Keffaretler
KefâretlerKefâret kelimesi sözlükte “örten, gizleyen” anlamına gelir. Dinî bir terim
olarak ise, “işlenen bir kusur ve günahtan dolayı Allah Teâlâ’dan af ve
mağfiret dilemek niyetiyle yapılan, ceza özelliği de bulunan bir tür malî ve
bedenî ibadet”tir.
Kefâretlerin sebebi, ya dinen yapılması gereken bir şeyin yapılmaması,
ya da yapılmaması gereken bir şeyin yapılması şeklinde işlenen kusurlu
davranışlar, hata ve günahlardır. Allah Teâlâ bu hatalı ve kusurlu davranışlara
karşılık olmak üzere yine ibadet nevinden bazı fiillerin işlenmesine ve
bu sayede kulun kendini affettirmesine imkân tanımıştır. Bunun için de mükellefin
kefâretleri Cenâb-ı Hak tarafından kusur ve günahının affedilmesine
vesile kılınması niyet ve arzusuyla yerine getirmesi esastır. Bu sayede Allah’ın
bu kimsenin söz konusu kusurlu davranışını affetmesi umulur. Bu
sebeple kefâretler yapılma niyet ve amacı itibariyle mükellefin ibadet sorumluluğu
dahilinde bir konudur.
Öte yandan kefâretler, konuluş amacı itibariyle hem ibadet hem de ceza
mânası taşımakla birlikte mahiyeti itibariyle ibadet nevinden fiillerin bir
veya birkaçından ibarettir. Fıkıh kitaplarında kefâretlerin ibadet ana grubunda
yer alması, kefâretlerle yükümlü tutulmanın Allah’ın lutuf ve kereminin bir
tezahürü olarak müslümanlara tanınan bir ayrıcalık ve imkân olarak nitelendirilmesi
bu sebeplerledir.
Kur’an ve Sünnet’te belirtilen veya sadece Hz. Peygamber’in söz ve uygulamasıyla
sabit olan kefâret nevileri olarak; orucu bozma, yemin, zıhâr,
hac yasaklarını ihlâl, adam öldürme ve hayızlı kadınla cinsel temas sebebiyle
gereken kefâretler sayılabilir.
1. Oruç Bozma Kefâreti
Fıkıh literatüründe kefâret-i savm terimiyle ifade edilen bu kefâret türü,
“Ramazan orucunu eda ederken, herhangi bir mazereti bulunmaksızın,
oruçlu olduğunu bilerek orucunu kasten bozan kimseye gereken kefâret”tir.
Oruç ibadeti İslâm’ın beş temel şartından biri olup bu ibadeti yerine getirmekte
zorlanan kimselere, oruç konusunda anlatıldığı üzere, bir dizi kolaylık
ve ruhsat getirilmiştir. Ayrıca kasten oruç tutmayan, başladığı orucu
iradesi dışında veya haklı görülebilir bir sebeple bozan kimsenin de bu orucunu
kazâ etmesi imkânı vardır. Bu ruhsat ve imkânlardan sonra, başladığı
ramazan orucunu hiçbir mâkul ve haklı görülebilir sebep yokken, bilerek ve
isteyerek bozan kimsenin durumu ağır bir kusur ve suç kabul edilmiş ve
böyle kimselere, bu hatalı davranışlarından dolayı Allah’tan af dileyebilmeleri
için, biri yine oruç cinsinden olmak üzere üç tür ibadetten biri kefâret
olarak öngörülmüştür.
Orucu kasten bozan kimse için öngörülen kefâretin cezaî yönü ağır basar.
Bu kefâreti gerektiren sebep ise, ramazan orucunu eda eden kimsenin
orucu kasten ve isteyerek bozmasıdır. İkrah (ağır baskı), hata, unutma gibi
kasıtlı olmayan durumlar kefâreti gerektirmez. Hanefîler de dahil fakihlerin
çoğunluğuna göre ramazan orucunun cinsî münasebetle veya yeme içme ile
bozulması aynı hükme tâbi iken Şâfiîler başta olmak üzere bir grup fakihe
göre ramazan orucunun sadece cinsî münasebetle bozulması kefâret gerektirir.
Kasten de olsa yeme içme kefâreti gerektirmez. Birinci grup kasten
yapılan cinsî münasebetle kasten yeme içmenin aynı ortak illete sahip bulunduğunu,
ikisinin de orucun kasten bozulması mahiyetinde olduğunu ileri
sürer. İkinci grup ise Hz. Peygamber’in ramazan ayında karısıyla cinsî münasebette
bulunan sahâbî hakkında kefârete hükmettiği (Buhârî, “Savm”, 31;
Müslim, “Sıyâm”, 14), hadiste yeme içme geçmediği ve yeme içmenin farklı
olduğu mülâhazasıyla hareket eder ve kıyas yaparak kefâret hükmünü
genişletmek istemezler. Şâfiîler’in burada kıyas yoluna gitmemeleri, biraz da
kolaylığı sağlama, zorluk ve sıkıntıya yol açmama düşüncesinden kaynaklanmış
olabilir.
Oruç bozmanın kefâreti; eğer imkânı varsa bir köle âzat etmek, buna
gücü yetmiyorsa ara vermeksizin iki ay süreyle oruç tutmak, eğer buna da
gücü yetmiyorsa altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmaktır. Çağımızda kölelik
kalktığına göre, oruç kefâretinde ilk sırayı oruç tutma, ikinci sırayı da
fakiri doyurma alır. Benzeri bir hüküm diğer kefâretlerde de söz konusudur.
Köle âzat etmenin kefâretlerde ilk sırayı alması, İslâm’ın hürriyet ve insan
haklarına verdiği önemin ve köle durumunda olan insanların hürriyetlerine
kavuşması için çeşitli uygun ortam ve vesileler geliştirdiğinin açık bir delilidir.
Hanefîler de dahil fakihlerin çoğunluğuna göre kefâret ödeyecek kimsenin
yukarıda sayılan sıraya riayet etmesi, bir öncekini yapma imkânı bulunmadığında
bir sonrakine geçmesi gerekir. Mâlikîler’e göre ise mükellef bu
üç şıktan birini seçebilir. Hatta bunlar arasında altmış fakiri doyurma en
faziletli olanıdır. Çoğunluk ise hem oruç kefâretiyle ilgili hadiste bu sıranın
benzeri kayıtlarla zikredilmesi, zıhâr kefâretiyle ilgili âyetin ifade ve üslûbu
hem de esaret altındaki bir kimsenin hürriyete kavuşturulmasının bunlar
arasında en faziletli ibadet olduğu, nefsin oruçla terbiyesinin de ikinci derecede
faziletli olduğu ve şâriin bu iki ibadete öncelik vererek bu tür hikmetleri
gözetmiş bulunduğu gibi noktalardan hareket etmiştir.
Oruç kefâretinin iki ay oruç tutmak şeklinde ödenmesi halinde, orucun
ara vermeksizin peş peşe tutulması gerekir. Sadece kadınların hayız hali bu
peş peşeliği bozmaz. Onun dışında hastalık, yolculuk gibi bir mazerete binaen
oruca ara verilirse, önce tutulanların yok sayılıp iki ay oruca yeniden
başlanması gerekir. Şâfiîler loğusalık (nifas), Hanbelîler hastalık sebebiyle
oruca ara vermenin peş peşeliği bozmadığı görüşündedir. Böyle olunca kefâret
orucuna, araya ramazan ayı veya kurban bayramı girmeyecek şekilde
hesaplanıp başlanmalıdır. Kadınlar mazeret halleri biter bitmez ara vermeksizin
oruçlarına kaldıkları yerden devam ederler ve tutulamayan bu günler
hesap edilmeksizin oruç iki aya tamamlanır. Kefâret orucunda oruca geceden
niyetlenmek, ayrıca tutacağı orucun kefâret orucu olduğunu niyetinde
belirlemek de şarttır.
Oruç kefâretindeki ilk iki alternatif kefâret şeklinin yerine getirilmesi
mümkün olmadığında üçüncü şık olarak mükellefin, altmış fakiri sabahlı
akşamlı doyurması gerekli olur. Doyurma yemek yedirmek şeklinde olabileceği
gibi yemeğin bedelini kendisine vermekle de olabilir. Ayrıca bir günde altmış
fakirin doyurulmasından bir fakirin altmış gün süreyle doyurulmasına kadar
çeşitli seçenekleri vardır. Ancak doyurulacak fakir, kefâret verenin bakmakla
yükümlü olduğu kimseler arasından olmamalıdır. Doyurmada veya
yerine para ödemede ölçü, yemin kefâretiyle ilgili âyetin (el-Mâide 5/89)
ifadesinden de hareketle, kefâret verecek şahsın ve ailesinin günlük gıda
tüketim ortalaması olmalıdır.
Farz orucun kasten bozulması ve kefâretinin ödenmesinden sonra aynı
şekilde yeni bir ihlâl olduğunda onun için yeni bir kefâret gerekir. Ancak
Hanefîler’e göre kefâret sebepleri, araya kefâretin eda edilmesi girmeden
birden fazla olursa, hepsi için bir kefâret ödeme yeterli olur. Iskat-ı savmda
yani ölenin muhtemel oruç kefâreti borçları için tek bir kefâretin ödenmesi
de bu esasa dayanır.
2. Yemin Kefâreti
Bir kimsenin yaptığı yemine riayet etmeyip yeminini bozması halinde
üzerine gereken kefârettir.
Yemin kefâretiyle ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyurulur: “Allah kasıtsız
olarak ağzınızdan çıkıveren (lağv) yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz;
fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da
kefâreti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden on fakire yedirmek, yahut
onları giydirmek, yahut da bir köle âzat etmektir. Bunları bulamayan üç gün
oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefâreti işte budur.
Yeminlerinizi koruyunuz. Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz”
(el-Mâide 5/89).
İslâm müctehidlerinin ortaklaşa ifadelerine göre, yeminini bozan yani
Allah’ı şahit göstererek verdiği sözünde durmayan kimse kefâret olarak; ya
bir köle âzat edecek ya on fakiri sabahlı akşamlı doyuracak ya da on fakiri
orta seviyede giydirecektir. Yemin kefâretini sıraya uyması gerekmeden bu
üç şeyden dilediğiyle ödeyebilir. İslâm’ın insan hak ve hürriyetlerine verdiği
önem sebebiyledir ki, köle âzat etmek bunlar arasında en faziletli seçenek
olarak görülmüştür. Eğer bunlara gücü yetmezse üç gün oruç tutması gerekir.
Hanefî ve Hanbelîler’e göre bu üç gün orucun arka arkaya tutulması
şarttır.
Oruç kefâretinde oruç tutmanın ön sıraya alınıp fakiri doyurmanın bundan
sonraya alınması, orucun kasten bozulmasının yine oruç tutularak telâfi
edilmesi, suçun ve cezanın aynı türden olması, kişinin nefsini eğitmesine
öncelik verilmesi gibi gaye ve hikmetlere sahiptir. Yemin kefâretinde ise
fakiri doyurma ve giydirme ön planda tutulmuş, buna imkân bulamayanların
oruç tutması istenmiştir. Bu da İslâm’da üçüncü şahısların hukukunun
gözetilmesinin ve sosyal amaçların taşıdığı öncelik sebebiyle olmalıdır.
Bir kimse yeminini bozmadan kefâret verse de sonra bozsa, Hanefîler’e
göre bu yeterli olmaz; bozduktan sonra yeniden kefâret vermelidir. Oruç
kefâretinde de olduğu gibi, bir günde on fakirin doyurulması da, bir fakirin
on gün süreyle doyurulması da câizdir. Doyurma ve giydirmenin, kefâret
veren kimsenin sosyal konumuna, günlük gıda harcamalarına ve giyim
tarzının ortalamasına göre olması gerekir. Doyurma ve giydirme yerine ihtiyaç
sahiplerine bunların bedelleri de ödenebilir.
3. Zıhâr Kefâreti
Sözlükte “sırt” anlamına gelen zıhâr kelimesi, kökü İslâm öncesi dönem
Hicaz-Arap toplumuna kadar uzanan bir geleneği simgeler. Câhiliye döneminde
bir erkeğin karısına “Artık sen bana anamın sırtı gibisin” demesiyle
onu kendisine haram kıldığına inanılır ve bu bir nevi boşanma sayılırdı.
İslâm, kadının aleyhine olan bu boşanma tarzını kaldırdı. Hatta bu üslûpta
bir söz söylemeyi kınadı. Bununla birlikte karısının herhangi bir uzvunu
kendisine nikâhı ebediyen haram olan bir kadının uzvuna benzeterek perhiz
yemini yapan kimseye, kefâret ödemesi mükellefiyeti yükledi. Bu sebeple
zıhâr kefâreti, zıhâr yemini yapan kimsenin karısıyla tekrar bir araya gelebilmesi
için ödemesi gereken kefâretin adıdır.
Kur’an’da zıhâr yemini ve kefâretiyle ilgili olarak eski Arap örfüne de
atıfta bulunulur ve meâlen şöyle buyurulur: “İçinizden zıhâr yapanların kadınları,
onların anaları değildir. Onların anaları kendilerini doğuran kadınlardır.
Şüphesiz onlar, çirkin ve yalan söz söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affedicidir,
bağışlayıcıdır. Hanımlarından zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra
söylediklerinden dönenlerin onlarla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete
kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Buna (köle âzat etmeye) imkân bulamayan kimse, temas etmeden
önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen altmış
fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah’a ve resulüne inanmanızdan dolayıdır.
Bunlar Allah’ın hükümleridir. Kâfirler için acı bir azap vardır” (el-Mücâdele
58/2-4). Âyette kefâret seçenekleri arasındaki sıraya riayetin zikredilmesi ve
orucun peş peşe tutulmasının istenmesi diğer bazı kefâret çeşitleri için de
geçerli görülmüştür. Öte yandan aile mahremiyeti içinde kalan bir yanlış söz
ve davranış sebebiyle bile köle âzat etme, fakirlerin doyurulması gibi sosyal
amaçlı ibadetlerin kefâret olarak emredilmiş olması, İslâm’ın insan hürriyetine
ve toplumda sosyal adaletin sağlanmasına verdiği önemin bir göstergesi
olmaktadır.
4. Adam Öldürmenin Kefâreti
İslâm’da korunması gaye edinilen temel değerlerden birisi insan hayatıdır.
İnsanın saygınlığı anlayışı, insan hayatını koruyucu tedbirler, müessir
fiil ve adam öldürme suçlarının cezalandırılmasında izlenen siyaset hep bu
amaca hizmet eder. Bir müslümanın müslüman, zimmî veya anlaşmalı
(muâhid) gayri müslimi hataen (yanlışlıkla ve kaza ile) öldürmesi halinde,
gereken diğer hukukî ve cezaî müeyyidelere ilâve olarak kefâret ödemesi de
gerekir. Hanefîler’e ve bir grup fakihe göre sadece hataen adam öldürmede
kefâret gerekirken fakihlerin çoğunluğu kasten adam öldürmede de gerekli
görürler.
Öldürme kefâreti, mümin bir köle âzat etmek, eğer buna güç yetmezse
iki ay peş peşe oruç tutmak suretiyle ödenir. Bu konuda Kur’an’da şöyle
buyurulur: “Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye
hakkı olmaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle âzat
etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki
ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola (o takdirde diyet vermez). Eğer öldürülen
mümin olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mümin bir
köle âzat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir
toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mümin köleyi âzat
etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tövbesinin
kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir,
hikmet sahibidir” (en-Nisâ 4/92).
Öldürme kefâretinde önceliğin köle âzat etmeye verilmesi ve kefâret yükümlülüğü
için öldürülen kimsenin müslüman veya gayri müslim olmasının
farketmemesi hem insan hayatının ve hürriyetinin temel değer ve gayelerden
olması ile hem de buradaki hürriyete kavuşturmanın âdeta ölen kimse
yerine dirilişi sembolize etmesiyle açıklanabilir. Ayrıca, müslümanlarla birlikte
yaşayan gayri müslimlerin, yaşama hakkının da koruma ve güvence altında
olması gerektiği de âyetten çıkarılan bir sonuç olmaktadır. Ancak kefâret,
ibadet grubunda yer aldığı ve bir bakıma tövbe ve Allah’tan bağışlanma
dileme mahiyetinde olduğu için hataen adam öldüren gayri müslimler kefâretle
yükümlü tutulmaz ve sadece diyet öderler.
5. Hacda Tıraş Olma Kefâreti
Hacda ihrama girip de bir mazeret (hastalık veya başında bir rahatsızlık)
sebebiyle vaktinden önce tıraş olmak zorunda kalan kimsenin ödemesi gereken
kefârettir. Çünkü hac niyetiyle ihrama giren kimsenin ihram süresince
tıraş olması yasaktır. Bu yasağın ihlâli halinde kefâret olarak ya üç gün oruç
tutmak, ya altı fakiri doyurmak, ya da bir koyun kurban etmek gerekir.
Konuyla ilgili olarak Kur’an’da şöyle bir açıklama yer alır: “... Sizden her
kim hasta olursa, yahut başında bir eziyeti (yara) bulunur (da vaktinden
önce tıraş olur)sa, ona oruç, sadaka veya kurban olmak üzere fidye gerekir...”
(el-Bakara 2/196). Hz. Peygamber bu kefâretin üç gün oruç, altı fakiri
doyurma veya bir koyunun kurban edilmesi suretiyle ödeneceğini açıklamıştır
(Buhârî, “Muhsar”, 5-8). Üç gün orucun peş peşe tutulması
şart değildir.
6. Hayızlı Kadınla Cinsî Münasebet Kefâreti
Kur’an’da hayız halinin kadın için rahatsızlık ve mazeret hali olduğu,
hayız süresince kocalarının onlarla cinsî temastan uzak durması gerektiği
bildirilmiştir (el-Bakara 2/222). Bu yasaklama ve Hz. Peygamber’in de bu
yöndeki hadisleri sebebiyle, hayızlı kadınla cinsî münasebette bulunmanın
haram olduğunda görüş birliği hâsıl olmuştur. Zaten böyle bir münasebet
insanın selim zevkine aykırı olduğu gibi iki tarafın, özellikle de kadının ruh
ve beden sağlığı açısından son derece zararlı ve tehlikeli bulunmaktadır.
Buna rağmen böyle bir davranışta bulunan kimseye ne gerekeceği konusu
fakihler arasında tartışma konusu olmuştur.
Ebû Hanîfe de dahil İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, karısı ile hayızlı
iken cinsî münasebette bulunan kimse günah işlemiştir. Allah’a bol tövbe
ve istiğfar etmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. İbn Abbas, Katâde,
Evzâî, Ahmed b. Hanbel gibi İslâm âlimlerine göre ise hayızlı kadınla ilk
günlerde kurulan cinsî münasebet için bir dinar (4,25 gr. altın) kanamanın
iyice azaldığı bir dönemde yapılan cinsî münasebet içinse yarım dinar kefâret
ödenmesi gerekir. Bu kefâret kocanın zorlamasıyla olmuşsa sadece ona, iki
tarafın isteğiyle olmuşsa ayrı ayrı ikisine de gerekir. Cinsî temasın kasten,
unutarak, haram olduğunu bilmeden veya hayız durumunu farketmeden
yapılmış olması sonucu etkilemez.
Görüldüğü üzere kefâretler, kasten veya bilmeden yanlış bir davranışta
bulunan, hata eden ve günah işleyen müslümana, tövbe ve istiğfar kapısının
kapanmadığını öğretmekte fakat tekrar aynı yanlışı yapmaması için de
onu sosyal içerikli bir ibadeti ifaya veya etkili bir nefis terbiyesine mecbur
bırakmaktadır. Köle âzat etme gibi, fakirleri yedirip giydirme gibi üçüncü
şahısların yararına sosyal amaçlı ibadetlerin, ferdî hata ve günahlara kefâret
sayılması da İslâm’ın hayata bakış açısını yansıtması yönüyle manidardır.