""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Kuran ve Sünnette Ahlak

Kur’an ve Sünnet’te Ahlâk (İçindekler;Takva,Hilim,Ahlaki özgürlük,Ahlakın Gayesi,Ahlakın kaynağı,doğruluk,dürüstlük,,,,

a) İslâm’ın Ahlâkta Meydana Getirdiği Zihniyet Değişikliği

İslâm ahlâk zihniyetinin başlıca niteliklerinin ne olduğu sorusuna cevap
olarak çok şey söylenebilirse de -ileride daha ayrıntılı bilgiler edineceğimiz-
bu konuda şimdilik özellikle şu hususların altını çizmek mümkündür: İnsanın
mânevî hayatını, bireysel ve sosyal davranışlarını gözetip kollayan bir
Allah inancı; insanın kendisiyle hesaplaşmasını hedefleyen bir irade eğitimi;
bütün insanlığa açık bir ümmet birliği ve kardeşlik ruhu; hak, adalet ve eşitlik
gibi evrensel değerlere yöneliş.

1. Arap kabilelerinin koyu ve anlamsız putperestlikleri, yüksek bir ahlâkın
kurulmasına başlı başına bir engel teşkil ediyordu (Goldziher, Le Dogme
et le loi en Islam, s. 4, 11). Aslında bu tesbiti, inançsızlık veya bâtıl inanç
buhranı yaşayan her topluma genellemek mümkündür. Bu sebepledir ki İslâm
dini evrensel, mutlak ve genel geçerliği olan bir ahlâkî yapı kurarken,
bu ahlâkın en önemli teminatı olmak üzere her şeyi bilen, her şeye muktedir,
rahmeti çok geniş, fakat cezalandırması da çok şiddetli olan yüce Tanrı
şuurunu kökleştirmeyi; insana her türlü bencil, çıkarcı istek ve eğilimlerini
aşarak yüce Allah’ın koyduğu genel ve kesin kuralları hayatının her alanı
için sarsılmaz kanunlar olarak alma bilincini kazandırmayı ve bu suretle
nefsânî tutkular karşısında özgürleşen bir birey ve kamu vicdanı geliştirmeyi
hedeflemiştir.
2. İslâm dini insanda, kendi dışındakilerle kör bir mücadeleye girişmek
yerine, kendi nefsiyle hesaplaşma iradesini geliştirdi; Câhiliye dönemindeki
aşiret ruhunun ve geçici hazlara düşkünlüğün doğurduğu kaba ve hoyrat
geleneklerin karşısına, insanın nefsini dizginlemesi, “tabiatındaki öfke ve
şiddetten korunması” anlamına gelen hilim ve şefkati koydu. Bu suretle insana,
o güne kadar kendi dışındakilere çevirdiği mücadele enerjisini, kendi
nefsinin kötü temayüllerine karşı yöneltmesini öğretti. Hz. Peygamber, âdeta
bütün kötülüklerin anası olan, bundan dolayı da Kur’ân-ı Kerîm’in “çok büyük
bir zulüm” saydığı
(Lokmân 31/13) putperstlikten toplumu temizleyerek
bir olan Allah’a itaat temeline dayalı bir ahlâkî ve dinî birlik sağlama görevini
üstlenmiş; böylece kabile ve soy sop anlayışı yerine Allah’a saygı
(takvâ),
ferdî ve sosyal planda yücelmenin ve değer kazanmanın ölçüsü haline
gelmiş; bu ölçüye uygun olarak İslâm’ın öğretileri, Allah’ın bütün yaratıklarına
karşı merhametli olmayı, insan ilişkilerinde dürüstlük ve güvenilirliği, sevgi
ve fedakârlığı, samimiyet ve iyi niyeti, fakat bütün bunların başarılabilmesi
için de kötü eğilimlerin bastırılmasını ve daha birçok erdemi ihtiva etmiştir.

3. İslâmiyet’in gerçekleştirdiği en büyük zihniyet değişikliği, asabiyet
duygularını yok edip kabilecilik bağlarını kırarak insanları evrensel değerlere,
özellikle temelde bütün insanlığın kardeşliği bilincine yöneltmesidir.
Gerçekten İslâmiyet, bütün insanların bir tek erkek ve kadının soyundan
geldiklerini, onların -birbirleriyle kişisel veya ırkî üstünlük yarışına girmek
için değil-“tanışıp bilişmek için kavimlere ve kabilelere ayrıldığını”nı
(el-Hucurât 49/13), böylece fıtrî ve biyolojik farklılıkların ahlâkî ve mânevî anlamda
üstünlük sebebi sayılamayacağını öğretti; üstünlüğün, yalnızca kişisel
çabalarla kazanılabilen ve samimi dindarlığın, dinî ve ahlâkî erdemlerin
ana kavramı olan takvâ kapsamındaki meziyetlerde olduğunu ortaya koydu;
soy üstünlüğü, kabilecilik ve ırkçılık davalarını bütünüyle reddetti. Âl-i
İmrân sûresinin 103. âyetinde müslümanlara hep birlikte Allah’ın dinine
(hablullah) sarılmaları emredildikten sonra, Allah’ın düşmanlıkları kardeşliğe
çevirmesi ve böylece onları “bir ateş çukuru”na düşmekten kurtarması,
Allah’ın kendilerine bir “nimet”i olarak nitelenir. Başka bir âyette ise
Kur’ân-ı Kerîm’in evrensel diyebileceğimiz bir ahlâk buyruğu şu şekilde
ifade edilir: “İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, kötülük ve düşmanlık yolunda
yardımlaşmayın” (el-Mâide 5/2). Hz. Peygamber, “Irkçılık (asabiyet)
duygusuyla birbirine öfkelenen, ırkçılık uğruna savaşırken ya da böyle bir
dava güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin bu
ölümü”nün, “Câhiliye ölümü” olduğunu belirtttiği hadisleriyle (Müslim,
“İmâre” 57; Nesâî, “Tahrîm”, 28; İbn Mâce, “Fiten”, 7) asabiyet ruhunu yıkmaktaydı.
4. İsâm dini adalet ve zulüm kavramlarını da Câhiliye telakkisinden
büsbütün başka bir konumda ele aldı ve adalete kesin olarak evrensel bir
boyut kazandırdı. Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Bakara 2/143) İslâm toplumunun
bir niteliği olarak geçen “vasat ümmet” tabirindeki “vasat” kelimesi bütün
tefsirlerde adalet mânasında anlaşılmıştır. Buna göre İslâm ahlâkı toplumsal
bünyede de aşırılıklardan uzaklığı, dengeli ve uyumlu bir hayat tarzını öngörmüştür.
Kur’an’da hak ve adaletin mutlaklığı öylesine vurgulanmıştır ki,
bizzat Allah’ın âhirette hiçbir haksızlığa mahal vermeyecek şekilde adaletle
hükmedeceği ve O’nun vaadinin kesin (hak) olduğu bildirilmiştir (Yûnus
10/54-55; el-Enbiyâ 21/47; ez-Zümer 39/69). Bütün bu ve benzeri sebeplerden
dolayı adalet ilkesi İslâm ahlâk düşüncesinin merkezi olarak gösterilmektedir
(meselâ bk. Max Horten, “Moral Philosophers in Islam”, Islamic
Culture, XIII (1974), s. 6).


Zulüm ise, İslâm ahlâkında son derece ilginç bir yaklaşımla ele alınmıştır.
Buna göre Kur’an, başkalarına yapılan kötülükleri, her şeyden önce kötülüğü
işleyenin kendisine yapmış olduğu bir zulüm sayar. Söz gelimi, evlenme
ve boşanma ile ilgili konularda eşine zarar vermeye kalkışan kişi,
“Kuşkusuz kendisine kötülük etmiş olur” (el-Bakara 2/231). Hz. Peygamber,
“Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” şeklindeki Câhiliye döneminin
acımasızlık ve şiddet ilkesini, “Zalime yapılacak yardım, onun iki
elini tutmaktır (zulmüne engel olmaktır)” (Buhârî, “Mezâlim”, 4; “İkrâh”, 7)
diyerek tersine çevirip yüksek ve evrensel bir ahlâk ilkesi haline getirmişti.

Kur’an, Sünnet ve diğer bütün İslâmî literatürde adalet kavramı eşitliği
de içeren bir anlam zenginliği içinde kullanılır. İslâm’ın koymuş olduğu, bütün
insanlığı kucaklayıcı olan bu kapsamdaki adalet ilkesi, Câhiliye döneminin,
eşitlik prensibine büsbütün aykırı bir şekil alan ilkel hürriyet anlayışını
da kökten değiştirdi. Kur’ân-ı Kerîm’deki “inanmış bir köle”nin hür
ve soylu bir müşrikten daha değerli olduğu şeklindeki (el-Bakara 2/221)
yepyeni insanlık ve değer anlayışı nedeniyle İslâm’a en büyük tepki, kendilerini
“ahrâr” (özgür, soylu) diye niteleyerek başka zümrelerden üstün gören
mütegallibe sınıfından geldi. Onların, Hz. Peygamber’e, köleleri ve güçsüzleri
yanından uzaklaştırması halinde kendisiyle görüşme yapabilecekleri
şeklindeki küstahça teklifleri Kur’an tarafından anında reddedildi (el-Kehf
18/28) ve bu suretle soyluluk kuruntuları üzerine kurulu, eşitlik ve adalet
ilkelerine aykırı, kaba ferdiyetçi hürriyet anlayışının yerine medenî ve sosyal
eşitlikçi hürriyet anlayışı konuldu.

b) Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları


Bu başlığın bazı güçlükler taşıdığını belirtmek gerekir. Güçlüklerden biri,
Kur’an ve hadislerdeki hangi kavramların tam olarak ahlâk kavramı olduğunun
tesbitidir. Meselâ amel-i sâlih tabiri böyledir. Çünkü “hayırlı, iyi,
uygun veya yararlı iş, faaliyet” anlamına gelen bu deyim, bu nitelikleri taşıyan
hukuk, ibadet, ahlâk ve siyasetle ilgili bütün olumlu faaliyetleri kapsar.
Hatta Peygamberimiz, her şeyden önce “gönülden teslim olma” anlamına
gelen İslâm’ı ve “kuşkusuz bir şekilde inanma” anlamına gelen imanı dahi
amel diye isimlendirmiştir (Buhârî, “Tevhîd”, 47).

Öte yandan, özellikle Kur’an ve Sünnet ahlâkı bakımından teorik olarak
her ahlâklı davranış aynı zamanda dinî bir itaat ve ibadettir; çünkü bu davranışla
ilâhî bir emir yerine getirmektedir; böylece iyilik, gösteriş için veya
bize ne getirip ne götürdüğünü hesap ederek değil, Allah’ın emri olduğu ve
O’nun emrine saygının gereği olduğu için yapılmış bulunmaktadır.

Bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde, ahlâk kavramları arasında,
“temel” veya “tâli”, “çok önemli” veya “az önemli” gibi bir ayırıma da gidilmemiştir.
Çünkü bazan küçük bir ahlâkî jest, meselâ bir yetimin başını
okşamak, içimizde, önemli sayılan birçok davranıştan daha yüksek duygular
uyandırabilir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de güzel bir sözün, arkasından eza
gelen bir sadakadan daha değerli olduğu bildirilmiştir (el-Bakara 2/263).

İşaret edilen bu güçlüklere rağmen, Kur’an ve hadislerdeki bütün ahlâk
kavramlarını burada tahlil etmenin imkânsızlığından dolayı, hiç olmazsa
kapsamlarının genişliği, hatta bir bakıma diğer bütün ahlâkî erdemleri de
kuşattığı dikkate alınarak iki kavram hakkında bilgi verilecek; ayrıca, yer
yer konuyla ilgili başka kavramlara da değinilecektir. İslâm ahlâkını kesin
ve çarpıcı biçimde yansıtan bu iki temel kavram takvâ ve hilimdir.

1. Takvâ
Takvâ kelimesi sözlüklerde “İnsanın, ibadet ve güzel işler yaparak kendisine
acı verecek durumlardan korunması” şeklinde tarif edilir. Seyyid Şerîf
el-Cürcânî, et-Ta‘rîfât isimli terimler sözlüğünde (bk. “Takvâ” md.) takvânın
“Allah’a itaat ederek O’nun vereceği cezalardan korunmak; insanın kendisini,
yaptığı veya yapmadığı
şeyler yüzünden müstahak olacağı ukubattan
yine Allah’a itaat ederek koruması” anlamına geldiğini belirtir. Aynı âlimin
kaydettiği diğer bazı tariflere göre takvâ, “Kulun mâsivâdan sakınmasıdır;
dinin edep ve erkanına saygılı olmaktır; insanı Allah’tan uzaklaştıran her
şeyden uzak durmaktır; nefsânî hazları terketmek, yasaklardan uzak durmaktır;
gönlünde Allah’tan başka hiçbir şey görmemendir; kendini hiçbir
kimseden daha iyi diye düşünmemendir; Allah’tan başka her şeyi
terketmektir; sözde ve davranışta Hz. Peygamber’e uymaktır.” Fahreddin
er-Râzî, Bakara sûresinin 196. âyetini tefsir ederken, takvâ için, “bütün dinî
ve ahlâkî ödevleri yerine getirme, din ve ahlâkın sakıncalı bulduğu tutum
ve davranışlardan da kaçınma” anlamını içeren bir tanım yapmıştır. Tanınmış
mutasavvıf Ebû Tâlib el-Mekkî’nin tarifi ise daha kısa fakat oldukça
kapsamlıdır: “Takvâ bütün iyilikleri kapsayan bir isimdir” (K†tü’l-kulûb, I,
196).

Kur’ân-ı Kerîm’de, âhiret inancının yoğun olarak işlendiği ilk zamanlarda
inen âyetlerde takvâ, Allah’ın şiddetli azabına karşı siper vazifesi gö
recek olan korku ve kaygı şuurunu ve bu şuurun bir sonucu olarak Allah’ın
buyruklarına uyup yasakladığı şeylerden titizlikle kaçınmayı ifade eder. Ancak
zamanla, İslâm cemaatinin hem sayı hem de keyfiyet bakımından gelişmesine
paralel olarak, takvâ kavramının içeriğinin de geliştiği ve zenginleştiği
görülür.

Bakara sûresinin hac ile ilgili 197. âyetinde bazı kötülükler, ahlâkî olmayan
davranışlar sıralandıktan sonra mutlak olarak iyiliğin önemi vurgulanmakta,
ardından da genel olarak kötülükleri terkedip iyilikler yapmaya
şâmil bir kavram olarak takvânın önemi ifade edilmektedir. Burada takvânın
“en hayırlı azık” şeklinde nitelendirilmesi onun dinî ve ahlâkî hayat için
vazgeçilmezliğine işaret eder. Yine Bakara sûresinde (2/237) takvânın, bağışlama
ve feragati de kapsayan geniş ahlâkî içeriğine işaret edilmiştir.
Mâide sûresinin 8. âyetinde takvâ, adaleti de içine alan yüksek bir fazilet
olarak gösterilir. Sosyal hayatın düzeni için adaletin gerekliliği göz önüne a-
lınacak olursa, bu âyete göre takvânın, artık sadece ferdî ve vicdanî fazilet
değil, aynı zamanda toplumsal düzenin de bir gereği olduğu ortaya çıkar.

Takvânın bu sosyal fonksiyonu, Hucurât sûresinin 13. âyetinde evrensel
boyutta ele alınmıştır. Burada Allah’ın bütün insanları bir erkekle bir kadından
(Âdem ile Havvâ) yarattığı; birbirleriyle (üstünlük ve soyluluk yarışına
girişmek, sürtüşmek ve çatışmak için değil), tanışıp bilişmek için onları halklara
ve kabilelere ayırdığı ifade edildikten sonra “Allah nezdinde sizin en şerefliniz,
takvâda en ileri olanınızdır” buyurulmuştur. Kanaatimizce insanlığın
eşitliği ve evrensel barışçılık ilkelerini vurgulayan ifadelerin ardından, en
büyük değer ölçüsü olarak takvânın zikredilmesi, bu erdemin, söz konusu
ilkelere saygı anlamını içerdiğine de işaret eder. Nitekim az önce değindiğimiz,
şahitlikte adaleti gözetmeyi emreden Mâide sûresinin 8. âyetindeki
takvâda da eşitlik ilkesine saygı anlamı vardı. Mustafa Sâdık er-Râfiî İ‘câzü’l-
Kur’ân adlı eserinde (s. 100 vd.) takvânın eşitliğe esas teşkil etmesi bakımından
Kur’an ahlâkının temeli sayılması gerektiğini belirtir. Hz. Peygamber,
kendisine yöneltilen, “İnsanlar arasında en büyük kerem sahibi
kimdir?” sorusuna, “Takvâda en ileri olanlardır” (Buhârî, “Enbiyâ”, 8, 14, 19) cevabını
vermiştir. Bilindiği gibi “kerem” hem “şeref ve itibar” hem de “cömertlik
ve yardım severlik” anlamına gelir. Böylece takvâ sahibi insanın,
“insanlara karşı iyilik sever, aynı zamanda da değerli ve şerefli insan” olduğu
anlaşılmaktadır. Takvânın bu ahlâkî ve insancıl içeriğini ifade eden daha
başka örnekler de vardır. Meselâ Feth sûresinin 26. âyetine göre müşrik
Araplar’ın kalbinde “Câhiliye hamiyeti” vardır; Peygamber ve arkadaşlarının
hasleti ise “sekînet ve takvâ”dır. Burada Câhiliye hamiyeti, barbarlık, küstahlık
ve saygısızlığı; sekînet ve takvâ da ağır başlılık, uygarlık, insanların
şeref ve haysiyetlerine saygı anlamını taşır (ayrıca bk. el-Bakara 2/206).

Takvânın anlamı konusundaki ilginç örneklerden biri de onun “hayâ”
ile ilişkisini gösteren A‘râf sûresinin 26. âyetidir. Burada “takvâ elbisesi”
deyimi kullanılarak dolaylı bir üslûpla takvâ, günah duygularını örtüp kapatan,
bastıran ve böylece günah işlemeyi önleyen bir koruyucu, ruhu bezeyen
bir erdem şeklinde takdim edilmektedir. Yani elbise bedeni kapattığı,
koruduğu ve süslediği gibi takvâ da hem ruhumuzun kötü duygularını örter
hem de ruhumuzu süsler. Böyle olunca takvâ sahibi kişinin kaba, haşin,
haksız, isyankâr, şehvet düşkünü, aç gözlü, edepsiz, hayâsız olması düşünülemez.
Takvânın aynı zamanda bir kibarlık erdemi olduğunu gösteren
âyetler de vardır (meselâ bk. el-Bakara 2/189; el-Hucurât 49/1).

Burada önemle vurgulanması gereken husus, takvânın daima tâzim,
hürmet, saygı gibi kelimelerle ifade edilen yüksek ahlâkî fazilet için kullanıldığıdır.
Fakat takvâ, her şeyden önce Allah’a, O’nun koyduğu kurallara
saygıdır; bunları ihlâl etmekten sakınmaktır. Takvânın bu şekilde saygıyı
ifade ettiğini gösteren güzel bir örnek de Hac sûresinde (30-32. âyetler) geçer.
Benzer bir yaklaşım aynı sûrenin 37. âyetinde geçen, “Kurbanlarınızın
etleri de kanları da Allah’a ulaşmaz; fakat O’na sizin takvânız ulaşır” meâlindeki
âyette görülüyor. Bu âyet açıkça, bütün dinî ve ahlâkî faaliyetlerimizi
Allah’a saygı ve O’nun rızâsını kazanma niyetiyle yapmamız gerektiğini
gösteriyor.

Bazı âyetlerde takvâ, bütün kötülükleri ifade eden “fücûr” kelimesinin
zıddı olarak geçmektedir (bk. eş-Şems 91/8-10); Sâd sûresinin 26-28. âyetlerinde
ise siyasî ahlâkı da içine alacak şekilde kullanılmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de takvânın karşıtı olarak “zulüm” de gösterilmiştir.
Câsiye sûresinin 19. âyetinde bildirildiğine göre “Zâlimler birbirinin dostudur;
Allah da takvâ sahibi olanların dostudur.” Bu âyette zulüm, daha ziyade
inkârcıların Allah’a ve İslâmî ilkelere karşı inatçı ve anlamsız direnişlerini,
müslümanlara reva gördükleri haksızlıkları ifade eder.

Açıkça görüldüğü üzere, Kur’ân-ı Kerîm’in büyük önem verdiği takvâ
kavramı, bütün bu bilgilerden çıkan sonuca göre başlıca şu iki anlamı içermektedir:


a) Takvâ, itikadî konularda yanlış ve bâtıl inançlara kapılmaktan, amelî
ve ahlâkî konularda eksik, kusurlu, kötü, zararlı ve haksız davranışlardan,
İslâm dininde esasları belirlenmiş olan hayat tarzına uymayan bir yaşayıştan
sakınmak, uzak durmaktır.

b) Takvâ, bütün faaliyetlerde, ödevlerin yerine getirilmesinde, her türlü
kötülüklerin terkedilmesinde öncelikle Allah’tan ittika etmektir; yani Allah
korkusunu, O’na karşı saygılı olmayı ön plana çıkararak bu saygıyı bütün
davranışların ve hayatın temeli yapmaktır. Buna göre takvâ bütün ahlâkî
erdemlerin temelidir ve insan ona sahip olduğu oranda diğer erdemlere de
sahip olur.

2. Hilim
Hilim terimi, “akıl ve kültürle kazanılan, insan ilişkilerinde sabırlı, hoşgörülü,
bağışlayıcı, uzlaşmacı ve medenî davranışlar sergilemeyi sağlayan
ahlâkî erdem” şeklinde tanımlanabilir.

Bazı kaynaklarda hilim kavramı, sefeh ve cehl kavramlarının zıddı olarak
gösterilmektedir. Bu iki kelime zulüm, serkeşlik, saldırganlık, barbarlık
gibi Câhiliye dönemindeki hâkim ahlâkî zihniyetin karakteristik yapısını o-
luşturan duygu ve davranışları ifade etmektedir. Nitekim meşhur Câhiliye
şairi Amr b. Külsûm’ün Muallaka’sında geçen, “Hele biri kalkıp da bize karşı
câhillik etmeye görsün, o zaman biz câhillikte bütün câhillerden baskın
çıkarız” anlamındaki beyit, câhiliye kelimesinin o kültürdeki anlamına işaret
eden en çarpıcı örneklerdendir. Aslında Kur’an’ın müşriklere yönelttiği yoğun
eleştirilerin temelinde de onlardaki bu câhillik (barbarlık) ahlâkı vardır.
Çünkü onlar aslında akılları yatmadığı için inkâr etmiyorlardı; fakat gurur,
kibir, inat, saldırganlık ve düşmanlık gibi hoyrat duyguları ve kötü alışkanlıkları
yüzünden; İslâm’ın getirdiği adalet, eşitlik, kardeşlik, merhamet,
sabır, tahammül, uzlaşma, kaynaşma, barış gibi ilkeleri içlerine sindiremedikleri
için inkârcılıkta direniyorlardı. İşte Kur’an’daki “hamiyyete’lcâhiliyye”
(Câhiliye küstahlığı; el-Feth 48/26) deyimi onların bu barbarlık ve
uzlaşmazlık karakterini ifade eder.

Kur’ân-ı Kerîm’de hilim kelimesi bir âyette çoğul (ahlâm) olarak geçmekte,
burada “Onlara bunu hilimleri (ahlâm) mi emrediyor, yoksa onlar
azgın bir topluluk mudur?” (et-Tûr 52/32) denilmektedir. Bütün tefsirlerde
bu âyetteki ahlâm akıl kelimesiyle açıklanır. Bunun dışında, “hilim sahibi”
anlamında “halîm” Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri olarak mağfiret
(bağışlama), ilim gibi kavramlarla birlikte on bir âyette tekrar edilmiştir. Tefsir
ve kelâm kitaplarında esmâ-i hüsnâdan biri olarak halîmin, “çok sabırlı,
günahkârları cezalandırmakta acele etmeyen” veya “kullarının isyanından
etkilenmeyen, günahkârlara gazap etmesi kendisini telâşa sevketmeyen,
her işi olması gerektiği ölçüde yapan” anlamına geldiği belirtilir. İbn Hibbân
el-Büstî Ravzatü’l-ukalâ’ ve nüzhetü’l-fuzalâ’ adlı ahlâk kitabında (s. 209)
bu âyetlere dayanarak hilmin akıldan daha üstün bir erdem olduğunu, çünkü
yüce Allah’ın Kur’an’da kendisini akılla değil hilimle nitelediğini ifade
eder. Bu görüşü Gazzâlî de tekrar etmiştir (İhyâ’, III, 179). Ayrıca, yine halîm
iki âyette (et-Tevbe 9/14; Hûd 11/75) Hz. İbrâhim’in, bir âyette (es-Sâffât
37/101) Hz. İshak’ın niteliği olarak yer almaktadır.

Hz. Peygamber, hemen bütün hadis mecmualarında ve edebî-ahlâkî
mahiyetteki antolojik eserlerde yer verilen bir hadisinde bir sahâbîyi överken,
“Sende Allah’ın sevdiği iki haslet vardır; bunlardan biri hilim, diğeri de
teennidir” (Müslim, “Îmân”, 25, 26; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 149) buyurmuştur.
İbnü’l-Esîr’e göre bu hadisteki hilim “akıl”, teenni de “kararlılık, ağır başlılık”
anlamına gelir (en-Nihâye, I, 434). Ebû Dâvûd’un Sünen’inde “Kitâbü’lEdeb”
in ilk babı “Hilim ve Peygamber’in Ahlâkı” başlığını taşır. Bu başlık,
Resûlullah’ın ahlâkının temelini hilim faziletinin oluşturduğunu ima eder.
Burada Resûlullah’ın hoşgörüsünü, affediciliğini ve sabrını anlatan hadisler
yer alır. Ayrıca bütün hadis mecmualarında, İslâm bilginlerince hilmin kapsamında
gösterilen akıl, basîret, kararlılık, öfkeye hâkim olma, affetme,
hoşgörü, sabır, vakar, rıfk gibi ahlâkî erdemlere dair pek çok hadis bulunmaktadır.


Özellikle Ignaz Goldziher’den itibaren müsteşrikler İslâm ahlâkının, dolayısıyla
İslâm insanın karakterini belirleyen temel erdemin hilim olduğu
kanaatine varmışlardır. Zira Câhiliye döneminde çok az sayıda insan bu faziletin
kıymetini takdir ederken İslâm dini bunu, ahlâkî ve sosyal alanda bütün
müslümanlara yaymayı amaçlamıştır (I. Goldziher, Muslims Studies, s.
206-207; Charles Pellat, Risâle fi’l-Hilm, s. 152). Kur’an ve hadisler yanında,
142 (759) yılında vefat eden Abdullah b. Mukaffa‘ın el-Edebü’l-kebîr’i, daha
sonra İbn Kuteybe’nin Uyûnü’l-ahbâr’ı, Câhiz’in başta el-Mehâsin ve’lezdâd,
el-Beyân ve’t-tebyîn olmak üzere çeşitli eserlerinde ve daha birçok
benzerinde verilen bilgiler hilmin pek çok erdemi kapsayan bir İslâm ahlâkı
kavramı olduğunu göstermektedir.

Bütün kaynaklarda hilim, biri zihnî, diğeri ahlâkî olmak üzere iki anlamda
geçmektedir. Zihnî anlamda hilim akıl demektir. Bu mânadaki hilim
ahmaklık, sefahat ve cahilliğin zıddı olarak gösterilir. İşte “Onlara bunu
akılları mı emrediyor?” meâlindeki âyet dolaylı olarak müslümanlara aklın
irşadına uymayı, akıllı davranmayı; ahmak, beyinsiz ve cahil kalmaktan
uzak durmayı gerekli kılmaktadır. Bu âyetin devamındaki “Yoksa onlar tuğyan
etmiş bir kavim midir?” ifadesinden anlaşıldığına göre hilimde, “tuğyan”
nın zıddı olan bir anlam da vardır. Buna göre akıllı insan tuğyan etmez,
yani azgınlık yapmaz, haddi aşmaz, öfkeye kapılıp kendinden geçmez.

Hilmin ahlâkî ve amelî gelişmişliği ifade eden mânasını en iyi ortaya
koyan İbn Sînâ, İlmü’l-ahlâk adlı risâlesinde (Tis‘u Resâil, Kostantiniye
1298, s. 108) bu mânadaki hilmin altında şu faziletleri sıralar: Öfkeyi yen-
me, kerem (cömertlik, onurlu davranış), hoşgörü, af, gönül zenginliği, dayanıklılık,
kararlılık, kin gütmemek. Muhtelif kaynaklarda bunlara sabır,
sekînet, vakar; ihtiraslara ve diğer bencil duygulara hâkimiyet gibi daha birçok
fazilet eklenmektedir. En önde gelen müslüman ahlâk bilginlerinden
olan İmam Mâverdî’ye göre hilim “huyların en yücelerinden”dir (Edebü’ddünyâ
ve’d-dîn, s. 245).

İslâmî literatürde hilmin kapsamı içinde gösterilen faziletler hakkında
pek çok âyet ve hadis vardır. Gazzâlî, genellikle İslâm ahlâkı sahasında yazılmış
eserlerin en önemlisi olarak kabul edilen İhyâü ulûmi’d-dîn’inde (III,
177), bir âyette geçen “Rabbânîler olunuz” (Âl-i İmrân 3/79) ifadesini “halîm
ve bilgili kimseler olunuz” şeklinde yorumlamıştır. Hasan-ı Basrî de bu
âyetin devamındaki “Cahiller onlara sözlü sataşmada bulunduğunda, ‘Selâm!’
derler” ifadesini “Onlar halîm insanlardır; kendilerine karşı cahilce ve
küstahça davrananlara bu şekilde cahillik ve küstahlıkla karşılık vermezler”
biçiminde açıklamıştır.

İçlerinde hilim kelimesi geçmemekle birilikte, anlamları itibariyle hilim
erdeminin İslâm ahlâkındaki yerini ve önemini ifade eden yüzlerce âyete
örnek olarak şunlar zikredilebilir: “Onlar öfkelendikleri zaman bile affederler”
(eş-Şûrâ 42/37); “Her kim sabreder ve bağışlarsa, bilsin ki bu tutum davranışların
en soylusu, en olumlusudur” (eş-Şûrâ 42/43); “Güzel bir söz ve bağışlama,
arkasından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır” (el-Bakara
2/263); “(Müslümanlar) affetsinler, hoşgörülü olsunlar. Allah’ın sizi bağışlamasını
istemez misiniz?” (en-Nûr 24/22); “Af yolunu tut, iyiliği emret ve
cahillikten uzak dur” (el-A‘râf 7/199); “Rabbinizin bağışına, takvâ sahipleri
için hazırlamış olduğu, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O
takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah rızâsı için mal harcarlar; öfkelerini
yenerler ve insanları affederler. Allah da (böyle) güzel davranışta bulunanları
sever” (Âl-i İmrân 3/133-134); “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü)
en güzel bir tutumla karşıla. O zaman göreceksin ki, seninle aranızda
düşmanlık bulunan kimse candan bir dost olacaktır” (Fussılet 41/34).


Bu son âyet, sevginin oluşmasında ve dolayısıyla sosyal barışın sağlanmasında
hilim erdeminin rolünü göstermesi bakımından özellikle ilgi çekicidir.
Zira burada hilim ruhunu yansıtan en saygın davranışlardan biri olan
kötülüğe karşı iyilik, düşmanı bile dost yapan bir güç olarak değerlendirilmiştir.
Ünlü ahlâk bilgini İbnü’l-Mukaffa‘, hilmin bu gücüne şu sözlerle
işaret eder: “Sakın sana iftira atana öfke ve intikam duygusuyla karşılık verme!
Hilim ve vakar içinde mâkul karşılık ver. Hiç şüphen olmasın ki üstünlük
ve kuvvet daima yumuşak (halîm) olanındır (el-Edebü’l-kebîr, s. 45-46).

Buraya kadar ifade edilenlerden anlaşılacağı üzere İslâm ahlâkı hilim
sahibi olmayı; yani sabır, sekînet ve vakar gibi erdemlerle donanmayı; öfkeye,
ihtiraslara ve diğer bencil duygulara hâkim olmayı; kendini bilmez insanların
küstahça davranışları karşısında akıllı, soğukkanlı, ağır başlı hareket
etmeyi öngörür. Fakat bu davranışların, erdemlilikten kaynaklanmasını
ister; cahillikten, güçsüzlük ve onursuzluktan kaynaklanması halinde ise
bunu bir zillet ve âcizlik sayar ve reddeder. Bir rivayette Resûlullah’ın,
“Eğer hasmından daha güçlü isen, onu bağışlayarak güçlü olmanın şükrünü
ödemiş ol” (Mâverdî, s. 245) buyurduğu bildirilir. Burada açıkça bağışlamanın
güçlü olunduğu zaman bir değer ifade ettiği vurgulanmaktadır. Hz.
Ömer’e atfedilen bir sözde de, Allah nezdinde devlet başkanının hilminden,
rıfkından ve yumuşaklığından daha değerli bir hilim bulunmadığı belirtilir.
Çünkü o, güçlü olduğu halde yumuşaktır. Ahlâk ve faziletiyle tanınan
Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz’in “Hilmin ilimle, affın kudretle birleşmesi
sonucunda ulaşılan faziletten daha üstünü asla yoktur” (Câhiz, el-Beyân, I,
175) anlamındaki sözü, özellikle Câhiz’in halîmi sahîf (zayıf, âciz) kelimesinin
karşıtı olarak kullanması da (el-Osmâniyye, s. 193) hilmin cahillik ve
güçsüzlükten kaynaklanan bir fazilet olmadığına işaret eder.

Kur’an ahlâkını en iyi kavrayan ve yaşayanlardan biri olarak tanınan
Hasan-ı Basrî’ye isnat edilen (Gazzâlî, İhyâ, III, 166) ve hilmin kapsadığı
başlıca faziletlere vurgu yapan şu sözü Kur’an ve Peygamber ahlâkının bir
özeti saymak mümkündür: “Müslümanın başlıca alâmetleri şunlardır: Dininde
güçlü, kararlı ve yumuşak, imanı sağlam, bilgili ve halîm, zeki ve
merhametli, hem haklı hem bağışlayıcı, hem zengin hem tutumlu, hasta olduğunda
tahammüllü, güçlü ve iyilik sever, arkadaşlık ve dostluğun sıkıntılarına
katlanır, zorluklara sabreder, öfkesine mağlûp olmaz, gurur ve kibire
kapılmaz, ihtiraslarına yenilmez; midesi yüzünden şerefsizlik yapmaz; hırsı
yüzünden küçülmez; basit hedeflerle yetinmez; mazluma yardım eder, zayıfa
acır, cimrilik yapmaz, israf etmez; kendisine kötülük edeni bağışlar; cahili
hoşgörür; nefsi sıkıntıda olsa da herkes kendisinden yararlanır.”


Buraya kadar açıklanmaya çalışılan takvâ ve hilim kavramları dışında
Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde daha pek çok ahlâk kavramı varsa da bunların
hepsini yukarıdakilere benzer tahlillere tâbi tutmak bu çalışmanın amacını
ve çerçevesini taşar. Ancak aşağıdaki bölümlerde yeri geldikçe diğer bazı erdemler
hakkında da bilgi verilecektir.

C) İslâm Ahlâkının Bir Bilim Dalı Olarak Ortaya Çıkışı


a) İlk Gelişmeler ve Örnek Eserler

İslâm’ın ilk yüzyılında ahlâk genellikle yukarıda bir ölçüde arzedilen dinî
ilke ve kurallara dayanmaktaydı. Müslümanlar, Kur’an’ın emrine uyarak
hayatlarını Hz. Peygamber’in getirdiği öğretilere göre düzenlemeleri gerektiğine
inanmışlardı. Takriben II. (VIII.) yüzyılın başlarından itibaren ortaya
çıkan yeni durumlar karşısında giderek az çok farklı ahlâk anlayışları doğmaya
başladı. Kelâm ilminde kader ve kulların fiilleri ile ilgili meseleler aynı
zamanda ahlâkın da en önemli teorik konularıydı. Tasavvuf geniş ölçüde
ahlâkı ilgilendiren problemlerden doğmuş ve az çok yeni bir hayat üslûbu
ve giderek bunu temellendirmeye yönelik bir teori oluşturmaya yönelmişti.
Özellikle Grek felsefe kaynaklarının Arapça’ya aktarılması sonucunda müslüman
filozoflar da temel ahlâk problemlerini rasyonel yöntemlerle irdeleyen
eserler yazmışlardır.

Bütün bu gelişmelerin yanında temelini Kur’an’dan alan ve Hz. Peygamber
ile ashabın hayatlarında şekillenmiş olan geleneksel İslâm ahlâkına
bağlılığı ilke edinen anlayış da varlığını sürdürdü ve genel olarak ahlâka
veya bu alanın özel konularına dair eserlerden oluşan zengin bir literatür
doğdu. Daha çok hadisçi ve fakihler tarafından yapılan bu yöndeki ahlâk
çalışmalarının ilk örnekleri arasında Abdullah b. Mübârek’in (ö. 181/707)
Kitâbü’z-Zühd ve’r-rekåik’ı, Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) ez-Zühd’ü,
Buhârî’nin (ö. 256/877) el-Edebü’l-müfred’i zikredilebilir. Ayrıca, başta Kütüb-
i Sitte olmak üzere hemen bütün hadis mecmualarında “Kitâbü’l-Edeb”,
“Kitâbü’l-Birr”, “Kitâbü Hüsni’l-hulk” gibi başlıklar altında özellikle ahlâk
hadislerini ihtiva eden bölümler bulunur. İslâm kültür tarihi boyunca devam
eden “kırk hadis” külliyatının başta gelen konuları da ahlâkla ilgili olanlardır.
Furû-i fıkıh türünden eserlerde amelî ahlâk, tefsir ilmine ait “ahkâmü’lKur’ân”
türündeki eserlerde de nazarî veya amelî ahlâkla ilgili konulara yer
verildiğine işaret etmek gerekir.

Daha sonraki dönemlerde İslâm kültür tarihinin en çok eser verilen
alanlarından biri haline gelen İslâm ahlâkının başta gelen klasiklerinden bi
ri, İbn Hibbân el-Büstî’nin (ö. 354/965), ahlâk konularındaki birikiminin
yanında, kişisel tecrübelerini de yansıtan Ravzatü’l-ukalâ’ ve nüzhetü’lfuzalâ’
adlı eseri olup tecrübeye dayalı ve gerçekçi görüşlerin yer aldığı eser
İslâm ahlâk kültürünün en değerli ve yararlı kaynakları arasında gösterilmeye
değer bir önem taşımaktadır. Hz. Peygamber’in ahlâkını bütün insanlık
için en yüksek hayat ideali olarak gösteren İbn Hazm’ın (ö. 456/1064)
dinî-felsefî mahiyetteki el-Ahlâk ve’s-siyer fî müdâvâti’n-nüfûs’u müellifinin
zihnî birikiminin ve hayat tecrübelerinin bir özeti olan muhtevasının önemi
yanında edebî bakımdan da büyük bir değer taşır. Ebû Nasr et-Tabersî’nin
(ö. 548/1153) Mekârimü’l-ahlâk’ı da yine Hz. Muhammed’in, hayatın bütün
alanlarına ait tutum ve davranışlarını sergileyen ve onu bir ahlâk ideali
olarak gösteren en tipik geleneksel ahlâk kitabı örneklerindendir. Râgıb elİsfahânî’nin
ez-Zerî‘a ilâ mekârimi’ş-şerî‘a isimli ahlâk kitabının önemini ifade
etmek için Gazzâlî’nin, tasavvufun dışında kalan ahlâk konularında bu
eseri birinci kaynak olarak kullandığını belirtmek yeterli olacaktır. Aynı gelenek
içinde seçkin bir yere sahip olan ve yazıldığı dönemden bu yüzyılın
başına kadar Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) İhyâ’ından sonra en çok okunan
ahlâk kitabı olma özelliği taşıyan Mâverdî’nin (ö. 450/1058) Edebü’ddünyâ
ve’d-dîn adlı kitabı, tarih boyunca müslümanların ahlâkî kimlik ve
kişiliğinin oluşmasında en başta rol oynamış eserler arasında yer alır.

b) Edep Kavramı ve Edebî-Ahlâkî Mahiyette Telifler

İslâm ahlâk kültüründe ahlâka yakın anlamda en çok kullanılan kelimelerden
biri olan edep kavramı genellikle “bir toplumda örf, âdet ve kural
halini almış iyi tutum ve davranışlar veya bunları kazandıran bilgiler” şeklinde
tarif edilir. Edep teriminin “sünnet” kavramıyla ilişkili olduğu da ileri sürülür
(Nallino, La Litterature arabe, s. 12-14). Câhiliye dönemiyle İslâm’ın
başlangıcında edep ve aynı kökten başka kelimelerin -seyrek olarak- “davet,
incelik, kibarlık, beğenme, alışkanlık, âdet” gibi daha çok din dışı anlamlarda
ve bir ölçüde ahlâkî bir kavram olarak kullanıldığı görülmektedir
(bk. Abdülkadir el-Bağdâdî, Hizânetü’l-edeb, IX, 434). Daha sonra edep, “bir
şey hakkındaki bilgi”, aynı kökten te’dib, “birini bir konuda bilgilendirme”,
edip ise “bir şey hakkında bilgilendirilmiş kişi” anlamında kullanılmaya
başlandı. Fakat bu kullanımlarda daima terimin ahlâk ve davranış bilgileriyle
ilişkisi göz önünde bulundurulmuştur. Abdullah b. Mes‘ûd’un rivayet ettiği
bir hadiste de, “Gerçekten bu Kur’an Allah’ın bir sofrasıdır (me’debetullâh);
O’nun sofrasından gücünüz yettiğince bilgi toplamaya çalışın”
buyurulurken “sofra” anlamında yine edep kökünden gelen bir kelime
(me’debe) kullanılmıştır. Başka bir hadiste de yine Kur’an’dan “Allah’ın
edebi” diye söz edilmesi ilgi çekicidir (son iki hadis için bk. Dârimî, “Fezâilü’lKur’ân”,
1; Hakim, “Müstedrek, I, 555). Buna göre Kur’ân-ı Kerîm bir edep
ve ahlâk kaynağıdır.

İslâm’da edep kültürünün en eski kaynaklarından olan İbn Kuteybe’nin
Edebü’l-kâtib (Edebü’l-küttâb) adlı eserinde (s. 14, 20) tamamen Kur’an ve
Sünnet ahlâkının özüne uygun olarak bir “dilin edeplendirilmesi”nden, bir
de “nefsin edeplendirilmesi”nden söz edilir. Kişi dilini edeplendirmeden, yani
edebiyat ve dil bilimlerinde eğitilmeden önce nefsini edeplendirmeli, ahlâkını
güzelleştirmelidir. Nefsin edeplendirilmesi iffet, hilim, sabır, gerçeğe
saygı, vakar, merhamet gibi erdemlerle olur.

Hâris b. Esed el-Muhâsibî’nin Âdâbü’n-nüfûs adlı kitabı, bilhassa ahlâk
ve tasavvufa dair sonraki çalışmalarda geniş ilgi görecek olan “nefsin edeplendirilmesi”
konusunda yazılan eserlerin ilki olmalıdır.

II. (VIII.) yüzyıldan itibaren yazılmaya başlayan edep kitaplarında bu terimin,
daha sonra “âdâb-ı muâşeret” denilecek olan medenî ve ahlâkî davranış
tarzları ile bu hususlarda gerekli olan pratik bilgiler hakkında kullanıldığı
görülür. Böylece edep, uygar bir müslümanın donanmış olduğu en güzel niteliklerin
genel adı olmuştur. Böyle bir uygarlığı insanlara kazandırmak maksadıyla
İbnü’l-Mukaffa‘ın yazdığı
el-Edebü’l-kebîr ve el-Edebü’s-sag¢r adlı risâleler
İslâm kültür tarihinde “edeb” başlığı altında yazılmış ilk eserlerdir. Aynı
müellif, bu risâleleri yanında, el-Edebü’l-vecîz’de ve Kelile ve Dimne adlı ünlü
çevirisinde, diğer ahlâk konuları yanında bilhassa hükümdar-halk ilişkisinin
ne tarzda sürdürülmesi gerektiği konusundaki görüşleriyle daha sonra
“Âdâbü’l-mülûk”, Âdâbü’l-vüzerâ” ve “Siyâsetnâme” gibi başlıklarla teşekkül
edecek bir ahlâk-edebiyat türünün hazırlayıcısı olmuştur.
Bilhassa Câhiz ve öğrencisi Ebû Hayyân et-Tevhîdî (ö. 413/1023) gibi
mütefekkir-edebiyatçıların eserleriyle bu kültürü saf bilgiden çok, bütün nitelikleri,
duyguları, davranışları, maddî ve mânevî değerleriyle insanı merkez
alan bilgi ve hikmeti kapsamıştır. Aynı yüzyılın diğer bir ünlü yazarı da
en az Câhiz kadar edep literatürüne hâkim olan İbn Kuteybe’dir. Onun dört
ciltlik Uyûnü’l-ahbâr’ı
İslâm edep-ahlâk kültürünün her seviyedeki insana
hitap eden en zengin kaynaklarındandır. Dil ağırlıklı
Edebü’l-kâtib adlı eseri
ise, üst kademedeki devlet memurları için yazılan eserlerin ilki ve en geniş
kapsamlı örneği olup bu türde “Edebü’l-vüzerâ”, “Edebü’l-kadî”, “Edebü’lmüftî”,
“Edebü’n-nedîm”, “Âdâbü’l-mülûk”, “Âdâbü’s-siyâse” gibi başlıklar
taşıyan eserlerin telifi sonraki yüzyıllarda da sürmüştür.


İmam Ebü’l-Hasan el-Mâverdî’nin edebe dair Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn
adlı kitabı, bu kaynakların ölümsüz örneklerindendir. Gerek ilmî ve fikrî bakımdan
gerekse sistematik yönden bu alanın en değerli örneği Gazzâlî’nin
İhyâü ulûmi’d-dîn’inin ilgili bölümleridir. Eserde edep terimine dinî, dünyevî,
tasavvufî, ahlâkî ve sosyal uygulamaları sistematize eden ilke ve kuralları
içine alacak şekilde kapsam zenginliği kazandırılmıştır.

İslâm kültüründe edep terimi erken dönemlerden itibaren dinî literatürde
de geniş bir kullanım alanı bulmuştur. Buhârî’nin el-Câmi‘u’s-sahîh’i gibi diğer
birçok hadis mecmuasında da “edeb” bölümleri yer almaktadır. Yine
Buhârî’nin özellikle geniş anlamda ahlâka dair derlediği hadis ve haberlerden
oluşan eserinin adı
el-Edebü’l-müfred’dir. Ahmed b. Hüseyin elBeyhaky’nin
el-Âdâb adlı eseri de ahlâk ve muaşeret konularına dair hadislerden
oluşur.

Edep terimi “gelenek, görenek, ahlâk” gibi ilk anlamları yanında, İslâm
kültürünün tarihî gelişimi içinde çeşitli mevkiler, meslek ve sanatlar; eğitim
ve öğretim; tasavvuf ve tarikat; ilmî araştırma ve tartışmalar; ibadet, dua ve
Kur’an tilâveti gibi dinî faaliyetler; yeme içme, giyim kuşam, temizlik vb.
günlük meşguliyetler; her türlü sosyal ilişki ve hayatın diğer alanlarına dair
bilgiler ve en uygun davranış tarzları için kullanılan son derece geniş kapsamlı
bir terim haline gelmiştir. Kuşkusuz bütün bu konularda en ideal örnek
Hz. Peygamber kabul edildiği için İslâm ahlâk ve edep literatürüne giren
eserlerin çoğunda “Âdâbü’n-nebî” (Peygamber’in edebi, ahlâkı) veya benzer
başlıklar altında Resûlullah’ın ahlâkî kişiliği ilk örnek olarak sunulmuştur.

Başta Kur’ân-ı Kerîm ve hadis külliyatı olmak üzere, bütün bu ve benzeri
kaynaklarda yüksek bir ahlâka ulaşmanın şartlarına ve kurallarına, dolayısıyla
gerçek müslüman kimliğinin ölçülerine yer verilmiş ve başka birçok
toplumun barbarca hayat biçimlerini aşamadıkları çağlarda bu eserler,
İslâm dünyasında her inançtan, her görüşten, her milletten insanların haklarına
saygının hâkim olduğu, üstün insanî niteliklerle donanmış, erdemli
ve uygar bir toplumun oluşmasında son derece etkili olmuşlardır. Edep kavramı
zaman içerisinde kazandığı çeşitli anlamlarıyla Türk-İslâm kültür tarihine
de girmiş; Türkçe’de bu alanda yazılmış eserler yanında, “edepli olmak”
la “ahlâklı ve erdemli olmak” aynı mânada kullanılmıştır.



III. İSLÂM’IN BELLİ BAŞLI AHLÂK PROBLEMLERİNE BAKIŞI

A) Ahlâkî Özgürlük

Özgürlük ahlâk düşüncesinin en temel problemi sayılabilir. Çünkü ahlâk
insana iyiliği yapma kötülüğü terketme yönünde ödevler yükler ve bunlardan
sorumlu tutar. Bunun gerçekleşebilmesi için insanın hem iyiliği isteme
(irade) veya seçme (ihtiyar) özgürlüğüne hem de yapma özgürlüğüne ya da
imkânına (istitâat) sahip olması gerekir.

Pratikte hiçbir insan, kendisinin temelde bu özgürlüklerden yoksun olduğunu
düşünmez; hatta bu özgürlükleri doğuştan getirdiği bir hak olarak
görür ve bunların elinden alınmasına kesinlikle karşı çıkar. Bununla birlikte
gerek düşünce tarihinde gerekse çeşitli dinlerin teolojilerinde insanın tabiat
kanunları veya Tanrı’nın iradesi karşısında özgür olup olmadığı, insanlık tarihinin
en eski ve en şiddetli tartışma konuları arasında yer almıştır. Nitekim
İslâm dünyasında ilk ihtilâf konusu olarak bilinen kader sorunu da esas itibariyle
insanın özgür olup olmadığı ve bu özgürlüğün sınırının ne olduğu
sorunudur.

Kader ve dolayısıyla insanın özgürlüğü meselesi daha İslâm’ın ilk zamanlarında
müslümanların dikkatini çekmişti. Çünkü İslâm dini, bir yandan
bütün varlıkların var olmasını, bütün olayların vukuunu, dolayısıyla insanların
her türlü fiillerini, bu arada, “iradî” denilen davranışlarını Allah’ın ilim,
irade ve kudretine bağlıyor ve bunları yaratanın Allah olduğunu; diğer yandan
insanlara dinî, hukukî ve ahlâkî görev yükleyerek bunlardan sorumlu
olduklarını bildiriyordu. Bu sebeple, daha Asr-ı saâdet’te konuyla ilgili sorular
sorulmaya başlamıştı. Fakat İslâm Peygamber’i, konunun aklî münakaşaya
elverişli olmadığını müslümanlara münasip bir dille ifade ederek onları
tartışmaya girmekten menetti. Kur’ân-ı Kerîm’de de kader-insan iradesi
meselesini de içine alan “müteşâbih âyetler” hakkında tartışmanın uygun
olmadığına işaret edilmişti.

Ne var ki, Asr-ı saâdet’ten sonra konu ile ilgili tartışmalar yeniden başladı.
Bu tartışmalar zamanla Cebriyye, Mu‘tezile ve Ehl-i sünnet (Eş‘ariyye
ve Mâtürîdiyye) diye anılan başlıca üç görüş ve mezhebin doğmasına yol açtı.
Bunlardan Cebriyye, insanın, Allah’ın kudret ve iradesi karşısında tam bir
cebir altında bulunduğunu ve asla özgür olmadığını savunurken Mu’tezile
kulların, kendi fiillerinin meydana getiricisi, yapıcısı ve yaratıcısı olduklarını,
çünkü insanın irade sahibi hür bir varlık olduğunu ileri sürüyor; Resûlullah
ile sahâbe-i kirâmın akaid sahasında tuttukları yolu izleyenler mânasına ge
len “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat” önderleri ise hem Allah’ın kazâ-kaderi ile
küllî iradesini, hem de kulun sınırlı iradesini (irâde-i cüz’iyye) ispat etmeye
çalışmak suretiyle ihtiyatlı bir yol izliyordu.

Netice itibariyle, Gazzâlî’nin de belirttiği gibi “Ehl-i sünnet mezhebi,
Cebriyye ile Kaderiyye (kaderi inkâr edenler) arasında orta bir yol tuttu: Onlar,
ne insanlarda (sonradan “cüz’î irade” denecek olan) ihtiyârı büsbütün yok
saymışlar, ne de Allah’ın kazâ ve kaderini inkâr etmişlerdir. Aksine, kulların
fiillerinin bir yönden kullardan, bir yönden de Allah’tan olduğunu, fiillerin
ortaya çıkışında kulun seçme imkânının bulunduğunu ifade etmişlerdir.”

Gazzâlî, bu genel prensibi kabul etmekle birlikte, tasavvufî bir üslûpla
irade hürriyetinin ispat edilemez olduğunu da ifade etmektedir (geniş bilgi için
bk. Mustafa Çağrıcı, Anahatlarıyla İslâm Ahlâkı, s. 96-106).

Yukarıda işaret edilen teorik tartışmalar ne yönde gelişirse gelişsin, İslâm
inancı bakımından gerçek olan şudur ki; zâtı, sıfatları ve fiilleri ile mutlak
ve ortaksız olan Allah, sınırsız ilmi, iradesi ve kudreti ile bütün âlemin
ve bu arada insanın her türlü faaliyetlerinin hâlik ve mâlikidir. Kur’ân-ı Kerîm’in
bu inancı telkin eden âyetleri, selim akla ve mümin kalbe, ilâhî kudretin
azameti karşısındaki küçüklüğünü, sınırlılığını ve aczini hissettirir.
Böylece insan, bu üstün irade ve kudret karşısında kulluğunun şuuruna varır;
O’nun himayesine ve hidayetine muhtaç olduğunu hisseder.

Öte yandan insan, kendisine baktığında, akıl sahibi bir varlık olarak,
bazı davranış biçimleri arasında değer farklılığı gördüğünü ve bunlardan birini
veya ötekini seçip yapmak imkânına sahip olduğunu düşünür; bu yönüyle
–Allah’ın lutuf ve ihsanı sayesinde– yeryüzündeki başka varlıklardan
farklı olduğunun şuuruna varır ki, bu şuur da küllî ve ilâhî kanunun bir parçasıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’e bu açıdan bakıldığında, insanı bazı faaliyetlerinde
hür iradeli kabul eden, bu sebeple ona vazifeler yükleyen ve sorumlu addeden
âyetler görülür.

Böylece, ahlâkta özgürlük problemi akıl ve bilgi planında çözülmeye çalışıldığı
sürece çıkmazlarla karşılaşılmıştır. Hal böyle olunca, irade hürriyetini,
bir bilgi ve akıl konusu değil, iman konusu olarak ele almak gerekecektir.
Bu yüzden İslâm Peygamber’i, kazâ ve kader konusunun münakaşa
edilmesine rızâ göstermemiştir. Çünkü, bir yönüyle de insanın irade hürriyetini
ilgilendiren bu konunun münakaşası, teoride hiçbir kesin sonuca götürmeyeceği
gibi, dinî inanç ve ahlâkî hayat bakımından sakıncalar doğurabilecekti
ve öyle olduğu da görülmüştür.


B) Ahlâkın Kaynağı


Din dışı ahlâk teorilerinde ahlâkın yahut ahlâkî ödevlerin kaynağının
akıl, vicdan veya toplum olduğu yönünde çeşitli görüşler ileri sürülmüş,
ciddi tartışmalar yapılmıştır. İslâm dini de gerek birey gerekse toplum olarak
insana ve onun akıl, vicdan gibi mânevî kapasitelerine büyük değer vermiştir.
İnsanı görünür âlemin yegâne mükellef ve sorumlu varlığı olarak tanıyan
Kur’ân-ı Kerîm’e göre Allah insanı en güzel bir tabiatta yaratmış
(et-
Tîn 95/4), ona kendi ruhundan üflemiştir (el-Hicr 15/29). Ancak insanın bu
üstün ruhî cephesi yanında bir de topraktan yaratılan beşerî cephesi vardır.
İşte insandaki bu ikilik onun ahlâkî bakımdan çift kutuplu bir varlık olması
sonucunu doğurmuştur. “Allah insan nefsine fücûrunu da takvâsını da ilham
etmiş”, yani ona iyilik ve kötülüğün kaynakları olan kabiliyetleri birlikte
vermiştir. Dolayısıyla “Nefsini temiz tutan kurtuluşa ermiş, onu kirletense
hüsrana uğramıştır” (eş-Şems 91/9-10).

İnsanın bu çift kutuplu tabiatı sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’de onun ahlâkî
hüküm ve tercihlerinde yanılabileceği de özellikle belirtilmiştir. Bu husus
Hz. Yûsuf’un dilinden şu şekilde ortaya konmuştur: “Ben nefsimi temize çıkaramam;
çünkü nefis ısrarla kötülüğü emreder; ama rabbimin merhamet
etmesi durumu başka. Rabbim bağışlayıcı ve merhametlidir” (Yûsuf 12/53)
Hz. Peygamber de kendisinin bile ancak Allah’ın lutfu sayesinde güzel ahlâkı
kazanabileceğini ifade eder (Müslim, “Müsâfirîn”, 201; Nesâî, “İftitah”,
16, 17).

İşte Kur’an’ın insan hakkındaki bu ihtiyatlı iyimserliği ve Allah’ın iyi
ahlâk üzerindeki etkisi İslâm ahlâkının temelde dinî kaynaklı olması sonucunu
doğurmuştur. Kur’an ve Sünnet’e göre hakkında nas bulunan konularda
yükümlülüğün ve dolayısıyla ahlâkın kaynağı dindir. “Allah ve Resulü
bir şeye hükmedince, artık mümin erkek ve kadınlara işlerinde bir seçme
hakkı kalmaz. Her kim Allah ve Resulü’ne isyan ederse apaçık bir sapıklığa
düşmüş olur” (el-Ahzâb 33/36). Hz. Peygamber, ahlâkî hükümlerin de dahil
olduğu helâlleri haram, haramları helâl saymaya yönelik bir anlaşmanın geçersiz
olduğunu açıklamıştır (Ebû Dâvûd, “Akzıye”, 12). Bununla birlikte, Allah’ın
hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla ana, baba, devlet gibi başka
otoriteler de vazife koyabilirler ve bunlara itaat gerekir (Buhârî, “Ahkâm”, 4,
43; Müslim, “İmâre”, 34, 38).

Kur’an ve Sünnet’te ahlâk ile ilgili genel hükümler yanında birçok ahlâkî
davranış için özel hükümler de yer almış olmakla birlikte, her şeye
rağmen, hakkında hüküm bulunmayan girift meselelerle karşılaşılabileceği
de hesaba katılmıştır. Hz. Peygamber, “Helâl de haram da bellidir; bu ikisi
arasında ise şüpheli durumlar vardır. Şüphelerden sakınan kişi dininin şerefini
korumuş olur” (Buhârî, “Îmân”, 39; “Büyû‘”, 2; Müslim, “Müsâkat”, 107,
108) buyurmuş ve böyle durumlarda kalp ve vicdanın verdiği hükme uymayı
öğütlemiştir. Ancak Kur’an ve hadislerde vicdanın hükümleri ihtiyatla
karşılanmıştır. Çünkü insan nefsi, kendisine kötülük ve edepsizlikler telkin
eden şeytanın baskısı altındadır (el-Bakara 2/169). Ayrıca İslâmî terminolojide
hevâ adı verilen kötü arzu ve eğilimler ile şuursuz taklit de ahlâk ve fazilet
yolunun engelleri olarak gösterilmiştir (meselâ bk. el-Bakara 2/170-171;
el-Furkan 25/43; el-Câsiye 45/23).

Sonuç olarak İslâm’da ahlâkın asıl kaynağı Kur’an ve onun ışığında o-
luşan sünnettir. Nitekim Hz. Âişe bir soru münasebetiyle Hz. Peygamber’in
ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğunu belirtmiştir (Müslim, “Müsâfirîn”, 139). Bu
sebeple İslâm ahlâk düşüncesi Kur’an ve Sünnet’le başlar. Bu iki kaynak
dinî ve dünyevî hayatın genel çerçevesini çizmiş, amelî kurallarını belirlemiş,
böylece daha sonra fıkıhçı ve hadisçiler, kelâmcılar, mutasavvıflar,
hatta filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlâk anlayışlarının temelini
oluşturmuştur. Kur’ân-ı Kerîm ihtiva ettiği diğer konular gibi ahlâk konularını
da herhangi bir ahlâk kitabı gibi sistematik olarak ele almamakla birlikte,
eksiksiz bir ahlâk sistemi oluşturacak zenginlikte nazarî prensipler ve
amelî kurallar getirmiştir.

C) Ahlâkın Gayesi

Din dışı ahlâk görüşleri ahlâk için genellikle dünyevî gayelerden söz etmişler
ve bedensel haz, ruhsal haz, kişisel veya toplumsal yarar yahut mutluluk
gibi farklı gayeler göstermişler; ünlü Alman filozofu Kant ise bütün bu
görüşleri reddederek, ahlâkın kendi dışında, diğer bir deyişle iyi veya ödevden
başka bir amacının olamayacağını savunmuştur (geniş bilgi için bk. Çağrıcı,
a.g.e., s. 108-128).

Kur’an ve Sünnet’te ise güzel ahlâkı (ahlâk-ı hamîde) oluşturan erdemlerin
bu dünyada fert ve toplum hayatına kazandırdığı maddî ve mânevî
faydalar, kötü ahlâkı (ahlâk-ı zemîme) oluşturan erdemsizliklerin doğurduğu
zararlar üzerinde durulmuştur. Allah, “Şükrederseniz (nimetlerimi) arttırırım”
(İbrâhîm 14/7); “Şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve nefret
sokmak ister” (el-Mâide 5/91) buyurur; iyi kullarını yeryüzüne hâkim kılacağını
bildirir (el-Enbiyâ 21/105). Ayrıca birçok eski milletlerin yıkılışında
ahlâkî çöküntünün önemli ölçüde rol oynadığı haber verilir. Bununla birlikte,
ahlâk prensiplerine aykırı davranışların doğurduğu bu tür tabii ve fizikî zararlar,
sosyal ve mânevî sıkıntılar İslâm’da ahlâkî yaptırım sayılmaz; dolayısıyla
kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Gerçi dünyevî musibetlerin günahlar
için kefâret sayılacağına dair bazı hadisler vardır (bk. Buhârî, “Fiten”, 17;
Müslim, “Birr”, 49; Dârimî, “Rikak”, 56; Müsned, V, 173, 177, 289). Fakat
bu, ahlâkî fenalıkların doğurduğu musibet ve zararın zaruri sonucu değil,
musibete uğrayan kişinin bu durumdayken gösterdiği sabır, rızâ, tevekkül
gibi müslümana yakışır olumlu tavırların karşılığıdır.

Diğer yandan, kişinin ruhî benliğinde iyiliğin meydana getirdiği sevincin,
kötülüğün meydana getirdiği pişmanlık ve elemin Kur’an ve Sünnet’te
büyük bir değer taşıdığı görülür. Nitekim Peygamber efendimiz, “Bir insan
iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığında üzüntü duyabiliyorsa artık o
gerçekten mümindir” (Müsned, I, 398) buyurmuş, hatta iyilik (bir) ve kötülüğü
(ism), kişinin vicdanında (nefs) meydana getirdiği etkilenmenin mahiyetine
göre tarif etmiştir (Müslim, “Birr”, 14, 15; Tirmizî, “Zühd”, 52). Ancak
vicdan duygusu insanı kötülük yapması halinde kınayan bir güç (ennefsü’l-
levvâme) olabileceği gibi (el-Kıyâme 75/2), kötülük karşısında duyarlılığını
kaybederek “kaskatı kesilmiş kalp” haline de dönüşebilir (el-Mâide
5/13; ez-Zümer 39/22). Bu yüzden İslâm’da bütün ahlâkî vazifeler uhrevî
yaptırımlara bağlanmış (el-Kasas 28/83-84; Tâhâ 20/15; el-Mü’min 40/17; el-
Câsiye 45/27), iyiler için cennet vaad edilmiş, kötüler cehennemle tehdit
edilmiştir. Bununla birlikte ahlâk kurallarının uygulanmasında, özellikle
toplumsal düzenin sağlıklı işletilmesinde genellikle sadece bu motiflere dayanan
bir ahlâk tam olarak saygıya değer sayılamayacağından, Kur’an ve
Sünnet’te Allah’ı en yüksek derecede sevmek (el-Bakara 2/165), O’nun
hoşnutluğuna lâyık olmak ve O’ndan hoşnut olmak (el-Mâide 5/119) temel
ahlâkî amaç ve motif olarak gösterilmiş, doğru inanç ve temiz yaşayışın en
üstün gayesinin Allah rızâsı olduğu vurgulanmıştır (et-Tevbe 9/72; el-Hadîd
57/27). Kur’ân-ı Kerîm’de her şeyin üstünde ve her şeyden daha değerli olduğu
bildirilen (et-Tevbe 9/72) Allah rızâsı yani Allah’ın kulundan hoşnut
olması, inananlar için bu dünyada hissedilemez değildir. Allah’a derinden
inanıp saygı duyan ve her durumda O’nunla birlikteliğinin bilincini yaşayan,
bu inanç ve duygular içinde ruhunu erdemlerle ve hayatını iyiliklerle
süsleyen, iradesinin bütün gücüyle kötülüklere karşı koyan, gücünü aşan
durumlarda Allah’a sığınıp (tevekkül) inâyetini dileyen insan, O’nun hoşnutluğunu
kazanmış olmanın verdiği üstün mânevî hazzı ve mutluluğu ruhunun
derinliklerinde duyabilir; fakat bu mutluluğu en mükemmel derecede
âhirette hissedecektir. İşte Hz. Peygamber’in, “gözlerin görmediği, kulakların
duymadığı ve hiçbir aklın düşünemeyeceği kadar üstün” (Buhârî, “Bed’ü’lvahy”,
8, “Tevhîd”, 35; Müslim, “Cennet”, 5, 6) olarak tanımladığı uhrevî
ödül de bu mutluluktur.

İslâm ahlâkının bu dinamik yapısı, onun sadece bir kitle ahlâkı veya sadece
bir seçkinler ahlâkı olmadığı, aksine maddî, zihnî ve psikolojik bakımlardan
her seviyedeki insanın kaygılarını, beklentilerini ve özlemlerini dikkate
alan; bununla birlikte ona, içinde bulunduğu durumdan daha ideal olana
doğru yükselme imkânı sağlayan kapsamlı ve uyumlu bir ahlâk olduğunu
gösterir. Buna göre hayır statik olmadığı gibi gaye de statik değildir.
Bütün insanların yapabilecekleri, dolayısıyla yapmak zorunda oldukları iyilikler
(farzlar) yanında, yapılması kişinin fazilet ve kemal derecesine bağlı
hayırlar da vardır. Ahlâk, bilgi ve fazilet bakımından sürekli bir yenilenmedir.
Bunun için insan, Kur’ân-ı Kerîm’e göre, öncelikle inanç sevgisi kazanmalı,
fenalıklardan ve isyankârlıktan nefret etmeli (el-Hucurât 49/7, 14),
kalbini yani iç dünyasını Allah şuuru (zikrullah) ile huzura kavuşturmalıdır
(er-Ra’d 13/28). Bu suretle Allah şuuru insana ahlâkî ve mânevî hayattan
zevk alma, hatalarının farkına varma, onlardan yüz çevirme ve Allah’tan
bağış dileme fırsatı sağlayacaktır (Âl-i İmrân 3/135). İslâm’ın öngördüğü bu
ahlâkî terakkinin ulaşacağı son nokta, insanın gaye bakımından çıkar kaygılarını
aşması, hatta cennet ümidi ve cehennem korkusunun da ötesinde
bütün düşünce ve davranışlarını Allah’ın emrine ve rızâsına uygun düşüp
düşmeyeceği açısından değerlendirmesidir (Hûd 11/112; eş-Şûrâ 42/15; elİnsân
76/8-9).

IV. BAŞLICA AHLÂKÎ GÖREV ve SORUMLULUKLAR
A) İnsanın Kendi Kişiliğine Karşı Görevleri

İslâm ahlâkı her bireyi “insan” olarak bir değer kabul eder. Kur’ân-ı Kerîm’de
çeşitli vesilelerle insan “yeryüzünün halifesi” olarak takdim edilmiş
(meselâ bk. el-Bakara 2/30; el-En‘âm 6/165), Hz. Peygamber de “Her doğan
çocuk temiz yaratılış (fıtrat) üzere doğar” (Buhârî, “Cenâiz”, 92) buyurarak,
insanı yaratılıştan suçlu sayan telakkiyi temelden reddetmiş; bu noktadan
hareketle İslâm düşünce geleneğinde insan “eşref-i mahlûkat” diye tanımlanmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in değişik yerlerinde Allah’ın buyruğu uyarınca
Hz. Âdem karşısında meleklerin secdeye kapandığını bildiren âyetler de İslâm
düşüncesinde oluşan bu yargının isabetli olduğunu kanıtlamaktadır. Bu
sebeple, aslında insanlık için ahlâk düzenini kuran yüce Kudret, hayatın hangi
alanına ilişkin olursa olsun, bütün erdemlerin, bir bakıma onlara sahip olan bireyi
yüceltmeyi ve gerçek anlamda insan yapmayı amaçlamasını dilemiştir. Bu
bakımdan Allah, kişinin yaptığı iyilikler veya kötülükleri -kime karşı yapılmış
olursa olsun- öncelikle kişinin kendisine yapılmış saymaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de,
“Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehine yapmış olur; kim de kötü bir iş yaparsa
kendi aleyhine yapmış olur” (Fussılet 41/46) buyurulmaktadır.

a) İnsanın Bedensel Varlığı ile İlgili Görevleri

Ahlâk bir beden sağlığı ilmi değildir. Bununla birlikte İslâm ahlâkında,
insanın dinî ve dünyevî görevlerini doğru ve yeterli olarak yerine getirebilmesi
için kendi bedensel varlığını koruma ve geliştirme hususunda bazı görevleri
bulunduğu kabul edilmiştir. Kuşkusuz bu görevlerin başında insanın
kendi hayatını koruması gelir. İslâmiyet hiçbir insana kendi hayatına son
verme hakkı tanımamış, bu sebeple intiharı da kesinlikle yasaklamıştır. Hz.
Peygamber’in bu husustaki hadisleri (meselâ bk. Müslim, “Îmân”, 175;
Tirmizî, “Tıb”, 7; Nesâî, “Tahrîm”, 2) son derece ağır bir üslûp taşımaktadır.
Yine onun insan sağlığına dair açıklama ve uygulamaları, hadis kitaplarında
“Tıbb-ı nebevî” başlığıyla özel bölümler açılmasına veya aynı başlıkla müstakil
kitaplar yazılmasına imkân hazırlamıştır. Ayrıca Hıristiyanlığın aksine
(krş. Yeni Ahid, Matta, 15/17; Markos, 7/18-20) İslâm dini içki, kumar, fuhuş
gibi sağlığa zarar veren kötülükler karşısında kayıtsız kalmaz. Aksine
Kur’ân-ı Kerîm, kapsamlı bir ifadeyle, “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız”
(el-Bakara 2/195) derken, Hz. Peygamber de sağlığını ihmal edecek
derecede ibadet etmeyi bile onaylamamış ve bu şekilde kendisini ibadete
veren bir sahâbîyi uyarırken, “Bedeninin de sende hakkı vardır” (Buhârî,
“Savm”, 55) buyurmuştur.

Beden sağlığı bireysel görevler için olduğu kadar toplumsal görevler için
de gereklidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Düşmanlarınıza karşı kuvvet ha-
zırlayınız” (el-Enfâl 8/60) buyurulurken, bu hususta en önemli unsur olan
insan gücünün de kastedildiğinde kuşku yoktur. Unutulmamalıdır ki, hak
daima kuvvetten üstün olmakla birlikte, hakkın korunabilmesinin kuvvete
bağlı olduğu da tecrübî bir gerçektir. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Güçlü
mümin zayıf müminden hayırlıdır” (Müslim, “Kader”, 34) buyurmuşlardır.

b) İnsanın Ruhsal ve Mânevî Varlığı ile İlgili Görevleri

Ahlâk âlimleri genellikle insanın diğer varlıklar karşısındaki üstünlüğünün
akıl, zekâ, kalp, vicdan, tefekkür, estetik duygu, inanma, iyilik sevgisi
gibi ruhsal ve mânevî meziyetlerinden ileri geldiğini kabul ederler. Bu meziyet
veya yetenekler sebebiyledir ki yaratıcısı tarafından insana, “Kuşkusuz
biz Âdem oğlunu şerefli kıldık” (el-İsrâ 17/70) buyurularak iltifatta bulunulmuştur.
Şu halde insanın, ruhsal ve mânevî meziyetlerini koruması, geliştirmesi,
üstün yeteneklerini iyilik yollarında etkin ve verimli hale getirmesi,
onun hem kendi varlığına karşı hem kendisini güzel yeteneklerle donatan
Allah’a karşı bir borcudur.

Yukarıda da işaret edildiği üzere İslâm ahlâkı, her güzel haslet ve iyi
davranışın öncelikle onu yapanı yücelteceğini kabul eder. Bu sebeple insan,
elinden geldiği kadar iyi hasletler ve erdemler kazanmaya, güzel davranışlar
gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Ahlâk kitaplarında bu erdemler arasında üzerinde
önemle durulanların başlıcaları
şunlardır:

1. Takvâ
“Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları” başlığı ile bu bölümün
başında geniş olarak yer verilmişti. Hatırlanacağı üzere Kur’ân-ı Kerîm’de
takvâ Allah nezdinde en yüksek insanlık değeri olarak gösterilmiştir. Şu
halde kişinin böyle bir değeri kazanması onun kendisine karşı görevlerinin
de başında yer alır.

2. Hilim
Yine “Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları” başlığı altında incelenen
ikinci kavram da hilim olup İslâm ahlâkı üzerine inceleme yapanların
hilmi müslümanın karakterini en iyi ifade eden bir kavram olarak kabul
ettiklerini, çünkü bu kavramın -“akıllı olma ve akıllıca davranma” şeklinde
özetlenebilecek anlamı yanında- ağır başlı olma, affetme, sabır, hoşgörü,
barış ve kardeşlik, acelecilik yapıp saldırganca hareket etmekten sakınma
gibi insanlarla uygarca ilişki kurmaya katkı yapan birçok erdemi birlikte ifade
eden geniş kapsamlı bir kavram ve dolayısıyla İslâm’ın en temel faziletlerinden
biri olduğu görülmüştü.

3. Hikmet
“Bütün özel bilgi alanlarını kuşatan doğru, yararlı, kapsamlı ve derin
bilgi; ilâhî gerçekleri, özellikle Kur’an’ın yüksek anlamını kavramaktan doğan
bilgi; İslâm dininin ilkelerine inanmak ve bunlara uygun yaşamakla
gerçekleşen üstün hayat tarzı, Hz. Peygamber’in müslümanlar için doğru
bilgi ve erdemli yaşayış kaynağı olma değeri taşıyan sünneti” gibi anlamlarda
kullanılan hikmet kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de, “çok hayır” diye nitelenir; on
bir âyette “kitap” ile birlikte kullanılarak hikmetin, “ilâhî kitaplar” veya “bu
kitaplarda vahyedilen derin bilgiler” anlamı taşıdığına işaret edilir. Fahreddin
er-Râzî, Kadî Beyzâvî gibi müfessirlerin, ilgili âyetlerin yorumu dolayısıyla
yaptıkları açıklamalarda hikmet özetle, bütün doğru bilgilerle güzel yaşayışı
kapsayan bir kavram olarak tanımlanır. “Hikmete sarıl. Çünkü hayır
hikmettedir” (Dârimî, “Mukaddime”, 34) anlamındaki hadiste de hikmetin bu
anlam zenginliğine işaret edilmiştir. Bu önemi sebebiyle Hz. Peygamber’in,
“Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır” (Tirmizî, “İlim”, 19; İbn
Mâce, “Zühd”, 15) buyurduğu rivayet edilir.

Hikmet, insanı öteki canlılardan ayıran düşünme veya bilme gücünün
meyvesidir. Bu sebeple İslâm kültüründe düşünür karşılığında “hakîm” kelimesi
kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve diğer İslâmî kaynaklarda ilim, mârifet
veya irfan, fikir (fikr), tefkir, tefekkür, tedebbür, taakkul, nazar, re’y, zikir,
itibar gibi çok çeşitli kelimelerle insan için düşünme faaliyetinin önemi
vurgulanmış; insanın ancak bu şekildeki düşünce zenginliği ile insanlık değerini
koruyup geliştireceğine işaret edilmiştir. Akıl sahibi olmak, bilmek ve
bildikleri üzerinde düşünüp sonuçlar elde etmek, uygulamak insana özgü bir
ayrıcalıktır (ez-Zümer 39/5). Akıllarını kullanmayanlar sağır ve dilsizdirler
(el-Bakara 2/171); böyleleri hayvanlardan daha şaşkındır (el-Enfâl 8/22). Bu
yüzden Hz. Peygamber’in,”Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibadetten daha
hayırlıdır” buyurdukları rivayet edilir (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/31). Bu ve benzeri
âyet ve hadislerin de etkisiyle İslâm ahlâk kültüründe hikmet erdemi
temel erdemler (fezâil-i asliyye) denilen dört erdemin daima en başında yer
alır ve bunlar çoğunlukla hikmet, şecaat, iffet, adalet şeklinde sıralanır.

Düşünme ve onun ürünü olan bilgi ve dolayısıyla bilim yer yüzünde sadece
insana özgü bir haslettir. Kur’an, Hz. Âdem’in meleklerden daha üstün
olma sebebini, ona verilen, fakat meleklerin bilmediği bilgilerle izah eder.
Çünkü ilim Allah’ın sıfatıdır. Bu nedenle ilim ve hikmetten yoksun kalarak
kendisini tanrısal bir nitelikten de yoksun bırakan insan, kendi şahsına karşı
en büyük zararı vermiş sayılır; ayrıca kendisine en değerli nimet olan aklı
bağışlayan Allah’a da nankörlük etmiş olur.

Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere hikmet, bilgi-amel bütünlüğünü
de kapsar. Zira özellikle ahlâk gibi uygulamalı bir alana ilişkin bilgiler
ancak hayata geçirilerek anlam ve değer kazanır. Bu yüzden Kur’ân-ı
Kerîm’de bilgilerine uygun davranmayanlar ağır bir dille eleştirilmiş
(elCum‘
a 62/5), Hz. Peygamber de, “Faydası olmayan ilimden Allah’a sığınırım”
(Müslim, “Zikir”, 73) buyurmuştur.


4. İffet
“İnsanın arzularını, tutkularını aklının ve inancının kontrolünde tutarak,
Allah ve insanlar nezdinde kendisini küçük düşürecek davranışlardan sakınmasını
sağlayan bir erdem” anlamındaki iffet kavramının Kur’ân-ı Kerîm’de,
“haya, vakar, kişinin kendi şahsiyet ve onurunu koruması” şeklinde
yorumlanabilecek bir konumda kullanıldığı görülmektedir (el-Bakara 2/273).
Diğer bazı âyetlerde ise “insanın, kendisine ait olmayan bir mala el uzatmaması”
(en-Nisâ 4/6), “edepli ve hayalı olması” (en-Nûr 24/33, 60) anlamında
kullanılmıştır. Hz. Peygamber de iffetli müslümanlardan övgüyle söz
etmiştir (meselâ bk. Buhârî, “Tefsîr”, 9; “Ahkâm”, 16).

Ahlâk bilginlerine göre, ister mide istekleri olsun ister cinsel istekler olsun,
her türlü nefsânî arzulara aşırı düşkünlük, insanı bir bakıma hayvanlaştırır.
Çünkü hayvanlar gibi bu insan da tutkularını dizginleme erdemini
gösterememiştir.

İslâm ahlâk kültüründe insanın nefsânî arzularına esir olma zaafına
hevâ denmiş; bu zaaftan korunmanın da ancak aklın buyruğuna uymakla
mümkün olacağı ifade edilmiştir. Nitekim Ebû Bekir er-Râzî’nin et-Tıbbü’rrûhânî’si,
İmam Mâverdî’nin Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn’i gibi birçok ahlâk kitabının
ilk konuları akıl-hevâ çatışmasına ayrılmıştır. Özellikle Gazzâlî İhyâ
ve Mîzânü’l-amel gibi eserlerinde bu konuya büyük önem vermiştir. Başta
Kur’ân-ı Kerîm ve hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklarda hevâ, “insanın
iyi ve kötü konusunda doğru seçim yapmasını ve akla uygun davranmasını
önleyen nefsânî arzular” anlamında kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de nefsânî arzularına
aşırı düşkün olan, bu yüzden de inanç ve yaşayışında haktan ayrılan,
isyana ve günahlara saplanan insan “hevâsını tanrısı yapan” (el-Furkan
25/43; el-Câsiye 45/23) şeklinde anılmaktadır. Hz. Peygamber de, “En kötü
kul, hevâsına kul olup da dalâlete düşün kimsedir” (Tirmizî, “Kıyâmet”, 17)
buyurmuştur. İşte iffet erdemi, insanı böylesine tehlikeli olan tutkulardan
koruyup kollayan ve ona hayvanî eğilimleri, tutkuları karşısında bağımsızlık
kazandıran ahlâkî bir donanımdır. Nitekim, başta Gazzâlî olmak üzere
müslüman ahlâk bilginleri ve mutasavvıflar, bu tutkulardan kurtulmayı gerçek
özgürlük saymışlar; insanın kendini mânen geliştirme işlevine bu noktadan
başlamasını gerekli görmüşlerdir.

5. Doğruluk ve Dürüstlük
İslâmî kaynaklarda doğruluk ve dürüstlük çok çeşitli kelimelerle ifade edilmekte
olup bunların başında sıdk ve istikamet kavramları gelir. “İnsanın,
söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana
olması” şeklinde tanımlanabilecek olan sıdk erdemi genellikle yalanın zıddı
olarak kullanılır. İstikamet de, “Allah’ın buyruğuna uygun şekilde doğru,
dürüst ve temiz kalpli olma” demektir. Doğruluk ve dürüstlük erdemine sahip
olan kişiye sıddîk denir.

İnsanlığın genel ahlâk anlayışında olduğu gibi İslâm ahlâkında da doğruluk
ve dürüstlük, insan onurunun ve sağlıklı toplum yapısının vazgeçilmez
şartlarından biri olarak telakki edilmiş ve insanın kendi kişiliğine karşı
en önemli ödevleri arasında gösterilmiştir. Hz. Peygamber, kendisinden güzel
bir nasihat isteyen kişiye, “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol”
(Müslim, “Îmân”, 13) buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm, bu şekilde iman edip
doğru olanların üzerlerine meleklerin ineceğini ve onlara âhiretle ilgili müjdeler
vereceğini ifade eder (Fussılet 41/30). Kant ahlâkının temelini oluşturduğu
kabul edilen “kategorik imperatif” (şartsız buyruk), “Sana buyurulduğu
gibi dosdoğru ol!” şeklinde daha önce Kur’an’da yer almıştır (el-Hûd
11/112; eş-Şûrâ 42/15).

Doğruluk ve dürüstlüğün böylesine önemli olması, kişinin kendi şahsına
karşı tutumundan başlamak üzere, ilişkili bulunduğu bütün kişilere ve çevrelere
karşı her türlü tutum ve davranışlarını ilgilendiren, ticarî faaliyetlerden
kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında ve bütün mesleklerde
aranan bir erdem olmasından ileri gelir. İslâm ahlâk literatüründe konuşmada,
niyet ve iradede, karar vermede ve kararında durmada, (riyânın zıddı
olarak) amelde, dinî ve mânevî hallerde dürüstlük gibi doğruluk ve dürüstlüğün
çeşitli şekilleri üzerinde durulmuştur.

Dürüstlükle uyuşmayan, dolayısıyla kişi onurunu aşındıran kötülüklerin
başında yalan gelir. Kur’an ve hadislere göre yalan bir münafıklık alâmetidir
(en-Nisâ 4/145; el-Münâfikun 63/1; Buhârî, “Îmân”, 24; Müslim,
“Îmân”, 107). İslâm dini prensip olarak insanın ruhsal gelişmesine, toplum
düzenine ve barışına zarar veren her türlü kötülüğü yasaklamakla birlikte,
gerek âyetlerde gerekse hadislerde yalan konusunda oldukça ağır ifadelerin
kullanıldığı görülmektedir. Bunun sebebi, ahlâk kültüründeki veciz ifadesiyle
yalanın “bütün kötülüklerin anası” (ümmü’l-habâis) olmasıdır. Bu nedenle
Hz. Peygamber, “Size doğru olmanızı emrederim. Çünkü doğruluk iyi
olmaya, iyilik de cennete götürür. İnsan doğrulukta sebat ederek nihayet
Allah katında ‘sıddîk’ diye yazılır. Sizi yalan söylemekten de menederim.
Çünkü yalan kötülük işlemeye, kötülük de cehenneme götürür. İnsan yalan
söyleye söyleye sonunda Allah katında ‘kezzâb’ diye yazılır” (Buhârî,
“Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 102-105) buyurmuştur. İşte İslâm ahlâkında
doğruluğun bütün iyiliklerin temeli, yalanın ise bütün kötülüklerin anası
olması telakkisi, Kur’an ve hadislerde ortaya konan bu anlayıştan kaynaklanmaktadır.


Riyâ ve dalkavukluk gibi davranışlar da doğruluk ve dürüstlüğe aykırı,
Kur’an’ın aziz saydığı
(el-Münâfikun 63/8) müminin onurunu zedeleyen,
dolayısıyla kişinin kendisini özenle koruması gereken kötülüklerdir.
Çünkü dalkavukların ve riyakârların en büyük sermayeleri yalandır. Onların
asılsız veya abartılı, böyle olduğu için de dürüstlükle bağdaşmayan övgüleri
hem kendi kişiliklerini lekelemekte hem de övülen kişilerin boş ve temelsiz
bir gurura kapılarak kusurlarını görmelerine engel olmaktadır. Bu yüzden
Hz. Peygamber, bu kişileri insanların en kötüleri arasında saymış
(Buhârî, “Edeb”, 52; Müslim, “Birr”, 100); “Dalkavuklarla karşılaştığınızda yüzlerine
toprak savurun!” (Müslim, “Zühd”, 14) buyurarak onlara yüz verilmemesini
öğütlemiştir.

6. Tevazu
Tevazu, “insanlara karşı alçak gönüllü olma, kibirlenip böbürlenmekten
sakınma” anlamına gelen bir ahlâk terimidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın iyi
kullarından söz eden bir âyette en başta tevazu erdemine işaret edilerek,
“Onlar yeryüzünde tevazu içinde yürürler” (el-Furkan 25/63) buyurulmuştur.
Kur’an ahlâkı ile eğitilmiş olan Hz. Peygamber, bütün müslümanlar
karşısında mütevazi olmayı, değişmez bir davranış kuralı olarak özenle korumuş;
müslümanların onu “Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah!”
diyecek derecede çok sevmelerinde de alçak gönüllülüğünün çok büyük bir
rolü olmuştur. Bu sebeple İslâm ahlâk geleneğinde tevazu, bir peygamber
sıfatı olarak değer görür.

Bununla birlikte bir müslümanın, başkaları tarafından hor ve hakir düşürülecek,
izzeti nefsini zedeleyecek şekilde kendisini küçük düşürmesi de
İslâm ahlâkıyla bağdaşmaz. Zira Kur’an’da Allah ve Resulü ile birlikte müminin
kişiliği de aziz sayılmıştır (el-Münâfikun 63/6). Bu sebeple ahlâk kitaplarında
her müslümanın kendi sosyal seviyesine göre onurunu koruyacak
şekilde davranması gerektiğine dikkat çekilir. Ayrıca, özellikle müslümanların
müslüman olmayanlar karşısında, haksızlığa ve aşırılığa sapmadan,
onurlu davranması da Kur’an’ın bir buyruğudur (bk. el-Feth 48/29).

Ahlâk kitaplarında izzeti nefis duygusunun, tevazu sınırını aşarak gurur
ve kibire sapması tehlikesine de önemle işaret edilir. İmam Mâverdî, kibiri
bütün kötü huyların en başında ve en tehlikelisi olarak gösterir. Çünkü “kibir
(insanlar arasında) kin doğurur, toplumsal uyuşma ve kaynaşmayı baltalar,
dostların gönüllerine nefret sokar.” Gazzâlî de İhyâ’da (III, 236-309),
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kişi cennete giremeyecektir” (Müsned,
IV, 134) anlamındaki hadisi hatırlattıktan sonra şu görüşlere yer verir: “Kibir
cennetin bütün kapılarını kapatır; zira kibirli insan kendisi için sevip istediğini
öteki müslümanlar için isteyemez. Kibirde benlik iddiası bulunduğundan
böyle birisi alçak gönüllü olamaz. Oysa alçak gönüllülük takvâ sahiplerinin
başta gelen erdemidir.”


 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol