İsalmda Faiz Yasagı
TİCARÎ HAYATİslâm dini tabii ve fıtrî bir din olduğundan bu dinde, insanların imkân ve
kabiliyetlerine göre çalışıp kazanmaları, gerekli iş birliğini ve iş bölümünü
sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda harcama yapmaları tabii karşılanmış,
ancak bu konuda bazı temel ölçü ve ilkeler getirilerek iş ve ticaret hayatının
düzen ve güven içinde, haksızlık ve suistimalden uzak olarak işlemesine
yardımcı olmak istenmiştir. İslâm’ın ticarî hayatla ilgili getirdiği ilkeler,
esasen hukukî alanda koyduğu kuralların bir parçasını teşkil eder ve hepsi
birden fıkhın muâmelât ahkâmını oluşturur. Bunun için de klasik kaynaklarda
böyle bir ayırıma rastlanmaz. Bununla birlikte günümüzde ticarî hayat,
ayrı yasal düzenlemelere konu olan, farklı örf ve âdetlerin cereyan ettiği
önemli bir alan olduğundan burada ayrıca ele alınması tercih edilmiştir. Bu
itibarla burada, daha önce sözü edilen ilke ve amaçlar ve hukukî hayatta
geçerli prensiplere ilâve olarak ticarî hayata ilişkin dinî hükümlere ve İslâm
kültür ve geleneğine temas edilecek, bu çerçevede gündeme gelebilecek çeşitli
güncel meselelere ve kazanç yollarına açıklama getirilmeye çalışılacaktır.
A) Helâl Kazanç
İslâm’da kazanma, mal mülk edinme tıpkı ilim gibi farz telakki edilmiş,
kişinin kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebilmesi, çoluk çocuğunun
nafakasını temin etmesi maksadıyla meşrû yoldan çalışıp kazanması ibadet
ve cihad ölçüsünde kutsal ve değerli bir davranış olarak nitelendirilmiştir.
İslâm’da çalışıp kazanma bu şekilde teşvik edilmekle birlikte, kazanç yolları
ayrı ayrı sayılarak aralarında üstünlük ve öncelik sıralaması yapılmayıp
konu tamamen kişilerin ve toplumların şart ve imkânlarına, ihtiyaç ve
kabiliyetlerine bırakılarak kendi tabii seyri içinde şekillenmesi istenmiştir.
Fakat İslâm, kazanç yolları, mal ve mülk edinme konusunda önemli bir ilke
olan meşruiyet prensibini esas alarak hırsızlık, gasp, faiz, zina, kumar,
rüşvet gibi kazanç yollarını dinî, ahlâkî ve hukukî planda yasaklamış, bu
yollarla elde edilen kazanca ve mala da hiçbir değer atfetmemiştir.
İslâm’da aslî ve tabii kazanç yolu emektir. Dünya nüfusunun az, tabii
servet ve imkânların hayli zengin olduğu dönemlerde kimsesiz ve işlenmemiş
araziyi işleyerek mülkiyete katma, sahipsiz odun ve otları mülk edinme,
avlanma gibi usuller de netice itibariyle emek yoluyla kazanç kapsamında
görülmüş ve teşvik edilmiş, daha sonraları da bu yolların işletilmesi belli
kurallara bağlanmıştır. Miras, vasiyet, nafaka, zekât, hibe gibi ârızî ve istisnaî
yollarla kazanılan mallar da başlangıcı itibariyle emeğe dayalı kazançlardır.
Hz. Peygamber bir hadiste, “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı
bir şey yemiş değildir” (Buhârî, “Büyû‘”, 15; “Enbiyâ”, 37) buyurmuş, kendisine
en temiz kazancın ne olduğu sorulduğunda da, “Kişinin kendi elinin
emeği, bir de dürüst ticaretin kazancı” (Müsned, IV, 141) cevabını vermiştir.
Yine bir defasında Resûlullah, Tebük dönüşünde Sa‘d b. Muâz ile karşılaşıp
tokalaşmış, ellerinin nasırlaşmış olduğunu görünce bunun sebebini sormuş,
o da “Çoluk çocuğumun nafakasını temin için hurma bahçemde çalışıyorum”
cevabını verince Hz. Peygamber, Sa‘d b. Muâz’ın elini öpmüş ve “İşte
bu eller Allah’ın sevdiği ellerdir” buyurmuştur. (Serahsî, “Mebsut”, c. 30, s.
245) Bu hadislerde övgüyle sözü edilen çalışmayı, sadece tarlada, bağ ve
bahçede bedenen çalışma şeklinde değil, gerek beden gerekse zihin gücüne
dayalı olarak sarfedilen her türlü emek ve çalışma şeklinde anlamak gerekir.
Kur’an’da, “Erkekler için de çalışıp elde ettiklerinden bir pay vardır, kadınlar
için de çalışıp elde ettiklerinden bir pay vardır” (en-Nisâ 4/32) denilerek
hem emeğin önemi vurgulanmakta hem de sermayenin kâr payına
işaret edilmektedir. Ziraat, zenaat ve bir mesleğin icrası doğrudan emeğe
dayalı kazanç yollarıdır. Ticaret, kabzımallık, simsarlık, komisyonculuk,
ortaklık, iş ve kira akdi gibi mal ve menfaat mübâdelesi aracılığı ve devren
iktisap usulleri de dolaylı olarak emeğe dayalı kazanç yollarıdır. Her iki yol
da kural olarak tasvip edilmiştir ve meşruiyet dairesinde kalındığı sürece değerlidir.
İslâm bu konularda helâl ve meşrû olan şekil ve usulleri ayrı ayrı
belirtmek yerine, sadece yasak ve gayri meşrû olan usul ve davranışlara
işaret ederek iş, ticaret ve kazanç hayatının kendi tabii seyrinde gelişimine
fırsat tanımıştır. İş ve ticaret hayatıyla ilgili karşılıklı rızâ ve gönül hoşnutluğunu
temel ilke olarak koymuş, akidlere ve verilen söze bağlılığı emretmiş,
aldatma, yalan beyanda bulunma, zorlama, karaborsacılık, karşı tarafın sıkıntıda
olmasından yararlanma, belirsizlik ve risk sömürüsü yoluyla kazancı
yasaklamıştır. Sermayenin riske katılmaksızın emeksiz kazancı demek olan
faiz, haksız kazanç temin etmenin başlıca yolları olan hırsızlık, gasp, rüşvet,
ölçü ve tartıda hile, kumar haram kılınmış, zina gibi doğrudan haram işleyerek
veya içki satımı gibi haramın işlenmesine yardımcı olunarak gelir elde
edilmesi yasaklanmış, bu yollardan elde edilen gelir de değersiz ve hukuken
korumasız mal kabul edilmiştir. Hatta, yukarıda temas edildiği gibi, şehire
dışarıdan mal getiren kimselerin bilgisizliğinden yararlanarak ellerinden malı
ucuza alma, elde edilmesi kesin olmayan mahsul ve meyveyi önceden
satma, el altında bulunmayan veya teslimi zayıf bir ihtimal olan malı satma,
bir başkasının pazarlığı devam ederken fiyat verme, müşteri kızıştırma gibi
bir taraf için risk ve aldanma unsuru taşıyan ticaret de, karşılıklı rızâ bulunsa
bile, câiz görülmemiştir. Kişinin bireysel ve ahlâkî yetişkinliği, kul
hakkını ihlâlden sakınma duyarlılığı, kendine ve yaratanına karşı sorumluluk
duygusuna sahip olması da yine müslüman toplumlarda ticarî hayat için
sağlam bir zemin oluşturur. Bu tür yasaklama ve kısıtlamalara uyularak elde
edilen kazanç, İslâm nazarında, Hz. Peygamber’in Vedâ hutbesinde ifade
ettiği gibi, kutsal aylar, kutsal yerler, müslümanların canları ve ırzları kadar
dokunulmazdır ve saygıdeğerdir (İbn Mâce, “İkame”, 78).
Başlangıçtaki oluşum itibariyle emeğe dayanmakla birlikte ilgili birey
açısından emek unsuru bulunmayan nafaka, miras, zekât ve sadaka, hibe,
vasiyet, ödül, ganimet, iktâ, diyet, mehir, muhâlea bedeli ve buluntu mal
gibi hukukî işlemlerin ve kazanç usullerinin meşrû kılınışının da yarar ve
hikmetleri açık olup, bu hükümlerin teşrî‘ kılınışı, öz olarak, yakınlar arası
bağı ve dayanışmayı koruma, toplumda sosyal adaleti sağlama, kişilerin
ihtiyacının giderilmesi veya haklarının karşılanması gibi çeşitli amaçlar
taşımaktadır.
İslâm dininin iki aslî kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’te ticarî hayatla
ve kazanç yollarıyla ilgili olarak temas veya işaret edilen yasaklama ve
sınırlamalar, örnek olay ve kavramlar itibariyle belli bir sınırlılık taşısa bile,
gözetmek istediği yarar ve ilke, sakındırmak istediği zarar ve haksızlık
açısından her devir ve dönemin ticarî hayatını düzenlemeye imkân verir
ölçüde geniş ve kapsamlıdır. Böyle olunca müslümanların çalışma ve ticaret
hayatında, klasik fıkıh literatüründe kaydedilen olay ve örneklendirmeleri
ölçü alıp kendilerini sadece onlarla bağımlı hissetmeleri yerine, dinin insan
ilişkileri ve ticarî hayatla ilgili olarak koyduğu açıklık, dürüstlük, güven,
doğru sözlülük, sözünde durma, şart ve akidlere bağlı kalma, zayıflık,
bilgisizlik ve sıkıntıda olmayı suistimal etmeme gibi genel ilkelerine bağlı
kalmaları gerekir. Kanunların, polisin ve hukukî müeyyidelerin nüfuz alanının
çok sınırlı olduğu ve ticarî hayatın genelde ikili ilişkiler şeklinde kapalı
devrede seyrettiği günümüzde ancak bu ilkelerin korunup gözetilmesi halinde
helâl ve meşrû kazanç elde etmek mümkün olur. İslâm bilginleri hem
dinî bilgileri hem de hayat tecrübelerinden hareketle, haram lokma ile beslenen
vücudun ibadet ve faaliyetlerinin faydasız ve verimsiz, gayri meşrû
yollarla oluşturulan sermayenin kazanç ve kârının bereketsiz olacağını,
gayri meşrû kazancın kişiye dünyada huzursuz ve mutsuz bir hayat,
âhirette de sıkıntılı bir hesaptan öte bir şey getirmeyeceğini ifade ederler.
B) Faiz Yasağı
Faiz yasağı, İslâm’ın temel ilkelerinden biridir. Daha önce de ifade edildiği
gibi, İslâm herhangi bir zarar ve mağduriyete yol açmayan insan ilişkilerine,
düzgün bir çizgide seyreden hukukî ve ticarî hayata kural olarak
müdahale etmemiş, sadece yanlış ve haksız uygulamalar konusunda insanları
uyarmış, bu yönde bazı sınırlama ve kısıtlama getirmiştir. Faiz yasağı da
böyledir.
Faizin Arapça’daki karşılığı
ribâ olup sözlükte, “herhangi bir şeydeki artışı
ve fazlalığı” ifade eder. Terim olarak ise ribâ, “borç verilen bir parayı belli
bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla veya herhangi bir borç ilişkisi ile doğan
ve süresinde ödenmeyen bir alacak için ek vade tanıyıp vade sonunda bu
alacağı fazlalıkla geri almanın, yine bu şekilde alınan fazlalığın” genel
adıdır. Bu türden şart ve uygulamaları içeren işlemlere de “faizli işlemler”
denir. Türkçe’de daha çok, yine Arapça kökenli “faiz” kelimesi yaygınlık
kazanmış olup genelde ribâ ile eşanlamlı olarak kullanılır.
Faiz yasağı
İslâm’la başlamış olmayıp uzun bir geçmişi vardır. Yahudilik ve
Hıristiyanlık’ta da faiz yasağı olmakla birlikte, yahudiler Tevrat’ı tahrif ederek
faizi kendi aralarında (İsrâiloğulları) yasak sayıp kendilerinden olmayanlara
karşı serbest saymışlardır. Kur’an da yahudilerin bu tutumuna değinmekte,
yasaklandığı halde faiz alıp vermelerinin yol açtığı ve açacağı sonuçlardan
söz etmektedir (en-Nisâ 4/160-161).
Tarih boyunca gelip geçmiş birçok düşünür, filozof ve devlet adamı da
açık bir haksızlığa yol açtığı, sermayeyi belli bir sınıfın elinde topladığı,
geniş halk kitlelerinin sömürülmesine sebep olduğu için faize karşı çıkmış,
onunla mücadele edip önlemeye çalışmışlardır. Nitekim Eflâtun faizi doğru
bulmamakta, Aristo “paranın parayı doğurmayacağını” belirterek faiz yoluyla
sağlanan kazancı, tabii olmayan kazanç diye nitelendirmektedir.
Luka İncili’nde de faiz yasağından söz edilmiş olup hıristiyan dünyasında
faiz yasağı uzun bir süre devam etmiştir. Ancak Batı’nın iktisadî
gelişiminin doğurduğu ihtiyaçları karşılayacak yeni müesseseler ortaya
konamadığı ve kilisenin elinde de hatırı sayılır bir sermaye oluştuğu için faiz
yasağı giderek hoşgörülmeye ve aşılmaya başlanmış, Fransız İhtilâli’nden
sonra iyice yaygınlaşıp Batı ekonomisinin temel unsuru haline gelmiştir.
Ayrıca, sermayeyi ellerinde bulunduranların, hiçbir çaba göstermeksizin ve
riske girmeksizin bu sermaye aracılığıyla gelir elde etmek istemeleri, öte
yandan ticaret erbabının ve çalışan fakir kesimin de devamlı sermayeye
ihtiyaç duyması sebebiyle faiz her dönem ve devir toplumunda az veya çok
bulunagelmiş, yol açtığı zararlar bilindiği halde yaşamış ve yaygınlık kazanmıştır.
İslâm’ın ortaya çıktığı VII. yüzyıl Arap toplumunda da faiz bütün çeşitleriyle
biliniyor ve uygulanıyordu. Bu yüzden sermaye belli kesimin elinde
yoğunlaşmış, gittikçe katlanan faiz borcunu ödeyemeyen kimseler veya
bunların çocukları köle olarak satılmaya başlanmış, sonuç itibariyle az bir
kesim büyük çıkar sağlamasına karşı geniş halk kesimi perişan olmuştu.
Kur’an bu yaygın âdeti aşamalı bir akış içerisinde, gerekli önlemleri alarak
ve bu uygulamanın yerini tutacak kurumları da göstererek yasaklamış,
Hz. Peygamber de devrinde bilinen ve yapılan faizli ticarî işlemlerin faizden
arındırılmasına kılavuzluk etmiş, bu konudaki emir ve yasaklarıyla, belli
ölçü ve ilkeleri çıkarmaya elverişli bir uygulamayı başlatmıştır.
a) Kur’an’da Faiz Yasağı
Kur’an’da faiz (ribâ) yasağına değişik üslûp ve anlatım tarzlarıyla birden
çok yerde temas edilir. Fakat hiçbirinde ribânın tanımı yapılmaz, ayırıcı
özellikleri ve kapsamı belirtilmez. Ancak Kur’an’da geçen “ribâ”nın anlamı,
o dönem Araplar’ının bu kelimeye yüklediği mânadan farklı değildir.
Kur’an’da ribâ meselesi dört yerde ele alınmış ve ribâ yasağı içki yasağında
olduğu gibi aşamalı yöntem izlenerek dört aşamada ortaya konmuştur.
Bu konuda ilk âyet Mekke döneminde, yani müslüman toplumun inanç
ve ahlâk temellerinin kuruluşu sağlamlaştırıldığı dönemde nâzil olmuştur.
Mekkî Rum sûresinin 39. âyetinde şöyle buyurulmuştur: “İnsanların mallarında
artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Fakat Allah’ın
rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte onu verenler (sevaplarını ve
mallarını) kat kat arttıranlardır”. Bu âyet faizi açıkça yasaklamamakla
birlikte Allah katında çirkin görüldüğüne ve bereketsizliğine değinerek onu
dolaylı olarak reddetmekte, müminlere bu yönde uyarıda bulunmaktadır.
Medine döneminde nâzil olan Nisâ sûresinin 160-161. âyetleri ile Allah,
yahudilere faizin haram kılındığını, fakat onların bunu helâl sayıp alıpvermeye
devam ettiğini, bu yüzden de birçok ceza ve azaba uğradıklarını ve
uğrayacaklarını haber vererek yine dolaylı olarak faiz yasağına temas etmiş
ve bu konuda müslümanları yönlendirmiştir.
Üçüncü aşamada ise, “Ey iman edenler, kat kat faiz yemeyin. Allah’tan
korkun ki kurtuluşa eresiniz” (Âl-i İmrân 3/130) buyurularak faiz açıkça
yasaklanmıştır. Tabii ki Kur’an’ın bu üslûbu, ilk planda Mekke’de yaygın
olan bileşik faizli borç işlemlerini kapsıyor gözüküyorsa da âyetteki “kat
kat” kaydı, tek dereceli faizin helâl olduğu anlamında olmayıp o günkü
olguyu açıklamak için gelmiştir.
Dördüncü aşamaya gelince, artık faiz bir önceki kaydı da taşımaksızın
şiddetli bir üslûpla yasaklanmış, faizi bırakanlara bazı imkânlar gösterilirken
faizde ısrar edenlere acı sonuçlar bildirilmiştir. Bu konuya ayrılmış bulunan
Bakara sûresinin 275-279. âyetlerinde şöyle buyurulur: “Faiz yiyen kimseler
(kabirlerinden) tıpkı
şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar.
Onların bu hali, alışveriş de (ticaret) faiz gibidir demelerindendir. Oysa ki
Allah ticareti helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime rabbinden bir
öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir ve işi Allah’a
kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı
kalırlar. Allah faizi mahveder, sadakaları çoğaltır. Allah hiçbir günahkâr
kâfiri sevmez... Ey iman edenler, Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız,
faiz olarak artakalan (ana paranın üzerindeki) miktarı almayın. Şayet
bunu yapmazsanız (faize devam ederseniz), Allah ve Resulü ile savaşa
girdiğinizi bilin. Tövbe ederseniz ana sermayeniz sizindir. Ne haksızlık edersiniz,
ne de haksızlığa uğratılırsınız”.
Bu âyette Allah Teâlâ, faiz ile alışverişin farklı olduğunu vurgulayıp, faiz
alıp vermenin dünyadaki ve âhiretteki kötü sonuçlarına işaret etmiş, bu
arada, ana paradan fazla kısmın da faiz olacağını belirtmiştir. Kur’an’ın bu
üslûbu, faiz yasağı konusunda açık ve kati bir delâlettir. Öte yandan bu
âyetlerde geçen “ribâ” kelimesi, kapalı bir kelime olmayıp vahyin ilk muhatabı
olan Araplar arasında bilenen ve uygulanan yaygın faiz şeklini ifade
eder. O da, vadeye karşılık alacakta artış yapma uygulamasıdır.
b) Sünnette Faiz Yasağı
Hz. Peygamber’in sünneti, Kur’an’ın koyduğu “faiz yasağı” ilkesini
açıklamış, uygulamasını göstermiş, ayrıca Kur’an’da işaret edilmeyen bazı
işlemleri de faiz olarak nitelendirip yasaklamıştır.
Meselâ, Hz. Peygamber Vedâ haccında şöyle buyurmuştur. “Dikkat
edin. Câhiliye döneminin faizlerinin hepsi de kaldırılmıştır. Ana paralarınız
sizindir. Bu suretle ne haksızlığa uğratılmış, ne de haksızlık yapmış olursunuz...”
(Ebû Dâvûd, “Büyû‘”, 5). Bir başka hadiste de, “Faiz ancak veresiyededir”
(Buhârî, “Büyû‘”, 79; Müslim, “Müsâkat”, 101-103) buyururken Câhiliye
döneminde yaygın olan “vade karşılığı alacağı artırma” âdetine işaret
etmiştir.
Buna ilâve olarak Hz. Peygamber, kendi döneminde uygulanan işlemleri
ve alım satım türlerini de, ya faize yol açacağı, ya da faiz olduğu için yasaklamıştır.
Meselâ, “eşyâ-yı sitte” veya “emvâl-i ribeviyye” hadisi diye
meşhur bir hadiste şöyle buyurmuşlardır: “Altına mukabil altını, gümüşe
mukabil gümüşü, buğdayla buğdayı, arpa ile arpayı, hurma ile hurmayı,
tuza mukabil tuzu satmayınız. Ancak eşit miktarlarda ve peşin olursa o
müstesna. Her kim artırır veya fazla alırsa faiz alıp vermiş olur. Bunda alan
ile veren arasında fark yoktur.” Hadisin başka yoldan gelen rivayetlerinin
son kısmında “Cinsler değişirse peşin olmak şartıyla nasıl satarsanız satınız.
Peşin olmak kaydıyla altını gümüşle, gümüşü altınla, buğdayı hurmayla,
arpayı hurmayla satabilirsiniz...” (Buhârî, “Büyû‘”, 77-81; Müslim, “Müsâkat”,
79-85) ilâveleri vardır.
Bu konuda birçok hadis rivayet edilmiş olup bunlarda Hz. Peygamber
özetle, altın ve gümüşün, hurma, buğday, arpa ve tuzun (ve aşağıda görüleceği
üzere bu özellikteki gıda maddelerinin) aynı cins karşılıkla vadeli veya
fazla karşılıklı değişimini yasaklamış, cinslerin değişmesi halinde, peşin
olması kaydıyla mübâdeleye izin vermiş, altın veya gümüş ile para olmayan
değişiminde ise peşin ve eşit olma şartlarını aramamıştır. Aynı
şekilde kuru hurma ile yaş hurmanın, iyi cins hurma ile kötü cins hurmanın fazlalıkla
değişimi, gümüşün vadeli olarak altın karşılığı satımı yasaklanmış, altının
altınla, gümüşün gümüşle değişimine ancak peşin ve tartılarının eşit olması
halinde izin verilmiştir. Hatta Resûlullah, üzerinde altın bulunan bir gerdanlığın
bile altının ayrıldıktan sonra satılmasını istemiş
(Müslim, “Müsâkat”,
89-90), iki ölçek kötü cins hurmayı verip bir ölçek iyi cins hurma alan
sahâbîye böyle bir işlemin faiz olduğunu belirterek, “Sakın böyle yapma! İyi
cins hurma almak istediğin zaman önce kalitesi düşük hurmayı parayla sat,
sonra eline geçen para ile iyi cins hurma satın al” (Müslim, “Müsâkat”, 96)
buyurmuştur.
Hz. Peygamber aynı cins iki şeyin biri diğerinden fazla olarak değişimini,
hatta dalındaki yaş hurma ile kuru hurmanın tahminen değişimini de
(bey‘u’l-müzâbene) yasaklamıştır. Ancak Medine’de bahçe sahiplerinin bu
yöndeki ihtiyaçlarını ve isteklerini göz önüne alarak Resûl-i Ekrem bahçe
sahipleri için dalındaki yaş hurmayı, tahmin suretiyle aynı miktarda kuru
hurma ile değişime (bey‘u’l-arâyâ, bey‘u’l-ariyye) izin vermiştir. Halbuki
ağaçtaki hurmanın fazla olması ihtimali göz önüne alınırsa bu fazlalık faiz
olur. Fakat Hz. Peygamber belli bir ihtiyaca binaen genel kuraldan bir
istisna olarak buna izin vermiştir. Ariyye satışına 5 veskten (yaklaşık 9001000
kg.) aşağısı için izin verdiği rivayetleri de göz önüne alınınca
Resulullah’ın bahçe sahiplerinin veya elinde kuru hurma bulunup taze
hurma yemek isteyenlerin bu yöndeki ihtiyacını ve isteğini mâkul karşıladığı,
böyle küçük çaptaki bir değişimin faize, sömürü ve aldatmaya yol
açmayacağı için izin verdiği söylenebilir. Bu izinden hareketle yaş üzüm ile
kuru üzümün değişimini câiz gören mezhepler de vardır.
Buğday, hurma, arpa vb.nin fazlalıkla değişimi yasağı ve dalında henüz
olgunlaşmamış meyvenin satışı yasağı ile ilgili hadisler birlikte ele alınınca,
buradaki asıl amacın bahçe sahiplerinin ve üreticilerin korunması, paraya
olan ihtiyaçlarının istismar edilerek kandırılmalarının önlenmesi olduğu
sonucuna varılabilir.
Görüldüğü üzere Kur’an, kesin bir ifade ile Câhiliye faizi, borç faizi
(ribe’d-deyn) veya ribe’n-nesîe denilen, “vade karşılığında alacağın miktarının
artırılması” şeklindeki faizi yasaklamış, sünnet de bu yasağı teyit
etmiştir. Buna ilâve olarak sünnet, Araplar arasında cârî olup pek faiz olarak
görülmeyen bazı ticarî işlemleri ve mübâdele şekillerini de yasaklamıştır. Bu
o günkü Arap toplumu için de yeni bir durum olup daha sonra İslâmî literatürde
bu ribe’l-fadl veya alışveriş faizi adıyla anılır olmuştur. Birinci nevi
faizin, yani vade sebebiyle tahakkuk ettirilen fazlalığın haramlığında hiçbir
tartışma ve tereddüt bulunmamaktadır. Buna karşılık paranın ve gıda maddelerinin
peşin olarak fakat fazlalıkla değişiminin (ribe’l-fadl) yasaklanmış
olmasının gerekçesi ve illeti üzerinde farklı görüşler bulunduğundan, bu
yasağın ölçüsü, sınırı ve hangi cins ve nevi malları kapsadığı hususu tartışmalıdır.
c) Faiz Yasağının Amacı
Faiz yasağı, İslâm iktisadının hem ana öğelerinden birisi, hem de mâkul
bir gereğidir. İslâm servetin âtıl bırakılmamasını, üretim ve yatırım dışında
tutulmamasını isteyerek faiz ortamının doğuşunu engelleyici bazı tedbirler
almıştır. İslâm’da temel üretim faktörü olarak “emek” kabul edilip, sermayenin
risk ve zarara katlanmadan tek başına kazanç aracı olması önlenmiştir.
Çünkü bu, sermaye ve servetin giderek belli bir zümrenin elinde toplanmasına,
neticede insanların sınıflaşmasına, büyük bir kesimin mağduriyetine
sebep olacaktır. İslâm’ın yerleştirmeye çalıştığı ahlâkî anlayış, yardımlaşma
ve sosyal dayanışma ilkesi, zekât ve infak emri, emek ve sermayenin birlikte
üretime ve yatırıma yönelmesi, kâr ve zararı birlikte göğüslemesi
prensibi ve benzeri düzenlemeler, bir bütünün birbirini tamamlayan parçalarıdır.
İslâm, nimetleri ve külfetleri topluma dengeli biçimde yaymayı ilke
edinmiştir. Ağır diyet borcu altındaki suçluya hazine veya akrabalarının
hatta mensubu bulunduğu meslek kesiminin yardımını sağlarken, savaş
ganimetini, sermayenin belli ellerde dolaşmasını önleme gerekçesiyle, geniş
bir kesime yaymıştır. İslâm miras hukukunda mirasçı zümrenin genişliği de
bu anlayışın sonucudur.
Halbuki maddeci Batı toplumunda ise, sermayenin belli ellerde toplanması
istenmekte, bu amaçla sermayenin belli merkezlerden daha organizeli
şekilde üretim ve yatırıma aktarılması, buna karşılık geniş bir çalışan zümre
oluşması sağlanmaya çalışılmaktadır. Buna göre faiz Batı’nın iktisadî hayatının
ve anlayışının en vazgeçilmez unsurlarından birini oluşturmaktadır.
Batı tipi hayat ve düşünce tarzına hızla adapte olan müslüman toplumlarda
da faizin iktisadî hayatın temel unsuru ve sermayenin en tabii hakkı olarak
görülmeye başlanması bu sebepledir.
Kur’an faiz ile zekât ve infakın karşılaştırmasını yaparak zekât ve infakın
değerli ve kalıcı, faizin ise değersiz ve bereketsiz olduğunu bildirmektedir
(el-Bakara 2/276; er-Rûm 30/39). Gerçekten de zekât ve infak sosyal adaleti
ve refahı arttırıcı olduğundan değerli ve bereketlidir. Faiz ise gelir akışını
belli ellerde toplayıp sosyal refahı önleyeceğinden, dolayısıyla geniş bir
kesimin tüketim eğilimini ve imkânını azaltacağından, bazan sosyal patlamalara
sebep olduğundan neticede bereketsiz bir yoldur. Öte yandan, zekât
ve infakın Allah katında ecir ve mükâfat ile, faizin de ceza ve günah ile
karşılanması bir müslüman için kuşkusuz daha da önemli bir farklılıktır.
Kur’an’ın, faizle ticaret arasındaki ilişkiye değinerek ticaretin helâl, faizin
haram olduğunu bildirmesi de dikkat çekicidir. Çünkü ticaret üretken
olup toplumda emeğe ve sermayeye dengeli bir pay verir, paranın akışını
hızlandırır, belli istihdam imkânları ortaya çıkarır. Faiz ise üretken değil tek
taraflı çıkar sağlayan bir sömürüdür. Eşit ve iki taraflı risk taşıyan ticaret ile
eşitsiz ve tek taraflı risk taşıyan faiz arasında önemli bir mahiyet farkı
vardır. Faizle ticaretin aynı olmadığını vurgulayan bir üslûp kullanırken,
Kur’an’ın bu noktaya dikkat çekmeyi amaçladığı söylenebilir.
Hadislerde geçen “ribe’l-fadl” yani eşitsizliğe dayanan faizli alışveriş ve
mübâdele yasağı da birtakım hikmet ve gayelere dayalıdır. Öncelikle belirtilmelidir
ki, dört mezhep imamı da dahil olmak üzere İslâm hukukçularının
büyük çoğunluğu hadiste sayılan maddelerin sınırlama için değil belirli
illetlere dayalı örnekleme için anıldığı kanaatindedir. Aynı cinsten olan fakat
kalite ve miktar farklılığı olan malların mübâdelesi yerine birincinin satılması,
ikincinin de para ile satın alınması, yani devreye paranın ve pazarın
girmesi istenmiştir. Bu da bir yönüyle, toplumda iktisadî ve hayatî önemi
haiz maddelerin piyasada dolaşıp her kesimin ve ihtiyaç sahiplerinin yararlanmasına
imkân verilmesi amacıyla açıklanabilir. Belirtilen yönüyle ribe’lfadl
yasağı, esasen toplumda ticaretin hacmini genişletmeyi amaçlayan bir
tedbir görünümündedir. Öte yandan bu yasakla dar durumda kalan üreticinin
sömürülmesi, kandırılması da önlenmek istenmiştir. Böyle bir ihtimalin
en aza indiği özel durumlarda ise yasak kaldırılmıştır.
Görüldüğü üzere Kur’an ve Sünnet’te ribânın (faiz) tanımı yapılmamakta,
bazı örnekler üzerinde durulmaktadır. İslâm hukuk ve iktisadında
faiz ise “malın mal ile değişimi mahiyetindeki bir akidde karşılığı bulunmayan
bir fazlalık” olarak tanımlanır.
Ancak, faiz denilen bu fazlalığın neye karşılık ödendiği öteden beri Batılı
iktisatçılar arasında da tartışma konusudur. Bir kısmı faizi, parayı ödünç
alanın paradan sağlayacağı kâr için ödünç verene, onun fedakârlığına karşı
ödediği bir tazminat olarak değerlendirir. Halbuki piyasa şartlarına göre
değişkenlik taşıyan, oranı/miktarı ve meydana gelip gelmeyeceği belirsiz
olan, hatta negatif yönde (zarar şeklinde) gerçekleşme ihtimaline açık olan
kâr ile, sabit bir oran/miktar olan faiz arasında bağ kurulması doyurucu bir
izah sayılamaz. Piyasadaki kâr haddinin azalmaya başladığı dönemlerde de
yine sabit olarak ödenecek olan faiz, ticarî faaliyetlere, yatırım ve sanayiye
büyük bir yük teşkil edecektir. Nitekim günümüzde yüksek kredi faizleri
ticaretteki kâr haddini çıkabileceği en yüksek sınıra çıkmaya zorlamakta,
bundan da geniş tüketici ve halk kesimi zarar görmektedir. Kredi kullanan
yeterli ve beklediği kârı yapamadığında işyerini, fabrikasını kapatıp satmak
ve faizi ödemek zorunda kalmaktadır. Öte yandan faizli krediyle çalışan
iktisadî organizasyonlar, diğerleriyle rekabet etmekte zorlanmakta, hatta
çoğu defa bu hiç mümkün olmamaktadır. Bundan özellikle yatırımını kısa
sürede kâra geçiremeyen işletmeler zarar görmekte, dolayısıyla bu sistem
kısa vadeli yüksek kârlı alanlarda yatırımı hızlandırıp küçük işletmeleri ve
esnafı mağdur etmektedir. Günümüzde bu sebeple kapanan iş yerleri, satılan
fabrika, iflâs eden büyük işletme ve şirketlerin sayısı az değildir.
Bazı Batılı iktisatçılar ise faizi, fedakârlık ve teşebbüse bizzat girmekten
geri durmanın (imsak) karşılığı olarak izah etmeyi yetersiz bulurlar ve onu
“bekleme”nin karşılığı olarak görürler. Bunlara göre, tasarruf eden bugünkü
tüketimini gelecek bir zamana ertelemiştir. Faiz bunu özendirmekte ve
teşvik etmektedir. Ne var ki, bu beklemenin maliyetini tesbit edici bir ölçü
koyma imkânı yoktur.
Günümüzde ferdî tasarruflardan ziyade kolektif tasarruflar söz konusu
olduğundan, iktisatçılar faizi tasarruf ile yatırım arasındaki dengeyi sağlayan
bir unsur olarak telakki eder, tasarrufa ödenen bir prim olarak değerlendirirler.
Aslında sabit bir oran ve miktar olan faiz, sermayenin verimliliğine sınır
koymakta, onu çoğu zaman kısa vadeli yatırımlara yönlendirmekte, emeğin
üretimden yeterli payı almasını önlemektedir. Bunun için İslâm, sermayenin
üretim ve kârdan sabit bir pay alarak bütün risk ve sorumluluğu emeğe
yüklemesine karşı çıkmış, sermayenin payını değişken bir oran/miktar
üzerine oturtarak emek-sermaye arasında mâkul bir denge kurmuştur.
d) Faiz Yasağının İlleti
İslâm dininin koymuş olduğu emirler, yasaklar ve prensipler, her şeyden
önce müslümanlar için bir imtihan vesilesi olup müslümanlar İslâm’ın
hükümlerine sadakatle bağlı kaldıkları, onları koruyup yaşattıkları ölçüde iyi
müslüman olabilirler. Bununla birlikte dinin emir ve yasakları, pek çok âyet
ve hadiste hatırlatıldığı üzere belli aklî gerekçelere, mâkul izah ve ölçülere de
sahiptir. Bu sebeple, İslâm hukukçuları hem şâriin faiz yasağını daha iyi
anlamak, hem de faiz yasağının mahiyet ve kapsamı konusunda objektif
kriterler belirleyebilmek için bu yasağın illetinin ne olduğu konusu üzerinde
geniş biçimde durmuşlardır.
İllet, kısaca, varlığı hükmün varlığını, yokluğu hükmün de yokluğunu
gerektiren özelliktir. Aynı anlayışın bir uzantısı olarak, benzer durumlarda
aynı hükmün uygulanması
(kıyas işlemi) için dayanak teşkil eden özellik de
illet diye anılır. Hanefî ve Hanbelîler’e göre ribâ yasağının illeti, mübâdele
edilecek mallar arasında cins ve ölçü-tartı birliğinin bulunmasıdır. Şâfiîler’e
göre illet, gıda maddesi ve para olma, Mâlikîler’e göre ise saklanıp depolanabilen
gıda maddesi ve para olma özelliğidir.
Böyle olunca, Hanefîler’e ve Hanbelîler’e göre, mübâdele edilecek iki
malın hem cinsleri, hem de ölçü-tartı sınıfları aynı ise, peşin olarak ve eşit
miktarlarda mübâdele edilmelidir. Aksi takdirde faiz gerçekleşmiş olur.
Burada aslolan miktar bakımından eşitlik olup nitelik yönünden farklılık
dikkate alınmaz. Meselâ on ölçek buğdayın on iki ölçek buğdayla peşin
olarak da olsa değişimi kaliteleri farklı bile olsa faiz sayılır. Araya vade
girerse, cins birliği veya ölçü-tartı birliğinden birinin bulunması faizin gerçekleşmesi
için yeterlidir. Meselâ, aynı cins oldukları için altın ile altının
veya buğday ile buğdayın eşit miktarda bile olsa veresiye değişimi câiz
olmadığı gibi aynı gruba dahil buğday ile arpa veya altın ile gümüş, yahut
demir ile bakır da veresiye mübâdele edilmez. Buna karşılık buğdayın veresiye
olarak altın, gümüş, demir karşılığı değişimi câizdir.
Şâfiîler’e göre, mübâdele edilen malların her ikisi de yiyecek veya para
(semen) ise, veresiye olma halinde faiz gerçekleşir. İki ayrı sınıftan malın
veresiye mübâdelesi ise câizdir. Meselâ, hurma ile arpanın veresiye mübâdelesi
câiz görülmezken, buğdayın demir karşılığı mübâdelesi câiz görülür.
Altın ve gümüşün peşin mübâdelesi câiz iken veresiye olunca câiz görülmemesi,
aradaki değer farkının vadeden ileri gelmiş ve böylece faiz
amacına hizmet etmiş olması ihtimaline dayanmaktadır.
Burada belirtilmelidir ki, hadiste faiz yasağı için model ve maddî vâkıa
olarak ele alınan maddelerden çok, bu yasağın konmasındaki amacın iyi
belirlenip bu amacın bütün ticarî ilişkilerde korunması daha önemlidir. Bu
itibarla faiz yasağını hadiste zikredilen mal ve mübâdele şekillerine hasretmek,
faizi çok dar kalıplara oturtup faize vesile olabilecek birçok yolu açık
bırakmak olacaktır. Özellikle Zâhiriyye mezhebinin bu konudaki lafızcı
yaklaşımı bir yana bırakılırsa İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğunun, ribâ
yasağının illeti üzerinde yoğun biçimde fikir üretme ihtiyacını duymaları bu
düşünceyi desteklemektedir.
e) Faiz-Kâr İlişkisi
Faizin de bir nevi ticaret kârı olduğu öteden beri ileri sürülmekte olup
Kur’an buna açık ve veciz bir üslûpla cevap vermiştir (bk. el-Bakara 2/276).
Ticarette elde edilen kâr, belli bir emeğin, çalışma ve teşebbüsün karşılığı
iken faiz sadece vadenin karşılığıdır. Ticarette satan ile alanın menfaatleri
arasında denge varken, faizli işlemlerde karşılıklı menfaatten ziyade bir
tarafın sıkışmasından kaynaklanan tek taraflı istifade ve sömürü vardır.
Ticarette kâr bir defa alınır ve biter, faiz ise devamlı katlanarak büyür.
Ticarette zarar ve risk daima mevcutken faizde sermaye sahibi hiçbir risk
yüklenmeyip bütün riski emek sahibinin omuzlarında bırakmaktadır. Ticaret
üretken ve verimli, faiz ise âtıl bir kazanç yoludur. Bu yüzden de Kur’an’da,
Allah’ın ticareti helâl, faizi ise haram kıldığı belirtilmiştir (el-Bakara 2/276).
f) Faiz Konusunda İslâm Bilginlerinin Tavrı
Kur’an’da ve Sünnet’te faiz (ribâ) açıkça yasaklanmış olup bu konuda
bütün İslâm bilginleri fikir birliği içindedir. Ancak fıkıh bilginleri faizin kapsamı
ve faizli işlemlerin hukukî sonuçları konusunda farklı tavır ve görüşler
ortaya koymuşlardır.
Bir grup bilgine göre; faizin her türü haram olduğu gibi, faiz şüphesi taşıyan
veya faize yol açabilen her türlü ticarî işlemler de yasaktır. Bu konuda
bir ayırım ve derecelendirme yapmamak gerekir. Gerek âyetler ve gerek
hadislerin şiddetli bir üslûpla faizi yasaklaması böyle anlaşılmalıdır. Ancak
ölüm tehlikesi gibi zaruret hallerinde diğer haramlar gibi faizi alıp vermek de
mubah olabilir.
Diğer bir grup bilgin, faiz konusunda bir ayırım ve derecelendirmeye giderler.
Bunlara göre asıl haram olan, vadeden kaynaklanan faiz yani
“ribe’n-nesîe”dir. Peşin mübâdelelerdeki fazlalığın (ribe’l-fadl) faiz sayılması
ise “faize yol açma” tehlikesi sebebiyledir. Elbette ki bir şeyin bizzat haram
olması ile dolayısıyla haram olması arasında fark vardır. Bundan dolayı da
vadeden doğan faiz ancak zaruret halinde câiz olabilirken, fazlalık faizi
(ribe’l-fadl) ihtiyaç halinde de mubah olabilir.
Özellikle son devir Mısır bilginlerinden bir kısmı ise, Kur’an’da yasaklanan
faizin Câhiliye dönemi faizi olduğunu, yani “alacağın vadesi gelip de
ödenmediğinde vadesini uzatıp miktarı arttırma” şeklindeki katlı veresiye
faizi olduğunu, ilgili âyetteki ed‘âf-ı mudâafe kaydının da (Âl-i İmrân 3/130)
bunu ifade için sevkedildiğini ileri sürüp malı baştan veresiye verirken veya
parayı ödünç verirken belirlenen bir fazlalığı bu yasaklanan faizin kapsamında
görmezler. Bir grup İslâm âlimi, kredi faizlerini emek-sermaye ortaklığının
değişik bir nevi olarak değerlendirmekte, bir başka grup ise günümüz
toplumlarında şartların değiştiğinden, faizli kredi kullanımında zaruret ve
kamu yararı bulunduğundan söz etmektedir. Bu arada, tüketim kredisinden
alınan faizi haram görüp üretim ve yatırım kredisinden alınan faizi haram
saymayanlar, devletle vatandaşı arasında faizin cereyan etmeyeceğini
söyleyenler toplumsal kalkınma ve sosyal adalet noktasından, düşman
ülkesinde faizli işlemleri câiz görenler de müslümanın bundan kârlı çıkacağı
noktasından hareket ederler.
Ancak faiz yasağı konusunda klasik doktrinde hâkim çizginin bir hayli dışında
kalan bu yaklaşımları, İslâm’ın aslî iki kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’in
yeni yorumundan çok içinde yaşanılan Batılı iktisadî hayatın ve şartların
etkisi altında gündeme gelen ve İslâm toplumunda köklü yatırımlar için
kredi kaynakları üretmeyi, sosyal devlet olgusunu geliştirmeyi hedefleyen
arayışlar olarak nitelendirmek daha doğru olur. Dinî hükümlerde Kur’an ile
Sünnet’in arasını ayırmak yanlış olup Sünnet’i, Kur’an’ın açıklayıcısı ve
uygulanmasının göstericisi kabul etmek gerekir. İslâm sistem olarak faizi
reddedip onun yerini alacak başka kurumlar ikame etmeye önem vermiştir.
Bu itibarla, böyle kapsamlı bir faiz yasağını, yatırım ve üretim kredileri, konut
kredisi, devlet bankası kredisi gibi bazı münferit olay ve örnekler üzerine
uygulayıp, taraflara bir zararının olmadığını, aksine iki tarafa da yarar sağladığını,
öyleyse helâl olması gerektiğini genel bir ilke olarak ileri sürmek de
isabetli bir yol değildir. İslâm emir ve yasaklarında genel ve toplumsal yarar
ve zararı dikkate alır, yoksa şahısların özel yarar ve zararı ölçü alınmaz.
Faiz alıp vermek için İslâm’ın, “Zaruretler haramları mubah kılar” ilkesini
işletmek de çok sakıncalı bir yoldur. Önce, zaruretin sübjektif değil
objektif ölçüleri vardır. İkinci olarak, hukukta kurallar istisnaî durumlara
göre değil normal ve olağan durumlara ve yapıya göre konur. O halde
istisnaî durumun genelleştirilmesi, ona göre verilen istisnaî hükümleri de
kural haline getirme yanlışlığına yol açacaktır.
g) Faizde Hile
İslâm’ın faiz konusundaki çok sıkı ve açık yasağına rağmen öteden beri
müslüman toplumlarda faize ulaşma için hileli yolların keşfedildiği de bilinen
bir gerçektir. Meselâ ilk müctehidler devrinden itibaren “bey‘u’l-îne” denilen
alışverişşekli toplumda belli bir yaşama şansı bulmuştur. Bu nevi alışverişte
bir kimse vadeli aldığı bir malı daha düşük para ile peşin olarak satmakta,
böylece fazla ödemeli de olsa vade ile para bulmuş olmaktadır.
Yine Osmanlı toplumunun özellikle sonraki dönemlerinde görülmeye
başlanan muâmele-i şer‘iyye de, faizle borç para sağlama yolunda zorlanmış
hileli bir yoldur. Bu işlem de şöyle yapılır: Bir kimse başka bir kimseden
belli bir meblağı borç olarak alır, sonra onun yanında bulunan bir malı
faiz olarak ödenecek miktarda bir bedelle ve aynı vade ile satın alır, sonra
bu malı geri hibe ve iade eder. Bu amaçla yapılan işlemin başka şekilleri de
vardır.
İslâm dininde niyete, kişinin yaratanına, kendine ve toplumuna karşı
dürüst olmasına son derece önem verildiği, din de kolaylık ilkesi üzerine
kurulduğu halde müslüman toplumlarda bu tür hileli yolların gündeme
gelmiş olması insanî zaaflardan kaynaklanabildiği gibi ilk dönemlerden
devralınan kural ve ölçülerin değişen toplumsal hayata ve şartlara cevap
veremez oluşuyla da bağlantılıdır. Nitekim, faiz konusunda klasik doktrinde
yer alan kuralların, faizden kaçınmada gösterilmesi gereken titizliği vurgulayabilmek
için yapılan örneklendirmelerin, değişen iktisadî şart ve ihtiyaçlara
tam mutabık olmayışı ve kredi temini için alternatif kurum ve usullerin de
geliştirilmemiş olması Osmanlı döneminde devlet kontrolünde bir muâmele-i
şer‘iyye uygulamasının temel âmilini teşkil etmiştir.
h) Enflasyon-Faiz İlişkisi
Enflasyonun akidlere ve borç ilişkilerine etkisi aşağıda ayrıca ele alınacaktır.
Faizin enflasyonla ilişkisine gelince; paranın satın alma gücünün
yani gerçek değerinin hızlı bir düşüş kaydettiği, enflasyonun çok yüksek
oranlarda seyrettiği toplumlarda faiz, bu sınıra kadar paranın enflasyon
karşısındaki eriyişini durdurucu bir çözüm olarak görülmekte, dolayısıyla
bilhassa dar ve orta gelirlinin faize yönelmesinin önemli bir sebebini de bu
oluşturmaktadır. Burada şu sorulabilir: Enflasyon oranını aşmayan bir faiz
oranı gerçek faiz sayılır mı? Vade farkı ile banka faiz oranları arasında sıkı
bir ilişkinin olduğu, enflasyonun bir sebebinin de faiz olduğu, faizin gerçek
kâr yönü kadar başlangıçtaki niyet yönünün de olduğu göz önünde bulundurulursa,
bu soruya açık bir cevap vermek bir hayli güçleşmektedir. Fakat
her hâlükârda, başlangıçta belirli bir miktar veya oran üzerinden garanti
edilen bir fazlalığın faiz dışında mütalaa edilmesi de mümkün değildir.
Ancak İslâm’da zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yasak olduğundan,
enflasyonun yüksek olduğu ortamlarda ödünç verilen paranın
gerçek değerini koruyucu önlemler almakta (meselâ altın gibi gücünü koruyabilen
bir mübâdele aracını esas almakta veya önceden bir fazla ödemeyi şart
koşmaksızın ödeme zamanında enflasyon sebebiyle hâsıl olan zararın bu
nisbette telâfi edilmesinde) sakınca yoktur.
ı) Vade Farkı-Faiz İlişkisi
Vadeli satışın câiz olup olmadığı konusu aşağıda ele alınacaktır. Vadeli
satışta vade karşılığı alınan fazlalığın faizle ilişkisi öteden beri İslâm hukukçularını
meşgul etmiş bir konudur. Ancak klasik fıkıh kültüründeki faiz
anlayışına göre ifade etmek gerekirse, faiz paranın vade sebebiyle para
kazanması, vadeli satış ise malın vade sebebiyle peşin değerine göre fazla
paraya satılması olduğundan faizle vade farkı arasında fark bulunduğu ve
vade farkının faiz olmadığı görüşü hâkim olmuştur. Diğer bir anlatımla,
fakihlerin faiz tanımı esas alınıp şeklî ve objektif olarak bir değerlendirme
yapıldığında, vadeli satışlarda satım sırasında belirlenen ve satım bedeline
dahil olan vade farkının faiz olarak nitelendirilmemesi gerekir. Hanefîler de
dahil fakihlerin çoğunluğunun görüşü bu istikamettedir. Akidlerde dış görünüş
ve objektif ölçütler kullanıldığında çoğunluğun görüşü doğrudur ve
kişiler kendi niyetleriyle baş başa olup bunun sorumluluğunu Allah’a karşı
taşırlar.
Aralarında bazı Mâlikîler’in de bulunduğu azınlığı teşkil eden fakihler ise
akidlerde niyet, saik ve öze önem verip vadeli satışı, malın peşin değerinin
vadeli olarak daha yüksek bir değerle satımı mahiyetinde görür, bu sebeple
de vade farkını da bir tür faiz sayar. Bu son görüşte vadeli satışta aradan
mal kaldırılıp para ile para mukayese edilmekte, tarafların zihninde de bu
dönüşümün bulunduğu var sayılmaktadır.
Günümüz ticarî hayatında vade farkının alınmasının sebebi ve hesaplanma
yöntemi dikkatlice izlendiğinde, bunun klasik doktrinde tanımlandığı
şekliyle, faiz şüphesinden uzak olduğunu söylemek bir hayli zorlaşmaktadır.
Vade sebebiyle yapılan fazla ödemenin bir kısmının satış bedelini enflasyonun
olumsuz etkisine karşı korumayı amaçlayan bir tedbir, bir kısmının ise
beklemenin, ödenmeme riskinin ve mahrum kalınan peşin kârın karşılığı
mahiyetinde olduğu, bu sebeple de câiz olacağı iddiası belli ölçüde doğrudur.
Ancak günümüzde bankaların kredilere uyguladığı aylık faiz oranları ile
piyasadaki aylık vade farkı oranlarının daima paralel seyrettiği de gözden
uzak tutulmamalıdır. Kâr payı dağıtan finans kurumlarının –ortak yatırım ve
üretimin güçlükleri sebebiyle- gelirlerinin önemli bir kısmının ticarî faiz
oranına paralel seyreden bu vade farkı uygulamasından kaynaklandığını
buna ilâve edebiliriz. Böyle olunca, vade farkının faizle hiçbir ilişki ve bağının
bulunmadığını söylemek vâkıaya uymamakta, kâğıt üzerinde kalmaktadır.
Faiz ortadan kaldırılmadıkça ekonomide ve ticarî hayatta onun etkisinden
uzak kalmak mümkün olmayacaktır.
Vade farkının, hatta enflasyon oranındaki artışın faizle ilişkisi konusundaki
bulanıklığın asıl sebebi ise, faizin ne olduğunun belirsizliğidir. Böyle
olunca, öncelikli olarak faizin toplum genelini ve hukuk düzenini ilgilendirir
tarzda tanımının yapılması ve ölçütlerin belirlenmesi gerekmektedir. Vade
farkının faizle ilişkisi de, tarafları vade farkına sevkeden sebeplere göre
sübjektif nitelikte bir değer hükmüyle açıklanabileceği gibi, hukuk düzeninin
belirleyeceği objektif ölçütlere göre genel bir açıklamaya da tâbi tutulabilir.
j) Değerlendirme
İslâm faizi yasaklarken sermayeyi müstakil bir kazanç vasıtası olmaktan
çıkarıp emek ile birlikte üretim ve yatırıma girmeye teşvik etmiştir. Toplumda
yeni kredi imkânlarını oluşturacak birçok kurumu teşvik etmiş,
müslümanları zihnen, ahlâken buna hazırlamıştır. Müslümanların da gösterilen
bu yönde adımlar atıp faiz yerine yeni alternatif sistemler ve kredi
imkânları üretmeleri, bu ihtiyacı karşılayacak başka kurumlar oluşturmaları
gerekirdi. Bu yapılmadığı sürece gerçek anlamda haksızlık edilmeyen ve
haksızlığa uğranılmayan ideal bir iktisadî hayata geçilemeyeceği gibi faiz
kapısını zorlayan hileli yollar ve usuller de artacaktır. İslâm, dinî-ahlâkî
umdeleri, ilke ve prensipleri, emir ve yasakları ile kendi içerisinde belli bir
bütünlüğe sahip olup bunlar birbirini destekleyeci ve tamamlayıcı bir rol ve
konuma sahiptir. Faiz yasağı da bu bütünün bir parçasıdır. Toplum, İslâmî
hayat tarzına ve anlayışa adapte olup sistem geliştiğinde, haliyle faizin
yerini alacak orijinal ve İslâmî ilkelerle çatışmayan müesseseler kurulacak,
faize hileli yollardan ulaşmaya ihtiyaç kalmayacaktır. Müslüman toplumlarda
zaman zaman faiz konusunda görülen zorlamalar da herhalde bu
bütünlüğün sağlanamamasından kaynaklanmaktadır. Faizsiz banka modeli
de ancak böyle bir ortamda sağlıklı yaşama şansı bulabilir.
İslâm ülkeleri de dahil günümüz toplumlarında ahlâkî ve dinî hassasiyetin
kaybedilmesine paralel olarak faizin hızla yaygınlaşıp iktisadî hayatın
âdeta ayrılmaz bir parçası haline gelmeye başladığı acı bir gerçektir. Ancak
bundan sadece belli bir kesimin, meselâ faizle borçlanan borçlunun, kredi
alan yatırımcının zarar gördüğünü söylemek doğru olmaz. Faiz maliyete
yansıdığından bundan en çok geniş halk kitlesi zarar görmekte, sermayenin
belli ellerde toplanması hızlanmakta, insanlar acımasız ve barbarca bir
mücadelenin içine itilmektedir. Öte yandan yüksek faizle alınan kredilerle
yapılan yatırımlar ve girişilen teşebbüsler beklenen kârı vermediğinde kapatılıp
satılmakta, bundan da yine büyük bir kesim zarar görmektedir. Haram
kazançla beslenen yeni nesiller dinî emir ve yasaklara karşı daha kayıtsız
olmakta, netice itibariyle faiz alanı da vereni de dünyevî ve uhrevî birçok
sıkıntı ve ıstırapla, günah ve perişanlıkla karşı karşıya bırakmaktadır. Şu
halde, Kur’ân-ı Kerîm’in ribâ yasağı üzerinde ısrarla durmasının, bu kötü
sonuçların önlenmesi amacına yönelik olduğunu dikkatten uzak tutmamak
gerekir.
Ancak, İslâm’ın getirdiği faiz yasağıyla ilgili olarak yukarıda özetlenen
teorik bilgi ve yaklaşımı genel çerçeve olarak çizmek vazgeçilmez bir önem
taşımakla birlikte, konunun günümüz şartlarına uyarlanması ve toplumsal
kalkınmada aktif bir öneme sahip sermaye birikimi ve yatırımlara finansal
kaynak temini problemlerine çözüm bulunması da icap etmektedir. Bu
itibarla, çağın biriken problemlerine çıkış yolu ve alternatif çözümler üretmeden
sadece “faizin haram olduğunu, faize yol açan hilenin ve faiz şüphesinin
de faiz olduğunu” söylemek, haramın aşınması ve aşılması ya da dindar
kesimin ekonomik hayattan uzak durarak pasif ve mütevazi işlerle yetinmesi
gibi iki yanlıştan birini yaygınlaştıracaktır. Hatta İslâm toplumlarında
müslüman kesimin giderek ekonomik gücü yitirmiş ve bu gücü gayri
müslimlere kaptırmış olmasının önemli bir sebebi de faiz yasağını anlayış
tarzları ve bu yasağın yerini dolduracak alternatif çözümler üretilmemiş
olmasıdır.
Faizin İslâm dininde kesin olarak yasaklandığı doğru olmakla birlikte
neyin artı değer olduğu, hangi usul ve ölçüde elde edilen fazlalığın faiz
olacağı ve yasak kapsamına gireceği tartışma ve yoruma açık bir konudur.
Bu sebeple de bu hususta öteden beri farklı ölçütlerin ve yaklaşım farklılıklarının
sergilendiği görülür. Diğer bir anlatımla, faizin dinde yasaklanmış
olması birtakım hikmetlere mebni ilâhî bir belirleme, bir yönüyle taabbüdî
bir hüküm olmakla birlikte faiz yasağının içerik ve kapsamı, konunun
esasen muâmelât alanına girmesi sebebiyle ictihadî bir nitelik taşır. Bu
nedenle bir kimsenin, “günümüzde böyle bir yasağa gerek bulunmadığını
hatta faizi yasaklamanın mevcut ekonomik gelişmeler kaşısında doğru bir
yol olmadığını” söylemesi İslâm’ın açık bir hükmünü red ve inkâr etmesi
anlamına gelir. Buna karşılık bir müslüman âlimin şu veya bu tür bir maddî
karşılığı veya artışı faiz saymaması, faiz yasağını inkâr değil, o şeyin bu
yasak kapsamına girmediğini belirleme olacağından tamamen farklı bir
durumdur. Bu itibarla günümüzde İslâm bilginleri arasında yapılan faiz
tartışmalarını ve bu arada ileri sürülen farklı çözüm önerilerini faiz yasağını
tanıma-tanımama şeklinde değil yasağın içerik ve çerçevesini belirleme
yönünde gayretler olarak nitelendirmek gerekir.
Öyle anlaşılıyor ki, vade farkını faiz dışında mütalaa etmek, enflasyon
farkını faiz saymamak, faizsiz banka modelini ve murâbaha usulünü ön
plana çıkarmak çok bireysel ve mevziî kalmakta, meseleyi çözmeye yetmemektedir.
Bunların faiz sayılması ise hiç çözüm değildir. O takdirde iktisadî
hayat cendere içine itilmiş ve daha da zorlaştırılmış olacağından birçok
örtülü faiz yolu kendiliğinden açılacaktır. Belki daha sağlıklı bir yol, faiz
meselesini ilke olarak dinen haram olması itibariyle dinî–şer‘î bir konu,
insanın sömürülmesine ve haksız kazanca yol açması yönüyle ahlâkî bir
mesele olarak ele almak, muâmelâttan olması, toplumsal hayatı ve hukuk
düzenini yakından ilgilendirmesi sebebiyle de pozitif hukuk düzenine ve
kanunlaştırmaya taalluk eden bir konu olarak görmektir. Zaten sağlıklı bir
İslâm toplumunda da bu tür konular, dinî ve ahlâkî yönüyle ferdi, yasal
düzenlemeler itibariyle de mevcut hukuk düzenini ilgilendirdiğinden, İslâm
hukukçularının bu konudaki farklı görüş ve önerileri bireye yönelik bir fetva
olarak değil, kanunlaştırmaya katkı sağlayacak bir doktrin olarak görülür.
Böyle bir süreç başladığında belki de, klasik doktrindeki ölçülerden gerekiyorsa
sarfınazar edilip faizin ne olduğu ve ne olması gerektiği hususunda
iktisatçıların ve diğer sosyal bilimcilerin katkılarını da almak, böylece toplumun
geneline yönelik bazı ölçüleri belirlemek mümkün olacaktır. Son çeyrek
asır içinde İslâm ülkelerinde faiz konusunda çeşitli konferans ve kongrenin
yapılmış ve milletlerarası bazı kararların alınmış olması, bu konuda giderek
yoğunlaşıp derinleşen araştırmalar, dinî bilgi ve kaygıya sahip kişi ve mercilerce
yapılacak kanunlaştırmalar için de önemli bir adım olabilecek seviyededir.
C) Îne Satışı
En yaygın tanımlamaya göre îne, “bir malın belli bir fiyat karşılığında
vadeli olarak satılıp, satılan fiyattan daha düşük bir fiyatla geri satın alınması”
dır. Aynı işlemin, araya üçüncü bir kişi sokularak yapılması da îne
satışı kapsamında değerlendirilmektedir. Böyle bir usulün genelde faiz
yasağını
aşmak ve vadeli kredi temin etmek isteyen kimseler tarafından
kullanılmakta olması, îne satışını normal bir alım satım olmaktan çıkarıp
faizle yakından ilişkili hale getirmekte, bunun için de fıkıh kültürümüzde
konu bu çerçevede ele alınmaktadır.
İslâm hukukunda konular incelenirken kişilerin maksat ve niyetlerinden
ziyade davranışların dışa akseden objektif görüntülerinin esas alındığı,
hukukî işlemlerin mümkün olduğu ölçüde objektif ve açık kurallara bağlandığı
bilinmektedir. Çünkü hukukî hayatta düzen ve istikrarın kurulabilmesi,
üçüncü şahısların haklarının korunabilmesi bir ölçüde buna bağlıdır. Fakat
fıkıhta davranışların dayandığı niyet ve saik de ihmal edilmemiş, en azından
hükümler diyanî-kazâî ayırımına tâbi tutularak, bir hukukî işlemin şeklen
hukuka uygunluğunun kişilerin Allah katında sorumluluktan kurtulmada
yeterli olmayabileceği, zira Allah katında kişilerin iç irade ve düşüncelerinin
de önemli olduğu ısrarla vurgulanmıştır. İslâm hukukunda îne satışının câiz
olup olmadığına ilişkin tartışmaları bu bilgiler ışığında değerlendirmek gerekir.
Îne satışı
İslâm hukukunda, akidlerde şekil şartlarının mı tarafların gerçek
niyet ve maksatlarının mı esas alınacağı, akdi yapanların kasıt ve niyetinin
akde etki edip etmediği, yasak olan bir sonuca meşrû birtakım yollardan
gidilerek ulaşmanın yani hîle-i şer‘iyyenin câiz olup olmayacağı gibi
açılardan ele alınıp tartışılmıştır. Hanefî hukukçular, prensip olarak niyet ve
kastın, akdin sıhhatine etki etmeyeceğini kabul ettikleri, hîle-i şer‘iyyeye
uygulamada sıklıkla başvurdukları ve akdî ilişkilerde prensip olarak akdin
rüknünün kusursuz bir şekilde mevcut olmasını yeterli gördükleri halde, Hz.
Âişe’nin bu meseleye ilişkin bir sözünü dikkate alarak îne yoluyla satımın
câiz olmayıp fâsid olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Hanefî hukukçuların bu konudaki dayanağı Hz. Âişe’den nakledilen şu
haberdir: “Bir kadın Hz. Âişe’ye gelerek, ‘Benim bir câriyem vardı. Bunu
Zeyd b. Erkam’a vadeli (veresiye) olarak 800 dirheme sattım. Sonra da aynı
câriyeyi Zeyd b. Erkam’dan 600 dirheme peşin olarak satın aldım ve parasını
ödedim. Şimdi benim ondan 800 dirhem alacağım var’ dedi. Âişe, ‘Ne
kötü satım yapmışsın ve ne kötü satın alma yapmışsın! Git, Zeyd’e haber
ver; Allah onun Hz. Peygamber’le birlikte yaptığı cihadı iptal etti. Ancak,
tövbe ederse o başka’ diye cevap verdi. Kadın bunun üzerine Âişe’ye, ‘Ana
paramı alıp fazla kısmı iade etsem olur mu?’ diye sordu. Âişe de, ‘Kime
rabbinden bir öğüt gelip vazgeçerse, daha önce yaptıkları kendinedir’ (el-
Bakara 2/275) meâlindeki âyeti okudu” (Abdürrezzâk es-San‘ânî, el-Musannef,
VIII, 184-185; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, V, 206).
Hz. Âişe’nin sözünün bu görüşe dayanak kılınması
şöyle açıklanır: Hz.
Âişe’nin böyle bir satım akdi yapan Zeyd b. Erkam hakkındaki ağır ifadesi,
yani dinden dönme dışında bir davranış sebebiyle o zamana kadar yaptığı
taatlerin boşa gideceğini belirtmesi, akıl ve rey ile bilinebilecek bir konu
değildir. Öyleyse Hz. Âişe bunu, Hz. Peygamber’den duymuş olmalıdır. Bu
da, Zeyd’in yaptığı akdin fâsid olduğunu göstermektedir. Çünkü fâsid akid
bir mâsiyettir. Diğer yandan Hz. Âişe bu akdi, “kötü bir satma ve kötü bir
satın alma” olarak nitelemiştir. Bu vasıf, fâsid akde uygun düşen bir vasıftır.
Hanefî hukukçuların bu konudaki temel gerekçeleri Hz. Âişe’nin sözü
olmakla beraber, bazı Hanefîler söz konusu akidde “ribâ şüphesi” bulunmasını
da câiz olmama gerekçesi olarak göstermişler ve bu hususu da şu şekilde
açıklamışlardır: İkinci akiddeki fiyat (semen), gerçekte ilk akiddeki
fiyatın bedelidir. Hal böyle olunca, muâvazalı
(karşılıklı ivazların değişimini
sağlayan) bir akid olan satım akdinde, birinci fiyatın ikinci fiyattan fazla
olan kısmına hiçbir bedel tekabül etmemektedir ki, bu da ribânın tanımı ile
uyuşmaktadır. Her ne kadar bu ribâ, iki akdin bütünü ile sabit olmakta ve
akidlerden biriyle, ribâ değil sadece ribâ şüphesi sabit olmakta ise de bu gibi
konularda “şüphe”, “hakikat” hükmünde tutulur.
Bunun yanında, îne ile ilgili olarak şöyle bir hadis daha nakledilmektedir:
İbn Ömer, “Ne zamana kaldık! Eskiden hiçbirimiz kendisinin dirhem ve
dinarının müslüman kardeşinden daha lâyık olduğunu düşünmezdi. Şimdi
ise dirhem ve dinar, her birimize müslüman kardeşinden daha sevimli
gelmeye başladı” dedikten sonra Hz. Peygamber’in şöyle dediğini nakletmiştir:
“Dirhem ve dinar konusunda cimrilik edip de alım satımlarınızı îne
yoluyla yaparsanız, ineklerin kuyruğuna yapışıp ekip-biçme ile yetinirseniz
ve cihadı terkederseniz Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize dönmedikçe
bu zilleti sizden kaldırmaz” (Ebû Dâvûd, “Büyû‘”, 56; Müsned, II, 84).
Hanefî hukukçular bu akdin, yerleşik kuraldan (kıyas) hareketle değil,
Hz. Âişe’nin sözü (eser) sebebiyle fâsid sayıldığını, Hz. Âişe’nin sözünde ise
yalnızca “sattığı fiyattan daha ucuza satın alma”nın ifade edildiğini ileri
sürerek, bir kimsenin sattığı bir malı, henüz parası ödenmeden, sattığı
fiyattan daha yüksek fiyata satın almasının câiz olduğunu söylemişlerdir.
Yine Hanefî ekolünde, müşteri satın aldığı malın bedelini ödedikten sonra,
satıcının aynı malı daha yüksek fiyata geri satın almasında sakınca görülmemiştir.
Çünkü bu durumda iki akiddeki iki fiyatın birbirine bedel olma
durumu söz konusu değildir.
Mâlikîler meseleye sedd-i zerâyi‘ ilkesi, yani kötülüğe giden yolları kapatma
prensibi açısından bakmışlar ve dış görünüşü itibariyle mubah olduğu
halde faize götürdüğü için îne satımını câiz görmemişlerdir. Hanbelîler’den
İbnü’l-Kayyim, konuyu hile açısından ele almış ve tarafların sahih bir akid
görüntüsü altında meşrû olmayan kasıtlarını sakladıklarını öne sürerek
böyle bir akdin câiz olamayacağını söylemiştir.
Mâlikîler’in yaklaşımı ile Hanbelîler’in yaklaşımı arasında ince bir farkın
bulunduğu gözden kaçmamaktadır. Mâlikîler, înenin haram olan ribâya
götürebilecek bir vasıta olarak kötüye kullanılabileceğinden ve tarafların bu
töhmet altında bulunacağından hareketle îne satımını yasaklarken, Hanbelîler,
özellikle İbnü’l-Kayyim, tarafların zaten asıl niyetlerinin faizli işlem
olduğuna ve bu satımı hîle olarak kullandıklarına âdeta kesin gözüyle
bakmıştır.
Îne satımını câiz görmeyen ekollerde, söz konusu iki satımdan hangisinin
fâsid olduğu ve feshedilmesi gerektiği konusu da tartışılmıştır. Hanefî
ekolünde daha ziyade ikinci akdin fâsid olduğu ifade edilirken, Mâlikî ve
Hanbelî ekollerinde ağırlıklı görüş her iki akdin de fâsid olduğu ve feshedilmesi
gerektiği yönündedir.
Şâfiî ise, akdin sıhhat şartlarının mevcut olup onu fâsid kılacak şartların
bulunmadığı noktasından hareketle îne satımının sahih olduğunu söylemiştir.
Şâfiî, tarafların niyetlerini hiç dikkate almamış, akdin şekil şartlarını
taşıyor olmasını yeterli görmüştür. Şâfiî’nin sadece açığa vurulmuş kasta
itibar edip, niyete itibar etmeme şeklindeki eğilimi, bu meselede açıkça
görülmektedir. Şâfiî, Hanefîler’in gerekçe olarak kullandıkları Hz. Âişe’ye
nisbet edilen haberi de sabit görmemektedir. Ayrıca Şâfiî hukukçular, înenin
cevazı konusunda, konuya delâleti açık ve tam olmayan başka bir hadisi
gerekçe göstermişlerdir (Buhârî, “Büyû‘”, 89; “Vekâle”, 3; Müslim, “Müsâkat”,
18; el-Muvatta’, “Büyû‘”, 20, 21).
Gerek Hz. Âişe’den yapılan rivayet gerekse İbn Ömer’in sözü, eğer rivayetler
sahih kabul edilirse, îne yoluyla alım satımın o dönemlerde mevcut
olduğunu göstermekte ise de onların göstermelik akid yapma kastı taşımadıkları,
ihtiyaca ve şartlara göre bunu yaptıkları düşünülmelidir. Olayın
şöyle cereyan etmiş olması mümkündür: Zeyd, o kadından vadeli olarak bir
câriye satın almış, fakat bir müddet sonra başka bir şey için kendisine para
lâzım olmuş ve câriyeyi ilk sahibine peşin ve daha ucuza satmayı teklif
etmiş ve o da kabul etmiş olabilir. Eğer o kabul etmeseydi, Zeyd o câriyeyi
başka birine satmak durumunda kalacaktı. Bu çerçevede cereyan eden akdin
meşrû olduğunda kuşku yoktur. O halde denilebilir ki, önceden koşulan bir
şarta bağlı olmaksızın yapıldığı takdirde bu işlemin meşrû olmaması için
hiçbir sebep yoktur. Ancak, bu işlem faizi gölgeleme amacıyla yaygınlaştırılır
ve kurumlaştırılırsa, diğer üç ekol açısından câiz görülmesi mümkün
değildir. Hatta, bu durumda faize ulaşma kastı artık açığa vurulmuş sayılacağından
bu işlem, Şâfiî ekolü açısından da meşruiyetini yitirmiş olur.
Îne yoluyla satım, terminolojideki yaygın ve teknik kullanımı bu olmakla
birlikte, özellikle Mâlikî hukukçular, benzer bazı satımları da îne
satımı kapsamında değerlendirmişlerdir. İbn Rüşd bu noktada îneyi câiz,
mekruh ve haram olmak üzere üç kısma ayırmıştır.
a) Câiz olan îne şöyle devam eder: “A, B’ye gidip, sende şu mal varsa
satın alacağım der. B, şu anda o malın bulunmadığı”nı söyler, fakat akabinde
A’ya, sorduğu malı satın aldığını, dilerse peşin veya vadeli olarak
satabileceğini haber verir. Bu şekildeki işlem câizdir. Tarafların birbirlerine
herhangi bir taahhüdü yoktur. A malı dilerse alır dilerse almaz.
b) Mekruh înenin şekli şöyledir; A, B’ye giderek, filân malı kendisi için
satın almasını, kâr oranı üzerinde anlaşmaksızın kendisinin o malı ondan bir
miktar kâr vererek satın alacağını söyler. Bu işlem, mekruhtur.
c) Haram îne ise, aynı işlemin kâr oranı üzerinde önceden anlaşılarak
yapılmasıdır. Şöyle ki; A, B’ye “Filân malı peşin 100 liraya satın al, ben o
malı senden vadeli olarak 120 liraya satın alayım” der ve akid bu suretle
yapılmış olur. Diğer İslâm hukuk ekollerinde pek söz konusu edilmeyen bu
işlem, Mâlikî hukuçularca câiz görülmemiştir. Mâlikî hukukçular tarafından
söz konusu edilen bu muhtevadaki îne, günümüzde “leasing” olarak adlandırılan
sisteme benzemektedir.
Îne kapsamı içerisinde değerlendirilen şöyle bir işlem daha vardır: İhtiyaç
sahibi olan şahıs, daha iyi durumda olan birinden borç ister. Fakat bu şahıs,
bir menfaat elde etmeden borç vermek istemez ve şöyle der: “Sana borç
veremem. Fakat, piyasa değeri 100 lira olan şu malı sana 120 liraya vadeli
olarak satarım, sen de bunu götürüp 100 liraya satarsın”. Borç isteyen şahıs
buna razı olunca işlem gerçekleşmiş olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, V,
273). Ancak, bu tür işlem terminolojide “tevarruk” olarak adlandırılmakta
olup (bk. İbn Kayyim, İ‘lâmü’l-muvakkı‘în, III, 170, 200) Hanbelî ekolü dışındaki
ekollerce genelde câiz kabul edilmektedir. Fakat bu işlem, açıkça zor
durumda bulunan birinin bu durumundan yararlanma olduğundan dinen
mekruh sayılmıştır.
Bu hukukî yaklaşımlar yanında meslenin bir de dinî-ahlâkî boyutu vardır
ki o da, özellikle İbn Ömer hadisinde açıkça görüldüğü üzere, müslümanların
aralarındaki sosyal yardımlaşmayı herhangi bir maddî yarar sağlama
düşüncesi olmaksızın gerçekleştirmeye çalışma yönündeki vecîbeleridir. Bu
itibarla, kişinin dinî açıdan içine sindiremeyeceği dolambaçlı yollara başvurmasını
önlemenin tabii yolunun, toplumda ihtiyacı olanların faizsiz kredi
kullanabilmelerine imkân verecek kurumları ve iktisadî yapıyı oluşturup
geliştirmekten geçtiği, bunu gerçekleştirmenin de başta zenginler olmak
üzere bütün müslümanlar için kaçınılmaz bir görev olduğu unutulmamalıdır.