""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Ateizm,Deizm,Şirk,Günah Kavramı

                                         BÜYÜK GÜNAH KAVRAMI
Arapça'da kebîre (çoğulu kebâir) kelimesi ile ifade edilen büyük günah,
bozgunculuğa sebep olan, hakkında tehdit edici bir nas (âyet ve hadis) bulunan,
işleyenin dünyada veya âhirette cezalandırılmasına sebep olan büyük
suçlar ve davranışlara denir.

Büyük günahların en büyüğü Allah'a şirk koşmak ve O'nu inkâr etmektir
(küfür). Büyük günahların neler olduğu konusunda hadislerde çeşitli bilgiler
vardır. Peygamberimiz bir hadisinde, "Size büyük günahların en büyüklerinden
haber vereyim mi? Onlar: Allah'a ortak tanımak, ana babaya
itaatsizlik ve yalancı
şahitliktir" (Buhârî, “Edeb”, 6; Müslim, “Îmân”, 38;
Tirmizî, “Tefsîr”, 5) buyurmuş, bir başka hadislerinde "Mahveden yedi günahtan
sakınınız. Onlar: Allah'a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere
adam öldürmek, yetim malı yemek, ribâ (faiz), savaştan kaçmak, iffetli ve
iman sahibi bir kadına zina iftirasında bulunmaktır" (Buhârî, “Vesâyâ”, 23;
Müslim, “Îmân”, 38; Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”, 10) diyerek, büyük günahların
yedi tanesini zikretmiştir. Bir başka hadiste büyük günahların sayısı dokuz
olarak belirtilmiş, ana babaya itaatsizlik ve Mescid-i Harâm'da yapılması
yasak bir fiili işlemek de bunlara eklenmiştir (Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”, 10).

Kalbinde inancı olduğu halde inancını diliyle söyleyen, fakat çeşitli sebeplerle
ameli terkeden, dolayısıyla şirk ve küfür dışındaki büyük günahlardan
birini işleyen (fâsık ve fâcir) kimse, işlediği günahı helâl saymıyorsa
mümindir, kâfir değildir. Fakat büyük günah işlediği için ceza görecektir.
Ancak bu kimse için tövbe kapısı açıktır.

ATEİZM VE PSİKOLOJİ İLMİ
Daha doğuşunda ilahi olanla bağını koparan modern psikiyatri,Freud un analizleri ve izleyicilerinin gayretiyle,insan ruhunu dinin ellerinden alıp bilimsel çalışma konusu olarak tabiat dünyasına yerleştirdi.İnsan ruhunu artık bilimin izah edeceği ümid ediliyordu. Ama bu ümid artık tükeniyor .Modern psikiyatri ne insan ruhuna tatminkar açıklamalar getirebiliyor,nede hayat ve ölümün anlamı gibi en temelli sorulara cevap verebiliyor.Psikiyatride başka yeni sorular soruluyor;yanlışı nerede yaptık?Kutsal geleneklerle aramızdaki bağı tekrar nasıl kurabiliriz?Pozitivizmin pradigmalarından nasıl kurtulabiliriz.(Psikiyatri ve Kutsallık.Jakob Needlemann,David İngleby,Robin Skynner.İnsan Yay.İst.1994)

Şu Günlerde bilim  adına bazı insanlar konuşmalar yapmaktadır .Bu konuşmalara İlgili Sabah yazarı Emre AKÖZ un 03.02.2008 tarhli sabah gazetesindeki yazısını buraya alıyorum:Doğa bilimcileri tanrıtanımaz mı? Çok ilginç bir oyunla karşı karşıyayız: Üniversitede türbana karşı çıkanların silahı şimdiye kadar " hukuk " idi. Bunu nasıl yaptıklarını biliyorsunuz: Anayasa'daki muğlak "laiklik" ilkesini kendilerince yorumladılar... Bu da yasağı, hukuku "kullanarak" sürdürmek anlamına geliyordu. Hukuku, ideolojiye peşkeş çekmeyi hala sürdürüyorlar. Ancak yeni bir tezgah daha kuruldu: Bilim ... Özellikle de doğa bilimleri. Şimdi de fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerini öne sürerek yasakları savunuyorlar. Mesela jeoloji profesörü Celal Şengör şöyle diyor: Biz üniversitede bilim öğretiyoruz... Bilim ile inanç çelişir... Türban takan kız, "Ben senin bilimine inanmıyorum" demiş oluyor... Biz böyle bir kişiye ders vermeyiz... Aklı ve eleştiriyi kabul etmeyen hiçbir sistemi üniversite kapısından içeriye almayız... İcap ederse, ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar o kapıları kapatırız... Buradaki kritik söz, "Bilim ile inanç çelişir" cümlesidir. Çünkü bilim yaparken... Pratikle test edilen... Ya " doğru " ya da " yanlış " olan " önermeler " kullanılır. İnanç ise teste tabi tutulan, sınanan bir şey değildir. Mesela Tanrıyı gözünle görmezsin, kulağınla duymazsın ama inanırsın. Peki, Prof. Şengör haklı mı? Söyledikleri makul mu? Öncelikle şunu saptayalım: Farkında mı bilmiyorum ama... Prof. Şengör bu iddiasıyla bütün doğa bilimcilerinin " ateist " yani " tanrıtanımaz" olduğunu ileri sürmekte. Öyle ya... Bilimle inanç arasında kökten bir çelişki, bir uyuşmazlık varsa... Bilim öğreten üniversitede inancın hiçbir yeri yoksa... O halde bütün doğa bilimciler tanrıtanımaz olmak zorunda... Ara notu: Tabii bir başka şık da, inançlı doğa bilimcilerinin " takiye " yaparak, kendilerini gizlemeleri. Prof. Şengör, bu iddiasını... Kendisini YÖK üyeliğine aday gösteren... Üniversitelerarası Kurul'un 219 üyesine gönderdiği mektupta dile getirdi... Ben şimdiye kadar, o 219 üyeden buna itiraz eden olduğunu duymadım. İtiraz etmediklerine göre... Ya okuduklarını anlamıyorlar... Ya da gerçekten hepsi tanrıtanımaz... Tanrıtanımaz olmak ne suç, ne de ayıp... Ancak 219 üyenin birden böyle olması, gerçekten tuhaf bir durum. Bu " yığılma " nasıl gerçekleşmiş acaba? Gelelim hayatın gerçeklerine... Şunu biliyoruz: Batı üniversitelerinde çok sayıda dindar hoca ve öğrenci var. Çoğu Hıristiyan, bir kısmı da Müslüman ve Yahudi bu insanların... Bu inançlı kişiler... Ya bilimi geliştirmek için araştırmalar, deneyler, gözlemler yapıyor... Ya da mezun olduktan sonra... Okulda öğrendikleri bilimi kullanarak... Gökdelenler dikiyor, hastaları tedavi ediyor, uzaya uydular gönderiyorlar. Celal Şengör'ün akıl yürütmesine göre, böyle bir şeyin mümkün olmaması gerekir. Ama oluyor işte! İnsanlar hem bilim yapıyor... Hem de, mesela Hıristiyan olanlar, elde İncil, pazar ayinine katılıyor. Buyurun bakalım... Arkadaşlar! Ben size geçen gün de söyledim: Celal Şengör bilim yaparken... Yani uzmanı olduğu jeoloji alanında çalışırken; elbette mantıklı bir insan gibi düşünüyor. Ama iş; " toplumsal, siyasi, ideolojik " meselelere gelince... O mantık, o tutarlılık, o sağlıklı ve olgun akıl yürütme becerisi uçup gidiyor. Tekrarlayalım: "Doğaya bakarken duruşu mantıklı; topluma ise esas duruşta bakıyor.

TASDİK ve İNKÂR BAKIMINDAN İNSANLAR

İnsanlar tasdik ve inkâr açısından üç grupta incelenebilirler.

a) Mümin

Allah'a, Hz. Peygamber'e ve O'nun haber verdiği şeylere yürekten inanıp,
kabul ve tasdik eden kimseye mümin denir. Müminler âhirette cennete girecekler,
orada pek çok nimetlere kavuşacaklardır. Günahkâr müminler, suçları
ölçüsünde âhirette cezalandırılsalar da sonunda cennete konulacaklardır. Müminlerin
ebedî cennetlik olacağına dair Kur'an'da pek çok âyet vardır.

b) Kâfir

İslâm dininin temel prensiplerine inanmayan, Hz. Peygamber'in yüce
Allah'tan getirdiği kesin olan ve tevâtür yoluyla bize kadar ulaşmış bulunan
esaslardan (zarûrât-ı dîniyye) bir veya birkaçını yahut da tamamını inkâr
eden kimseye kâfir denir. Meselâ namazın farz, şarabın haram oluşunu inkâr
eden, meleklerin ve cinlerin varlığını kabul etmeyen kimse kâfirdir.

Kâfir sözlükte "örten" anlamına gelmektedir. Gerçek ve doğru inancı
örttüğü, yanlışşeylere inandığı için böyle kimselere kâfir denmiştir. Bir insan
kâfir olarak ölürse ebedî cehennemde kalacaktır. Bu konudaki âyetlerden
birinde şöyle buyurulmuştur: "(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak
ölmüş olanlara gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti
onların üstünedir. Onlar ebediyen o lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları
hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır" (el-Bakara 2/161-162).

c) Münafık

Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed'in peygamberliğini ve onun, Allah'tan
getirdiklerini kabul ettiklerini söyleyerek, müslümanlar gibi yaşadıkları
halde, kalpten inanmayan kimselere münafık denir. Münafıkların içi başka
dışı başkadır. Sözü özüne uygun değildir. Bir âyette şöyle buyurulur: "İnsanlardan
bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah'a ve âhiret gününe
inandık’ derler" (el-Bakara 2/8). Münafıkların gerçekte kâfir oldukları bir
başka âyette şöyle ifade edilir: "Onların Allah yolundan sapmalarının sebebi,
önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir.
Artık onlar hiç anlamazlar" (el-Münâfikun 63/3).

Münafıklar İslâm toplumu için açık kâfirden daha tehlikelidirler. Çünkü
onlar dıştan müslümanmış gibi gözüktüklerinden tanınmaları mümkün değildir;
içten içe müslüman toplumun huzur ve düzenini bozar, kuzu postuna
bürünerek dikkatsiz ve bilgisiz müslümanları yanlış yönlere sürüklerler.
Peygamberimiz vahiyle kimlerin münafık olduğunu bilir, bu sebeple de onlara
önemli görevler vermezdi. Hz. Peygamber'den sonra insanlar için böyle
bir bilgi kaynağı
(vahiy) söz konusu olmadığından ve müslüman olduğunu
söyleyenlerin iç dünyasını araştırmak da doğru olmadığından münafık,
dünyada müslüman gibi işlem görür. Onun cezası âhirete kalmıştır. Bir
âyette açıklandığı üzere cehennemin en alt tabakasında münafıklar bulunur:

"Şüphe yok ki münafıklar, cehennemin en alt katındadırlar (derk-i esfel).
Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın" (en-Nisâ 4/145).

J) KÜFÜR ve ŞİRK

Küfür kelime olarak "örtmek" demektir. Dinî literatürde ise Hz. Peygamber'i
Allah'tan getirdiği şeylerde yalanlayıp, onun getirdiği kesinlikle sabit
dinî esaslardan bir veya birkaçını inkâr etmek anlamına gelir.

Sözlükte "ortak kabul etmek" anlamına gelen şirk, terim olarak Allah
Teâlâ'nın tanrılığında, isim, sıfat ve fiillerinde, eşi, dengi ve ortağı bulunduğunu
kabul etmek demektir. Müşrikler Allah'ın varlığını inkâr etmezler.
O'ndan başka ilâh olduğunu kabul edip, onlara da taparlar veya isimleri,
sıfatları, irade ve otorite sahibi olması açısından Allah'a eşdeğer güç ve varlıklar
tanırlar.

Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün
daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda her şirk küfürdür,
fakat her küfür şirk değildir. Her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir.
Çünkü şirk sadece Allah'a, zât, isim ve sıfatlarına ortak tanıma sonucu
meydana gelir. Küfür ise, küfür olduğu bilinen birtakım inançların
kabulü ile gerçekleşir. Küfür olan inançlardan biri de Allah'a ortak tanımadır.
Meselâ Mecûsîlik'te olduğu gibi iki tanrının varlığını kabul etmek şirk
olduğu gibi aynı zamanda küfürdür. Halbuki âhiret gününe inanmamak
küfürdür, ama şirk değildir.

Allah'a şirk koşmak günahların en büyüğüdür. Şirk dışındaki günahları,
Allah'ın dilediği kimse için bağışlayacağı bir âyette şöyle ifade edilir: "Allah
kendine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse
için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır" (en-Nisâ 4/116).

Kur'an'a göre, göklerde ve yerde hâkimiyetin yegâne sahibi Allah'tır.
Yaratma O'na mahsustur. Her şey O'na –istese de istemese de– boyun eğmiştir.
Her şeyde O'nun hükmü geçerlidir. Yaratma ve hükümranlıkta hiç
kimse O'na ortak olamaz.

K) İMAN ile KÜFÜR ARASINDAKİ SINIR

İman, Hz. Peygamber'in getirdiklerinin hepsini tasdik, küfür de inkâr
etmektir. Buna göre, iman ile küfrü belirleyen başlıca ayıraç kalbin tasdikidir.
Ancak kalbin tasdiki, insanlar tarafından bilinemediğinden, ikrar ve
ikrarı gösteren dinî görevleri yerine getirmek, yani amel, kalpteki imanın
varlığının göstergesi olarak kabul edilmiştir.

Küfrün en belirgin alâmeti, dinin temel esaslarından birini veya tamamını
reddetmek yahut onları beğenmemek, önemsememek ve değersiz saymaktır.

Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin, bu dünyada mümin kabul
edilmesi ve İslâm toplumundan dışlanmaması gerekir. Çünkü dünyada dış
görünüşe ve ikrara göre işlem yapılır. İçten inanıp inanmadığını tesbit ise
Allah'a mahsus ve âhirete ilişkin bir meseledir: “...Size selâm verene dünya
hayatının geçici menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin demeyin...”
(en-Nisâ 4/94) buyurularak buna işaret edilir. Hz. Peygamber de imanda
ikrarın önemini vurgulamak ve kelime-i tevhidi söyleyenin, müslüman kabul
edilmesi gereğine işaret etmek için şöyle buyurmuştur: "İnsanlar Allah'tan
başka Tanrı yoktur, Muhammed O'nun elçisidir deyinceye kadar kendileriyle
savaşmakla emrolundum. Ne zaman bunu söylerlerse, can ve mal güvenliğine
sahip olmuş olurlar..." (Buhârî, “Cihâd”, 102; Müslim, “Îmân”, 8;
Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 104). Bu sebeple imanını diliyle ikrar ettiği veya davranışlarına
yansıttığı sürece herkesin İslâm toplumunun tabii bir üyesi olarak
görülmesi, can ve mal güvenliğine sahip olması, dünyevî-dinî ahkâm, sosyal
ve beşerî ilişkiler bakımından da müslümanın sahip olduğu bütün statü,
hak ve sorumluluklara muhatap olması gerekir.

L) TEKFİR

Tekfir, müslüman olduğu bilinen bir kişiyi, inkâr özelliği taşıyan inanç,
söz veya davranışından ötürü kâfir saymak demektir. İrtidad ise müslümanın
dinden çıkması anlamına gelir. Dinden çıkana mürted denilir. Bu itibarla
tekfir bir şahsın başkaları tarafından küfrüne hükmedilmesi, irtidad ise kişinin
kendi irade ve ifadesiyle İslâm'dan ayrılması ve hukuk düzeni tarafından
da mürted sayılması demektir.

Bir müslümanın kâfir olduğuna hükmedilmesi onu pek ağır dünyevî sonuçlara,
müeyyide ve mahrumiyetlere mahkûm etmek anlamına geldiğinden,
tekfir konusunda çok titiz davranmak gerektiği açıktır. Bu, bireysel bir
isnat ve iddia anlamındaki tekfir için de toplumsal bir yargı anlamındaki
irtidad için de böyledir. Gelişigüzel tekfir iddialarına dayanılarak irtidad hükümleri
uygulanamaz.

İslâm kültüründeki tekfir ve irtidad kavramları, din ve vicdan hürriyetinin
sınırlandırılması ve tehdit altında tutulması değil, toplumun ortak değerlerine
ve dinî inançlarına karşı alenî saygısızlık ve saldırganlığı önleme,
toplumda gerekli olan huzur ve sükûnu güvence altına alma, nesilleri inkârcılığın
olumsuz etkilerinden koruma, tekfir edilen şahsa gerekli yaptırımların
uygulanmasıyla da kamu vicdanı açısından adaleti gerçekleştirme gibi gayelere
mâtuf bir tedbir ve toplumsal sağduyu refleksi niteliğindedir.

Yersiz yapılan tekfir, fert açısından ağır sonuçlar doğurmasının yanında
toplum hayatında kapatılamayacak yaraların açılmasına, birlik ve bütünlüğün
zedelenmesine ve parçalanmaya sebep olur. Çünkü bu durumdaki bir
kimse, gerçek durumunu Allah bilmekle birlikte, toplumda müslüman muamelesi
görmez, selâmı alınmaz, kendisine selâm verilmez, kestikleri yenilmez.
Müslüman bir kadınla evlenmesine müsaade edilmez. Öldüğünde cenaze
namazı kılınmaz. Müslüman kabristanına gömülmez. Tekfir bu denli
ağır sonuçlar doğurduğu içindir ki, Hz. Peygamber Medine toplumunda,
münafıkların varlığını bildiği halde onları küfürle itham etmemiş, temelleri
hoşgörüye bağlı bir İslâmlaştırma siyaseti izlemiş, pek çok hadiste de "Ben
müslümanım" diyeni küfürle suçlamaktan sakınmayı tavsiye etmiştir. Bir
hadiste "Kim bir insanı kâfir diye çağırırsa, yahut öyle olmadığı halde ey
Allah düşmanı derse söylediği söz kendisine döner" (Buhârî, “Ferâiz”, 29;
Müslim, “Îmân”, 27) buyurulurken, bir başka hadiste de şöyle denilmiştir:
"Bir insan müslüman kardeşine ey kâfir diye hitap ettiği zaman, ikisinden
biri bu sözü üzerine almış olur. Şayet söylediği gibi ise küfür onda kalır, değilse
söyleyene döner" (Buhârî, “Edeb”, 73; Müslim, “Îmân”, 26).

Hadislerden de anlaşılacağı gibi bir kimseyi küfürle itham ederken göz
önünde bulundurulması gereken husus, o kimsenin küfür olan bir inancı
gönülden benimsediğinin iyi tesbit edilmesidir. Muhatap küfrü açıkça benimsemiyorsa,
onun inanç, söz veya davranışı ile küfre girdiğini söyleme
konusunda temkinli olmak gerekir. Hz. Peygamber'in anılan tavsiyelerini
göz önünde bulunduran bilginler "ehl-i kıbleden olup da günah işlemiş bulunan
bir kimseyi bundan dolayı tekfir etmemeyi" Ehl-i sünnet'in temel prensipleri
arasında zikretmişlerdir.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol