""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Orucun yasakları ve Kazası

                      ORUCUN YASAKLARI

Orucun yasakları, doğrudan söylenirse yemek, içmek ve cinsel ilişkide
bulunmaktır; tersinden söylenirse orucun yasakları, orucun bozulmasına
sebep olan şeylerdir. Bölüm başında da belirttiğimiz gibi oruç, yeme, içme ve
cinsel ilişkiden kaçınmaktır. Dolayısıyla bu üç hususa dikkat edildiği takdirde
oruç tutulmuş olur. Bununla birlikte bazı davranışların, sayılan bu üç
şeyin kapsamına girip girmediği konusunda gerekli veya gereksiz tereddütler
oluşabilmektedir. Yine orucun bozulmasına yol açmamakla birlikte, orucun
genel havasına, anlam ve gayesine yakışmayan şeyler konusunda da
dikkatli olmak gerektiği için burada günlük hayatta karşılaşılabilecek bazı
durumlara kısaca işaret etmek istiyoruz.

A) ORUCUN MEKRUHLARI

Öteden beri fıkıh ve ilmihal kitaplarında mekruh olarak nitelendirilen
şeylerin bir kısmı, orucun anlam ve gayesine yakışmayan şeyler, bir kısmı
da biraz ileri gidildiği takdirde orucun bozulmasına sebep olabilecek şeylerdir.
Meselâ bir şeyi tatmak ve çiğnemek mekruhtur; çünkü ağza alınan bir
şeyin yutulma tehlikesi bulunmaktadır. Fakihler yine aynı gerekçeyle, bir
insanın eşiyle öpüşmesini, ona sarılmasını mekruh saymışlardır. Çünkü bu
davranış, orucu bozacak bir fiili işlemeye götürebilir. Esasen bir insanın
eşiyle öpüşmesi oruca zarar vermez. Nitekim Âişe vâlidemiz, Peygamberimiz’in
oruçlu iken hanımlarıyla elleşip şakalaştığını ve öpüştüğünü anlatmıştır
(İbn Mâce, “Sıyâm”, 19; Muvatta, “Sıyâm”, 13).

Aşırı titizlikleri gereği misvak kullanmayı dahi mekruh sayanlar bulunmakla
birlikte, âlimlerin çoğunluğu bunu mekruh görmemişlerdir. Günümüzde
yaygın olduğu şekliyle ağız ve diş temizliğinin diş fırçası ve diş macunu
kullanılarak yapılması da oruca zarar vermez; üstelik aksatılmaması gereken
yerinde bir davranış da olur. Ağız ve diş temizliğini gündüz yapmamayı
tercih edenler, bunu mutlaka sahurdan sonra yapmış olmalıdır. Oruçlunun
normal temizlik için veya cünüplükten temizlenmek için yıkanması mekruh
olmamakla birlikte, serinlemek maksadıyla yıkanması oruç esprisine aykırılık
gerekçesiyle mekruh sayılmıştır. Oruçlunun güzel koku sürünmesi veya
güzel kokan bir şeyi özel olarak koklaması da mekruh sayılmaz.

Ayrıca, esasen orucu bozmamakla birlikte, oruçlunun direncinin kırılmasına
ve güçsüz düşmesine yol açan, kan aldırmak vb. şeyler mekruhtur.
Konunun başında sahurun geciktirilmesi ve iftarın vakit girer girmez yapılmasının
anlamına ilişkin olarak söylediğimiz hususlar burada da geçerlidir.

B) ORUCU BOZAN ŞEYLER

Yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmak orucu bozan şeylerdir. Bunların
hangi durumda sadece kazâ, hangi durumda kazâ ile birlikte kefâreti
gerektirdiğini görelim.

a) Kazâ ve Kefâreti Gerektiren Durumlar

Orucu bozup hem kazâ hem de kefâreti gerektiren durumların başında ramazan
günü oruçlu iken yapılan cinsel ilişki gelmektedir. Zaten Peygamberimiz oruç
kefâreti hükmünü, o zaman vuku bulan böyle bir cinsel ilişki olayı üzerine vermiştir.
Oruç kefâreti konusunda eldeki tek örnek ve delil de budur. Bu bakımdan
bütün fıkıh mezhepleri, ramazan günü oruçlu iken bilerek ve isteyerek normal
cinsel ilişkide bulunmanın, hem kazâ ve hem de kefâreti gerektireceği konusunda
görüş birliği etmişlerdir. Bir şey yiyip içmenin kefâreti gerektirip gerektirmediği
konusu ise mezhepler arasında tartışmalıdır. Hanefîler, bilerek ve isteyerek bir gıda
veya gıda özelliği taşıyan her türlü maddeyi almayı da bu hükme kıyas ederek, bu
durumda da hem kazâ hem de kefâret gerekeceğini söylemişlerdir.

Peygamberimiz zamanında cereyan eden ve oruç kefâretinin gerekçesi
olan olay şudur:

Bir adam "Mahvoldum" diyerek Peygamberimiz'e gelmiş ve ramazanın
gündüzünde eşiyle cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiş, bunun üzerine
Peygamberimiz;

-Köle âzat etme imkânın var mı?
-Hayır, yok.
-Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?
-Hayır. Bu iş de zaten sabredemediğim için başıma geldi.
-Altmış fakiri doyuracak malî imkânın var mı ?
-Hayır.
Bu sırada Peygamberimiz'e bir sepet hurma getirildi. Peygamber bu
hurmayı adama vererek yoksullara dağıtmasını söyledi. Adam "Bizden daha
muhtaç kimse mi var?" deyince Peygamberimiz gülümseyerek "Al git, bunları
ailene yedir" diyerek adamı gönderdi (Buhârî, “Savm”, 30; Müslim,
“Sıyâm”, 81; Ebû Dâvûd, “Savm”, 37).

Bilerek ve isteyerek kaçınılması gereken üç şey (yeme, içme, cinsel birleşme)
dışında bir sebeple orucun bozulması durumunda kefâret gerekmeyip
sadece kazâ gerekir.

b) Sadece Kazâyı Gerektiren Durumlar

Oruç yasaklarının başında yeme ve içme geldiğini, oruçlunun kasten yiyip
içmesinin kazâ ve kefâreti gerektirdiğini biliyoruz. Buna ilâve olarak
Hanefî fakihleri, beslenme amacı ve anlamı taşımayan ve esasen yenilip
içilmesi mûtat (normal, alışılmış) olmadığı gibi insan tabiatının meyletmediği
şeylerin yenilip içilmesi durumunda da orucun bozulacağını, fakat bunun
kefâreti gerektirmeyeceğini söylemişlerdir. Çiğ pirinç, çiğ hamur, un, ham
meyve yemek veya fındık, badem ve cevizi kabuğuyla yutmak böyledir.
Bunlar yiyecek maddesi olmakla birlikte, bunların bu şekilde yenilmesi normal
değildir ve hem de bunlar bu halleriyle insanın iştah duyacağı ve yemek
isteyeceği şeyler değildir. Fakihler, şehvetin normal cinsel birleşme dışında
tatmin edilmesinin de aynı kapsamda değerlendirileceğini belirtmişlerdir.

Fakihler ağza giren yağmur, kar veya doluyu isteyerek yutmayı, su içme
kapsamında değerlendirerek orucu bozacağını; fakat, kişinin kastı olmaksızın
boğaza inen yağmur, kar ve dolunun orucu bozmayacağını söylemişlerdir.

Kusma, kasten yapılmadığı durumlarda orucu bozmaz. Kasten yapıldığında
ise, sadece ağız dolusu olması halinde bozar.

Baştan beri ortaya koymaya çalışılan oruç tutma esprisi ve orucun an-
lam ve amacıyla pek bağdaşmayan muhtemel bütün davranışları ve olayları
tek tek sıralamak mümkün olmadığı için bu konuda şöyle bir açıklama getirmek
doğru olur: Orucun anlamı, Allah rızâsı için, gerek beslenme gerekse
tat ve keyif alma kasıt ve arzusu içeren yiyip içme ve cinsel ilişkiden uzak
durmak, özetle nefsi iştah ve şehvet duyduğu şeylerden mahrum etmektir.
Bu yasağın ihlâli sayılan her davranış orucun mâna ve gayesine aykırıdır.
Yeme, içme ve cinsel ilişki sayılan her davranış orucu bozar, kazâ edilmesini
gerektirir. Kasıtlı olarak yapılırsa hem kazâ hem kefâret gerekir.

Bayılma ve delirmenin orucu bozan şeylerden sayılması, esasen oruç
yasaklarının ihlâli ile ilgili olmayıp, bütün mükellefiyetlerde ön şart olan
bilinçlilik halinin geçici veya sürekli olarak yitirilmesi ile ilgilidir. Bu halin
kapladığı günlerin kazâ edilmesinin istenmeyişi de aynı sebebe bağlıdır.

Unutarak bir şey yemek ve içmekle oruç bozulmaz. Peygamberimiz
oruçlu olduğunu unutarak yiyip içenlerin oruca devam etmelerini, onları
Allah'ın yedirip içirdiğini söylemiştir (Buhârî, “Savm”, 26; Müslim, “Sıyâm”,
17). Fakat yanlışlıkla (hata) yiyip içmek bundan farklı olup Hanefîler'e göre
orucu bozar. Meselâ; bir kimse oruçlu olduğunun farkında olduğu halde
kasıtsız olarak yanlışlıkla bir şey yese veya içse, diyelim ki abdest alırken
ağzına aldığı sudan yutsa veya denizde yüzerken su yutsa orucu bozulur ve
kazâ lâzım gelir.

Şâfiîler orucu bozma kastı bulunmadığı için yanlışlıkla bir şey yiyip içmenin
orucu bozmayacağını söylerken, Mâlikîler orucun anlamının (imsak)
ortadan kalkmış olduğu gerekçesiyle, ister unutma isterse yanlışlık sonucu
olsun, bir şey yiyip içmekle orucun bozulacağını söylemişlerdir.

Sabah vaktinin girip girmediği konusunda şüphesi bulunan kimse yiyip
içmeye devam ederken o esnada ikinci fecrin doğmuş olduğu ortaya çıksa
oruç bozulur ve kazâ etmesi gerekir, kefâret gerekmez. Ayny .ekilde güneşin
battığını zannederek iftar ederken güneşin henüz batmadığı anlaşılsa yine
kazâ gerekir. Hanefî mezhebinde a.yrlykly görü. böyledir. Ancak, bu durumda
kefaretin gerekece.ini söyleyenler de vardyr. Zira kişi, her iki durumda
da zannı ile hareket etmiş ve yanıldığı ortaya çıkmış ise de zanların
kuvvet derecesi aynı değildir. Birinci durumdaki zan güçlüdür; çünkü
aslolan gecenin devam ediyor olmasıdır. İkinci durumdaki zan ise, bunun
tersine zayıftır; çünkü aslolan gündüzün devam ediyor olmasıdır. Bu bakımdan
güneşin batıp batmadığından şüphe eden kimse hemen iftar etmemeli,
durumun netleşmesini beklemelidir. İmsak ve iftar vakitlerini gösteren bir
takvim ve saatin bulunmadığı durumlarda kişi, kendi bilgi ve tecrübesiyle
ictihad ederek ona göre davranır.

Unutarak yiyip içtikten sonra orucunun bozulmuş olduğu zannıyla veya
gece niyetlenemeyip gündüz niyetlendikten sonra, gündüz yapılan bu niyetin
niyet sayılmayacağı zannıyla günün geri kalan kısmında bilerek bir şey
yiyip içmek veya cinsel ilişkide bulunmak orucu bozar.

Orucu bozacak fakat kefâreti de gerektirmeyecek bir davranıştan sonra,
kişinin yiyip içmeye başlaması halinde, kural olarak kefâretin gerekmeyeceği
belirtilmişse de, burada aslolan kişinin oruç tutma veya bozma konusundaki
gerçek niyetidir. Amellerin niyetlere göre olduğu şeklindeki genel
dinî ilkenin anlamı da budur.

Bir şey yiyor veya içiyorken imsak vaktinin girdiğini anlayan kimse
derhal yemeyi ve içmeyi bırakmalıdır. Bile bile yemeye veya içmeye devam
etmesi halinde Hanefî imamlara göre bu kişiye kefâret gerekir.

c) İlâç Kullanmanın ve İğne Yaptırmanın Hükmü

Ağızdan alınacak hap, şurup ve pastil gibi şeylerin orucu bozacağında
görüş birliği bulunmaktadır. Çünkü bunlar doğrudan mideye inmekte, esasen
tedavi amaçlı olsa bile dolaylı olarak beslenme niteliği de taşımaktadır.

Göze, burun veya kulağa damlatılan ilâcın orucu bozup bozmayacağı
konusu ise tartışmalıdır. Kimi âlimler, göze damlatılan ilâcın orucu bozmayacağı,
kulak ve burna damlatılanın bozacağı görüşünde ise de, bunlardan
burun içinin yemek borusuyla ve mideyle doğrudan bağlantısının bulunduğu,
gözün dolaylı olarak boğaza açıldığı, kulağın ise mideyle böyle bir bağlantısının
bulunmadığı düşünülürse, bunlardan sadece buruna konan ilâçlar
hakkında ihtiyatlı olmak gerektiği sonucu çıkar. Böyle olunca, burna enfiye
çekmek, boğaza inecek şekilde bol miktarda su çekmek gibi davranışlar
orucu bozar. Bu organlara konan ve tamamen tedavi amaçlı ilâç ve damlalar
ise orucu bozmaz. Çünkü bu son sayılan davranışın yeme ve içme, yani
beslenme ve oruca karşı direnç kazanma faaliyeti sayılması isabetli olmaz.

İğne yaptırma meselesine gelince: Deri altına veya adaleye zerkedilen
veya damardan yapılan iğnenin orucu bozup bozmayacağı konusu, ilk fa
kihlerin, yaralayıp vücuda giren bıçak vb. katı cisimler ile derin yara üzerine
sürülen merhemin orucu bozup bozmayacağına ilişkin tartışmalarına göre
belirlenmeye çalışılmıştır. Şöyle ki;

a) Ebû Hanîfe'nin “derin yara üzerine sürülen ve karın veya beyne ulaşan
ilâcın/merhemin orucu bozacağı” yönündeki görüşünü alanlar, iğneyle
vücuda bir şey zerkedilmesi durumunda orucun bozulacağını ileri sürmüşlerdir.
Bu görüşte hareket noktası, tabii yollar dışından da olsa vücuda bir
şeyin girmiş olmasının orucu bozacağı fikridir. İğne veya damar yoluyla
alınan ilâç, serum veya aşı vücudun içine akıtılmış olmakta ve bütün vücuda
yayılmaktadır. Beslenme sayılıp sayılmayacağı tartışılsa bile, bunların
vücudu güçlendirdiği ortadadır. Bu şekilde alınan ilâç, gerek ağızdan alınsın
gerekse iğneyle zerkedilmiş olsun, hiçbir şekilde kefâret gerektirmese de
orucu bozar ve kazâyı gerektirir. İlâç almak veya iğne yaptırmak durumunda
olan kimselerin ya o gün oruç tutmamaları ya da ilâç almayı ve iğne
yaptırmayı sahur ve iftar vakitlerine almaları gerekir.

b) Buna mukabil Ebû Yûsuf ve Muhammed'in “derin yara üzerine sürülen
merhemin orucu bozmayacağı” yönündeki görüşünü esas alanlar ise
iğneyle vücuda bir ilâcın zerkedilmesi durumunda orucun bozulmayacağını
söylemişlerdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed, oruca "normal yollardan vücuda
bir şey almaktan kaçınmak" şeklinde bir anlam yükledikleri için yaraya sürülen
merhemin, karna veya beyne ulaşmış olmasının bir önemi olmayacağını,
dolayısıyla bu durumda orucun bozulmayacağını söylemişlerdir. Eskiden
fetvahâne ve daha sonra 1948 yılında Ezher Üniversitesi Fetva Komisyonu
tabii delikler dışından vücuda giren bir şeyin orucu bozmayacağı yönünde
fetva vermiştir. Çünkü bu tedavi yönteminin, ağız yoluyla ilâcın yutulmasına
benzemediği açıktır. Bu noktadan hareketle, astım ve nefes darlığı
sebebiyle ağıza sıkılan spreyin zerrecikler halinde içeri gittiği doğru olsa bile
bunların akciğerden öteye geçmediği ve mideye ulaşmadığı, gıda ve susuzluk
giderme özelliği de taşımadıkları; bu sebeple bunların da orucu bozmayacağı
ileri sürülmüştür. Ayrıca belli hastalıklara karşı korunmak maksadıyla
yapılan aşıların hükmünde de tartışma bulunmakla birlikte, bu tür
aşılarla vücuda mikrop verilerek bağışıklık kazandırmaya çalışıldığı, dolayısıyla
bunların beslenme amaçlı olmadığı söylenerek oruca zarar vermeyeceği
görüşü ağırlık kazanmıştır.

Hangi görüş alınırsa alınsın, burada inisiyatif, tercih, karar ve tabii ki sorumluluk
mükellefe ait olacaktır. Söz konusu olan şey bir ibadettir ve Allah
rızâsı için yapılmaktadır. Bu bakımdan, oruç tutan bu şuurdaki insanların
gerekmediği halde, hiç açlık, susuzluk ve sıkıntı hissetmeden oruç tutmak için
bu yola tevessül edeceklerini düşünmek son derece anlamsızdır. Çünkü aklı
olan herkes gayet iyi bilir ki içeriği boşaltılmış ve anlamı yozlaştırılmış ve
göstermelik hale getirilmiş bir ibadetin hiçbir faydası olmadığı gibi, böyle ya-
pan kişi sonuçta sadece kendi kendisini kandırmış olacaktır. Esasen dinimiz
hasta olan veya tedavi sürecinde olan kişilerin oruç tutmamasına ruhsat vermektedir.
Bu bakımdan ilâç kullanmak veya iğne yaptırmak durumunda olan
kimseler, hem iyi bir tedavi görüp sağlığına kavuşmak, hem de ibadetlerini
ileride huzûr-ı kalp ile ve içe sinerek yapabilmek gayesiyle tedavileri tamamlanıncaya
kadar oruç tutmayabilirler. Bu tamamıyla kendilerinin karar vereceği
bir konudur. Bununla birlikte bu kimseler, ramazan ayında herkesle birilikte
oruca devam etmeyi arzu ediyor ve bu ibadet ayının mânevî havasından
kopmak istemiyorlarsa, oruç için başka bir engelleri de yoksa, ikinci grup
fakihlere ait olan ve ağırlıklı bulunan fetvayı esas alabilir, oruçlu oldukları
halde tedavi ve aşı amaçlı iğneleri yaptırabilirler.

VI. ORUCUN KAZÂSI
A) RAMAZAN ORUCUNUN KAZÂSI
Ramazandan bir gün veya daha fazla oruç tutmayan kimselerin, bunları
kazâ etmeleri gerektiğinde görüş birliği vardır. Tutmama hastalık, yolculuk,
hayız, nifas ve benzeri özürler sebebiyle, yahut kasten veya yanılarak niyeti
terketmek suretiyle olabilir. Her ne sebeple olursa olsun gününde tutulamamış
ramazan orucunun kazâ edilmesi gereklidir. Aynı
şekilde kefâret, adak
veya başlanıp bozulmuş nâfile oruçların kazâsı da gereklidir. Başlanıp tamamlanmamış
nâfile oruç meselesinde, Şâfiîler hiçbir şekilde kazâyı gerekli
görmezken, Mâlikîler sadece kasten bozma durumunda kazâyı gerekli görmüşlerdir.


Ramazan orucunun kazâsı yasak günler dışında her zaman yapılabilir.
Şâfiîler'e göre ise bir ramazanda kazâya kalmış orucun, gelecek ramazana
kadar kazâ edilmesi gerekir. Bir ramazanın kazâ borcu yerine getirilmeden,
öteki ramazan gelecek olursa, kazâ borcuna ilâveten bir de fidye ödeme
yükümlülüğü ortaya çıkar.

B) KEFÂRET ORUCU

Ramazanda özürsüz olarak oruç tutmamak büyük günahtır. Müslüman
kişinin mazeretsiz olarak oruç yemesi son derece uzak ihtimaldir. Bununla
birlikte ramazanda mazeretsiz olarak kasten oruç yemek, ramazanın saygınlığını
ihlâl etmek anlamına geleceği için kefâret ödemek gerekir. Kefâret
için genel olarak önerilen üç seçenekten sadece ikisinin günümüzde tatbik
imkânı vardır ki bunlardan birisi iki ay peş peşe oruç tutmak, ikincisi 60
fakiri doyurmaktır. Toplumsal şartlar gereği ve bir anlamda köleliğin kaldırılması
hedefine yönelik olarak önerilen köle âzat etme seçeneği köleliğin
ortadan kalkmasıyla uygulama dışı kalmıştır.

Hanefîler, kefâret seçeneklerinde sıra gözetmenin gerekli olduğunu savundukları
için öncelikle iki ay peş peşe oruç tutmayı, bu mümkün olmazsa
diğer seçenek olan altmış fakiri doyurma seçeneğinin uygulanabileceğini
ileri sürmüşlerdir. Mâlikîler ise, sıra gözetmeksizin herhangi bir seçeneğin
yerine getirilmesini yeterli görmüşlerdir.

Araya hayız ve nifas gibi doğal mazeretlerin girmesi durumu kefâret
orucunun peş peşe oluş özelliğine zarar vermez. Bu haller geçtikten sonra
yeniden niyet edilerek kalınan yerden devam edilir.

Ramazanda oruç bozmanın kefâretle cezalandırılmasının altında, ramazanın
saygınlığına karşı işlenmiş bir suç bulunması yatar. Ramazanda oruç
bozmak, ramazan ayına ve ramazan orucuna yapılmış bir hürmetsizlik olduğu
için böyle yapan kimseler için kefâret öngörülmüştür. Bu espriyi dikkate alan
bazı fakihler, kefâreti oruç tutmamanın değil, orucu bozmanın cezası olarak
değerlendirip, ramazan ayında ramazan orucuna niyet edilmediği takdirde oruç
yemenin kefâreti gerektirmediğini söylemişlerdir. Fakat bu görüş, pek anlamlı
ve isabetli görünmemektedir. Çünkü, niyet etsin veya etmesin, ramazanda
mazeretsiz olarak oruç yiyen/tutmayan kişi, ramazan orucuna olmasa bile
ramazan ayına saygısızlık etmiş olmaktadır. Öte yandan bir ramazanda birden
fazla oruç yemek durumunda sadece bir kefâretin öngörülmesi, kefâret konusunda
tek başına orucun değil, bir bütün olarak ramazanın göz önünde tutulduğunu
göstermektedir. Şayet kefâretin sebebi ramazan orucu olacak olsaydı,
bozulan her bir ramazan orucu için kefârete hükmedilmesi gerekirdi.

Esasen ramazan ile ramazan orucunu birbirinden ayırmak da gerçekte
mümkün değildir. O halde Hanefîler'in ortaya attığı bu görüşün anlamı nedir?
Öyle sanıyoruz ki, ramazan ayı ile ramazan orucunun birbirinden ayrılması
zihnen mümkün olsa bile gerçekte böyle bir şeyin mümkün olmadığını
elbette onlar da bilmekteydiler. Fakat hukuk tekniği bakımından kendi
görüşleri arasındaki tutarlılığı kaybetmemek ve bu yönden tenkide mâruz
kalmamak için bu ayırımı yapmak durumunda kalmışlardır. Bu bakımdan
teknik bir ayrıntının sonucu olan bu görüşü, aslî bir görüş gibi değerlendirip,
"canım, niyet etmediğimiz zaman kefâret gerekmiyormuş" düşüncesiyle, işi
hafife indirgeyerek, ramazanda oruç tutmamak yanlış olduğu gibi, böyle
yapan kişi, kendi kendini kandırmış olur. Bu kimse ayrıca, dinin temel vecîbelerinden
birini hafife aldığı, gerek ramazana gerek oruca saygısızlık ettiği
için büyük günah işlemiş olur. Kefâretin gerekip gerekmemesi teknik bir
konudan ibaret olup, mazeret olmadıkça, ramazan orucu konusunda titiz
davranmak gerekir. Ramazanda özürsüz olarak oruç tutmayan kimse günahkârdır.
Peygamberimiz mazeretsiz olarak ramazanda bir gün oruç yiyen
kimsenin ömür boyu oruç tutsa da o günün borcunu gerçekten ödemiş olmayacağını
ifade etmiştir.

C) FİDYE

Fidye konusunu içeren âyetteki "ve ale'llezîne yut¢k†nehû" ifadesinin
(el-Bakara 2/184), dil açısından oruca güç yetiremeyenler anlamına gelebileceği
gibi zorlukla güç yetirenler anlamına da gelebileceği dile getirilmiştir.
Hatta kimi rivayetlerde, "Sizden ramazan ayına yetişenler o ayda oruç tut-
sun" (el-Bakara 2/185) meâlindeki âyet nâzil oluncaya kadar, fidye âyetinden
hareketle, ashaptan dileyenin oruç tuttuğu, dileyenin de tutmayıp fidye
verdiği, bu âyet nâzil olduktan sonra ise oruç tutmaya gücü yetenler hakkında
fidye hükmünün kaldırılıp sadece hasta ve yaşlılar için bir ruhsat olarak
devam ettirildiği belirtilmektedir (Müslim, “Sıyâm”, 149-150). Hz. Peygamber
ve sahâbenin uygulamasının da bir sonucu olarak âyetteki "oruç
tutmakta zorluk çekenler" ifadesiyle, şeyh-i fânî (düşkün ihtiyar) denilen
yaşlı kimselerin kastedildiği yaygın olarak benimsenmektedir. Buna göre
âyet, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlıların tutamadıkları oruç için fidye
vermesi hükmünü getirmiş olmakta ve fidyenin miktarını "bir fakir doyumluğu"
olarak belirlemektedir. Ağır bir hastalığa yakalanan ve iyileşme
umudu bulunmayan hasta, orucu ileride kazâ etme ihtimali çok düşük olduğu
için, bu ihtimal yok sayılarak şeyh-i fânî gibi değerlendirilmiş ve fidye
hükmü kapsamına alınmıştır. Bu kimselerin, tekrar sağlıklarına kavuşup
oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmediğinden tutulamayan orucun, aynı
cinsten bir ibadetle telâfisi talep edilmemiş, ibadet şevkinden mahrum kalmamaları
için, bunun yerine "her bir oruç için bir fakiri doyurma" şeklinde,
orucun mahiyetiyle alâkalı olması yanında sosyal amacı da bulunan bir
telâfi şekli önerilmiştir.

Her geçen gün bünyesi zayıflayan hasta ve yaşlılar, tutamadıkları her
bir oruç için bir yoksulu doyurabilecekleri gibi, bir fakir doyumluğu fidyeyi
ramazanın başında veya sonunda, nakit para veya mal olarak da verebilirler.
Bu fidyeyi sağlıklarında ödeyemezlerse, fidyenin ödenmesini vasiyet
etmeleri gerekir. Böyle bir vasiyetin mevcudiyeti ve terekenin üçte birinin de
yeterli olması halinde mirasçıların bu fidyeyi ödemeleri dinî bir vecîbedir.
Vasiyeti yoksa veya terekenin üçte biri fidyeyi karşılamaya yeterli değilse,
mirasçıların teberru kabilinden bunu ödemeleri tavsiye edilmiştir.

Fidye yoluyla telâfi biçimi, devamlı hastalık ve yaşlılık sebebiyle oruç
tutamayanlara mahsus olup bu iki durumun dışındaki mazeretler (bk. "Orucun
Şartları"), oruç tutmamaya veya başlanmış bir orucu bozmaya ruhsat
teşkil etse de, tutulamayan oruçlar için fidye ödenmesini câiz kılmaz. Fakat
bu kimseler kazâ edemeden vefat etmişlerse, mirasçıların aynı
şekilde bu
oruçlar için de fidye vermesi İslâm âlimlerince câiz, hatta mendup görülmüştür.
Çünkü kazâ borcunu geciktirmemek gerekli ise de, burada söz konusu
olan terk, başlangıçta mazerete, devamında ise ileride kazâ etme ümidi
taşınan hoş görülebilir bir ihmale dayalıdır. Ayrıca vefat, bu kimsenin orucunu
kazâ etme imkân ve ihtimalini ortadan kaldırdığından yaşlı ve hasta
için söz konusu olan acz halinin bunlar için de söz konusu edilmesi mümkündür.
Orucu sağlığında kasten terkeden kimseler için ölümden sonra fidye
verilip verilmeyeceği, aşağıda ıskat-ı savm konusunda açıklanacağı üzere,
tartışmalıdır.

Ağır işlerde çalışanların da oruç yerine fidye vermelerini câiz görenlere
göre âyetin hükmü kaldırılmamıştır. Bu durumda olanlar her orucu için bir
fidye ödemekle yükümlüdürler.

Tutulamayan oruçların fidyesi birçok yoksula verilebileceği gibi toplam
tutar topluca bir yoksula da verilebilir. Ebû Yûsuf'a göre ise tek fidyenin
birkaç yoksul arasında bölüştürülmesi de mümkündür.

Fidye olarak bir yoksulu fiilen doyurma, genellikle pratik olmadığı için,
başlangıçta yoksul doyumluğunun gıda maddesine çevrilmesine ihtiyaç duyulmuştur.
Buğday, hurma, arpa gibi gıda maddelerinin başlıca tarımsal üretimi
oluşturması ve bu maddelerin yaygın olarak bulunması sebebiyle yoksul
doyumluğu için başlangıçta getirilen oldukça pratik olan bu çözüm, ileriki
dönemlerde, tarımsal üretim anlayışının değişmesine bağlı olarak üretim biçim
ve ilişkilerinin değişmesi sebebiyle sıkıntı doğurmuş ve ülkemizde olduğu gibi
fakir doyumluğu nakde çevrilmeye başlanmıştır. "Bir fakiri bir gün doyurma"
şeklindeki ölçü sabit ve değişmez olmakla birlikte, bunun tekabül edeceği nakit
veya mal, toplumunun üretim biçim ve ilişkilerine, geçim şartlarına ve
ekonomik seviyesine göre değişebilir. Hanefî fakihlerin o dönemlerde belirledikleri
ölçüye göre bir fakir doyumluğu olan fidye miktarının, buğday cinsinden
karşılığı ve dengi yarım sâ‘; arpa, hurma veya kuru üzümden karşılığı ise
1 sâ‘dır. Oruç fidyesinin tutarı, fıtır sadakası tutarına denktir. Günümüzde
fitrenin (sadaka-i fıtr) miktarı, mükellefe kolaylık olsun diye her yıl para olarak
duyurulur. Fakat "bir fakir doyumluğu" esprisi gözden kaçırılıp, fıkıh mekteplerinin
büyük ölçüde kendi dönemlerinin üretim biçimlerini ve geçim standartlarını
dikkate alarak tesbit ettikleri buğday, arpa, hurma miktarları esas
alınarak her yıl, fitre miktarının buğdaydan şu kadar, hurmadan şu kadar diye
açıklanması yanlış anlamalara yol açabilmektedir. "Fakir doyumluğu"nun ne
demek olduğu herkes tarafından anlaşılmakla birlikte, bu doyumluğun, paraya
çevrildiği vakit, hesabın yapıldığı yiyecek maddesine göre değişmesi mâkul
karşılanmamaktadır. Bir fakir doyumluğunun, günümüzde, asgari geçim ve
hayat standardı, asgari geçim endeksi gibi ekonomik verilerden hareketle bölgelere
göre ayrı ayrı hesaplanması mümkün ve daha sağlıklı olmakla birlikte,
hiç değilse, hesapta esas alınan buğday, arpa, hurma ve üzümün tekabül ettiği
ortalama miktarın asgari tutar olarak açıklanıp, ötesinin mükelleflerin ortalama
aylık veya yıllık geçim standartlarına göre ayarlamasına bırakılması daha
uygun görünmektedir (bk. Fıtır Sadakası).

D) ISKAT-ı SAVM

Iskat-ı savm, birinin sağlığında iken yerine getirmediği oruç borcunun
fidye yoluyla telâfi edilmesi, düşürülmesi anlamına gelmektedir. Bir önceki
bölümde ibadetlerde ıskat ve devir konusu hakkında yeterince bilgi verilmişti.
Zaten ıskat-ı savm ile, ölen kimsenin namaz borcunun fidye ödenerek
düşürme girişiminin adı olan ıskat-ı salât arasında sıkı bir bağ vardır.

İbadetler anlam ve amaç yönüyle, öncelikle bireysel ve kişisel fenomenler
oldukları için, kural olarak niyâbet ve vekâlet kabul etmezler. İslâm dini
her alanda olduğu gibi ibadetlerin ifasında da sadeliği, kolaylığı ve güç yetirilebilir
olmayı esas almış; bu ilkenin gereği olarak, ibadetin ifasında sıkıntı
doğuracak durumlar için bazı kolaylıklar tanıdığı gibi, ibadetin öngörülen ilk
ve aslî biçimiyle yerine getirilemediği durumlarda birtakım telâfi mekanizmaları
ve nâdiren de olsa alternatif ifa biçimleri önermiştir. Bazı istisnaî durumlarda
niyâbete izin verilmesi (bedel haccı), söz konusu durumun ibadet
içeriğinin dışında kalan başka mülâhazalarla açıklanabilmektedir. Kural,
ibadetlerin özellikle ve sadece mükellef tarafından ve öngörülen biçimlere
uyularak yerine getirilmesidir.

Esasen, tekrar sağlığına kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmeyen
hasta ve yaşlı kimseler için ilgili âyette önerilen fidye yoluyla telâfi
şekli, sonraları hükmün konuluş amacına uygun görülmeyebilecek zorlama
yorumlarla ıskat-ı savm (ve arkasından ıskat-ı salât) anlayış ve tatbikatına
dönüşmüştür.

Fidye hükmü, ilk olarak bir mazeret sebebiyle oruç tutamayan ve bunu kazâ
etmeden ölen kimseleri içine alacak şekilde genişletilmiş ve mirasçıların bu oruçlar
için de fidye vermesi câiz, hatta mendup bir davranış olarak görülmüştür. Bu
meselede, fakihler kazâ etmemenin nedenleri üzerinde durarak, kişinin ölmeden
önce orucu kazâ etme imkânına sahip olması durumu ile bu imkâna sahip olmasına
rağmen ihmal sebebiyle tutmamış olması durumu arasında ayırım yapma
eğilimi göstermişlerdir. Kimi fakihler, orucunu kazâ etme imkânı bulamadan
vefat eden kimseyi yaşlı ve sürekli hasta kimselerin durumuna kıyas ederek,
mirasçılarının fidye vermesini vâcip görmüşse de, fakihlerin çoğunluğu mazeret
sebebiyle bu kimseden mükellefiyetin ve kazâ borcunun sâkıt olduğu ve mirasçıların
da fidye vermesinin gerekmediği görüşündedir. İmkân bulduğu halde
orucunu kazâ etmeden vefat eden kimse hakkında ise, fakihlerin çoğunluğu, Hz.
Peygamber'in oruç borcuyla ölen kimse adına her bir gün için bir fakirin doyurulmasını
emreden hadisinin (İbn Mâce, “Sıyâm”, 50; Tirmizî, “Savm”, 23) genel
ifadesinden hareketle mirasçılarının fidye ödemesini gerekli görürler. Bir grup
fakih de, Hz. Peygamber'in, oruç borcuyla ölen kimse adına velisinin oruç tutmasını
tavsiye etmesini veya buna izin vermesini (Buhârî, “Savm”, 42; Müslim,
“Sıyâm”, 152; Ebû Dâvûd, “Savm”, 41) esas alarak ölenin yakınlarının onun
adına oruç tutmasının câiz olduğunu söylerken, Zâhirîler bunun câiz değil vâcip
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakihlerin çoğunluğu ise, ölen adına fidye verilmesini
emreden hadisi ve kimsenin bir başkası namına namaz kılamayacağı ve oruç
tutamayacağı yönündeki sahâbî görüşlerini (Muvatta, “Savm”, 43) esas alarak ve
namaz, oruç gibi bedenî ibadetlerde hiçbir şekilde -mükellefin hayatında veya
ölümünden sonra- niyâbetin geçerli olmayacağı genel kaidesini işleterek, ölen
adına yakınlarının veya üçüncü şahısların oruç tutmasını, namaz kılmasını uygun
görmemişlerdir. Bunlar mezkûr hadisteki "yerine oruç tutma" ifadesiyle oruç
yerine geçecek olan fidye vermenin kastedildiğini, Hanbelîler başta olmak üzere
fakihlerin bir kesimi de bu istisnaî hükmün ramazan orucu için değil de ölenin
adayıp da yerine getiremediği adak oruç borcu için geçerli olabileceğini söylerler.

Mükellefin oruç borcunun vefatından sonra fidye ödenerek düşürülmesi
(ıskat-ı savm) arzu ve teşebbüsünün, sürekli mazereti sebebiyle oruç tutamayan
veya geçici mazereti sebebiyle oruç tutamayıp daha sonra da bu
orucunu kazâ edemeden vefat eden kimselerin durumuyla sınırlı kalması
beklenirken hangi dönemde başladığı tam olarak bilinemeyen fakat hicrî II.
asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış olması muhtemel olan bir yorum ve
kıyaslama ile, sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmamış ve kazâ da etmemiş
kimse adına vefatından sonra fidye verilebileceği ve bu fidyenin ölenin oruç
borcunu ıskat etmesinin muhtemel olduğu görüşü gündeme gelmiş ve uygulama
alanına girmeye başlamıştır. Bu görüş, sağlığında mazeretsiz olarak
oruç tutmayıp kazâ da etmeyen kimsenin vefat etmekle kazâ etme imkânını
yitirdiği için, mazerete binaen oruç tutamayan kimsenin durumuna kıyasen
bu kimse adına da fidye verilebileceği, vasiyeti varsa kıyasın daha güçlü
olacağı gerekçelerine sahiptir.

Hanefî kaynaklarında, İmam Muhammed'in ölenin vasiyeti olmasa bile
mirasçıların onun oruç borcu için fidye vermesinin Allah'ın dilemesine bağlı
olarak yeterli olacağını söylediği rivayet edilir. Ölen adına yakınlarının oruç
tutabilmesinden söz eden hadisin ve İmam Şâfiî'nin bu yöndeki eski görüşünün
daha sonraki dönem Şâfiî literatüründe geniş bir yoruma tâbi tutulup
kasten terkedilen ve kazâ da edilmeyen oruçlar dahil her türlü oruç borcu
için söz konusu edildiği, ölen kimse adına oruç tutacak kimsenin onun yakını
olmasının şart görülmediği, yakınların bilgisi olsun olmasın üçüncü
şahısların da ücretli-ücretsiz böyle bir oruç tutabileceği görüş ve tartışmalarının
yer aldığı görülür. Sonuç itibariyle, âyette sadece oruç tutmaya gücü
yetmeyen sürekli mazeret sahibi kimseler için öngörülen fidye yoluyla telâfi
mekanizması, konuluş amaç ve anlamını aşarak, mazeretli veya mazeretsiz
olarak orucu terkedip, kazâ edemeden ölen herkese teşmil edilmiştir.

Her ne kadar içerisinde mâsum ve insancıl duygular barındırdığı iddia
edilebilirse de ıskat-ı savm ve ıskat-ı salât anlayışının yeşerip, her türlü
mantıkî ve dinî ölçüler zorlanarak oldukça geniş bir kullanım alanına kavuşturulması,
ibadetlerin aslî fonksiyonlarının göz ardı edilip, nasıl birtakım
şeklî şart ve gösterilere indirgenmiş "borçtan kurtulma törenleri"ne dönüştüğünün
bir göstergesi mesabesindedir. Ruhun Allah'a yükselişini sembolize
ettiği gibi, kişinin kendini geliştirip ispat etmesine katkı sağlayan ve insan
için daha birçok mânevî ve derunî yararlar içeren ibadetlerin sıradan bir borç
ödeme çerçevesinde değerlendirilmesi, ibadetlerin ruh ve amacına aykırı
olduğu gibi, insanların sağlıklarında ibadetleri ifada tembellik etmesine ve
ihmalkâr davranmasına da yol açabilmektedir.

Vefat eden kimsenin yakınlarının müteveffanın uhrevî mesuliyetini azaltacak
bir şeyler yapabilme yönündeki iyi niyeti anlaşılabilir bir durumdur;
fakat bu niyetin doğru kanalize edilerek şâri‘ tarafından öngörülmüş genel
ölçüleri aşmayacak biçimlerde gerçekleştirilmesi gerekir. Şâri‘, mevcut biçimlerin
saptırılması neticesinde oluşan biçimlere göre değil, kendi önerdiği
ölçülere göre davranılmasını ister.



 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol