""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Zekat vermenin Şartları

                               ZEKÂTIN ŞARTLARI
Zekâtla ilgili fıkhî bilgi ve tartışmaların başında, zekâtın kimlere hangi
şartlarda farz olduğu ve verilen zekâtın geçerli olabilmesi için ne gibi şartların
gerektiği hususu yer alır. Ancak buna geçmeden önce konuyla ilgili bazı
temel terimlerin açıklanmasında fayda vardır.

Zekâtın vücûb sebebi zenginliktir. Artıcı vasıfta belirli bir miktar mala
mâlik olan kimse zekât açısından zengin sayılır. Zenginliğin ölçüsü sayılan
miktara ve alt sınıra "nisab" tabir edilir. Borcundan ve tabii ihtiyaçlarından
fazla nisab miktarı artıcı mala sahip olan ve bu malının üzerinden bir kamerî
yıl geçen kimse zekât ödemekle mükellef olur.

Zekâtın rüknü, yani onun yapısından bir parça teşkil eden unsur, zenginlik
ölçüsü sayılan miktardaki maldan zekât borcunu çıkarmak ve onu
hak sahibine temlik ve teslim etmektir.

Zekât; müslüman, hür, akıllı, bâliğ, tabii ihtiyaçlarından fazla artıcı vasıftaki
mala tam bir mülkiyetle mâlik olan ve bu mâlik oluşunun üzerinden bir
(ay) senesi geçen kimselere farzdır. Bu farzın sahih olarak ödenebilmesi için
de ehline verilmesi ve verilirken de niyet edilmesi gerekir.

Görüldüğü gibi zekâtın farz olabilmesi için hem mükelleflerle ve hem de
mallarla ilgili şartlar vardır. Aynı
şekilde bu farzın edasının sıhhati için de
birtakım şartlar aranmaktadır.

A) YÜKÜMLÜLÜK ŞARTLARI

Bir kimsenin zekâtla yükümlü (mükellef) tutulabilmesi için gereken
şartlar, ilmihal dilinde, vücûb şartları veya zekâtın farziyetinin şartları olarak
da anılır. Zekâtla yükümlülük için gereken şartların bir kısmı mükellefte,
bir kısmı da malda aranan bazı özelliklerdir.

a) Mükellef ile İlgili Şartlar

Zekât, İslâm'ın beş esası arasında yer alan bir ibadet olması sebebiyle,
namaz ve oruçla mükellefiyette söz konusu olan şartlar, ilke olarak, zekâtta
da aranır. Ancak zekât, sosyal yardımlaşma ve dayanışma içeriği de taşıyan
malî bir mükellefiyet olması ve üçüncü şahısların haklarını da ilgilendirmesi
sebebiyle, diğer ibadetlerde aranan akıl ve bulûğşartının bunda aranıp
aranmayacağı tartışma konusu olmuştur.

Zekât bir ibadet sayıldığı için, öteden beri, zengin gayri müslim vatandaşların,
zekâtla yükümlü olmaları hiç gündeme gelmemiş, bunun yerine
onlardan başka isimler altında başka vergiler alınmıştır.

Çocuk ve akıl hastalarının "öşür" denen toprak ürünleri zekâtından sorumlu
olduklarında görüş birliği bulunmakla birlikte, bunların zekâta tâbi
diğer mallarından zekât alınıp alınmayacağı konusunda farklı iki görüş ileri
sürülmüştür. Ebû Hanîfe akıllı ve bâliğ olmayanları, toprak ürünleri ve
kamu hukukunun bir parçası olarak alınan zekât türü hariç, zekâtla mükellef
tutmamıştır. Fakihlerin çoğunluğuna göre ise akıl hastalarının ve çocuğun
malları zekâta tâbidir. Bu borcu veli ve vâsileri öderler. Zekât vekâletle
yerine getirilebilen malî bir ibadettir. Veli zekâtta çocuğun ve akıl hastasının
vekilidir. Bu vecîbeyi yerine getirmede onun yerini almaktadır, dolayısıyla
onlar adına zekât verir.

Bu iki farklı görüşten, çoğunluğun görüşü daha güçlü ve tercihe şayan
görünmektedir. Çünkü zekât netice itibariyle zenginliğin borcudur, topluma
karşı bir yükümlülük mahiyetindedir ve sosyal adaletin gerçekleşmesine
hizmet etmektedir.

b) Mal ile İlgili Şartlar

Kur'an zekâta tâbi olan mallara genel olarak temas etmiş
(bk. et-Tevbe
9/103), Hz. Peygamber de hadislerinde hangi malların ne şartlar içinde zekâta
tâbi olacaklarını belirtmiş, zekât memurlarına vermiş olduğu tâlimatlarda
bu mallardan nasıl ve ne şekilde zekât tahsil edileceğini öğretmiştir.
Zekâtla ilgili olarak daha sonraki dönemde oluşan fıkıh doktrini de Hz. Peygamber
ve sahâbe dönemindeki bu uygulama örnekleri etrafında gelişmiştir.
Bunun sonucu olarak, bir malın zekâta tâbi olabilmesi için "tam mülk olma",
"artıcı özelliğe sahip olma", "nisaba ulaşmış olma", "tabii ihtiyaçlardan fazla
olma", "üzerinden bir yıl geçmiş olma" gibi şartların arandığı görülür. Ancak
bu şartların gerekliliğinin Kur'an'da veya Hz. Peygamber tarafından açıkça
zikredilmediğini, fakihlerin ilk dönemlerdeki zekât tahsil örnek ve usullerinden
bu sonucu çıkardıklarını burada belirtmek gerekir. Zekât konusundaki
klasik fıkıh doktrini bu metotla ve böyle bir süreçte oluşmuştur.

İslâm hukukçularının "mal" kavramıyla ilgili görüşleri, İslâm toplumunun
ekonomik gelişim seyriyle âdeta paralellik arzeder. Hanefîler'e göre mal,
insanın mâlik olduğu ve kendisinden âdete uygun olarak yararlandığı her
şeydir. Fakihlerin çoğunluğu menfaatleri "mal" kabul ederken Hanefîler karşı
görüştedir. Ancak zekât hukuku bakımından Hanefîler'in görüşü daha ağırlıklı
görünmektedir.

1. Tam Mülkiyet. Bir malın zekâta tâbi olabilmesi için şart olan "tam
mülk (el-milkü't-tâm)" tabirinden maksat o malın, hem kendisinin (ayn) hem
de menfaatlerinin, sahibinin tasarruf salâhiyet ve kudreti altında bulunmasıdır.
Yani mal, mükellefin fiilen elinde veya onun tasarrufu altında bulunacak,
ona başkalarının hakkı taalluk etmiş olmayacak, o maldan ortaya çıkacak
fayda mükellefe ait olacaktır.
Tam mülk olma şartının zekâta tâbi mallarda aranmasının başlıca sonuçları
şunlardır:

Fakihlerin çoğuna göre;

1. Belirli sahibi olmayan mallar zekâta tâbi değildir. Buna göre halkın yararına
sunulan, herkesin istifade ettiği mallar, devletin zekât, vergi ve başka gelirlerinden
elde ettiği mallar belirli bir mâliki olmadığı için, zekâta tâbi değildir. Bu
mallar bütün topluma aittir ve onlardan bir kısmı da fakirdir.
2. Fakir, yetim ve kimsesizlerin doyurulması, okutulması, cami, mescid,
yol, köprü yapımı gibi amaçlarla hayır kuruluşlarına vakfedilen mallar zekâta
tâbi değildir. Ancak oğluna, ailesine veya falanın oğullarına gibi belirli bir kişi
veya kişilere yapılan vakıflar böyle değildir. Böyle vakfedilen mallar zekâta
tâbidir. Çünkü bu durumda vakfedilen malın mülkiyeti vakfedenden vakfedilene
geçmekte ve onda sürekli kalmaktadır.
3. Hırsızlık, gasp, rüşvet, faiz gibi haram yollarla kazanılan -haram mal-
zekâta tâbi değildir. Çünkü âlimler haram malı, elinde bulunduranın mülkünü
kabul etmemişler, onda tasarrufu yasaklamışlardır.
Tam mülk olma şartının Hanefîler'e göre başlıca sonuçları:

1. Elde bulunmayan ve ele geçeceği de umulmayan malda zekât yoktur.
Kimi Hanefîler'e göre ise faydalanılmayan malda da zekât yoktur. Bu ikinci
görüşe göre inkâr edilen, gasbedilen, düşman tarafından alınan, kaybolan,
denize düşen, sahraya gömülüp yeri unutulan, devlet tarafından müsâdere
edilen mallar tekrar sahipleri tarafından ele geçirilmedikçe zekâta tâbi değildir.
Çünkü bu mallarda elde bulundurma ve tasarruf imkânı yoktur. Yani
tam mülkiyet yoktur. Tam mülkiyetin tanımına ilişkin bu görüş farklılığı, ilk
imamlardan nakledilen "Mâlü'd-dımâr'da zekât yoktur" sözünde geçen
"mâlü'd-dımâr" tabirinin tefsirinden kaynaklanmıştır.


Şâfiîler'e göre ise, malın elde bulunmayışı zekât ödeme yükümlülüğünü
ortadan kaldırmaz. Buna göre gasbedilen, kaybolan, çalınan, denize düşen vb.
mallar, sahibinin eline geçince tahakkuk eden bütün zekâtları verilmelidir.

2. Ebû Hanîfe'ye göre kocasından vadeli mehrini almadıkça kadın zekâtla
mükellef değildir. Çünkü o mehre nikâh akdi ile mâlik olmuştur, fakat
bu noksan mülkiyettir. Kadın mehri teslim almakla ona tam mâlik olur.
3. Borçlu, borcuna karşılık olan malından dolayı zekât mükellefi olmaz.
Elinde olan bu malın mâliki değildir.
4. Rehin olarak verilen maldan dolayı da mal sahibi zekâtla yükümlü
olmaz. Çünkü bu mala mâlik olsa da zilyed değildir. Mal, borcu karşılığı
rehin alanın elindedir.
5. Satın alınıp da teslim alınmamış mallar zekâta tâbidir. Çünkü alıcı,
satım akdi sonucu bir mala tam mâlik olmuştur. Malın elinde olmaması zekâtın
alıcıya farz olmasına mani değildir.
6. Malı yanında olmayan yolcu zekâtla mükelleftir. Çünkü o, vekil aracılığı
ile malında tasarrufta bulunabilir.
Alacağın Zekâtı: Malın tam mülk olması
şartının tabii bir sonucu olarak,
bir kimsenin başkasının zimmetindeki alacağı için zekât verip vermeyeceği
veya hangi şartlarda vereceği fakihler arasında tartışma konusu olmuştur.


Fakihlerin çoğunluğuna göre alacaklar iki ana gruba ayrılır: a) Tahsil
edileceği umulan alacaklar, yani ödeme imkânına sahip ve borcunu da kabul
eden kimsedeki alacaklar zekâta tâbidir. Alacaklı, her sene diğer malları
ile birlikte bu alacağının zekâtını da öder. b) Tahsil edileceği umulmayan
alacakların ise, ancak elde edilince zekâtı verilir. Elde edilince, geçmiş bütün
yılların zekâtı ödenir diyenler de, sadece son bir yılın zekâtı ödenir diyenler
de vardır. Hanefî müctehidlerine göre, elde edilmesinin üzerinden bir yıl
geçmedikçe bu alacağın zekâtı ödenmez.

Hanefî fakihleri, alacağın zekâtı konusunu biraz daha detaylı
şekilde ele
almışlar ve alacağı üç gruba ayırmışlardır:

a) Kuvvetli alacak (deyn-i kavî): Borç verilmiş paralar ile ticaret mallarının
bedelleri olan alacaklardır. Bunlar borçlular tarafından inkâr edilmedikçe,
tahsil edildiklerinde geçen senelere ait zekâtları da verilmelidir. Fakat mükellef
alacağından en az 40 dirhem (yani zekât nisabının 1/5'i kadar miktar)
tahsil etmedikçe zekât borcunu ödemek zorunda değildir.

b) Orta kuvvette alacak (deyn-i mutavassıt): Ev kirası gibi zekât mevzuu
olmayan bir malın bedelidir. Bu alacakta da geçen senelerin zekât borcu
gerçekleşir, ancak zekât borcunun ödenme mecburiyeti için alacaklının en
az 200 dirhem miktarı
(nisab miktarı kadar) tahsil etmesi gerekir.

c) Zayıf alacak (deyn-i zaîf): Mal bedeli olmayan -mehir ve diyet gibi-
alacaklardır. Bu tür alacak zekâta tâbi değildir. Tahsil edildikten sonra diğer
şartların gerçekleşmesi ile zekâta tâbi olur.

Fakihlerin bu konudaki farklı görüşlerinden hareketle bir özet vermek
gerekirse; borçlunun kabul ettiği ve ödeme gücüne sahip olduğu için ödenme
ihtimali yüksek olan alacağın her yıl zekâtının verilmesi, borçlunun ödeme
güçlüğü içinde bulunması veya ödemeyi kabul etmemesi gibi durumlarda
ise elde edildikten sonra alacağın zekâtının verilmesi uygun olur.

2. Nemâ. Bir malın zekâta tâbi olabilmesi için aranan şartlardan biri de
nemâdır. Sözlükte "artmak, çoğalmak, gelişmek" anlamlarına gelen nemâ
dinî terim olarak iki kısma ayrılır.
1. Hakikî (gerçek) nemâ: Bir malın ticaretle, doğum yoluyla veya tarımla
artmasıdır. Ticaret malları, hayvanlar ve toprak ürünleri böyledir.
2. Takdirî (hükmî) nemâ: Bir malın kendisinde nemâ imkânının bizzat
(potansiyel olarak) mevcut olmasıdır. Altın, gümüş ve parada olduğu gibi.
Bugünkü anlamda nemâ, malın sahibine gelir, kâr, fayda temin etmesi,
yahut kendiliğinden çoğalma ve artma özelliğine sahip bulunmasıdır. Böyle
mallara “nâmî mallar” denilir. Hz. Peygamber'in ve ilk dört halifenin uygulamalarını
dikkatle izleyen fakihler, bu devirlerde üzerlerinden zekât tahsil
edilen malların artıcı vasfa sahip olduklarını tesbit etmişler ve bu vasfı zekâtın
vücûb şartı saymışlardır.

Beş sınıf mal zekâta tâbidir. Bunlar; para (altın, gümüş vb.), ticaret malları,
toprak ürünleri, hayvanlar, define ve madenler. Bu mallar incelendiğinde
hepsinin nâmî (artıcı vasıfta) oldukları görülür.

Altın ve gümüş başta olmak üzere para artıcı vasıftadır. Çünkü mübâdele
aracı, değer birimidirler. Çalıştırıldıklarında gelir getirir, kâr sağlarlar.
Saklanmaları ve yatırımdan alıkonulmaları halinde tasarruf aracı özelliklerini
korurlar. Bunların zekâta tâbi kılınması, sahiplerinin dikkatlerini çekmiş ve
paranın yatırıma sevkedilmesini teşvik etmiştir.

Ticaret kâr sağlamak, gelir elde etmek için yapılır. O halde ticarete konu
olan her mal artıcı vasıftadır.

Toprak ürünleri ve hayvanlar da bizzat kendileri nâmî vasfa sahiptir.
Toprak ürünleri emek karşılığı toprağın verdiği yeni bir gelirdir. Madenler de
böyledir. Hayvanlar ise doğurmak, gelişmek, et ve süt vermek suretiyle
artıcı vasıf kazanmaktadırlar.

Zekâta tâbi mallarda nemâ şartı arandığından, bu şartı taşımayan mallar,
meselâ binek hayvanları, çalıştırılan hayvanlar, oturulan evler ve ev
eşyaları, meslek kitapları, meslekî aletler ve benzeri mallar zekâta tâbi değildir.


3. İhtiyaç Fazlası Olma. Zekâta tâbi mallarda aranan şartlardan biri de o
malın, mükellefin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel
ihtiyaç maddelerinin (havâic-i asliyye) dışında olmasıdır.
İslâm'da diğer bedenî ve malî yükümlülüklerde olduğu gibi zekâtta da
mükellefin değişik açılardan durumu göz önünde bulundurularak kişilere
mâkul, taşınabilir ve anlamlı mükellefiyetler yüklenmiştir. Bu anlayışın bir
uzantısı olarak, mükellefin temel ve tabii ihtiyaç maddeleri zekât matrahı
dışında tutulmuştur. Kur'an'daki "....afvı infak ediniz." (el-Bakara 2/219)
âyetini İslâm bilginleri, 'kazandığınız meşrû maldan kendinizin ve aile fertlerinizin
tabii ihtiyaçlarından fazlasını infak ediniz' şeklinde anlamışlardır.
Hz. Peygamber de zekâtın varlıktan verileceğini beyan etmiştir (Buhârî, “Zekât”,
18).

Bir kimsenin zekâtla mükellef tutulabilmesi için zengin olmasının gerektiği
açıktır. Bununla birlikte, hangi tür mal ve alacağa sahip olmanın zenginliğin
göstergesi sayılacağı hususu, zekât müessesesine bakış açısıyla ilgili
olduğu gibi, toplumların telakkileri ve sosyoekonomik şartlarıyla da yakından
alâkalı bir konudur. Buna bağlı olarak, hangi tür malların temel ihtiyaç
maddeleri sayılacağı ve bunu belirlemede ölçünün ne olacağı hususu da
İslâm bilginleri arasında tartışmalı kalmıştır.

Esasen ihtiyaç gizli ve kişiseldir. Kişilerin dünyadaki arzu ve ihtiyaçlarına
bir sınır getirmek de imkânsızdır. Bununla birlikte fakihler, temel ihtiyaç
maddelerinin belirlenmesini kişilerin şahsî tercihlerine bırakmayı uygun
görmeyip birtakım objektif ve açık ölçüler getirmek istemişlerdir. Çünkü İslâm'ın
aslî ibadetlerinden biri ve sosyal adaleti gerçekleştirmenin de en tabii
vasıtası olan zekât mükellefiyetin şartlarını kişilerin dindarlık, diğerkâmlık
ve fedakârlık duygularına bırakmak yerine bazı objektif ölçüler belirlemek
düzenli ve dengeli bir hak ve görev dağılımı açısından vazgeçilmez bir önem
taşımaktadır.

Hanefîler'e göre, kişi ve aile fertleri için gerekli bir yıllık gıda maddeleri,
giyecekler, sanat ve meslek aletleri, oturulan ev, ev eşyası, binek aracı, ilim
için edinilen kitaplar aslî ihtiyaç sayılır.

Temel ihtiyaçlar kişinin hayatını korumak ve insan onuruna yakışır bir
şekilde sürdürmek için muhtaç olduğu şeylerdir. Bir kimsenin yeme, içme,
barınma, sağlık, iş ve meslek edinme, seyahat, dinlenme ve eğitim gibi tabii
ve temel ihtiyaçlarını içinde yaşadığı toplumun genel iktisadî seviyesine göre
lüks ve aşırı sayılmayacak ölçüde gidermesi mümkün ve meşrû görünmektedir.


Aslî ve tabii ihtiyaç kavramının ve bu konudaki ölçülerin zamanın, çevrenin
ve şartların değişmesi ile değişebileceği doğrudur. Ancak insanın her
arzu ettiği şey de zaruri ihtiyaç değildir. İsrafın yaygınlaştığı, insanların
âdeta her şeyin en iyisini tüketme yarışına girdiği ve lüks eşyanın neredeyse
ihtiyaç haline geldiği günümüzde temel ihtiyaç maddelerinin belirlenmesinin
kişilerin kendi sosyal çevresine, kültür ve alışkanlıklarına ve kendi tesbitine
bırakılmayıp bu konuda toplumun ortak değerlerine ve toplumdaki asgari
geçim ve hayat standardına göre bir belirlemeye gidilmesi gerekir. Klasik
dönemde fakihlerin ileri sürdüğü ölçüler de bir bakıma -o dönemler itibariyleböyle
bir işlev görmüştür.

4. Nisab. Sözlükte "sınır, işaret, asıl ve kök" anlamlarına gelen nisab
kelimesinin terim anlamı; zekâtın vücûbuna alâmet ve ölçü olmak üzere
tesbit edilen belirli bir miktardır.
Zengin olmanın asgari sınırı veya asgari zenginlik ölçüsü diyebileceğimiz
nisab, zekâta tâbi her mal için, Hz. Peygamber tarafından gösterilmiştir.
Bu asgari sınırlar bir açıdan o dönem İslâm toplumunun ortalama hayat
standardını ve zenginlik ölçüsünü göstermekle birlikte ileri dönemlerde de
şer‘î belirleme (mukadderât–ı
şer‘iyye) sayılarak zekât nisabı adıyla aynen
korunmuştur. Bu itibarla fakihler, toprak ürünleri hariç, zekâta tâbi bütün
mallarda nisabın şart olduğunda görüş birliğine varmışlardır. Hadislerde
nisab miktarları
şu şekilde gösterilmiştir:

Gümüşte nisab miktarı 200 dirhem, altında 20 miskal, hayvanlarda 5
deve, 30 sığır, 40 koyun, toprak ürünlerinde ise (cumhura göre) 5 vesktir
(=buğdayda 653 kg.). Ebû Hanîfe'ye göre ise toprak ürünlerinin azı da çoğu
da zekâta tâbidir. Toprak ürünlerinin zekâtında nisab aranmaz.

Nisab miktarlarının belirlenmesinde kullanılan bu malların, o dönemin
en yaygın zenginlik aracı olduğu açıktır. Nisabın bu mallar üzerinden belir
lenmesi usulü, sosyal ve ekonomik şartların fazla değişmediği ileriki dönemlerde
de aynen korunmuş ve bu nisab miktarları "belirlenmişşer‘î ölçüler"
olarak nitelendirilmiştir. Kaynaklar yukarıda ayrı ayrı sayılan ve bugün
için aralarında önemli bir değer farkı ortaya çıkmış bulunan nisab miktarlarının
Hz. Peygamber döneminde birbirine denk olduklarını belirtir. O dönemde
değişik mallar için belirlenen bu nisab miktarının bir ailenin yıllık
ortalama harcamaları tutarı, âdeta asgari geçim standardı olduğu düşünülecek
olursa, günümüzde nisab miktarının karı, koca ve çocuklardan oluşan
en küçük bir ailenin yıllık asgari harcamaları tutarı olarak belirlenmesi ve
böyle bir ölçünün esas alınması isabetli olur. Aylık ücretlendirmenin geçerli
olduğu kesimler için yıllık ortalama yerine aylık ortalama geçim standardının
esas alınması ve buna göre bir çözüm getirilmesi yerinde olur.

Zekât müslümanların zenginlerinden alınır, fakirlerine verilir. Böyle bir
malî mükellefiyetin konabilmesi için toplumda zenginlik sınırının, daha
doğrusu asgari hayat ve geçim standardının belirlenmesine ihtiyaç vardır.
Modern vergi sistemlerinin, asgari geçim indirimleri tesbit ederek bunları
vergi kapsamı dışında saymaları da böyle bir noktadan hareketledir. İslâm
dini bu durumu kendine özgü ve âdil bir şekilde çözüme kavuşturarak toplumda
nisab adı altında böyle bir belirlemeye gitmiş, nisabın üstünde gelir
ve serveti olanlardan zekât alıp, nisabın altında gelir ve servet sahiplerini
zekâttan muaf tutmuştur.

5. Yıllanma. Zekâta tâbi mallarda aranan şartlardan biri de, o malın
üzerinden bir kamerî yılın geçmiş olması
şartıdır ki buna fıkıh ilminde
"havelânü'l-havl" tabir edilir.
Hz. Peygamber, "Üzerinden bir -kamerî- yıl geçmedikçe, o malda zekât
yoktur" (İbn Mâce, “Zekât”, 5) buyurmuştur. Fakihler, Hz. Peygamber ve
Hulefâ-yi Râşidîn devirlerindeki zekât uygulamalarından hareketle altın ve
gümüş para, ticaret malları ve hayvanlarda zekâtın farz olması için
"havelânü'l-havl"i şart koşarlar. Toprak ürünlerinin zekâtı hasat mevsimi
ödeneceğinden onlarda bu şart bahis konusu değildir. Madenlerin ve definelerin
zekâtı ise elde edildikleri zaman ödenir; bunların üzerinden bir sene
geçme şartı aranmaz.

Zekâta tâbi olan malların, "havelânü'l-havl" şartına göre iki grupta toplandığı
görülmektedir. Birinci grupta zekâtın farziyeti için "üzerinden bir
kamerî senenin geçmesi" şartı aranan para, ticaret malları ve hayvanlar,
ikinci grupta ise bu şartın aranmadığı toprak mahsulleri, maden ve defineler
yer alır.

Zekât mallarından üzerinden bir yıl geçme şartı arananlarla, böyle bir
şart koşulmayan mallar arasındaki farkın yorumu şöyle yapılmaktadır:
Havelânü'l havle tâbi mallar ancak bir senede nemâlanır, yani artar, çoğalır,
kâr ve gelir getirir. Hayvanlar bu müddet içinde yavrulamak suretiyle çoğalır.
Ticarî yatırımlar kâra dönüşebilir. Toprak ürünleri ise hasat mevsimine
kadar kendileri gelişme gösterir. Bundan sonra artık eksilmeye doğru gider.
Çoğalsın diye elde bulundurulmaz. Madenler de yerden çıkarılıp işlenmekle
kâr elde edilir. Bu yönüyle madenler, toprak ürünleri gibidir.

Zekât mallarının bir kısmında sene geçme şartının arandığı bir kısmında
aranmadığı konusunda görüş birliğine varan fakihler, zekâtın vücûb sebebi
olan nisabın bu sene içinde ne zaman bulunması gerektiği, ayrıca yeni kazanılan
mallarda (mâl-i müstefâd) süre şartının aranıp aranmayacağı konularında
farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.

Hanefîler'e göre; bir malda zekâtın farz olabilmesi için, o malın hem sene
başında ve hem de sene sonunda nisaba ulaşmış olması
şarttır. Bir kimse
sene başında nisab miktarına ulaşan bir mala sahip olsa, bu mal sene içinde
nisabın altına düşse, hatta tamamen tüketilse, fakat sene sonunda yine
nisab miktarına ulaşsa, sene sonu hesabıyla zekâta tâbi olur. Meselâ demir
ticareti yapan bir tüccarın deposunda sene başında yüz ton demir varken,
sene içinde bunların bir kısmını satış yoluyla tüketse ve yerine elli ton demir
alsa, sene sonundaki bu demir ile kasa mevcudunun zekâtını vermekle mükelleftir.


Şâfiîler'e ve Hanbelîler'e göre; nisabın bütün sene boyunca bulunması
gerekir. Bir mal sene içinde nisabın altına düşerse, ona zekât vâcip olmaz.
Bir kimse sene başında nisab veya nisab miktarını aşan bir mala sahip olsa,
sene içinde satış ve hibe gibi yollarla bu mal nisabın altına düşse, o kimse
nisab miktarı mala sahip olana kadar zekâtla mükellef değildir. Zekât miktarı
mala sahip olduğu zaman sene geçme şartı tekrar başlar. Ancak sene
içinde elde edilen ticarî kârlarla, sene içinde doğan hayvanlar bundan müstesnadır.
Bunlar ana mallara tâbidir.

Mâl-i müstefâd; önceden yok iken sonradan ferdin mülkiyetine geçen
maldır. Maaş, ücret, ikramiye, geçici kazançlar, bağışlar, miras yoluyla edinilen
servet vb. mâl-i müstefâd kapsamına girer. Bu tür gelirlerle ilgili başlıca
hükümler şunlardır:

1. Mâl-i müstefâd: Ticaret mallarının kârı, hayvanların yavruları gibi sahip
olunan malların nemâlandırılması sonucu ise, eldeki eski mala eklenir.

Bir yıl şartı da, eldeki eski malın üzerinden bir yıl geçmesi ile gerçekleşmiş
olur. Bu konuda fakihler arasında görüş ayrılığı yoktur.

2. Mâl-i müstefâd eldeki malın cinsinden değil ise cumhura (fakihlerin
çoğunluğuna) göre ayrı hükümdedir. Ne nisabı tamamlamak ne de yıl şartının
gerçekleşmesi için eldeki mala eklenir. Meselâ nisab miktarı deveye sahip
olan bir kimse, yıl içinde sığır satın alsa, sığır için de ayrıca bir yıl beklemesi
gerekir.
3. Mâl-i müstefâd; ticarî kârlar ve hayvan ürünlerinin dışında, fakat elde
bulunan nisab miktarı malın cinsinden ise; Hanefîler'e göre bu mal eldeki
mala eklenerek hepsinin üzerinden bir yıl geçince zekâta tâbi olur. Meselâ 5
milyon liralık demir stoku bulunan tüccarın sene içinde eline satış veya bağış
yoluyla 50 milyon liralık demir geçse, sene sonunda 55 milyon liralık
mal varlığının zekâtını vermesi gerekir.
Bu konuda Hanefîler'in görüşü ağırlık taşır. Çünkü özellikle günümüzde
ticaret sektöründe bir sene içinde pek çok mal el değiştirmekte, kâr ve zarar
sene sonu hesaplarında ortaya çıkmaktadır. Hangi malın ticareti yapılırsa
yapılsın zekâtın matrahı sene sonundaki mal varlığı olmalıdır.

6. Borç Karşılığı Olmama. Zekâta tâbi mallarda aranan "tam mülk" ve
"aslî ihtiyaçlardan fazla olma" şartlarının bir gereği de zekâta tâbi olan malın
borç karşılığı olmamasıdır. Ancak âlimler, özellikle zâhirî mallarda (açık
mallarda) borcun zekâtın gerçekleşmesine mani olup olmayacağı konusunda
farklı fikirler ileri sürmüşlerdir.
Fakihlerin çoğunluğu “el-emvâlü'l-bâtına" (gizli mallar) adı verilen para
ve ticaret mallarının zekâtında borcun etkili olacağında ittifak etmişler, “elemvâlü'z-
zâhire” (açık mallar) denilen toprak ürünleri, hayvanlar ve madenlerde
ise borcun, zekâtın vücûbuna mani olup olmadığında ihtilâfa düşmüşlerdir.


Hanefîler'e göre borç üç nevidir:

1. Şahıslara olan borçlar.
2. Allah hakkı olarak vâcip olup kullar tarafından istenen borçlar. Zekât
bu nevidendir.
3. Kullar tarafından istenmeyen fakat Allah için yerine getirilmesi gereken
borçlar. Nezir ve kefâret bu çeşit borçlardandır.
İlk iki grupta toplanan borçlar zekât mallarının nisabını düşürürlerse, bu
mallarda zekât gerçekleşmez. Üçüncü grupta toplanan borçlar, zekâtın ger
çekleşmesine mani değildir. Ayrıca borç hangi neviden olursa olsun, toprak
ürünlerinde zekâtın vücûbuna mani değildir.

İmam Şafiî'ye göre borç hiçbir malda zekâtın vücûbuna engel olmaz.
İmam Mâlik'e göre ise sadece parada zekâtın vücûbuna engeldir, nisabı düşürürse
zekât farz olmaz.

Fakihler arasındaki bu ihtilâf, onların zekâtın sırf ibadet mi yoksa malda
fakir için gerçekleşen bir hak mı olduğu noktasında farklı değerlendirmelere
sahip olmasından kaynaklanmaktadır.

B) GEÇERLİLİK ŞARTLARI

Yukarıda zekâtın vücûb şartlarından, yani bir kimsenin zekâtla mükellef
olabilmesi için şahsı ve malı yönünden aranan şartlardan söz edildi. Şimdi
ise, üzerine böyle bir mükellefiyet terettüp eden müslümanın yapacağı ifanın
geçerli olabilmesi için gerekli şartlar, yani klasik ifadesiyle zekâtın sıhhatinin
şartları üzerinde durulacaktır. Zekâtın, fakihlerce ısrarla üzerinde durulan iki
önemli sıhhat şartı vardır. Bunlar da mükellefin ibadet niyeti ve yapılan
ödemenin ehline temlikidir.

a) Niyet

Zekât esasen malî bir ibadettir ve namazla birlikte İslâm'ın iki temelini
teşkil eder. Namaz bedenî ibadetlerin, zekât da malî ibadetlerin simgesi konumundadır.
Âyet ve hadislerde zekâtın çok defa namazla birlikte zikredilmiş
olması da böyle bir anlam taşır. Zekât sadece bir borç değil aynı zamanda
ondan istifade edecek kişilerin bir hakkıdır da. Bu sebeple devletin toplama
ve dağıtma yükümlülüğünü üstlendiği bir nevi vergi olarak da nitelendirilir.
Devlet onu mükelleflerden gerektiğinde zorla tahsil eder. Bunlar zekât
mükellefiyetinin toplumu ve üçüncü şahısları ilgilendiren yönüdür. Bunlara
ilâve olarak bir de zekâtın ibadet olması, Allah'ın emrine itaat edilerek, O’na
kulluğun bir nişanesi olarak yerine getirilmekte oluşu sebebiyle mükellefin
niyet ve kastını, onun iç dünyasını ilgilendiren yönü vardır. Bu sebeple de
İslâm bilginleri, zekâtta ibadet bilinç ve niyetinin bulunması gerektiğini,
ancak bu takdirde zekâtın mükellef açısından geçerli olacağını belirtirler.

Zekâtın bu iki yönünü birlikte değerlendiren fakihler diğer ibadetlerde
olduğu gibi zekât borcunun ödenmesinde de niyetin şart olduğunda görüş
birliğine varmışlar, fakat bu niyetin ne zaman yapılacağında, mükellef adına
başkası tarafından yapılıp yapılamayacağında (niyâbet), ayrıca devlet tara
fından zorla tahsil edildiğinde zekât borcunun ödenmiş olup olmayacağında
farklı görüş ileri sürmüşlerdir.

Hanefîler'e ve Şâfiîler'e göre; kaide olarak niyetin ödeme anında bulunması
gerekir. Çünkü zekât ibadettir ve ibadetlerde niyet şarttır. Fakat ödemeler
parça parça yapıldığı için, kolaylık olsun diye niyetin, zekât borcunun
çıkarıldığı anda bulunması da yeterlidir. Bu oruçta niyetin önceden yapılması
gibidir.

Zekât verilirken hükmen niyet edilmiş olması da yeterlidir. Meselâ mal
sahibi niyet etmeden zekât borcunu verdikten sonra henüz mal fakirin
elinde iken niyet etmesi, yahut vekile vermesi anında niyet ettiği halde vekil
zekât borcunu öderken niyet etmemesi gibi durumlarda niyet hükmen var
sayılır. Çünkü emreden kişinin niyeti esastır.

Hanefî mezhebinde müftâ bih (kendisiyle fetva verilen) görüşe göre zekât
memuru açık mallardan (el-emvâlü'z-zâhire) zekâtı zorla almış ise, mükellefin
üzerinden zekât borcu düşer, gizli mallardan zorla zekât alındı ise zekât
borcundan mükellef -niyet etmemiş ise- kurtulamaz.

Şâfiîler'e göre; tercih edilen görüş -Hanefîler'de olduğu gibi- niyetin zekât
borcunu çıkarma anında yapılabileceğidir. Çünkü niyeti zekât borcunu
hak edenlere verirken şart koşmak güçlük doğurur. Onun için malında vekil
tayin eden kişinin devir esnasında zekâta niyet etmesi yeterlidir.

Şâfiîler çocuk ve akıl hastasının mal varlığından velî ve vasîlerinin zekât
ödemekle mükellef oldukları görüşündedir. Bu durumda veli veya vasî onlar
adına zekât öderken niyet edeceklerdir.

Mâlikîler'e göre mükellef zekât malını ayırırken, bu malın verilmesinden
az önce veya verilirken niyet edilmesi câizdir. Hanbelîler'in görüşü de buna
yakındır. Onlara göre mal sahibinin niyeti esas olup zekât memurunun niyeti
onun yerine geçmez.

b) Temlik

Zekâtı, ona ehil olanlara vermek yani onların mülkiyetlerine geçirmek
(temlik) şarttır. Bu şart iki unsur içerir; birincisi temlik işlemi, ikincisi ise temlikin
yapıldığı
şahsın zekâtı almaya ehil oluşu. Fakihlerin temlik terimine genelde
bir malın mülkiyetini zekât alacak şahsa doğrudan nakletme işlemi şeklinde
dar bir anlam verdiklerini belirtmek gerekir. Bu itibarla bir kimse zekât
niyetiyle bir fakir veya yetimin karnını doyursa bu zekât borcunu ortadan
kaldırmaz. Ancak zekâta niyet edilerek, onlara gıda maddeleri verilse zekât
ödenmiş olur. Çünkü zekât niyetiyle fakire, yetime mal vermek temliktir.
Böylece onlar kendi malından yemiş olur.

Klasik dönem İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre cami,
okul, yol, köprü, çeşme yapımı gibi hayır kuruluşlarına zekât verilmez; ölü
kefenleri alınmaz ve ölülerin borçları zekâtla ödenmez. Çünkü bu durumlarda
temlik gerçekleşmez; yani zekât, borcu ödenen kişinin mülkiyetine
geçmemektedir. Hayır kurumlarına zekâtın dışında bağışlar şeklinde yardımlar
yapılmalı, zekât ise sadece fakirlere verilmelidir. Çünkü İslâm dininde
imkânı olan müslümandan sadece zekât borcunu vermesi değil, bunu da
aşarak Allah'ın kendisine verdiği malını hayırlı faaliyetlere sarfetmesi istenmektedir.


İslâm'ı yaymak, korumak, müslümanlara düşmanlarından zarar gelmesini
önlemek amacıyla yapılan harcamalar zekât yerine geçer. Çağımızda yoksullara
ve âcizlere bakmak için kurumlar oluşturulmuştur. Bu kurumlara da zekât
verilir ve bu vekâleten veya dolaylı temlik sayılır.

Temliki dar mânasıyla alan fakihler bir fakiri zekâta mahsup olmak
üzere bir dairede oturtmakla da zekât borcunun ödenmiş olmayacağını,
çünkü bunun temlik sayılmayacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak evin kullanımının
ekonomik bir değerinin bulunduğu, fakirin evde oturduğu müddetçe
onun kullanım (menfaat) mülkiyetine sahip olduğu ve bu açıdan temlikin
gerçekleştiği düşünülürse araya göstermelik bir para alışverişinin girmesine
gerek olmadığı görüşü daha doğrudur.

Zekât usul (baba, anne, dede, nine) ve fürûa (çocuk ve torun) verilemez.
Çünkü zekât verenle usul ve fürûu arasında çok sıkı bir mülkiyet bağı ve
menfaat ortaklığı vardır. Dolayısıyla burada tam anlamıyla temlik gerçekleşmez.
Aynı şekilde kişi zekâtını karısına da veremez. Ebû Hanîfe'ye göre
kadın da zekâtını kocasına veremez.

Fakir bir kimsede alacağı olan zengin ona, “Alacağımı sana zekât olarak
veriyorum” dese temliki dar ve formel (şeklî) mânada anlayan fakihlere
göre bu şekilde zekât borcu ödenmiş olmaz. Çünkü zengin zekât borcunu
fakirin eline teslim etmedikçe temlik gerçekleşmez ve borçtan kurtulmaz.
Ancak temliki geniş mânasıyla alırsak bu da bir nevi temliktir, zekât yerine
geçer. Bunun için de borçlu, borcunu alacaklıya ödeyip sonra tekrar zekât
olarak ondan alması
şeklinde bir şeklî ve dolaylı işleme gerek yoktur.

Yapılan bir harcamanın veya ödemenin fıkhen zekât sayılabilmesi için
fakihlerce ileri sürülen niyet ve ehline temlik şartları netice itibariyle hem
zekâtı verenin bilinçli ve iradî şekilde hareket etmesini sağlamaya hem de
fakirin haklarını korumaya mâtuf tedbirler olarak anlaşılmalıdır. Fakihlerin
temlik terimini dar mânasıyla ve şeklî bir işlem olarak yorumlamaları da
esasen fakirin hakkını gözetmeye yönelik bir çaba olmakla birlikte bu yaklaşım
bazan gülünç hilelerin de yolunu açmaktadır. Doğru olanı, temlike geniş
mâna verilmesi ve dolaylı temliklerin yeterli sayılmasıdır.

Borçlu, zengin alacaklısına "Bana zekâtını ver, senin borcunu ödeyeyim"
dese alacaklı da zekâtını ona verse, zekât borcunu ödemiş olur. Borçlu onu
aldıktan sonra kendi borcunu ödemek zorunda değildir. Ama borç yerine,
aldığı zekâtı verirse borcunu ödemiş sayılır.

Temlikin gerçekleşmesinde gözetilen ikinci husus ise, temlikin zekâtı
hak edenlere yapılmasının şartıdır. Bu itibarla zekât zenginlere ve onların
küçük çocuklarına verilemez. Çünkü onlar zekâta ehil değildir. Zenginin
yetişkin çocuğu, nafakası babasına ait de olsa, zengin sayılmaz. Zenginin
fakir karısı da böyledir.

Hz. Peygamber kendi soyuna zekât verilmesini yasakladığı için zekât
Hâşimoğulları'na da verilemez. Böylece Hz. Peygamber bir devlet gelirini
-hak da etseler- sülâlesine yasaklayan tek tarihî şahsiyettir. Belki de o, bu
uygulaması ile zekât mallarına göz diken kötü kişilerin çeşitli istismarlarına
mani olmak istemiş ve zekât gelirlerini Hâşimoğulları'na yasaklamıştır. Hâşimoğulları;
Hz. Ali, Abbas, Ca‘fer Tayyâr, Akyl ve Hâris b. Abdülmuttalib
soyundan gelenlerle bunlar tarafından hürriyete kavuşturulan kişilerdir
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol