""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Hz.Muhammedin İbadet Hayatı

Hz. Peygamber’in    İbadet Hayatı 


Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber hakkında "ve sen elbette yüce bir ahlâk 
üzeresin" (el-Kalem 68/4) buyurulmakta ve bu yüce ahlâka eriştirilen 
sevgili Peygamberimiz yine Kur'ân-ı Kerîm'de bize "en güzel örnek" (el-
Ahzâb 33/21) olarak tanıtılmaktadır. 

Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber her hususta olduğu gibi ibadet hayatı hususunda
da inananlar için en güzel örnektir. 

Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Peygamber'e hamd, tesbih, secde, ibadet,
kulluk, ibadette sabır gibi hususlarda bazı emir ve yükümlülükler vermiş 
(bk. en-Nahl 16/98-99; Meryem 19/65; Hûd 11/123; Tâhâ 20/14), ayrıca 
bazı ibadetlere işaretle Resûl-i Ekrem'den onları yerine getirmesini istemiştir. 
Meselâ namazla ilgili tâlimat içeren âyet meâlleri şöyledir: 

"Ey Muhammed! Kitaptan sana vahyolunanı oku. Namaz kıl; muhakkak
ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor" (el-Ankebut 29/45). 

"Ey Muhammed! Onların dediklerine sabret; güneşin doğmasından ve 
batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gece saatlerinde ve gündüzleri 
de tesbih et ki, Rabbinin rızâsına eresin" (Tâhâ 20/130). 

"Ehline namaz kılmasını emret, kendin de onda devamlı ol" (Tâhâ
20/132). 

Kevser sûresinde ise "Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes"
(108/2) buyurularak namazla kurban bir arada zikredilmiştir. 

Şüphesiz ki bu ve benzeri âyetlerde Hz. Peygamber’in şahsında bütün
müslümanlara yönelik bir kısım emir ve tavsiyeler bulunmaktadır. Nitekim 
diğer pek çok âyet-i kerîmede de namaz, bütün müminleri kapsayacak tarzda 
bazan tek olarak, çoğu yerde de zekâtla birlikte emredilmiştir (bk. el-
Bakara 2/110, 183-184; en-Nisâ 4/77; et-Tevbe 9/71; en-Nûr 24/56). 

"Ey bürünüp sarınan (resulüm), kalk ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini
büyük tanı, kalbini tertemiz tut. Kötü şeyleri terke devam et" (el-
Müddessir 74/1-5) meâlindeki âyetlerin nüzûlünden sonra Hz. Peygamber, 
Cebrâil'in tarifiyle abdest alıp namaz kılmış, daha sonra Hz. Hatice'ye de 
abdest aldırıp namaz kıldırmıştır. Bu dönemde namaz, sabahın erken ve 
akşamın geç vaktinde olmak üzere günde iki vakitte ikişer rek‘at olarak 
kılınırdı. 

İlk namazda Cebrâil, sabahleyin Kâbe civarında Hz. Peygamber'e imam-
lık yapmış, daha sonra namazlar Hz. Peygamber'in imâmetiyle devam etmiş, 
hemen ilk gün akşam vaktine cemaat olarak Hz. Hatice, ertesi gün Hz. 
Ali katılmıştır. Hz. Ali, akşamleyin amca oğlu Hz. Peygamber ile yengesi 
Hz. Hatice'yi namaz kılarken görmüş, davete uyarak ertesi gün o da büyük 
bir çocuk iken cemaate katılmıştı. Daha sonra Zeyd b. Hârise ve Hz. Ebû 
Bekir bunlara eklenmiştir. 

Risâletin ilk döneminde alenî namaz kılınamıyordu; Hz. Peygamber, Hz.
Ali'yi de yanına alarak Mekke dışında dağ aralarında namaz kılıp dönüyordu. 
Diğer müslümanlar da öyle yapıyorlardı. Bir defasında Sa‘d b. Ebû 
Vakkas dağ arasında müşriklerin takibine, alay ve tazyikine mâruz kalınca 
eline geçirdiği bir deve çene kemiği ile birinin başını yarmış ve "Allah yolunda 
ilk kan akıtan kişi" diye anılmıştı. "Ey Muhammed! Artık, sana 
buyurulanı açıkça ortaya koy, müşriklerden yüz çevir" (el-Hicr 15/94) 
meâlideki âyet nâzil olduktan sonra açık davet başlamış, böylece Kâbe ve 
civarındaki yerlerde namaz da kılınır olmuştu. Ancak bu durum kıyasıya bir 
mücadeleyi gerektiriyordu. Meselâ, bir defasında Hz. Ebû Bekir'in de ısrarıyla 
müslümanların Kâbe önünde topluca namaz kılma gayreti müşriklerin hücumuyla 
önlenmek istendi. Bu olayda Hz. Ebû Bekir dahil bazı müslümanlar 
ölümden döndüler. Kezâ Hz. Ebû Bekir'in evinin avlusunda namaz kılıp, 
Kur'an okumasının engellenmesi de bu zamanlara rastlar. Peygamberliğin 
altıncı yılında önce Hz. Hamza, daha sonra Hz. Ömer'in müslüman olmasıyla 
Kâbe'de iki saf olarak ilk defa açıkça ve topluca namaz kılındı. 

"Ey örtünüp bürünen (resulüm)! Birazı hariç geceleri kalk namaz kıl..."
(el-Müzzemmil 73/1-4) âyetleri ile gece namazı farz kılındı. Bir süre sonra 
indirilen âyetle (el-Müzzemmil 73/20) sorumluluk hafifletilerek gece namazı 
ümmet-i Muhammed için nâfileye dönüştürüldü. Zaten gelişmeyi takip eden 
yıl yani peygamberliğin on birinci yılında Mi‘rac gecesinde beş vakit namaz 
farz kılındı. Mi‘racı takip eden günlerde Cebrâil gelip Hz. Peygamber'le birlikte 
beş vakit namazı bir gün ilk vakitlerinde, ikinci gün ise son vakitlerinde 
kılmış ve namaz vakitlerinin başlangıç ve sonunu açıklamıştır (Müslim, 
“Mesâcid”, 176, 179). 

Ayrıca "Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nâfile olmak
üzere namaz kıl..." (el-İsrâ 17/79) âyeti ile Hz. Peygamber'den gece namazı 
kılması istenmiştir. 

Yakınları, Hz. Peygamber'in hayatı boyunca gece namazına devam ettiğini
rivayet ederler. Hatta gece namazına olan bu itinası dolayısıyla bazı 
sahâbîlerin "Allah senin geçmiş ve gelecekteki günahlarını bağışladığı halde 
bu kadar zahmete niye katlanıyorsun?" diye sorduğu, Hz. Peygamber'in de 
"Şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını verdiği rivayet edilir (Tirmizî, 
“Şemâil”, 44; Müsned, IV, 251). 

Peygamberimiz gecenin başlangıcında yatsı namazını kılar yatardı. Üçte
birlik süre içinde uyanır ve teheccüdü kılar, müteakiben vitir namazını kılar, 
sonra tekrar yatar ve sabah ezanında çabucak kalkar, abdest alır, sünnetini 
evinde kılar, farzı için camiye giderdi. 

Hz. Peygamber teheccüde ilk başlayanlara, bıkkınlık göstermemeleri için iki
rek‘atla başlamalarını tavsiye ederdi. Kendisi 8 veya 12 rek‘at kılardı. 

Bir defasında Hz. Âişe: "Şayet geceleyin uyanamayıp da vitri geçirirseniz
durum ne olur?" deyince Hz. Peygamber ona: "Benim gözlerim uyursa da 
kalbim uyumaz, zamanı gelince uyanır, önce teheccüdü sonra vitri kılarım" 

cevabını vermişti (Tirmizî, “Şemâil”, 45).

Hz. Peygamber teheccüdden sonra sabah yakın ise dinlenmek üzere,
uzak ise uyumak üzere tekrar yatardı. Bunlardan da anlaşılıyor ki Hz. Pey
gamber'in teheccüd ve vitir için kalktığı saat bazan gecenin ilk üçte biri geçtikten 
sonraki zamandı, bazan gecenin ortası, bazan da sonuna doğru idi. 

Hz. Peygamber tarafından ilk cuma namazı Kubâ'dan Medine'ye giderken
Sâlim b. Avf oğulları yurdunda Rânûnâ vadisinde hicretin 1. yılında 
kılındı, ilk cuma hutbesi de orada irad edildi. 

Hz. Peygamber ramazan ayında iki gece evinden camiye çıkıp cemaate
imam olarak teravih kıldırmış, ama üçüncü gün halk beklese de, teravihi 
cemaatle kılmak farz kılınır endişesiyle camiye çıkmamıştır. Ramazan gecelerinde 
4+4+3 tarzında yatsıdan ayrı olarak on bir rek‘at namaz kıldığı rivayet 
edilir. Bunun son üç rek‘atı vitirdir. 

Hz. Peygamber ilk bayram namazını hicretin 2. yılı
Şevvalin birinci gününde 
kılmış ve cemaate kıldırmıştır. 

Hz. Peygamber namaza çok düşkündü, onu dinin direği olarak nitelendiriyordu
(Tirmizî, “Îmân”, 8; Müsned, V, 231, 233). Namaz onun gözünün 
nuru idi (Nesâî, “İşretü'n-nisâ”, 1; Müsned, III, 128, 199, 285). O, namaz 
kılarken sanki dünyaya veda eder, âhiret âlemine dalardı 
(İbn Mâce, “Zühd”, 
15; Müsned, V, 412). 

Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in ahlâkının Kur'an olduğunu ve Mü'minûn
sûresinin ilk on âyetinde bu ahlâkın sıralandığını belirtiyordu. O sûreye bakıldığı 
zaman hemen ilk iki âyette kurtuluşa eren müminlerin, namazlarında 
huşû içinde oldukları 
(bk. el-Mü’minûn 23/1-2) belirtiliyor. Hz. Peygamber 
Kur'an emrine uyarak namazlarını huşû üzere kılıyor, müslümanların da bu 
şekilde kılmalarını istiyordu. Esasen Hz. Peygamber kullukta ve ibadette 
ihsan esasından bahsediyordu. İhsan, Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmekti 
(Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 17; Tirmizî, “Îmân”, 4). 

Hz. Peygamber'in farz namazlara ilâve olarak değişik zamanlarda nâfile
namazlar da kıldığı, bu namazların İslâm âlimlerince daha sonra, Hz. Peygamber'in 
devamlı kılıp kılmadığına veya tavsiye ederken kullandığı üslûba 
göre sünnet (müekked ve gayr-i müekked), müstehap ve âdâb gibi isimlerle 
anıldığı bilinmektedir. Bu nâfileler gece içinde rek‘at sayısı pek belirgin olmayan 
teheccüd namazı, sabah namazında 2 rek‘at, güneş doğduktan bir 
süre sonra 2 rek‘at, kuşluk vakti 4 rek‘at, öğleden önce 4, sonra 2 rek‘at, 
ikindiden önce 4, akşamdan sonra 2, yatsıdan önce 4, sonra 2 rek‘at namaz 
idi. Akşamdan sonra 6 rek‘at evvâbîn namazını da genelde kılardı. Seferden 
döndüğünde ise mescidde 2 rek‘atlık bir namaz kılardı. 


Hz. Peygamber’in kıldığı nâfile namazların bu sayılanlardan ibaret olmadığı,
onun değişik vesilelerle çeşitli nâfile namazlar kıldığı bilinmektedir. 
Oğlu İbrâhim'in toprağa verildiği gün güneş tutulmuştu. Bunun İbrâhim'in 
ölümüyle bir ilgisi olmadığını, Allah'ın kanunu olarak cereyan ettiğini belirttikten 
sonra mescidde cemaatle birlikte 2 veya 4 rek‘at küsuf namazı kıldı. 4 
rek‘at olarak tesbih namazı kılardı. Sevinçli gelişmeler olduğunda şükür 
secdesine kapanırdı. Zira Cenâb-ı Allah "Öyle ise siz beni ibadetle anın ki 
ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin! Ey iman 
edenler! Sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak 
sabredenlerle beraberdir" (el-Bakara 2/152-153) buyuruyordu. Nâfile namazları 
evlerde kılmayı tavsiye ederdi. Yüce Allah'ın namaz kılınan eve 
hayır, rahmet ve bereket ihsan edeceğini müjdelerdi. 

O kulluk şuuru en yüksek seviyede bir insandı, ihsan üzere (Allah'ı görüyormuşçasına)
ibadet edilmesi gerektiğini biliyor ve ümmetine bunu tavsiye 
ediyordu. İman, ibadet, ahlâk (davranışlar) bütünlüğüne devamlı işaret 
ederdi. Çünkü imanın anlam ve lezzetini, onu ibadet ve güzel davranışlarla 
desteklediğinde yakalayabilirdi. Sosyal hayattaki bilinçli duyarlılık, Allah 
korkusu ve takvâ da böyle oluşurdu. Müminler günlük hayatlarında iman 
ve ibadet ölçüleriyle yaşamalıydılar. Hz. Peygamber öyle iman etti, öyle 
ibadet etti, öyle yaşadı. Onun tasviriyle namaz, bir kimsenin evinin önünden 
akan bir ırmakta günde beş defa yıkanmasının bütün kirleri arıttığı gibi, 
mümini hata ve günahtan, gizli ve açık çirkinliklerden temizlerdi (Buhârî, 
“Mevâkyt”, 6; Tirmizî, “Edeb”, 80). Zaten Kur'an'da da namazın kötülük ve 
çirkinliğe engel olduğu bildirilir (el-Ankebût 29/45). 

Hz. Peygamber geceleri ihyaya çok önem verirdi. Çünkü Cenâb-ı Allah
şöyle buyuruyordu: "Şüphesiz ki gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) 
tam bir uyuma ve sağlam bir kıraate daha elverişlidir. Zira gündüz vakti, 
sana uzun bir meşguliyet var. Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O'na yönel" 
(el-Müzzemmil 73/6-8). 

Gece namazında kıyamda uzun sûreleri okuduğu olurdu. Bunlar Bakara,
Nisâ, Âl-i İmrân gibi sûreler olup, rükû ve secdeleri de uzun tutardı. Âyetlerin 
derin anlamları üzerinde düşünürdü. Namazların peşinden sık sık veciz 
dualar yapar, Allah Teâlâ'yı zikreder, bol bol tövbe ve istiğfar ederdi. 

Peygamber Efendimiz cenaze namazı da kıldı ve kıldırdı. Kendisi hayatta
iken ölmüş pek çok kadın ve erkek müslümanın cenaze namazına katılmıştır. 
Uhud Savaşı’nda Hz. Hamza'nın cesedi civarına diğer şehidler de sıralanmış 
ve Peygamberimiz yetmiş kere cenaze namazı kılmıştı. Mescid-i Nebî'yi 

Allah rızâsı için her gün süpürüp temizleyen siyahî bir müslüman ölmüş ve 
bir gece toprağa verilmişti. Rahatsız edilmemesi gayesiyle geceleyin Peygamberimiz’e 
haber verilmemişti. Daha sonra bunu öğrenen Resûl-i Ekrem, 

o kişinin mezarına gidip onun için mağfiret dileğinde bulundu. Oğlu İbrâhim'in
cenazesinde de bulundu ve mezarın düzgün örtülmesi hususunda 
müslümanları uyardı. Çünkü mezardaki bir oyuk ölüye değil, ama dirinin 
gözüne zarar verirdi. Diri olan, uygun bir görüntüyü severdi ve Allah yapılan 
bir işin en iyi yapılmasından hoşnut olurdu. 
Hz. Peygamber namazlarını en üstün bir kulluk şuuruyla eda etmiş, ashabına 
da öğretmiş, ashabın Hz. Peygamber'den kılınışını öğrenip aktardığı 
namazlar günümüze kadar gelmiştir. İnananlara düşen de aynı kulluk şuuruna 
ererek namazları eda etmeye çalışmak olmalıdır. 

Hz. Peygamber bir defasında attan düştü. Hurma kütüğüne çarptığı için
ayağı yarıldı, sağ yanı sıyrılıp ezildi. Bu hadise üzerine yaklaşık bir ay kadar 
namazlarını oturarak kıldı. Diğer sağlıklı zamanlarında hep ayakta kılardı. 
Yine vefatına yakın zamanlarda, kamu işlerinden yorgun düştüğü günlerin 
gecelerinde teheccüdü oturarak kıldığı bilinmektedir. Son hastalığında Hz. 
Ebû Bekir'in kıldırdığı namaza oturarak uymuştu. Bu, onun cemaatle namaza 
ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hz. Peygamber'in sağlığında, 
cemaate müslüman erkekler geldiği gibi isteyen müslüman hanımlar da 
gelerek Mescid-i Nebî'de arka saflarda cemaate iştirak edebiliyorlar ve namazdan 
sonra Hz. Peygamber'in nasihatlerini dinleyebiliyorlardı. Hatta bu 
nasihatleri daha yararlı düzeyde götürebilmek için hanımların başvurusu 
üzerine haftanın belirli bir gününde ve belirli bir saatte sırf hanımlar, mescidi 
dolduruyorlar ve Hz. Peygamber'i dinleme imkânını buluyorlardı. 

Ramazan orucu hicrî 2. yılda farz kılındı ve sahâbe Hz. Peygamber’le
birlikte dokuz yıl ramazan orucu tutma bahtiyarlığını yaşadı. Hicretten sonra 
Medine'de yahudilerin aşure orucu tuttuğunu gören Resûl-i Ekrem; "Biz 
bunu tutmaya daha lâyıkız" diyerek adı geçen orucu vâcip kılmıştı. Sonra 
ramazan orucunun farziyetini bildiren âyetler (bk. el-Bakara 2/183-185) 
gelince müslümanlardan aşure orucu mecburiyeti kaldırıldı ve aşure orucu 
bundan sonra isteyenin tutabileceği bir nâfileye dönüştü. 

Hz. Peygamber farz olan ramazan orucuna önem verirdi. İftarda acele
edilmesini, sahurda ise imsake uzanan geç vakte kadar yemeyi tavsiye ederdi 
(Müslim, “Sıyâm”, 48-50). Sahur yemeğinde bereket olduğunu söyler, 
Ehl-i kitap’la müslümanlar arasındaki farkın sahur yemeği olduğunu ifade 
ederdi (Müslim, “Sıyâm”, 46). Ümmetine, ibadet, tövbe ve istiğfar için ramazan 
gecelerinin önemli bir fırsat olduğunu söyler ve müslümanları ramazan gecelerini 
ihyaya teşvik ederdi. Oruç kötülüklere karşı bir kalkandı; zararlı söz, 
düşünce ve davranışlardan korurdu. Oruçlu olmak bilinci kişiyi hep hayır ve 
iyiliklere yöneltirdi. 

Ashabın bildirdiğine göre Hz. Peygamber, insanların en cömerdi idi. Bilhassa
ramazanda Cebrâil ile karşılaştığı zaman mutluluğuna ve cömertliğine 
sınır olmuyordu. Ramazan gecelerinde Cebrâil Hz. Peygamber'le buluşup 
nöbetleşe Kur'an (mukabele) okurlardı. Resûlullah Cebrâil ile buluştuğunda 
insanlara rahmet getiren rüzgârdan daha cömert, daha faydalı olurdu. 

Hz. Peygamber, ramazanın genellikle son on gününde itikâfa girerdi.
Hz. Âişe'nin bildirdiğine göre Resûlullah ramazanda son on gün girince geceleri 
ihya eder, ailesini ibadet için uyandırır, ibadete daha çok önem verir, 
diğer vakitlere nisbetle daha çok ibadet eder ve müslümanlara da bunu tavsiye 
ederdi (Müslim, “İtikâf”, 7). 

Hz. Peygamber, bin aydan daha hayırlı
(bk. el-Kadr 97/3) olan Kadir gecesinin 
ramazanın son on gününde ve tekli gecelerde aranmasını tavsiye 
etmiştir (Müslim, “Sıyâm”, 208, 212). 

Hz. Peygamber ramazan ayı dışında nâfile oruç da tutardı. Üsâme b.
Zeyd'in nakline göre Peygamberimiz en çok nâfile orucu şâban ayında tutardı. 
Bunun hikmeti sorulunca Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: "Ey 
Üsâme, şâban ayı, recep ile ramazan arasında değerli bir aydır. Halk bunun 
faziletinden habersizdir. Şâban ayında işlenen ameller âlemlerin Rabbi olan 
Cenâb-ı Allah'ın huzuruna yükseltilir. Ben de sâlih amellerimin bu ay içinde 
Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna yükseltilmesinden haz duyarım" (Tirmizî, "Şemâil”, 
50-51). 

Sahâbeden yapılan nakillere göre Hz. Peygamber her ayın başında üç
gün oruç tutardı. Bu üç günü bazan ayın ortasına, bazan da sonuna getirdiği 
olurdu. Haftanın pazartesi ve perşembe günleri çoğunlukla oruçlu olurdu. 
Bazan bir ayın bir haftasının cumartesi, pazar ve pazartesi, diğer ayın o 
haftasının çarşamba, perşembe günlerini oruçlu geçirirdi (Tirmizî, “Şemâil”, 
51). 

Hz. Peygamber'in bazan iki oruç arasında iftar etmeden visâl orucu tuttuğu
da olurdu. Ama herkesin gücünün bir olmadığını söyleyerek ashabını 
bundan menederdi. 

Hz. Peygamber aşure orucunu da tavsiye etmiş, kezâ receb, zilkade, zilhicce
ve muharrem aylarında üç gün oruç tutulmasını öğütlemiştir. Bu üç 
günün muharrem ayındaki uygulaması aşuredan önceki gün, aşure günü ve 
aşureden sonraki gün şeklindeydi. Bilindiği gibi aşure günü muharremin 10. 
günüdür. Bu konuda Hz. Peygamber'den nakledilen şu hadis çok ilginçtir: 

"Ramazan orucundan başka en faziletli oruç Allah'a izâfeten şereflendirilen
(yani şehrullah olan) muharrem ayında tutulan oruçtur..." (Müslim, “Sıyâm”, 
202). Ayrıca Hz. Peygamber ramazan çıktıktan sonra şevval ayında altı gün 
oruç tutar ve müslümanlara tavsiye ederdi. O, bu konuda şöyle buyurur: 

"Her kim ramazan orucunu tutar ve buna şevvalden altı gün daha oruç tutup
onun ardından gönderirse o kişi bütün seneyi oruçlu geçirmiş gibi olur" 

(Müslim, “Sıyâm”, 204).

İslâm'da kurban, Hz. İbrâhim'in geçirdiği imtihanlardan sonra yüce Allah'ın
ihsan ettiği koçun kurban edilmesini hatırlatan bir ibadettir. Hz. Peygamber 
kurban keserek bu ibadeti ifa etmiş, "babanız İbrâhim'in sünneti" 
dediği kurban ibadetini hem kendisi yerine getirmiş, hem de ümmeti kana-
lıyla günümüze kadar yaşatılmasına vesile olmuştur. Kesilen kurbanın etinden 
kendisi ve ailesi yer, dost ve arkadaşlarına ikram eder, ihtiyaç sahiplerine 
gönderirdi. Kurban etinden yenilenin değil başkalarına ikram edilenin 
kalıcı olduğunu da sık sık tekrarlardı. 

Zekât hicretten sonraki yıllarda farz kılınmıştır. Hz. Peygamber şahsen
zengin değildi, ancak toplanan zekât mallarını mümkün mertebe hiç bekletmeden 
ve geceletmeden gerekli yerlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Ehl-i 
beyt, zekât mallarından yararlanamazdı. Dolayısıyla Hz. Peygamber ömrü 
boyunca zekât gelirlerinden yararlanmamış, hâne halkını da yararlandırmamıştır. 
Ancak o, hediye kabul eder, kendisine getirilen hediyeye hediye 
ile mukabelede bulunurdu. Hz. Peygamber inananları zekâtlarını vermeye 
ve zekât dışında da infak ve tasadduka davet ederdi. Zira bu, diğerkâmlık 
duygularını geliştiriyordu. Veren gönül hazzı, alan da eksiklerini karşılayacağı 
için gönül huzuru hissediyordu. Hz. Peygamber hiçbir malın ihtiyaç 
fazlası kısmını elinde ve evinde tutmaz, infak ederdi; komşularına ve muhtaçlara 
gönderirdi. 

Hac, hicretin 9. yılında farz kılındı
(bk. el-Hac 22/26-29). O yıl Hz. Ebû 
Bekir hac emîri tayin edilerek haccın esaslarını uygulamalı olarak insanlara 
gösterdi. Hz. Peygamber ise farz olan ilk ve son haccını hicretin 10. yılında 
gerçekleştirdi. Hac günlerinde Arafat'ta Zilhiccenin 9. günü irad edilen hutbenin 
başlangıcında, ashabı ile bir daha görüşememe ihtimalinden bahisle 
ebediyete intikalinden önce vedalaştığı için bu hacca "Vedâ haccı" denilmiştir. 
Yine dinin kemale ve tamama erdiğini bildiren âyet (bk. el-Mâide 5/3) o 
günlerde nâzil olduğu için bu hacca "haccetü'l-kemâl ve't-temâm" haccın 
hükümlerini sözle tebliğ edip amelî olarak gösterdiği için "haccetü'l-belâğ", 
farz olan haccın ifası olduğu için "haccetü'l-İslâm" gibi isimler de verilmiştir. 

Farklı rivayetler olmakla birlikte Hz. Peygamber'in hicretin 7. yılında 
Hudeybiye umresi, 8. yılında Mekke fethi günü ifa edilen umre, aynı yıl 
Huneyn ve Tâif seferini müteakip gerçekleştirilen umre ve 10. yılda Vedâ 
haccı sırasında ifa edilen umre olmak üzere dört umre yaptığı bilinmektedir. 

Ashaptan görgü şahitlerinin verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber Kur'an
okumayı ve Kur'ân-ı Kerîm'i başkası okurken dinlemeyi çok severdi. O, 
Kur'an okurken kelimeler gayet açık bir şekilde anlaşılıyordu, medlere riayet 
ediyordu, bazan yüksek sesle, bazan da içinden sessizce okuyordu; sesi 
sadası gayet güzeldi. Sesli okurken sesini sadece etrafında ve odada bulunanların 
duyabileceği şekilde yükseltirdi. Tatlı ve yumuşak bir sesi olan Hz. 
Peygamber etkileyici bir okuyuşa sahipti. O, Kur'an okurken dinleyenleri bir 
vecd kaplar ve kendilerini sanki başka bir âlemde hissederlerdi. Tegannide 
aşırı gitmezdi; sunilikten uzak, tabii bir okuyuşu vardı. 

Hz. Peygamber ibadetlerinde devamlı idi. Terketmez, ara vermez, sürekli
yapardı. Ömrü boyunca hiçbir zaman ibadetlerini bırakmadı. Ashabına da en 
hayırlı ibadetin devamlı yapılanı olduğunu söylerdi (Buhârî, “Savm”, 52, 
“Teheccüd”, 7, 18, “Îmân”, 32; Müslim, “Müsâfirîn”, 31). 

Hz. Peygamber ibadetin veya dinî bir hükmün aslını koruma kaydıyla
her konuda müslümanlar için hep kolay olanı tercih etmiştir. Dolayısıyla 
zorlaştırmamak, müjdelemek, soğutmamak onun uyguladığı ve önerdiği bir 
prensip idi. Her konuda olduğu gibi ibadette de itidali esas alır, aşırılıktan 
uzak olmayı tavsiye ederdi. Zira aşırılık helâk sebebiydi (Buhârî, “Rikak”, 18; 
Müslim, “İlim”, 4; İbn Mâce, “Zühd”, 20). Ümit ile korku arasında olmak kulluk 
âdâbının gereğiydi. Bu nedenle, müslümanların ümitsizliğe düşmesini 
de, yaptıkları ibadetlere aşırı güvenmelerini de uygun görmemiştir. 

İbadetlerde kulluk bilincinin diri tutulmasına önem verir, kişilerin ibadet
etme gayretiyle ağır yükler altına girmesine razı olmazdı. Bir defasında sahâbeden 
birinin oruç adadığı ve oruç gününde cuma hutbesinde ayakta 
durmayı, dışarıda gölgelenmemeyi ve konuşmamayı da kastettiği söylenince 
Hz. Peygamber bunu doğru bulmadı; o kişinin hutbede oturmasının, gölgelenmesinin 
ve konuşmasının daha uygun olacağını, orucunu bu şekilde 
tamamlarsa makbul sayılacağını hatırlattı 
(Buhârî, “Eymân”, 31; Ebû Dâvûd, 

“Eymân”, 19). Nitekim Allah Teâlâ da "Allah sizin için kolaylık istiyor, zorluk 
istemiyor" (el-Bakara 2/185) buyuruyordu. 

Hz. Peygamber'in cemaatle ibadet esnasındaki bazı uygulamaları da ibadetin
özünü zedelememek kaydıyla cemaate karşı tam bir müsamaha içinde 
olduğunu gösteriyor. Meselâ cemaatle namaz esnasında saflarda annesiyle 
birlikte bulunan bir çocuğun ağlamasını duyunca kısa bir sûre okuyarak 
rükû ve secdeye giderdi. Çünkü namaz uzadıkça annenin zihni çocuğun 
ağlayışına takılıp kalacaktı. 

Hz. Peygamber'in bilhassa nâfileleri kılarken, torunlarının omuzuna tırmanıp
oyun oynamalarına engel olmaması da onun hem çocuk sevgisini 
hem de ibadetlerde müsamahakâr davranmasını gösterir. 

Ashaptan Abdullah b. Amr son derece zâhid bir zat idi. Her gün oruç tutuyordu,
her gece hatmediyordu; bu yüzden de yeni evli olduğu halde ha-
nımından uzak duruyordu. Durum Hz. Peygamber'e intikal edince onu çağırarak 
meseleyi araştırdı. Bu sahâbenin daha fazla sevap kazanma gayretiyle 
böyle davrandığını anlayınca da ona, böyle yapmasının yanlış olduğunu, 
vücudunun ve ailesinin de üzerinde haklarının bulunduğunu söyleyip her 
ayda üç gün oruç tutmasını ve ayda bir de Kur'an'ı hatmetmesini tavsiye 
etti. Bundan fazlasına gücünün yeteceğini söyleyip daha fazla ibadet etmek 
için izin istediğinde de ona gün aşırı oruç (savm-ı Dâvûd) tutmasını, haftada 
bir de Kur'an hatmetmesini önerdi (Müslim, “Sıyâm”, 185-193). Yüce Allah 
kulun ibadetinden usanmaz, ama kul hastalanır, yoğun işe mâruz kalır, 
ihtiyarlayıp güçten düşer ve yüklendiği yoğun ibadetlerin ifasında zorlanabilirdi. 
Nitekim de öyle oldu. Yaşlılık yıllarında Abdullah b. Amr'ın, Hz. Peygamber'in 
gösterdiği kolaylıklardan yararlanmamanın sıkıntısını çektiği söylenir 
(Buhârî, “Fezâilü'l-Kur'ân”, 34; Müslim, “Sıyâm”, 35). 

Sonuç olarak Hz. Peygamber en üstün kulluk şuuruyla ibadetlerini ifa
etmiş, Allah'ın rızâsını her zaman ön planda tutmuş; iman, ibadet ve davranış 
bütünlüğü ile ümmetine örnek olmuş, sosyal hayatta dinî duyarlılığa 
dikkat etmiş, uygun ibadet telakkisini yaygınlaştırmış, ifrat ve tefritten, aşırılıktan 
uzaklaştırmış; çevresinde, yüce Allah'a ibadeti en derin haz bilen 
duyarlı bir sahâbe kitlesi oluşturmuştur. 

Bize düşen, bu mânevî mirasın ilk uygulayıcılarını iyi öğrenmek, anlamak,
anladıklarımızı uygulamak ve en uygun yorumlarla günümüze taşımaktır. 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol