Hz. Peygamber’in uygulaması dikkatle izlendiğinde, İslâm
dininin emek karşısında sermayeye bir üstünlük ve öncelik vermediği,
aksine tabiatı icabı güçlü olan ve daha da güçlenmek isteyen sermaye için
bazı sınırlamalar getirip emeği ön plana çıkardığı görülür. Zekât, sadaka ve
infak prensibi, kefâretler, faiz yasağı, dilenciliğin yasaklanıp çalışmanın
teşvik edilmesi, bireyin ve aile fertlerinin geçimi için çalışmasının ibadet
sayılması bu yönde alınmış önlemlere örnek olarak sayılabilir.
Bütün bunlardan İslâm dininin emek-sermaye ilişkisini dengeli bir çizgiye
oturttuğu, bunları birbiriyle kavga eden ve daima bir çıkar çatışması
içinde olan değil birbirini destekleyen ve tamamlayan iki temel faktör olarak
tanıttığı anlaşılır. Ancak konu teorik düzeyde pürüzsüz gibi görünse de günlük
hayata ve problemlere girildiğinde realitenin biraz farklı olduğu, sermaye
sahibinin emeği, işverenin işçiyi en düşük ücretle çalıştırmaya, emek
sahibinin de hak etsin veya etmesin daima en yüksek ücreti almaya gayret
ettiği, bunun için de iki taraf arasındaki çekişmenin hiçbir dönemde yok olmadığı
da görülür. Bu çatışma ve sömürü İslâm toplumlarında hayli belirsiz
iken, kilisenin ve Hıristiyanlığın toplumsal hayattan dışlanmasını müteakip
Batı toplumlarında oldukça belirgin bir hal almış, ardı arkası kesilmeyen
sosyal çalkantılara ve aşırı sosyal teorilerin gündeme gelmesine yol açmıştır.
İşçi ve işveren sendikalarının kurulup toplu sözleşme hukukunun doğması
bu ortamda bir denge arayışının sonuçlarıdır.
Sendikalaşma ve tarafların meslekî kuruluşlarca temsil edilerek toplu
sözleşme yapılması, biraz da sanayileşmenin ve geniş işçi kitlelerinin doğmasının
zorunlu kıldığı bir usuldür. Burada önemli olan bu usulün nasıl
işletildiği ve ne gibi sonuçların elde edildiğidir. Emek-sermaye ilişkisinde
kural olarak serbest pazarlık sistemi geçerli olmakla birlikte, İslâm’ın insan
ilişkilerinde hâkim kılmaya çalıştığı hak ve adalet anlayışı bir üst değer olarak
burada da devrede olmalıdır. Böyle olunca, emek ve sermayenin hak ve
sorumlulukları belirlenirken taraflar arası serbest pazarlığı yegâne ölçü kabul
etmek doğru olmaz. Çünkü bu, zayıf tarafı güçlünün karşısında korumasız
bırakmak, onun ezilmesine âdeta göz yummak demektir. Sendikalaşmaya
ve toplu sözleşmeye karşı çıkmak, işçiyi işverenin gücü karşısında
yalnızlığa ve sömürülmeye terketmek anlamını taşır. İşçilere kaba kuvvete
dayalı kontrolsüz bir grev hakkı tanımak, sermayeyi kolektif emeğin gücü
karşısında mahkûm etmek, ülkede sermayeyi yatırımdan caydırıp daha
kolay para kazanmaya yönlendirmek ve neticede toplumsal çöküntüye or-
tam hazırlamak sayılır. Hz. Peygamber’in, zor durumda kalarak bir malı
istemediği bir fiyatla almak veya satmak isteyen kimsenin bu halinden yararlanılmasını
yasakladığı bilinmektedir (Ebû Dâvûd, “Büyû‘”, 25; Müsned, I,
116). Kur’an’da sıkça adaletin ve mârufun emredilip aşırılığın yasaklandığı,
dengeyi bozmak, mâruf ölçüsünü aşmak isteyenlerin engellenmesinin istendiği,
anlaşmazlıkların hakem usulüyle çözülmesinin önerildiği görülür.
Devletin sosyal niteliğini yitirmesi, toplumsal uyuşmazlıklarda hakem
rolünden vazgeçip ideolojik saplantılar ya da çıkar ilişkisi sebebiyle emeğin
veya sermayenin yanında yer alması veya meslekî teşekküllerin aslî fonksiyonlarını
gölgeleyecek farklı toplumsal projelere alet edilmesi halinde grev
ve lokavt haklarının kullanımı, sendikalaşma ve toplu sözleşme yanlış bir
çizgide seyreder ve bu süreç toplumda iş barışının kurulması, çalışanın
hakettiği karşılığı alması mücadelesinden çok, iç huzursuzluğun ve bölünmenin
kaynağı haline gelir. Dinî öğretinin ve sağ duyulu kamuoyunun karşı
çıktığı da bu sapmadır. Böyle olunca toplumda emek-sermaye dengesinin
kurulabilmesi ve bu dengenin ülkenin gelişmesine hizmet edebilmesi için
yasal düzenlemelerin objektif ve âdil olması ne kadar önemliyse toplumda
dinî duyarlılığın korunması, hak ve adaletin özümsenmesi, hakkaniyetin
hâkim olması da o kadar önemlidir.
II. İŞÇİ-İŞVEREN İLİŞKİSİ
Birey ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetleri tek başına üretemeyeceği için
toplumda kendiliğinden karşılıklı mal ve hizmet değişimi ve iş bölümü gerçekleşmekte,
böylece bireyler ayrı ayrı ihtiyaçlarını karşılayabilmektedir.
Kur’an’da insanların farklı kabiliyet, güç, temayül ve ihtiyaç içinde yaratılmasının
bir hikmetine işaret edilerek bunun insanların birbirine iş gördürebilmesine
imkân hazırladığı belirtilmiştir (ez-Zuhruf 43/32). İnsanlar arasındaki
iş bölümünü ve işçi-işveren ilişkisini dünya hayatına ilişkin ilâhî kanun
ve düzen açısından temellendiren bu açıklama, İslâm’ın insan ilişkilerine
ve borç ilişkilerine genel yaklaşımını da yansıtır.
Kur’an’da işçi-işveren ilişkisi, diğer borç ilişkilerinde de olduğu gibi, hukukî
bir akid ve olay olarak ayrıntılı bir biçimde ele alınmak yerine sadece
akidlerde ve insan ilişkilerinde hâkim olması gereken genel ilke ve amaçlar
üzerinde durulmuş, borç ilişkilerinin sağlıklı
şekilde gelişeceği sağlam bir
dinî ve ahlâkî zemin kurulmaya çalışılmıştır. Hz. Peygamber’in sünnetinde
işçinin hakları ve işçi çalıştırma ile ilgili olarak yer alan ayrıntılı hükümler
ve uygulama örnekleri, İslâm’ın genel ilkelerinin konuya tatbiki, haksızlıkların
giderilip âdil ve insanca ilişkilerin kurulması ve problemlerin iyi insan,
iyi müslüman formülü içinde çözümü olarak değerlendirilebilir.
A) İş Akdi
Çalışma hayatının temelinde, bir insanın mal ve ücret karşılığı başka bir
insanın işini görmesini ifade eden iş akdi bulunur ve bu akid türünün insanlık
tarihi kadar uzun bir geçmişi vardır. İslâm hukuk literatüründe eşyanın
bedel karşılığı kullanımını konu alan kira akdi ile insanın ücret karşılığı
çalışmasını konu alan iş akdi, ikisi de menfaatin ücretle temliki mahiyetinde
olduğundan “icâre akdi” başlığı altında birlikte ele alınmış, ortak kural ve
çözümler geliştirilmeye çalışılmıştır. Bununla birlikte çoğu zaman, özellikle
akdin sonuçları, tarafların karşılıklı hak ve ödevleri incelenirken kira ve iş
akidleri ayrı ayrı incelenmiş ve giderek iş akdi ve işçi-işveren ilişkisiyle ilgili
zengin bir hukuk doktrini doğmuştur. Bu bağlamda İslâm hukukunun klasik
doktrinine göre iş akdi, “işçinin ücret karşılığı belli bir işi görmesi üzerine
kurulan bir akid” olarak tanımlanabilir. Akidde sadece iş ve ücret unsuruna
yer verilip akid işçinin çalışması üzerine kurulduğundan, gerek işçinin belli
bir süre zarfındaki ücret karşılığı çalışması, gerekse süre kaydı olmaksızın
şahsın ücret karşılığı belli bir işi görmesi iş akdinin kapsamına girmektedir.
Bu sebeple klasik literatürde ücret karşılığı yapılan her çalışma, süreli veya
götürü iş için işçi, memur, serbest meslek sahibi esnaf ve sanatkâr istihdamı
iş akdi kapsamında ele alınıp mümkün olduğu sürece ortak kurallara bağlanmaya
çalışılır.
İş akdinin kuruluşu, İslâm borçlar hukukunda akdin kuruluşu, icap ve
kabulle ilgili genel esaslara tâbidir. İş akdinin tabii unsurlarını ise taraflar
olan işçi ve işverenle, akdin konusu olan ücret ve iş
(emek) teşkil eder. İşçi
niteliğini tesbitte ücretle iş görme ölçüsünden hareket edilir. Yapılan iş sözleşmesi
işçinin belli bir süre zarfında işveren için çalışmasını konu alıyorsa,
yani işçinin belli bir zaman biriminde hâsıl edeceği emeğini işverenin emrine
tahsis etmesi gerekiyorsa, bu işçi ecîr-i hâs olarak adlandırılır. Günümüzdeki
devlet memurları, sanayi ve tarım kesimi işçileri ile günlük işçiler “ecîr-i
hâs” kapsamındadır. Buna karşılık sözleşme işçinin belli bir işi görmesini
konu aldıysa, o takdirde bu işçi ecîr-i müşterek olarak adlandırılır. Ücret
karşılığı bir işi takip eden vekil, ücret karşılığı bir hizmeti ifa eden dişçi, doktor,
terzi, tamirci gibi esnaf ve sanatkârlar “ecîr-i müşterek” grubunda yer
alır. İşveren ise ücretle işçi çalıştıran kimsedir.
Ücret ve emek, iş akdinin üzerinde ayrıntı ile durulması gereken iki önemli
unsurudur. İslâm hukukunda, insanların iktisadî kıymet atfettiği her şeyin iş
akdinde ücret olabileceği benimsenir. Ücretin hukuken muteber bir mal olması,
belirlenmiş ve bilinir olması
şartları akdin sıhhat şartları olup, esasen
bunlar tarafların ve özellikle işçinin haklarını korumayı hedef alır. Bu sebeple
de bu iki şart üzerinde ayrıntılı biçimde durulur. Bir hadiste de Hz. Peygamber,
“Kim bir işçi çalıştıracaksa ona ücretini bildirsin, ücretini belirlesin” (Beyhaky,
Sünen, IV, 120) buyurmuştur. Ücretin, üretim veya kârdan belli bir pay şeklinde
belirlenmesi ya da gerçekleşmesi, kesin olmayan bir işe bağlanması da
özellikle işçinin mağduriyetine sebep olacağı düşünülerek hoş karşılanmamış,
ancak üretim ve kârın ana hatlarıyla bilinebileceği ve tarafları beklenmedik
zararla karşı karşıya bırakmayacağı durumlarda bu câiz görülmüştür.
Akidlerin kuruluşunda ve geçerliliğinde en önemli husus, tarafların ne
üzerinde anlaştıklarını bilmeleri, bilerek ve farkında olarak borç altına girmeleri
olduğundan, iş akdinin konusu (ma‘kudün aleyh) olan emek ve çalışmanın
tür, nitelik ve süresinin önceden bilinmesi ve belirlenmesi büyük
önem taşır. İşçinin akid gereği sarfedeceği emek ve gayreti belirlemenin en
başta gelen metodu, zaman ölçüsünün esas alınmasıdır. Zaman birimi, işçiden
elde edilecek yararın belirli ve bilinebilir olmasını sağlayacağından tarafların
anlaşmasını da kolaylaştırır. Bu sebeple çalışma süresinin önceden
belirlenmesi iş akdinin önemli bir sıhhat şartı, bu süre zarfında çalışma da
işçinin temel borcu görünümündedir.
İşçinin emeğini belirlemenin ikinci yolu ise, yapılacak işin önceden belirlenmesidir.
İslâm hukukçuları iş akdinde, akid konusu işin ifasının işçinin
gücü ve kabiliyeti dahilinde olmasını da şart koşarlar. Bunun için de doktorla
hastayı iyileştirmesi, vekil ile işi olumlu şekilde sonuçlandırması, öğretmenle
bir ilim ve sanatı öğretmesi şartıyla akidleşme câiz görülmemiştir.
Bu şartın ileri sürülmesinde güdülen asıl gaye, iş akdinin ifası ve elde edilmesi
kesin olmayan iş ve menfaatler üzerine kurulmasını önlemek, dolayısıyla
tarafların haklarını korumaktır. Çünkü akid konusu iş, işçinin gücünü
aşıyorsa bu akidden iki taraf da zarar görebilir. Böyle olunca zararın meydana
gelmesini beklemek ve onu gidermek yerine zarara yol açabilecek
durumları önceden önlemek daha isabetli bir yaklaşımdır.
İşçinin çalışmasıyla ilgili olarak öne sürülen bir başka önemli şart ise,
yapılacak işin ifasının dinen haram ve hukuken yasak olmamasıdır. Hukuken
yasak veya dinen günah ve haram olan bir işin işlenmesini konu alan
iş akidleri câiz görülmez. Meselâ zina, kumar, cinayet, yaralama, gasp ve
hırsızlık gibi dinen günah sayılan işlerin işlenmesini konu alan bir sözleşme
ve bundan elde edilen ücret câiz değildir. Hatta mâsiyetin öğrenimini veya
mâsiyetin işlenmesine yol açan fiilleri konu alan iş akidleri de bu grupta
mütalaa edilir. Ancak hukuk ekollerinin iş akdinin konusu olan fiille
mâsiyet arasındaki sebep-sonuç ilişkisini tesbitte ölçüleri farklı olduğundan
hangi fiilin mâsiyete yol açan fiil sayılacağı hususunda farklı görüşleri vardır.
Meselâ Hanefî hukukçular, arada kuvvetli bir sebep-sonuç ilişkisi bulunmadıkça
her bir işi ayrı olarak değerlendirir, yasağı sadece haram fiilin
işlenmesini konu alan iş akidleri çerçevesinde tutmaya gayret ederler. Fakihlerin
çoğunluğu ise, yapılan iş dolaylı da olsa haram bir fiili içeriyorsa
müslümanın bu tür işlerden uzak durması gerektiği görüşündedir. Bunun
için de, müslümanın şarap imalâtında veya faizle iştigal eden bir iş yerinde
çalışması, gayri müslimin yanında çalışması, kilise inşaatında çalışması,
gayri müslimin bağında bekçilik etmesi veya ücretle şarabını taşıması gibi
münferit meseleler bu sebep-sonuç ilişkisi açısından tartışıldığında farklı
yaklaşımlar ortaya çıkması kaçınılmaz olur.
B) İşverenin Hak ve Sorumlulukları
Gerekli şartlara uyularak yapılan iş akdi, iki taraf için de bağlayıcı bir
karakter arzeder ve birtakım hak ve sorumluluklar doğurur. Bir taraf için
hak olan husus diğer taraf açısından bir görev konumundadır.
İşverenin temel borcu, işçinin ücretini akidde kararlaştırıldığı
şekilde
ödemesi, temel hakkı da işin gerektiği şekilde ifa edilmesidir. İşçiye, ücretini
alıncaya kadar işverene ait malı elinde tutabilmesi (hapis) hakkının tanınması
da işçinin ücret alacağını korumaya yöneliktir. Süreli işçilerde işçi bu
süre zarfında çalışmakla veya buna hazır olmakla, götürü işlerde ise işi ifa
etmekle ücrete hak kazanır. Hz. Peygamber, “İşçiye ücretini teri kurumadan
veriniz” (İbn Mâce, “Rühûn”, 4) buyurmuş, işçinin ücretini ödemeyen kimselerin
kıyamet gününde Allah’ı karşılarında bulacaklarını bildirmiştir (Buhârî,
“İcâre”, 10).
İşçinin, iş yerinde gerekli önlemlerin alınmamış olması, işin mahiyet ve
yapısı, işverenin ihmal ve kusuru sebebiyle zarara uğraması halinde işverenin
bu zararı tazmin etmesi gerekir. Hatta işverenin, üçüncü şahıslara karşı
işçisinin fiilinden sorumlu olduğu durumlar da vardır.
İşverenin işçiye karşı iyi davranması, işçinin temel hak ve özgürlüklerini
tanıması ve ona göre davranmasına imkân vermesi de temel borçları arasındadır.
Bir hadiste Hz. Peygamber işçilere de işaretle, “Onlar sizin kardeşleriniz
olup Allah onları sizin sorumluluğunuz altında kılmıştır. Böyle bir din
kardeşi eli altında bulunan kimse ona yediğinden yedirsin, giydiğinden
giydirsin. Onlara güçlerinin yetmeyeceği işleri yüklemeyiniz. Şayet yüklerseniz
onlara yardımcı olunuz” (Buhârî, “Itk”, 16) buyurarak bu konuda temel
insanî ve ahlâkî bir ödeve de dikkat çekmiştir.
İşverenin bir diğer borcu da işi ehil olana vermesidir. Bu görev, işverenin
kamu kurum ve kuruluşu, vakıf gibi kamu yararı ağırlıklı bir kuruluş
olması hainde daha da önem kazanmaktadır. Hz. Peygamber, “Daha ehil ve
liyakatlisi varken yakınlık sebebiyle bir başkasını tercih ve istihdam eden
kimse Allah’a, Resulü’ne ve bütün müslümanlara karşı hâinlik etmiş olur”
(Hakim, “Müstedrek”, IV, 192) buyurmuştur.
C) İşçinin Hak ve Görevleri
İşçinin iş akdinden doğan en önemli borcu, akid konusu işi gerektiği şekilde,
işverenin isteği doğrultusunda ifa etmesi, en temel hakkı da çalışmasının
karşılığı olan ücreti almasıdır.
İşçinin işini hangi durumlarda tam ve yeterli şekilde ifa etmiş olacağı hususu
akidden, kanundan, örf ve âdetten kaynaklanan ayrıntılarla belirlenir.
İşçi üstlendiği işi ifada gerekli özen ve titizliği göstermek, meşrû ihtiyaçları
hariç iş süresince çalışmak ve ifayı tamamlamak zorundadır. Peygamber
efendimiz, “Muhakkak ki Allah Teâlâ sizden birinizin yaptığı işi sağlam
yapmasından hoşnut olur” (Süyûtî, el-Câmi‘u’l-kebîr, I, 354) buyurmuştur.
İşçinin iş saatleri içinde, işverenin bilgi ve tâlimatına aykırı biçimde başka
işlerle meşgul olması, çalışmaması, bir bakıma işverenin malından hırsızlık
etmesi mesabesinde görülmüştür. Fakihler, bu konuya verdikleri önemin
sonucu olarak, işçinin iş saatleri içinde tabii ihtiyaçları ve farz namazların
ifası için işine ara verebileceğini, fakat nâfile namazla meşgul olamayacağını
belirtmişlerdir.
İşçi, uhdesine verilmiş alet, malzeme ve eşyanın bakım ve muhafazasından
sorumlu olup kasıt ve kusuru halinde sebep olduğu zararı tazmin
eder. Ayrıca akidde kararlaştırılan hususlara, örf ve âdetten doğan ölçülere,
işverenin dinen ve hukuken geçerli emir ve şartlarına aykırı davranması da
hukukî sorumluluğunu gerektirir. Bu tür davranışları ile bir zarara yol açmışsa
onu da ödemesi gerekir. Özetle belirtmek gerekirse işçi, işi ifada gerekli
özeni göstermemesi, kusurlu ve kasıtlı davranışı sonucu işverene verdiği
zararı tazmin etmekle yükümlüdür. “İşçinin hiçbir fiilden sorumlu olmayacağı”
veya “her türlü zarardan sorumlu tutulacağı” yönündeki ön şart
ve anlaşmalar geçersiz sayılarak risk ve sorumluluk taraflar arasında dengeli
şekilde dağıtılmak istenmiş, işçinin hangi durumlarda tazminle sorumlu
olacağı hususu doktrinde ayrıntılı
şekilde ele alınarak konu taraflar arası
güç dengesinin insafına bırakılmak istenmemiştir.
Ücret, işçinin çalışmasının karşılığı ve en temel hakkıdır. Ücretin ödenmesi,
işverenin temel görevi olduğu gibi işçinin de en başta gelen hakkıdır.
Akid yapılırken ücretin belli ve bilinir olması
şartları ilk planda işçinin bu
temel hakkını korumayı sağlar. İşçiye tanınan hapis hakkı da, ücret alacağına
karşılık bir teminat görevi görür.
İş akdinin süre üzerine kurulduğu durumlarda, işçi çalışmaya hazır olur
da işverenden kaynaklanan sebeplerle işçi işe başlayamazsa, yine ücreti
hak eder. İslâm hukukunda mümkün olduğu ölçüde haksız kazanç ve sebepsiz
zenginleşme yolları kapatılmaya çalışıldığından, iş akdinin herhangi
bir sebeple geçersiz (fâsid) olması, işin de bu arada ifa edilmiş olması halinde
“ecr-i misl” ödenmesi gereği üzerinde durulmuştur. Ecr-i misl, tarafsız
bilirkişilerin işçinin fiilen harcadığı emeğe biçtikleri değerdir (Mecelle, md.
414). Böylece işverenin akdin geçersizliğini ileri sürüp ücret ödemekten
kaçınmasına imkân verilmemekte, işçinin de fiilen yaptığı işe karşılık alın
terinin karşılığını alması sağlanmaktadır.
İşçi ücretinin enflasyona karşı korunması da hem işçinin temel bir hakkı
sayılır hem de İslâm hukukunun genel ilke ve amaçlarına uygunluk gösterir.
Paranın değerinde zamanla ciddi ölçüde azalma olduğunda işverenin akdin
başlangıcındaki miktarda ücret ödemekte ısrar etmesi gerek iyi niyet kuralıyla,
gerekse akidde karşılıklar arasında denge bulunması esasıyla bağdaşmaz.
Zaten para borcunda, paranın değer kaybetmesi halinde artık eski
miktarın değil borçlanılan paranın yeni durumdaki değerinin verilmesi fikri
ilk dönemlerden itibaren bir kısım İslâm hukukçularınca ifade edilmiştir. Bu
konuya ileride, enflasyonun borç münasebetlerine etkisi ele alınırken tekrar
temas edilecektir. Burada şu kadarı ifade edilmelidir ki, iş akdinde işveren
işçinin emeğinden fiilen yararlanmış bulunduğu için, enflasyonun paraya
olan olumsuz etkisini telâfi edip ücreti iyileştirmesi daha da kuvvetli bir borç
görünümündedir.
İslâm hukuk doktrininde, işçinin ücret yönünden korunması, aslî ihtiyaçlarını
karşılayacak seviyede ücret (asgari ücret) alması gereği, düşük
ücretle çalışmaya mecbur bırakılan işçilerin mağduriyetinin giderilmesi, ücretin
âdil ve hakkaniyetli olması, çalışma şartları, çalışma süresi ve iş emniyeti
bakımından işçinin korunması, işçinin temel hak ve hürriyetlerinin
işveren tarafından güvence altında tutulması gibi hususlar üzerinde ayrıntılı
olarak durulmuş, içinde bulunulan durum ve şartlara göre birtakım öneriler
ve düzenlemeler gündeme getirilmiştir. İslâm hukukunda bu tür akidlerin
kapsam ve sonuçlarının tartışılması ile güdülen gaye, akidlerin şart ve kapsamlarını
taraflar arasındaki güç dengesine terketmenin sakıncalarını önlemek,
insanların birbirlerini bu yüzden zarara uğratmasına ve haksızlık etmesine
engel olmak, akidde karşılıklar arası dengeyi korumaya çalışmak
olarak gösterilebilir. Böyle olunca, İslâm hukuk doktrininde sadece işçiyi
korumaya yönelik değil, akdin iki tarafını da korumayı hedefleyen tedbirlerin
alınmak istendiğine dikkat edilmelidir. Bir başka anlatımla hukuk, güçsüz,
bilgisiz, pazarlık gücü olmayan kimsenin yanında yer alarak insan
ilişkilerini sağlıklı bir dengeye oturtmayı amaçlamaktadır. Bu yüzden, işçi
sınıfının örgütlenip güç birliği ederek, grev tehdidi ile işvereni baskı altına
alması, işçilerin hak etmedikleri bir ücreti zor ve baskı sayesinde elde etmeleri,
emeklerine değil de örgütlenme güçleri ve iş kollarının hayatî önem
taşımasına veya siyasal yönetimlerin tercihlerine göre farklı farklı ölçüde
toplumsal gelirden pay ve ücret almaları da savunulamaz. Bu gelişmeler
hukukun genel ilke ve amaçlarına aykırı olduğu gibi toplumsal barışı da
tehdit edebilecek bir mahiyettedir. Çünkü böyle bir düzensizlik, işverenin
ödediği bu yüksek ücreti üretim ve maliyete yansıtarak diğer halk kesimine
fatura etmesi, örgütlenemeyip pazarlık gücü olmayanların düşük ücretle
çalışmaya mahkûm kalması, işçi-işveren ilişkilerinin ve giderek bütün insan
ilişkilerinin barbarca bir yaşama mücadelesine dönüşmesi gibi sakıncalı
sonuçları kaçınılmaz kılacaktır. Buna karşılık, işçinin yukarıda değinilen
meşrû haklarının korunması ve bu konuda gerekli düzenlemelerin gerçekleştirilmesinin
sağlanması amacı ile, fakat bu amacın çerçevesini aşmayan
ölçüler içinde örgütlenme yoluna gidilebilmesi, bu hakların tabii bir uzantısı
sayılmalıdır.
İşçi-işveren ilişkileri, insan ilişkilerinden, işçi hakları insan haklarından
ayrı düşünülmemelidir. İslâm’ın genel ilke ve amaçları da belli bir kesimin
refah veya sıkıntı içinde olması değil, toplumsal gelir ve sıkıntının birlikte ve
âdil bir şekilde paylaşılmasına yöneliktir. Öte yandan işçi-işveren ilişkilerinin
düzelmesi ve iyileşmesi, salt hukuk kuralları ve yaptırımlarıyla sağlanabilecek
yalın bir konu değildir. Hukukî ilişkilerin dinî ve ahlâkî sağlam bir
zemine dayanması, bu zeminde gelişmesi, toplumda sağlam esaslara dayalı
bir hak ve adalet ölçüsünün yerleşmesi de gerekir. Böyle olunca hem objektif
ve âdil ölçülerin hâkim olduğu hukukî düzenlemelere hem de yetişkin,
inançlı, eğitilmiş, sorumluluk duyan, fedakâr insan unsuruna eşit derecede
ihtiyaç vardır. Bu sebeple de İslâm’ın hayata ve insan ilişkilerine yön ve
anlam veren ilkelerinin özümsenip dinin bir bütün halinde bireyin vicdanını,
bireysel ve toplumsal hayatını kuşatması, işçi-işveren ilişkisinin karşılıklı
saygı, sevgi ve hakkaniyete dayalı sağlam bir yapıya kavuşması yolunda
fevkalâde önemli bir merhaleyi teşkil eder.