İş ve Ticretİle İlgili Görev ve Sorumlukuklar
İş ve Ticaretle İlgili Görev ve Sorumluluklar
a) Çalışma, Üretim ve Kazanmanın Önemi
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın geceyi istirahat, gündüzü de geçim temini için yarattığı (el-Kasas 28/73), kural olarak insan için çalışıp çabalamaktan başka bir kazanç ve başarı yolu olmadığı (en-Necm 53/39) belirtilmiştir. A‘râf sûresinde (7/32) dünya nimetleri için “Allah’ın ziyneti” ve “güzel rızıklar” denilmiş; Cum‘a sûresinde de (62/9) müslümanlara, yeryüzüne dağılarak bu güzel rızıklardan kazanıp yararlanmaları öğütlenmiştir. “Hiçbir kimse elinin emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir” (Buhârî, “Büyû‘”, 15) buyuran İslâm Peygamber’i, dağdan odun toplama olsa
bile, bir iş tutmanın başkalarına el avuç açmaktan daha iyi olduğunu söylemiştir (Buhârî, “Zekât”, 50). Bu kısa bilgilerden de anlaşılacağı üzere ister üretim, ister ticaret yoluyla olsun, İslâm’da ferdî kazanma teşebbüsleri meşrûdur. Özel kabiliyetlerin toplumun gelişmesine ve refahına yararlı kılınması için gerekli ortam ve şartları hazırlamak yerine, bu kabiliyetlerin icat etme,üretme ve kâr etme eğilimlerinin köreltilmesi, sünnetullahın bir sonucu olan bireysel ve toplumsal fıtrat ve tabiata aykırı düşer. İslâm, kendi sistemi içinde ferdî kabiliyetleri toplumun refahına ve gelişmesine yararlı
kılmak için gerekli önlemleri almıştır. Hukukî ve toplumsal yaptırımlarla birlikte İslâm’ın asıl tedbiri, erdemlerle donanmış insandır. Bu insanın ayırıcı özelliği ise Allah’a saygı ve insanlara sevgisidir. İslâm’ın asıl meselesinin, belli bir hukukî ve iktisadî sistem kurmadan önce, erdemli insan yetiştirmek
olduğunun açık delili, Mekke’de inen âyetlerle Medine’de inen âyetlerin içeriğidir. Mekkî âyetler, büyük çapta iman ve ahlâka, yani mânevî ve ruhsal gelişmeye ağırlık verirken, Medenî âyetlerde hukukî, iktisadî, siyasî vb. sosyal konular yoğundur.
Çalışma, üretim ve kazanmanın önemiyle ilgili olarak ahlâk kitaplarında yer alan bilgiler içinde Mâverdî’nin görüş ve tahlillerinin çok büyük bir değer taşıdığı görülmektedir. Mâverdî insanların gelecekle ilgili ekonomik düşünce ve projelerini “geniş emel” şeklinde adlandırarak bunun daha iyi bir gelecek, daha gelişmiş bir ülke ve toplum projesi olduğunu belirtir.
Mâverdî’ye göre insanların daha çok çalışıp daha çok kazanma arzusu taşımaları, Allah’ın insanlık için bir lutfudur. “Eğer insanlar gelecek kaygısı ve projesi taşımadan günlük ihtiyaçlarıyla yetinseler ve daha fazlasına karşı bir
istek duymasalardı dünya harap olurdu.” Ülkelerin daha çok gelişmesi ve
mâmur hale gelmesi, bireylerin içindeki kazanma arzusuna bağlıdır. “Bu sayede her nesil bir sonraki nesle, bir önceki nesilden aldığından daha gelişmiş ve bakımlı bir ülke bırakır. Böylece zaman geçtikçe ülke daha düzenli, daha huzurlu bir hale gelir”. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Emel, ümmetime Allah’ın bir rahmetidir” (Hatib el-Bağdadî, “Tarih”, II, 52) buyurmuşlardır. Fakat emel ile hayal arasında fark vardır. Emel sebeplere sarılmak, hayal ise boş kuruntularla avunmaktır (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 145-146).
Mâverdî, bolluk ve refahın artmasıyla toplum barışı arasındaki ilişkiyi irdelerken de dengeli bir gelir dağılımıyla refahın yaygınlaştırılmasının insanları rahatlatacağını, böylece ülke imkânlarından, zenginlerle birlikte fakirlerin de pay alacağını; bunun da yokluktan kaynaklanan kıskançlık ve düşmanlıkları ortadan kaldırarak bireyler ve kesimler arasında kaynaşmayı arttıracağını ifade eder. Aynı âlime göre geçim bolluğu insanları cömert, tok gözlü ve güvenilir yapar. Refah ve bolluğun faydaları bütün topluma sirayet
ettiği gibi, yokluk ve kıtlığın zarar ve tahribatı da bütün topluma zarar verir. Refahın yaygınlaşması iki şeyle sağlanır: İşalanlarının çokluğu, ihtiyaç maddelerinin bolluğu (a.g.e., s. 146-147).
Bu açıklamalardan sonra kazanma ve üretim ile ilgili görevler şöylece
toparlanabilir:
b) Üretim ve Kazanma ile İlgili Görevler
İslâm’da her hak ve imkân, bir sorumluluk ve görevin karşılığıdır. Hz.
Peygamber bunu, verdiği şümullü örneklerle şöyle ifade etmiştir:
“Âhirette insan, hayatını nerede tükettiğinden, servetini nasıl kazanıp
nerede harcadığından, ne gibi işler yaptığından, bedenini nasıl yıprattığından
ve bildiklerini yaşayıp yaşamadığından sorguya çekilmedikçe Allah’ın
divanından ayrılamaz” (Tirmizî, “Kıyâme”, 1).
İslâm ahlâkçıları, insana tanınan hak ve imkânlar karşısında terettüp
eden görevleri yerine getirmeyi çoğunlukla “şükür” terimi ile ifade ederler.
Buna göre servetin şükrü, şu iki kategorideki görevlere riayet etmek suretiyle
yerine getirilir:
1. Kazanma faaliyetleri sırasında hâlis bir niyet taşımak. Bu, şahsî ve
ailevî ihtiyaçları karşılama ve genel olarak insanların refahlarına, maddîmânevî
gelişmelerine katkıda bulunma, nihayet Allah’ın rızâsını kazanma
niyetidir. Şu halde erdemli müslüman, iktisadî faaliyetlerini genel dinî yapı
nın bütünüyle dışında düşünmez. O, kendi imanının ve vicdanının buyruğundaki
irade ile kendisini Allah’a ve O’nun kullarına hizmete sunan; kararlarını
ve isteklerini bizzat kendi iradesi ile sınırlayabilen bir “şahsiyet”
olmayı başarmıştır. İslâm’da, bir kısmına burada işaret edilen iktisadî hayatla
ilgili kısıtlamalarının hukukî olmaktan çok ahlâkî olmasının sebebi de
budur.
2. Meslekî bilgi ve ehliyet. İslâm ahlâkçıları, her müslümanın meşgul
olduğu iş ve ticaret alanıyla ilgili iktisadî bilgileri; ayrıca, haramdan korunmak
ve helâl kazanç sağlamak için gerekli dinî ve ahlâkî bilgileri öğrenmesinin
lüzumunu belirtmişlerdir. Meslekî bilgi ve ehliyetin önemi günümüzde
her zamankinden daha çok önem kazanmıştır. Bilgili ve ehliyetli iş ve meslek
erbabı, bir toplumun değerli ekonomik potansiyeli kabul edilmektedir.
Hayatın başka alanlarında olduğu gibi iktisadî alanda da eksik, çürük, kalitesiz
mal üretimi gibi bilgisizlik ve ehliyetsizlikten doğan her türlü ekonomik
kayıplar hem fertlere hem de topluma zarar vermektedir. Müslümanı, “diğer
müslümanların, elinden ve dilinden zarar görmediği kimse” şeklinde tarif
eden ve “insanın, kendisine yapılmasını istediği şeyi, kendi de başkasına
yapmadıkça mümin sayılamayacağı”nı belirten İslâm ahlâkı için meslekî
bilgi ve ehliyetin önemi açıktır.
3. Allah’ın haram kıldığı
şeylerin üretim ve ticareti ile meşgul olmamak.
Bu eserin ilgili bölümlerinde görüldüğü üzere kumar, hırsızlık, dolandırıcılık,
zimmet, faizcilik, tefecilik, spekülasyon (ihtikâr), rüşvetçilik ve kaçakçılık
gibi toplum zararına olan ve insanlık şerefi ile bağdaşmayan yollardan kazanç
sağlamayı yasaklayan, bu tür kazanç yollarına tevessül etmenin, müslümanın
temiz ve yüksek şahsiyeti, üstün hizmet anlayışıyla bağdaşmadığına
işaret eden yüzlerce âyet ve hadis bulunmakta; ayrıca ahlâk ve fıkıh literatüründe
de bu tür kazanç yollarının kesinlikle reddedildiği görülmektedir.
4. İşçinin haklarını gözetmek. İnsan haklarıyla ilgili konular vesilesiyle
gördüğümüz temel İslâmî zihniyette hak ve adaleti bütün insan ilişkilerinin
ilkesi olarak görür. İşverenin işçiye, İslâm’ın ölçüleri içerisinde, zamanın ve
örfün icaplarına göre mâkul bir ücreti zamanında ödemesi ve diğer maddî ve
mânevî haklarına riayet etmesi de esasen bu çerçevede düşünülmelidir. Ay-
rıca doğrudan bu konuya dair özel açıklamalar da bulunmaktadır. Bir hadîs-i
kudsîde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Üç zümre vardır ki, kıyamet gününde onlarla hesaplaşacağım! Beni şa-
hit tutarak söz verdikten sonra sözünde durmayanlar, hür insanı satarak
bedelini yiyenler ve işçi çalıştırıp ondan yararlandığı halde ücretini vermeyenler” (Buhârî, “İcârâ”, 10). Hz. Peygamber de işçinin ücretinin teri kurumadan (zamanında) ödenmesini emreder (İbn Mâce, “Ruhûn”, 4).
Köleliğin cârî olduğu bir dönemde, “Köleleriniz sizin ancak kardeşlerinizdir.
Allah onları sizin elinize emanet etmiştir. Bu sebeple onlara yediğinizden
yedirin, giydiğinizden giydirin...” (Buhârî, “Îmân”, 22) diyen bir dinin işçilere
haksızlık yapılmasına izin vermesi kesinlikle düşünülemez.
Esasen İslâmiyet, getirmiş olduğu mânevî ve ahlâkî ilkelerle iş verendeki
ihtirasları dizginlemek, ona şefkat duygusu kazandırmak suretiyle taleplerini
sıradan insanın taleplerine doğru çekerken, ona işçisine yaşanabilir
bir hayat ortamı ve şartları hazırlama iradesini de kazandırır.
5. İş verenin haklarını gözetmek. Kur’ân-ı Kerîm, müslümanların usulsüz
yollarla birbirlerinin haklarını yemelerini prensip olarak yasaklamıştır.
Bu sebeple işçi, iş sahibinden kendi haklarına beklediği saygıyı, aynı
şekilde kendisi de göstermeli; iş veren gibi o da bu konuda hakkaniyet esaslarına uygun olarak ve karşılıklı rızâ ile düzenlenmiş sözleşme esaslarına ve şartlarına uymalıdır. Hz. Peygamber, “Müslümanlar, kabul ettikleri şartlara uymak zorundadırlar” (Buhârî, “İcârâ”, 14) buyurmuş ve sözleşme yapıldığı halde buna uymamayı “münâfıklık alâmeti” olarak nitelemiştir (Buhârî, “Îmân”, 24).
Şüphesiz işçinin, taahhütlerine uyarak işini belirtildiği şekilde yapması,
yalnız kendi ahlâkî şahsiyetine ve iş verene karşı bir görevi değil, aynı zamanda topluma karşı da bir borcudur. Çünkü üretimin artması ve genel refah düzeyinin yükselmesi, işçi-işveren çevresinin zihnî ve bedenî gayretlerine
bağlıdır. Milyonlarca insanın işlerini angarya kabul ettiği bir toplumda ekonominin çökmesi ve insanların sefalete sürüklenmesi kaçınılmaz bir sonuçtur.
“... Senin iş verdiğin kimselerin en iyisi, güçlü ve emniyetli olanıdır” (el-
Kasas 28/26) meâlindeki âyet, dolaylı olarak işçinin işi ile ilgili aslî görevlerini
de belirtmektedir. Buna göre işçinin iki aslî görevi vardır:
1. Fizik gücünü kullanmak yani kurallara göre yapması gereken işi savsaklamadan
ve emeğini esirgemeden yapmak.
2. Emniyetli olmak yani iş vereni ve oradaki araç-gereçleri birer emanet
kabul ederek esirgemek, zarar vermemek, tahrip etmemek, buna izin vermemek.
c) Harcama ve Tüketimle İlgili Görevler
Her ekonomik sistem gibi İslâmiyet de mal sahibinin, kendi malını yönetmek
ve kullanmak hususunda bazı hukukî ve ahlâkî kayıtlar getirmiş
olup bunların başlıcaları
şöylece sıralanabilir:
1. Toplumun zararına tüketim ve harcamalarda bulunmamak. İslâmiyet
kardeşlik dinidir ve fertlerin, genel olarak kendilerine yapılmasını istemedikleri
işleri, kendilerinin de başkaları aleyhine yapmamalarını emreder.
İslâmiyet, o günkü hayat şartları içinde toplumun zararına olan harcamaların
belli başlılarını belirleyerek bunları özellikle yasaklamış olup içki,
kumar, fuhuş, rüşvet bunlardan bazılarıdır.
2. Lüks ve ihtişam için harcama yapmamak. İktisatçılar tüketim maddelerini
zorunlu maddeler, rahatlık ve kolaylık sağlayıcı maddeler ve lüks
sayılan maddeler şeklinde üç kısımda değerlendirirler. Zorunlu maddelerden
maksat, insanın hayatını sürdürebilmesi için gerekli olan maddelerdir ki, be-
sin maddeleri, giyim eşyası ve mesken bunların belli başlılarıdır. Rahatlık ve
kolaylık sağlayıcı maddeler, tüketiciyi maddî ve psikolojik yönden rahatlatmak
suretiyle zamanını ve verimliliğini daha iyi değerlendirmesine yarayan
maddeler olarak tarif edilmektedir.
Lüks maddelere gelince bunlar, bir tanıma göre, tüketimi -kişinin verimliliğini
arttırmak şöyle dursun- farklı ölçülerde düşüren maddelerdir. İslâm
ahlâkı açısından bunlar, ihtiyaç giderme, rahatlık ve kolaylık sağlama niyet
ve düşüncesinden ziyade nefsânî tatmin, gurur, kibir, övünme ve başkalarından üstün olma arzusu gibi bencil duyguların ve ihtirasların körüklediği tüketim ve harcamalara konu olan maddelerdir.
İktisatçıların tüketim maddelerini bu şekilde üçlü ayırımı, İslâmî literatürde
değer ve yararların zarûrî, hâcî ve tahsînî şeklinde üçe ayrılmasını ha-
tırlatmaktadır. Zarûriyyâtı oluşturan din, akıl, can, mal ve nesil (ırz) dinî hükümlerin ana gayesini, fert ve toplumların varlıklarını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerleri temsil eder. Hâciyyât insanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları
şeyler demektir. Tahsîniyyât veya kemâliyyât ise, üstün ahlâka, güzel âdetlere ve olgun insan olmanın gereklerine uygun düşen her türlü durum ve davranışı
içine alır. Yukarıda sözü edilen üçlü ayırımdaki, “rahatlık ve kolaylık sağlayıcı
maddeler” İslâm bilginlerinin adlandırmasıyla hâciyyât ve tahsîniyyât
gruplarında yer alan harcamalardır. Dinde lüks ve israf haram kılındığı için,
bu tür harcamalar İslâm bilginlerinin bu gruplandırmasında yer almaz.
Harcama ve tüketimin önceliği sırasında zorunlu maddeler başta yer
alır. İslâm dini “nefsin devamı” için gerekli olan imkânlardan yeteri kadar
faydalanmayı tabii ve zorunlu görür. Âyet ve hadislerden daha önce verilen
örnekler göstermiştir ki, İslâm’da zühd, kişinin kendisini ve ailesini aç, açık
ve sefil bırakması pahasına dünyaya sırt çevirmek anlamına gelmez.
Rahatlık ve kolaylık sağlayıcı maddeler için harcamalar yapmak da dinimizde
uygun görülmüş ve teşvik edilmiştir. Bizzat Hz. Peygamber’in de
hizmetçileri ve binek hayvanları vardı. Temiz ve yeni elbise giyer, güzel koku
sürünürdü. Huzuruna pejmürde kıyafetle gelen varlıklı birini, “Allah sana
mal verdiyse, O’nun nimet ve ikramı eseri üzerinde görülmelidir!” (Ebû
Dâvûd, “Libâs”, 14; Tirmizî, “Edeb”, 54) diyerek ikaz etmiştir.
Lüks maddelerinin tüketimine gelince, bu yöndeki harcamaların dinimizde
tasvip edilmediği, kınanıp yasaklandığı açıktır. Çünkü, bu tür maddelere
düşkünlük, Kur’ân-ı Kerîm’in tabiri ile insanların kalplerini katılaştırmakta;
yani onları Allah’a saygı ve itaatten, insanlara sevgi ve şefkatten
uzaklaştırmakta; bencil, muhteris, gururlu ve kibirli yapmaktadır. Lüks
madde tüketimi, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yaratılmış olan “Allah’ın mülkü”nü, gayesinin dışında kullanmak demektir. Bu tür gereksiz
harcamalar, kaynakların, topluma faydalı olmayan malların üretiminde kullanılmasına yol açmakta ve ekonominin sosyal verimini düşürmektedir. Diğer yönden lüks maddelerin tüketimi imkânı kıt olanların vicdanlarını rahatsız etmekte, öfke ve kıskançlık doğurmakta ve böylece sosyal huzursuzluklara yol açmaktadır.
3. İsraf etmemek. Dinen haram kılınan maddeler ile lüks sayılanların
tüketimi israf olduğu gibi helâl kabul edilen maddelerin günün icaplarına
göre ihtiyaçtan fazla tüketimi de haramdır. “Yiyiniz, içiniz; israf da etmeyiniz.
Çünkü Allah müsrifleri sevmez” (el-A’râf 7/30).
İslâmî telakkiye göre servet, bir nimet ve imkân olduğu kadar, bir yüktür
de. Zira Kur’ân-ı Kerîm servetin bir “fitne” yani imtihan vasıtası olduğunu
bildirmiştir. Hz. Peygamber’in deyimi ile “malı zayi etmek” yani yerinde
kullanmayarak saçıp savurmak, kişiyi ağır bir vebal altına sokar. Esasen, genel
olarak tutumluluk ve itidal, İslâm’ın ibadetlerde bile öğütlediği temel bir ilkesidir. Bu yüzden İslâm ahlâkı “Abdest alırken suyu gereğinden fazla kullanmayınız; sofranız sade olsun; tıka-basa doymadan kaşığı bırakınız; altın,
ipek gibi pahalı eşya kullanmayınız; giyiminiz temiz ve sade olsun; eviniz
ve ev eşyanız lükse kaçmasın; genel olarak harcamalarınızda ne eli sıkı olunuz, ne de saçıp savurunuz” şeklinde, ilk bakışta basit gibi görünen bazı
tâlimleri ile insanları hayatın her alanında tutumlu olmaya, bütün iktisadî
kaynakları en yararlı ve rasyonel bir şekilde kullanmaya teşvik etmiştir.
4. İnfak ve cömertlik yapmak. Cömertlik, İslâm ahlâkının en çok önem
verdiği faziletlerden biridir. Çünkü cömertlik, başkalarına yardım arzusunun
insanda karakter halini alması demektir; ahlâkın ve insaniyetin, yardım etmeyi
gerekli kıldığı her durumda kişiyi gönül rahatlığı içinde bu hayrı yapmaya
sevkeden bir haslettir. Buna karşılık cimrilik, İslâm ahlâkçıları tarafından ahlâkî ve psikolojik bir hastalık kabul edilmiştir. Hz. Peygamber, cömert olanla cimri olanın psikolojik hallerini şöyle tasvir etmiştir: Mal hırsı, demir zırh gibidir. Cömert insanda yardım arzusu mal hırsına galip gelir; cömertlik yaptıkça üzerindeki sıkıcı zırh gevşer; yani mal hırsının verdiği gönül rahatsızlığından kurtulur, ferahlar; aynı zamanda, başkalarının ıstıraplarını hafifletmiş olacağından dolayı vicdan huzuru duyar. Buna karşılık, cimri insandaki mal hırsı, kendisini gittikçe daralan bir zırh gibi huzursuz eder; insanların ıstıraplarını görmekten dolayı ruhen rahatsız olmasına rağmen, cimrilik yüzünden, vicdanını rahatlatacak müsbet faaliyetler gösteremez; böylece cimrilik huyu kendisini tam bir baskı altına alır (Buhârî, “Zekât”, 29).
Bu sebeple Resûlullah cimrilik duygusundan Allah’a sığınmıştır (Buhârî, “Cihâd”, 74). Yine o, cimrilik konusunda müslümanları uyararak, geçmişte bazı kavimlerin cimrilik yüzünden birbirlerinin mallarına saldırmak, kanlarını akıtmak suretiyle helâk olduklarını belirtmiş
(Müslim, “Birr”, 56), böylece bencillik ve menfaatçiliğin
ifadesi olan bu tutumun sosyal patlamalara yol açmasının kaçınılmaz
olduğunu tesbit etmiştir. İslâm’ın getirmiş olduğu “infak” ilkesi, toplumdaki
yokluk ve sefaleti; sosyal adaletsizliği ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin doğuracağı sosyal patlamaları önlemeyi amaçlar.
İşte pek çok âyet ve hadiste infak, ihsan ve cömertliğin ilâhî bir sıfat ve
peygamberlerin sahip oldukları erdemlerden biri şeklinde gösterilmesi, ay-
rıca cimriliğin şiddetle kötülenmesi, İslâm ahlâkçılarının bu konuya özel bir
önem vermelerine yol açmıştır. Ahlâk kitaplarında cömertlik hususunda yer
alan bilgi ve düşünceler dikkate alındığında bir harcamanın cömertlik sayılabilmesi ve bu harcamayı yapana “cömert” denilebilmesi için başlıca şu
şartlara uyulmalıdır:
a) Yardımın isteyerek ve seve seve yapılması gerekir. Nitekim Kur’ân-ı
Kerîm’de bu hususa işaret edilmiştir (el-Haşr 59/9). İslâm ahlâkçılarına göre,
diğer bütün ahlâkî erdemler gibi cömertlik de insanda bir huy ve meleke ha-
line gelmekle gerçekleşir ve ancak böyle bir kimse gönüllü hayırlar yapabilir.
Bu sebeple, nâdiren veya zorla hayır yapan bir kimseye “cömert” denemez.
Buna karşılık iyilik yapma niyet ve iradesi taşıdığı halde maddî bakımdan
bunu gerçekleştirme imkânı bulamayan insan da cömert sayılır. Başkalarına
karşılıksız yardımda bulunmak ağır bir görevdir. Bundan dolayı, kendisine
hangi sadakanın daha hayırlı olduğu sorulan Hz. Peygamber, “Sağlığın yerinde ve mala düşkün olduğun, zengin olmayı istemekte ve fakirlikten
korkmakta olduğun zamanda verdiğin sadakalar” (Buhârî, “Zekât”, 11)
şeklinde cevap vermiştir.
b) Mal, yaratılış gayesine en uygun şekilde kullanılmalı, dinî ve ahlâkî
ölçülere göre gereken yerlere, gerektiği ölçüde harcanmalıdır. Ahlâk kitaplarında diğer erdemler gibi cömertlik erdemi de israf ve cimrilik denilen iki aşırılığın ortası (itidal) olarak gösterilmiştir. İsraf, şahsî ve ailevî harcamalarda ileri gitmek, nefsin kötü arzularını tatmin için harcama yapmak, insanî ve dinî bir amaç taşımaksızın, eldeki imkânları, yaratılış gayelerinin dışında saçıp savurmak; cimrilik ise dinin ve örfün harcamayı gerekli gördüğü malı, gereken yerlere harcamaktan kaçınmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de müslümanlara her iki aşırılıktan da kaçınarak harcamalarında ölçülü olmaları emredilmiştir (el-A‘râf 7/31; el-İsrâ 17/29; el-Furkan 25/67).
c) Cömertliğin diğer bir şartı da ilgili kişi veya kurumdan yardıma mukabil
hizmet, mükâfat, övgü veya teşekkür gibi herhangi bir maddî ya da
mânevî karşılık beklememek (bk. el-İnsân 76/8-10), gösterişten, yardım edileni
incitecek, küçük düşürecek tutumlardan dikkatle kaçınmaktır (el-Bakara
2/261-265).
d) Yardım olarak verilen malın gözden düşme bir şey olmayıp sahibi
nezdinde değer taşıması da cömertliğin şartlarındandır (Âl-i İmrân 3/92).
Kur’an, hadis ve diğer İslâmî kaynaklarda genellikle “Allah yolunda infak”
şeklindeki ifade ile cömertlik vazifesinin, karşılık beklemeden ve hasbî
olarak yerine getirilmesi gerektiği anlatılmak istenir. İnfak kelimesi nafaka
ile aynı köktendir ve en geniş mânası ile “muhtaç durumda olanların nafakalarını temin etmek” anlamına gelir. Bu bakımdan yoksullara hiçbir karşılık beklemeksizin para veya mal vermek infak ve cömertlik sayılacağı gibi; yatırımlar yapmak, yeni yeni iş yerleri kurmak ve geliştirmek ve mümkün
olduğu kadar fazla personel istihdam etmek suretiyle çok sayıda kişilerin ve
ailelerin nafakalarını yani geçimlerini kesintisiz olarak sağlamalarına çalışmak da bir infaktır ve -kanaatimizce- zamanımızın ekonomik şartları içinde
bu şekilde infak, ilkine göre hem daha hayırlıdır hem de daha insanîdir. “...
Altın ve gümüşü (genel olarak parayı ve serveti) biriktirip saklayarak Allah
yolunda infak etmeyenler yok mu, işte onlara acı bir azabı müjdele!” (et-
Tevbe 9/34) meâlindeki âyetin, imkânı bulunduğu halde bu şekilde insanların
geçimini temin etmelerine imkân hazırlayacak kurumlar yapmaktan
kaçınanları da kapsadığı düşünülebilir.