""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Siyaset İle İlgil Görev ve Sorumluluklar

Siyasetle İlgili Görev ve Sorumluluklar

a) İslâm Düşüncesinde Siyasetin Önemi

İslâm dininin en belirgin ve temel niteliklerinden biri hem dünya hem
âhiret dini oluşudur. Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber Medine’ye hicret
eder etmez, yalnız dar anlamda bir din önderi değil, aynı zamanda siyasî bir
lider olarak davranmış; din faaliyetleri yanında toplumsal ve siyasî işlerin
düzenlenmesi ve yönlendirilmesi işini de üzerine almış; Medine’deki müslüman
olan ve olmayan bütün unsurların benimsediği bir anayasal belge ha-
zırlayarak dinin öngördüğü ilke ve hedeflerle uyumlu bir siyasî yapı oluşturmaya başlamıştır.

Siyaset mesleğinin zaman zaman bazı toplumlarda ahlâk ilkelerinin dışına
saptırılarak değer aşınmasına uğratılmasını ârızî bir durum olarak değerlendirmek gerekir. Nitekim bizzat Hz. Peygamber ve ashabının önde gelenleri olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin de birer siyasî
lider oldukları göz önüne alındığında İslâm’da siyasetin ne kadar yüce
bir meslek ve uğraşı olduğu açıkça ortaya çıkar. Bu durumu dikkate alan İslâm
bilgin ve düşünürleri, genellikle siyasete hem toplumsal faaliyet hem de
bir bilim dalı olarak büyük bir önem vermişler ve onu mesleklerin en şereflisi
saymışlardır.

İslâmî ilimlerden fıkhın önemli bir kısmını siyaset konuları oluşturur.
Genel fıkıh kitaplarından ayrı olarak İslâm hukuk literatürü içinde “el-Ahkâmü’s- sultâniyye” ve benzeri eser türlerinin yer alması, fıkıh bilginlerinin siyaset konusunu kendi ilgi alanları içinde görmüş olmalarının önemli bir delilidir. Özellikle Şîa mezhebinin devlet başkanının tayinini (nasb) itikadî bir
konu olarak ele alması dolayısıyla, kelâm ilminde de siyasetle ilgili bazı konulara yer verilmiştir. Ayrıca İslâm düşünürleri, özellikle Fârâbî’den itibaren
İslâm kültür tarihi bakımından büyük değer taşıyan, oldukça orijinal bir siyaset felsefesi geliştirmişlerdir.

Bütün İslâm bilginleri siyaseti, insanın toplumsal bir varlık olmasının
sonucu sayarlar. Bunlardan Gazzâlî, siyaseti özellikle iki açıdan gerekli
görmüştür:


1. Önce siyaset doğal ve toplumsal zorunluluğun bir sonucudur. Şöyle
ki: İnsanlar, yalnız başlarına altından kalkamayacakları çoklukta ihtiyaçlarla
yüklüdürler. Bu durum, insanların birlikte yaşamalarını zorunlu kılar;
ancak bu birliktelik sürtüşme ve çekişmelere de yol açar. İşte ihtiyaçların
-çekişmelere yol açmayacak şekilde- barış, güvenlik ve adalet içinde karşılanması
ancak siyaset denilen yapılanmayla mümkün olur. Böylece Gazzâlî
siyasetin ahlâkî boyutuna da işaret etmiş olur.
2. Siyaset, dinî hayatın sağlıklı yürütülmesi için de gereklidir. Çünkü
dünya işlerinin düzgün ve sağlıklı işlemediği yerde dinî ödevler de aksar. Bu
suretle toplumda huzur ve güvenliği sağlayan siyaset, bireylerin dinî yükümlülüklerini
yerine getirebilmeleri için rahat bir ortam hazırlamış olur. Siyasetin
din ve dünya hayatına bu hizmeti dolayısıyla İslâm bilginleri, adaletle
yürütülen siyaseti üstün bir ibadet saymışlardır (Gazzâlî, İhyâ, I, 12; III,
195-196).
Başta Fârâbî olmak üzere bütün İslâm bilginleri siyaseti, yalnız dar anlamda
hakları paylaştıran, sosyal birliği koruyan, sorumlulukları düzenleyen
cismanî bir yönetim saymakla yetinmemiş, bunun yanında ve daha da
önemlisi, İslâm’ın itikadî ve ahlâkî boyutuna uygun olarak, toplumdaki herkesin mânevî gelişmesini ve en yüksek mutluluktan pay almasını sağlayıcı
bütün imkânları araştıran bir disiplin olarak görmüşlerdir. Bu, siyasetin bir
peygamber mesleği olmasının gereğidir.

b) Yöneticinin Bazı Nitelikleri ve Görevleri

1. Ehliyet ve Liyakat
Hz. Peygamber, “İş, ehlinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekle”
(Buhârî, “İlim”, 13; “İmâre”, 170) buyurmuştur. Bu hadiste “iş” anlamına gelen emr kelimesi, öncelikle devlet işi yani idarî ve siyasî görev olarak düşünülmüştür.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de devlet adamları için “ülü’l-emr” (iş
başında olanlar) ifadesi kullanılmıştır (en-Nisâ 4/59). Yukarıdaki hadis, siyasette ehliyetin önemini açık bir şekilde göstermektedir. Bu sebeple İslâm bilginleri, eserlerinde siyasî ve idarî görevlere getirilecek kişilerde aranması gereken niteliklere geniş yer vermişlerdir. Bunlardan Fârâbî, ideal bir devlet
başkanında bulunması gereken başlıca nitelikleri şöyle sıralar: Beden sağlığı
ve kusursuzluğu, anlama ve kavrama üstünlüğü, güçlü hâfıza, güçlü zekâ, etkili hitâbet, öğrenme sevgisi ve yeteneği, mideye düşkün olmama, doğruluk
sevgisi, cömertlik ve ikram sevgisi, gönül zenginliği ve tok gözlülük, adalet
sevgisi, azim ve kararlılık (el-Medînetü’l-fâzıla, s. 88-90). Benzer şartlar
Gazzâlî tarafından da sıralanmıştır (bk. et-Tibrü’l-mesbûk, s. 53). Ayrıca
Gazzâlî’ye göre siyasette liyakat kaygısını en çok duyması gereken kişi, bu
görevi üstlenecek olandır. Çünkü siyasî makamda bulunan kimse, kontrolü
elinde tutmak ve genel düzeni sağlamak için, başka mesleklerde bulunanlara
hâkim olması; insanları, dünya ve âhirette kendilerini mutlu kılacak en
doğru yola yöneltmesi gereken insandır. Bu yüzden siyaset mesleği, şerefli
olduğu kadar da tehlikelidir. Nitekim Hz. Peygamber, “On kişi üzerinde bile
olsa, yöneticilik yapmış olan her insan kıyamet gününde (Allah’ın huzuruna)
elleri boynuna bağlı olarak gelir. Sonra da ya adeleti sayesinde kurtulur
veya haksızlık etmiş olduğu için mahvolur!” (Dârimî, “Siyer”, 72; Müsned, II,
431; V, 267) buyurmuştur. Bir toplumda sevginin yaygınlaşması, adaletin
gerçekleşmesi ve haksız güç kullanımının ortadan kalkması ancak o toplumda
yönetimin faziletli insanların elinde bulunmasıyla mümkün olur.
Onun için Fârâbî şöyle der: “Bir faziletli insan öldüğü veya öldürüldüğü zaman
insanlar ona ağlamasın; asıl onu kaybeden ülke halkına ağlasın!”

2. Adalet ve Dürüstlük
Sa’d sûresinin 26-28. âyetlerinden çıkan sonuca göre müttaki (takvâ
sahibi) bir yönetici, yönetimini adalet ve hakkaniyet ölçülerine göre sürdürür;
hüküm ve kararlarında keyfî arzularına uyup Allah’ın tayin ettiği ölçülerden
sapmaz. Takvâ sahibi yönetici inançlı kişidir ve kendisi için olduğu
gibi halkı için de en iyi, en yararlı olan işleri yapar. Fâcir (kendisi günahlarla
kirlenmiş) yönetici ise kötü arzularına uyup Allah yolundan sapmıştır; o,
yönetimiyle ülkeyi bozup tahrip eder.

Siyaset mesleğinde adalet ve dürüstlük bütün faziletlerin başında gelir.
Nitekim tarih boyunca ve bütün toplumlarda devletin işlevleri içinde en
önemlilerinin adalet ve dürüstlük olduğu düşünülmüştür. İlgili İslâmî kaynaklarda da siyasette adalet ve dürüstlük konusu üzerinde önemle durulmuştur. 

İslâm dünyasının önde gelen siyaset düşünürlerinden Fârâbî’nin ifadesiyle,
“Toplum sevgiyle kaynaşır, adaletle yaşar.” Toplumun bekasının
teminatı olan adalet, öncelikle bir devlet işlevidir. Devlet, her vatandaşına
hakkı olan geçim imkânlarını, şeref ve itibarını, sağlığını, eğitimini, huzur
ve güvenliğini, makam ve mevkiini vermekle yükümlüdür. Devlet bunları
verdiği ve bunları koruduğu takdirde adaleti gerçekleştirmiş olur.

Mâverdî’nin de belirttiği gibi (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s. 141) herkesi
kucaklayan bir adalet uygulaması, fertleri kaynaşmaya ve her bakımdan
saygıya sevkeder. Ayrıca ancak kapsamlı bir adaletle ülke mâmur olur; iktisadî
gelişme gerçekleşir ve devlet güvencede olur. Mâverdî, “Bir ülkeyi zulüm
kadar tahrip edebilecek başka hiçbir şey yoktur” diyerek ülkedeki bütün
bozukluklarda adaletsizliğin mutlaka bir payının ve etkisinin bulunduğunu
ifade ederken evrensel bir gözlemi dile getirmiştir. Bu yüzden İslâm bilginleri
adaleti, insanın bizzat kendisine karşı âdil olmasından başlayarak bütün ülkeye dalga dalga yayılması gereken bir rahmet gibi görürler.

Fârâbî, siyasette adaletin tanımını yaparken ülkenin maddî ve mânevî
imkânlarında, her vatandaşın ehliyet ve liyakati ölçüsünde hakkı ve payı
bulunduğunu belirterek bu payı eksiksiz vemenin adalet, eksik vermenin
veya hiç vermemenin ya da verilen hakları güvence altına alıp korumamanın
bireye zulüm, bir kısım insanlara hak ettiğinden fazlasını vermenin de
topluma zulüm olduğunu ifade eder. Devlet hiçbir vatandaşından bir hakkı,
iradesi dışında, bedelini vermeden alma hakkına sahip değildir. İlginçtir ki
Fârâbî, bireye karşı yapılan bir haksızlığın topluma karşı işlenmiş bir suç
sayılabileceğini de düşünmüştür ki, bireysel haklara toplumsal bir boyut tanınması ancak çağımızda gündeme getirilebilmiştir. Yine Fârâbî, bireylere
haklarının verilmemesini veya kanunda öngörülenden daha ağır cezalar verilmesini, yalnız bireye değil, topluma karşı da bir suç olarak değerlendirmiş
olup bu da günümüzde hukukun üstünlüğü, eşitlik gibi kavramlarla dile getirilen yüksek bir düşüncedir.

c) Yönetilenlerin Görev ve Sorumlulukları


1. Siyasî Otoriteye Saygı
İslâm dini, bütün toplumsal kurumlarda olduğu gibi en geniş toplumsal
kurum olan devlette de nizam fikrine ve uyuma önem verir. Bu sebeple
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah’a, Peygamber’e ve içinizden çıkan yöneticilere itaat
ediniz” (en-Nisâ 4/59) buyurulmuştur. Hz. Peygamber de, “Kendi işlerinizi
yürütenlere (devlet adamlarına) itaat edin, rabbinizin cennetine girin” (Tirmizî, “Cum‘a”, 81) anlamındaki hadisiyle bu itaatin değerine işaret etmiştir. Ehl-i sünnet anlayışına göre devlet başkanı günahkâr da (fâsık) olsa ona itaat etmek gerekir. Bir Ehl-i sünnet bilgini olan Gazzâlî, “Zalim de olsalar
devlet adamlarına hakaret etmek doğru değildir” der ve buna gerekçe olarak
Amr b. Âs’ın, “Ehliyetsiz olsa bile bir hükümdarın varlığı, anarşinin sürüp
gitmesinden daha hayırlıdır” sözünü hatırlatır (İhyâ, IV, 85). Devletin bu işlevine İslâm siyaset biliminin önemli kaynaklarından el-Ahkâmü’s-sultâniyye’nin de müellifi olan İmam Mâverdî de işaret etmektedir. Mâverdî,
etkili ve güçlü bir siyasal yönetimi, huzurlu bir dünya hayatının başlıca altı
şartından biri olarak görür. Çünkü etkin devlet, çok farklı arzu, ihtiras, menfaat arayışı içinde olan insanları kontrol eden, uzlaştırıp kaynaştıran, onları birbirlerine zarar vermekten alıkoyan, hukuk düzeni sayesinde düşmanlık ve haksızlıkları önleyen bir sosyal ve siyasal yapı ve otoritedir. Toplumun ve bireylerin huzur ve güvenliğini, mutluluğunu sağlamada tek başına din yeterli değildir; dinin yanında devlet denilen bu otoriteye de ihtiyaç vardır. Bu yüzden Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye gelip de bir devlet kurma fırsatını elde eder etmez vakit kaybetmeden bu yapıyı gerçekleştirmiştir.

Fakat Mâverdî şu önemli uyarıyı da yapmaktadır: Eğer devlet, vatandaşların
birbiriyle kaynaşmasını sağlayan, onlara itaat ve dayanışma ruhu
aşılayan dine önem vermezse, toplumun kendisine gönüllü saygısını da kazanamaz; toplum üzerinde ancak baskı yoluyla otoritesini sürdürebilir; bu
da onu bir “zorba devlet” ve “yıkıcı devlet” haline getirir. Şu halde sağlıklı
bir din-devlet ilişkisinin kurulması, devletin, toplumun en yüksek değeri
olan dine saygı göstermesiyle mümkün olur (Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn, s.
136-137). Aslında burada “dine saygı” ifadesi, dinin vazgeçilmez buyrukları
olan adalet, eşitlik, dürüstlük gibi ahlâkî, sosyal ve siyasal ilkelere de saygı;
bunları ihlâl etmek ise Allah’ın hükümlerini ihlâl anlamına gelir. Başka bir
ifadeyle buradaki din kavramını, en geniş anlamıyla toplumun inanç ve değer
yargılarının bütünü olarak anlamak gerekir. Böylece devletin dine saygısı,
onun topluma ve toplumsal değerlere saygısının da bir yansıması olmaktadır.
Bu suretle yöneticiler toplumun da kendilerine saygı göstermelerini
hak ederler. Nitekim bu anlamda olmak üzere Hz. Peygamber, “Cihadın
en üstünü, zalim hükümdar karşısında hakkı söylemektir” (İbn Mâce,
“Fiten”, 21; Müsned, V, 251, 256) buyurmuş; yaratana isyan teşkil eden hususlarda yaratılmışa itaat edilmeyeceğini bildirmiştir (Buhârî, “Ahkâm”, 4;
Müslim, “İmâre”, 39).

2. Toplumun Haksız Yönetime Karşı Tavır Alması
Hz. Peygamber’in yukarıda işaret edilen uyarılarını da dikkate alan İslâm
bilginleri, devlet ve siyaset adamlarını adalet ve hakkaniyete çağırmayı,
buna imkân bulanların önemli görevleri arasında göstermişler; bunu İslâm’da
büyük yeri olan emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker (iyiliği emredip
kötülüğe karşı çıkma) ilkesinin bir gereği olarak görmüşler ve bu görevi
kendileri de yerine getirmişler; hatta bu konuda “Nasîhatü’l-mülûk, edebü’lmülûk,
âdâbü’l-vüzerâ, pendnâme, nasîhatnâme” gibi isimler altında kitaplar
yazmışlar, zaman zaman devlet adamlarına uyarı mektupları göndermişler





dir. Bu aktif uyarı görevi öncelikle ilim adamlarına düşer. Bunun yanında
İslâm bilginleri, eserlerinde halka da meşruiyet zemininde haksızlıklara karşı
koymayı öğütlemişlerdir. İslâmî literatürde “emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’lmünker”
konusu işlenirken devlet ve siyaset adamlarının haksız ve adaletsiz
uygulamalarına engel olma konusuna da geniş yer verildiği görülür. Daha
çok yapıcı ve barışçı bir karşı koyuş olarak nitelenebilecek bu faaliyetler,
haksızlık yapan devlet ve siyaset adamlarını -yeni haksızlıklara ve karışıklıklara
meydan vermeyecek biçimde- yazılı ve sözlü olarak uyarmak, protesto
etmek, onlarla ilgi kurmamak, onları ziyaret etmemek, hediyelerini
kabul etmemek, onlardan maaş almamak, iktidarlarının son bulması için
dua etmek gibi yolların izlenmesi şeklinde açıklanmıştır.

İslâm hukukçuları din, hukuk ve ahlâk kurallarından sapan devlet başkanının
doğrudan makamından düşmüş olacağı
(in’izâl) veya ümmet tarafından
düşürülmesi (azli) gerektiği konusunu da tartışmışlardır. İslâm toplumlarının
tarihsel tecrübesinde azil ve toplu isyan örneklerine pek rastlanmazken
yapıcı ve barışçı eleştiriler ve yönlendirmeler sıkça görülür ve bu
türün örnekleri ayrı bir literatür teşkil edecek kadar zengindir. Gerek azli
konu alan hukukî tartışmaların gerekse yapıcı eleştirilerin belki de en önemli
sonucu, devlet başkanını adaletli davranma, halkı da yapılan haksızlıklar
karşısında tavır alma konusunda uyarması, bu yönde kamuoyu ve toplumsal
sağduyu oluşturmuş olmasıdır.

V. Hz. PEYGAMBER’İN ÖRNEK AHLÂKI ve ŞAHSİYETİ
Kuşkusuz hem ferdî hem de sosyal bakımdan İslâm’ın ideal ve örnek insanı
Hz. Muhammed’dir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm Resûlullah’ın hayat ve
şahsiyetini müslümanlar için örnek olarak göstermiş
(el-Ahzâb 33/21); bu
sebeple ashâb-ı kirâm onun hayatını titizlikle izlemişler; bu hayatı hem bizzat
kendi yaşayışlarına örnek almışlar hem de sonraki nesillere büyük bir
gayret ve itina ile nakletmişlerdir. Onun ahlâkı ve şahsiyeti hakkında en
önemli kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü, Hz. Âişe’nin belirttiği gibi (Müslim,
“Müsâfirîn”, 139) “Onun ahlâkı Kur’an’dır.” Hadis külliyatıyla siyer,
şemâil ve hilye kitapları Hz. Peygamber’in hayatını, bedenî özelliklerini ve
ahlâkî kişiliğini anlatan hadis ve haberleri ihtiva eder.

Bu kaynakların verdiği mâlumat, yalnızca Peygamberimiz’in ahlâkını
tanıtmak bakımından değil, aynı zamanda hem Asr-ı saâdet toplumunun
genel karakteri hakkında bize fikir vermesi hem de bir müslümanın ahlâkî
kişiliğinin nasıl olması gerektiğini göstermesi bakımından son derece önemlidir.


Resûlullah bir defasında kendisini şöyle tanıtmıştı: “Rabbimin katında
benim on ismim var: Ben Muhammed’im; Ahmed’im; Mâhî’yim, yani Allah
benim vasıtamla inkârcılığı mahvedecektir; ben Hâşir’im, yani Allah kullarını
benim izimde toplayacaktır; ben rahmet Peygamber’iyim, tövbe Peygamber’iyim,
kahramanlık Peygamber’iyim. Ben Mukaffî’yim, yani bütün
insanları Allah yoluna yöneltirim. Nihayet ben (insanlığı) kemale erdirenim”
(Müslim, “Fezâil”, 126).

Kusursuz bir ifade kabiliyetine sahip olan Resûlullah, hayatı boyunca
sadece gerçeği söylemiş ve söylediklerini harfi harfine yaşamıştır. O, daima
tatlı dilli, güler yüzlü ve toleranslı olmuş; bununla beraber sözlerini saygı ile
dinletmeyi de başarmıştır.

Peygamberimiz toplulukta yemek yemeyi severdi. Yemeğe besmele ile
başlar, sağ elini kullanır, tıka basa doymadan sofradan kalkar, yemekten
önce ve sonra ellerini yıkardı. Sağlığa zararlı ve dinen haram olan veya kokusuyla çevresindekileri rahatsız edecek şeyleri yemez; bunların dışında
hiçbir yemek için “sevmiyorum” demezdi. Sofra kurallarına mutlaka uyar,
bu konuda çevresindekileri de sabırla ve nezaketle eğitirdi.

İpek elbise giymez, altın yüzük takmazdı. Giyiminde temizliğe ve sadeliğe
önem verir, pejmürdelikten hoşlanmazdı. Temizliği “imanın yarısı” sayardı.
Bizzat kendisi temiz olduğu gibi bu alışkanlığı etrafındakilere de kazandırmaya
çalışırdı. Lüks ve ihtişama önem vermez, geçici sıkıntıları tasa
edinmezdi. Diğer müslümanlara da kanaatkâr olmayı, hayata daima iyimser
bakmayı telkin ederdi.

Gönlü zengindi. Affetmeyi sever, kimseyi incitmez, düşmanlarının dahi
iyiliğini isterdi. Kur’ân-ı Kerîm’de onun bu meziyetinden övgüyle bahsedilir
ve şöyle buyurulur: “Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, muhakkak ki insanlar
çevrenden dağılır giderlerdi...” (Âl-i İmrân 3/159). O, insanların kusurlarını
yüzlerine vurmaz, tenkitlerini isim vermeden yapardı.

Bir öğünlük yemeğini olmayana verdiği için kendisinin ve ailesinin aç
sabahladığı geceler çok olmuş; fakat kendisi ve ailesi, açlığın sıkıntısını iyilik
yapmanın ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmanın verdiği mutlulukla
altetmeyi bilmişlerdir.

Yeri gelince eşsiz bir yiğit, yeri gelince de son derece halim selim idi.
Adaleti titizlikle korur; insanlara sırf mevki ve makamlarına göre muamele
etmezdi. Aksine fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin, hastaların, gariplerin,
çocukların daha çok ilgi ve mutluluğa muhtaç olduklarını bilir ve bunu onlardan esirgemezdi.

Kibirlenmekten nefret eder, kibirle imanın bir kalpte birleşemeyeceğini
söyler; kimseye karşı ululuk taslamaz; fakat düşmanları karşısında da ezilip
küçülmezdi. Otoritesini sürdürmek için sunî ve zorlama tedbirlere başvurmaz;
meclislerde boş bulduğu yere otururdu. Dalkavukluktan nefret ederdi.
Kendisine bir ilâh gözüyle bakılmasına asla razı olmaz; kendisinin de bir insan
olduğunu, sadece Allah’ın korumasıyla hata ve günahtan kurtulabileceğini
-hiçbir kaygıya kapılmadan- samimiyetle ifade ederdi. Halkın arasına
katılır; insanlarla olan ilişkilerini herhangi bir insan gibi sürdürür; hastaları,
dostlarını, komşularını ziyaret eder; müslümanların acı ve tatlı günlerini
paylaşmaktan geri kalmazdı.

Resûlullah’ın aile hayatı son derece muntazamdı. Eşlerine saygı gösterir;
haklarına riayet eder; hatta geceleyin ibadet etmek istediği zaman bile
eşinden izin alma inceliğini gösterirdi. Aile bireyleriyle şakalaşmayı sever,
nâdiren vuku bulan aile içi tatsızlıkları anlayışla karşılar, ikazlarını incitmeden,
medenîce yapardı.

Din ve dünya işleri arasında ideal bir uyum kurması, onun en önemli
özelliklerinden ve başarısının sebeplerinden biridir. Bir hıristiyan olan müsteşrik M. G. Demombynes, Muhammed (s. 599-600) isimli önemli eserinde,
İslâmiyet’in Hıristiyanlığa üstünlüğünü ve Hz. Peygamber’in başarısının sebeplerini şöyle anlatıyor: “Îsâ’nın vaazında öbür dünya için hazırlık, bu
dünyanın nimetlerinden vazgeçmekle başlar. İslâm’da ise kesinlikle böyle
bir şey yoktur... İslâm’a göre, iyi bir şekilde kullanmak şartıyla hiçbir nimet
kötü değildir.”

Bazı sahâbîler, ebedî kurtuluşlarını kazanabilmek için geceleri hep namaz
kılacaklarını, gündüzleri oruç tutacaklarını, evlenmeyeceklerini, evli
olanlar eşlerine yaklaşmayacaklarını söylemişlerdi. Hz. Peygamber bu gelişmeyi duyunca onları şu sözlerle uyardı: “Sizin şöyle şöyle söylediğinizi
duyuyorum. Bakın, yemin ederim ki ben, Allah’a hepinizden daha çok say-
gılıyım. Bununla birlikte oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler
de. Namaz da kılarım, uyku da uyurum. Kadınlarla da evlenirim... Kim benim
sünnetimden (yolumdan) yüz çevirirse benden yüz çevirmiş olur”
(Buhârî, “Nikâh”, 1). “Dünyada zühd içinde olmak, helâli haram saymak
değildir” (Tirmizî, “Zühd”, 29).


Kur’an Allah elçisini “güzel örnek” olarak gösteriyor. Muhammed Hamîdullah’ın
dediği gibi, “Şayet Hz. Muhammed, insanın dünya hayatını,
zevklerini tamamen reddeden, bunlardan uzak kalan bir melek hayatı sürdürmek isteseydi, onun sürdürdüğü bu hayat, insanlar için ölü doğmuş bir
kural olarak kalacaktı” (İslâm Peygamberi, II, 664). Nitekim Roma’nın barbarlaştırdığı Hıristiyanlık dünyaya hâkim olsa bile, Îsâ’ya nisbet edilen Hıristiyanlık kilise hatta mânastırların duvarlarını aşamamıştır.

Resûlullah’ın diğer bir önemli özelliği, Kur’an’ın deyimiyle “insan-peygamber”
oluşudur (el-İsrâ 17/93). Onun ebedî mesajına göre, kendisi de dahil
olmak üzere, “Bütün insanlar hata eder; hata edenlerin en hayırlısı ise
tövbe edenlerdir” (Tirmizî, “Kıyâmet”, 49). En mükemmel insanın hayatında
bile iyilik-kötülük mücadelesinin bittiği bir son nokta yoktur. O sebepledir
ki, kendisine “Yaşlandınız, yâ Resûlellah!” denildiğinde o, “Beni Hûd ve Şûrâ
sûreleri yaşlandırdı” (Tirmizî, “Tefsîr”, 56, 6) buyurmuşlardır. Çünkü her
iki sûrede de, “Sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol!” (Hûd 11/112; eş-Şûrâ
42/15) denilmektedir. Fahreddin er-Râzî’nin de belirttiği gibi bu âyet, ahlâkî
hayatın kolay olmadığını gösterir. Zira bir ömür boyu doğruluk çizgizinden
sapmadan ilerlemek, Kur’an’ın deyimiyle, bu “sarp yokuşu tırmanabilmek”
zor, zor olduğu kadar da kutsal bir çabadır.

İslâm dini prensip olarak Hıristiyanlık’ta olduğu gibi, Hz. Peygamber de
dahil olmak üzere, hiçbir insanı ilâhlık mertebesinde hatasız kabul etmemiştir.
Bu yüzden Peygamberimiz, sık sık tövbe ve istiğfar ettiğini söyler; iyilik
yolunda sebat ettirmesi, ahlâkını güzelleştirmesi için Allah’a dua ederdi
(meselâ bk. Müslim, “Müsâfirîn”, 201; Nesâî, “İftitâh”, 16, 17).

Hz. Muhammed, Allah tarafından ebedî risâletle görevlendirilmiş olmak
bakımından en büyük şeref ve imtiyaza mazhar olmuştur. Bunun yanında o
hem bir insan ve kul olarak hem de kendi deyimiyle “ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderilmiş” bir rehber olarak bütün ömrünü erdemli yaşamaya adamış olmak bakımından da en seçkin insandır ve bu yüzden “üsve-i hasene” (güzel örnek)dir.

Onun en yüksek ve örnek faziletlerinden biri de kendisini kanunlar üstü
görmemesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de defalarca ona, kendisine vahyedilene uyması
emredilmiştir. Zümer sûresinin 12. âyetinde ona verilen bir tâlimat
olan, “Ben müslümanların ilki olmakla emrolundum” şeklindeki ifade, onun
ahlâk ve fazilette de öncü ve örnek olmasını gerektirir. Bu sebepledir ki,
Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok emir ve yasak doğrudan ona hitap eder.

Herkesin kabul ettiği üzere kötülüklerin en fenası, bir insanın inanmadığı
bir görüşü savunması, yapmadığı bir işi emretmesidir. Kur’an’da da,
“Yapmayacağınız bir şeyi söylemeniz Allah katında büyük bir öfkeye sebep
olur” (es-Saf 61/3) buyurulmuştur. Münafıkların “cehennemin en dibinde”
gösterilmesi de bundandır (en-Nisâ 4/145). Bu açıdan, Hz. Peygamber’in
inanmadığı veya yaşamadığı bir görüşü, bir işi buyurduğuna, kendi kendisiyle
çeliştiğine dair tek bir örnek yoktur. Bu yüzden düşmanları tarafından
bile “Muhammedü’l-emîn” diye anılmış; risâletine ilk inananlar, kendisini
en iyi tanıyan yakınları olmuştur. Tarihte ilkeler koyan nice düşünürler
unutulup gitmiş; fakat yalnız peygamberler, çağlar boyunca hak, dürüstlük,
iyilik ve fazilet örneği olarak saygıyla izlenmişlerdir. Özellikle, hayatını ay-
rıntılarıyla tanıma bahtına erdiğimiz yegâne peygamber olan Allah Resulü’nün, getirdiği evrensel ilkeler yanında, bir çocuğun başını okşaması,
kızması beklenen bir küstahlığı tebessümle karşılaması, sıradan insanların
meseleleriyle içtenlikle ilgilenmesi gibi basit görünen faziletli davranışları bile
eşsiz bir ahlâk kahramanının, fazilet âbidesinin zengin ahlâkî kişiliğini
oluşturmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’in birkaç âyetinde Hz. Peygamber, bazı küçük yanılgıları
sebebiyle ikaz edilmiştir. Bu âyetler onun bir ilâh gibi kabul edilmemesi gerektiğini göstermesi bakımından önemlidir. Fakat, bundan daha önemlisi
şudur ki, Resûlullah bu âyetleri, en küçük bir komplekse kapılmadan, açık
yüreklilikle halka okumuş, duyurmuş; dahası namazlarda okunmasına izin
vermiştir. Tarihte kendisini eleştiren sözleri okumayı ibadet sayacak kadar
ahlâkta ve fazilette yücelmiş olan bir başka şahsiyet yoktur. İşte bundan
dolayı o, insanlığa örnek, âlemlere rahmettir.

Allah Resulü, davet ettiği insanlara, âhiret kurtuluşundan başka hiçbir
peşin çıkar vaad etmiyordu. Aksine, bu yolun uzun, çetin ve dikenli olduğunu,
onlara, göklerin, yerin ve dağların bile taşıyamayacağı bir emanet getirdiğini
açıklıyor; fakat samimi bir mümin, lekesiz bir insan olarak her türlü
bâtıllardan, edepsiz ve aşağılık davranışlardan kurtularak, doğru ve samimi
imana, faziletlerle süslü insanlığa çağırıyordu. Bizzat kendi yaşayışıyla da
bu imanın ve faziletin zengin örneğini sergiliyordu. Nitekim Mekke’de müşriklerin dayanılmaz boyutlara ulaşan baskısı karşısında Habeşistan’a sığınan müslümanların sözcüsü Ca‘fer b. Ebû Tâlib’in, Habeş hükümdarının
huzurunda yaptığı konuşmada şu çarpıcı ifadeler yer alıyordu:

“Biz vaktiyle Câhiliye halkı olarak putlara tapar, ölü hayvan eti yerdik. Bir
sürü edepsizlikler yapardık; yakınlarımıza ilgisiz kalır, komşularımıza kötülük
ederdik. Güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi. İşte Allah bize Peygamberimiz’i
göndermezden önceki halimiz bu idi... O Peygamber bize doğruluğu öğretti;
emanete sadık kalmayı, akrabamıza ilgi göstermeyi, komşularımıza iyi davranmayı, insanların haklarına ve hayatlarına saygılı olmayı emretti. Çirkin
davranışları, yalancı şahitliği, yetim malı yemeyi, namuslu kadınlara iftira
atmayı yasakladı.” (Ahmed b. Hanbel, “Müsned”, II, 202)

Resûlullah’ın düşmanları, onu, atalarının dinini terkettiği, şair, mecnun
sihirbaz olduğu gibi iddialar ve saçmalıklarla halkın gözünden düşürmeye
çalıştılar. Fakat, bir hıristiyan ilâhiyatçının da dediği gibi, “Hz. Muhammed’in
çağdaşları onda hiçbir ahlâkî kusur göremediler” (M. Watt, Hz. Mu-
hammed, s. 246); bu sebeple de ona asla gerçek bir kusur isnat edemediler.
Sadece, her zaman ve her devirde bütün zalimlerin başvurduğu yolları izlediler; yani onunla ve ona inananlarla alay ettiler, hakaret ettiler, zulmettiler, abluka altına alıp açlığa mahkûm ettiler. Ancak otoritesini ve saygınlığını zorbalıktan değil, getirdiği ilâhî prensiplerden, dayandığı doğrulardan, yaşadığı erdemlerden alan Allah elçisinin karşısında zalimlerin direnişi sadece bir çocukluk devresi kadar sürebildi. En sonunda Allah ona, haksızlıkla çıkarıldığı kutsal yurdu Mekke’ye muzaffer olarak dönme mutluluğunu yaşattı.

Mekke fethedilince Resûlullah, bütün suçluların bağışlandığını ilân etti.
O vakte kadar, Ebû Cehil’den sonra müşriklerin lideri ve İslâm’ın en yaman
düşmanı olan Ebû Süfyân İslâm karargâhına geldiğinde, Hz. Peygamber
onu saygıyla karşılamış; hatta evinin dokunulmazlığı, oraya sığınanların
güvence içinde olduğu tâlimatını vermişti. Bu tavır bize, eşsiz bir cesarete
sahip muzaffer bir kumandanın, aynı zamanda alçak gönüllü, kinden uzak
ve bağışlayıcı olması lâzım geldiğini gösterir.

Câhiliye döneminde Araplar âcizlik, pasiflik ve korkaklıktan nefret eder;
cesaret ve yiğitlikten hoşlanırlardı. Ancak güçlü ve yiğit olduğu halde öfkesini
ve gururunu yenenlere de büyük saygı duyarlardı. Eğer Hz. Peygamber’in
ağır başlılığı ve yumuşaklığı âcizlikten ileri gelseydi; veya tersine, yiğitlik
ve cesareti kendisine gurur ve kibir verseydi asla sevilmez ve taraftar
bulamazdı. Hz. Âişe, onun çok önemli iki özelliğini şu sözlerle anlatır: “Allah
Resulü, iki durumdan birini seçmek gerektiğinde, eğer kötü değilse,
mutlaka kolay olanını seçerdi (insanların işlerini zorlaştırmazdı)... Bir de Allah
Resulü, kendisiyle ilgili kötülüklerden dolayı asla intikam peşinde olmamıştır.
Fakat Allah’ın bir kanunu ihlâl edilince mutlaka bunun cezasını
verirdi” (Buhârî, “Edeb”, 80).


Endülüslü ünlü âlim İbn Hazm (ö. 456/1064), her cümlesi bir hikmet
değeri taşıyan el-Ahlâk ve’s-siyer adlı ahlâk kitabında şöyle der: “Âhiret iyiliğini,
dünya bilgeliğini, düzgün yaşayışı, bütün ahlâk güzelliklerini, bütün
faziletleri kazanmak isteyen kişi, Hz. Muhammed’i örnek alsın” (s. 19-20).
Çünkü “Resûlullah bütün hayırlarda en ileridedir. Allah onun ahlâkını övmüş,
faziletleri en mükemmel şekliyle onda toplamış ve onu her türlü kusurlardan
arındırmıştır” (s. 50).

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol