""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Adak ve Yeminler

Adak ve Yeminler

Dinî literatürde dar ve teknik anlamdaki ibadet kavramıyla namaz, oruç,
zekât ve hac ibadetleri ve bunlar içinde yer alan alt fiiller anlaşılmakta ise de
kefâret gibi adak ve yemin konusu da ibadet kavramıyla yakından ilgilidir.
Bu konular ibadetle alâkalı fıkhî hüküm ve bilgileri tamamlayıcı olduğu,
hatta aynı yaklaşımla ele alındığı için klasik fıkıh kaynaklarında ve ilmihal
kitaplarında aynı ana bölüm içinde incelenir.

1. Adak
a) Mahiyeti

Arapça’da nezir (nezr) diye ifade edilen adak fıkıh dilinde, “bir kimsenin
dinen yükümlü olmadığı ibadet cinsinden bir şeyi kendisi için vâcip kılması”nı
ifade eder. Diğer bir ifadeyle “kişinin farz veya vâcip cinsinden bir ibadeti yapacağına
dair Allah Teâlâ’ya söz vererek o ibadeti kendisine borç kılması”dır.

Adakta bulunma, arzu edilen sonuçları elde etme veya beklenmeyen kötü
durumlardan korunmada Allah’ın yardımını temin etme gayesiyle başvurulan
dinî bir davranış mahiyetinde olup hemen hemen bütün din ve
kültürlerde görülmektedir. Özellikle Çin, Japon, Hint ve İslâm öncesi Türk
kültüründe adağın önemli bir yer tuttuğu, bu mahiyette birçok davranış ve
geleneğin bu toplumlarda yaygınlık kazandığı, benzer davranışların diğer
toplumlarda da sıklıkla görülen bir davranış olduğu bilinmektedir.

Çeşitli dinlerin ve milletlerin kültürlerinde aynı ve yakın telakkilere dayalı
olarak ağaçlara ve kutsal sayılan yerlere bez bağlamak, ibadet yerlerinde mum
yakmak, belli durumlarda belli hayvanları kurban etmek, oruç veya perhiz
mahiyetinde olmak üzere bazı yiyecek ve içeceklerden, cinsel ilişkiden uzak
durmak, istediğine ulaşıncaya kadar bazı zevk ve eğlenceyi terketmek gibi
adak türlerine rastlanır. Bu adaklarda dinî-psikolojik sâikler, Tanrı’ya şükretme
veya onun yardımını isteme öğesi ağır basar. İslâmiyet öncesi Hicaz-Arap
toplumunda da bu sayılanlara benzeyen veya onların dışında birçok adak çeşit
ve türü vardı. İslâm dini insandaki dindarlık duygusuyla ve ruhî tatmin arzusuyla
kısmen alâkalı bu davranışı tamamen yasaklamamış, sadece bazı düzenleme
ve sınırlamalar getirerek ona kendine has bir şekil vermiştir.

Kur’an’da değişik yerlerde verilen sözde durulması, ahde ve akidlere
bağlı kalınması (el-Mâide 5/1; el-İsrâ 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması
(en-Nahl 14/91) emredilir, yapılan adakların yerine getirilmesi istenir (el-Hac
22/19). Kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında
sayılır (el-İnsân 76/7). Hadislerde de Hz. Peygamber, Allah’a itaat
kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya
mâsiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şayet yapılmışsa
buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, “Eymân”, 26-27; Müslim, “Nezir”,
8; Ebû Dâvûd, “Eymân”, 12).

Bazı hadislerinde de Hz. Peygamber’in adakta bulunmayı hoş karşılamadığı
görülür. Meselâ bir hadîs-i şerifte “Adak bir fayda sağlamaz, sadece
cimrinin malını eksiltmiş olur” (Buhârî, “Eymân”, 26; Müslim, “Nezir”, 2) buyurmuştur.
Bu sebeple de İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere
fakihlerin önemli bir kısmı adak adamanın mekruh olduğu görüşündedir.
Hanefîler ise Allah’a ibadet ve taat kabilinden adakta bulunmayı mubah
görürler. Sonuçta bir ibadetin işlenmesine vesile olduğu için bunu müstehap
görenler de vardır. Mâlikîler adakta bulunmayı normalde mendup, şarta
bağlı adağı ise mubah sayarlar.

Konuyla ilgili hadisler ve İslâm âlimlerinin görüşleri incelendiğinde, kişinin
hiçbir dünyevî menfaat ummadan sırf Allah’ın rızâsını kazanmak, ona
şükretmek için adak adamasında bir sakınca bulunmadığı görülür. Kişinin

Allah’ın takdirinin değişmesine vesile olması dileğiyle ve ihlâstan uzak, belli
şartlara bağlı olarak adakta bulunması ise doğru karşılanmamıştır.

Adaklar Allah’ın takdirini değiştirmez. Müslümanın bunu bilerek, ileride
olacak bir şeyin en hayırlı
şekilde vuku bulması dileğiyle Cenâb-ı Hakk’a
yalvarması, bunu gerçekleştirmeye vesile olması için sadaka ve ibadet mahiyetinde
bir adakta bulunması itikadî bakımdan sakıncalı görülmemiştir.
Fakihlerin şartsız adağı daha hoş karşılaması, onda ibadet niyetinin daha
belirgin olması sebebiyledir. Dünyevî bir menfaati konu edinen şartlı adak
ise ibadet niyetinden ziyade neredeyse Allah’la bir pazarlık mahiyetini taşıyabileceği
için, sonuçta bir ibadetin ifası söz konusu edilse bile ihtiyatla karşılanmış
hatta doğru bulunmamıştır. Bununla birlikte, Allah’a isyan ve mâsiyeti
içermediği sürece, hangi grupta yer alırsa alsın, adakta bulunulduğunda
yerine getirilmesi dinen vâcip görülmüştür.

b) Şartları


Yapılan bir adağın geçerli olabilmesi için hem adakta bulunan kimseyle
hem de adağın konusu ile ilgili birtakım şartlar vardır.

Adağın geçerli olabilmesi için adakta bulunan kimsenin müslüman, akıllı
ve bulûğa (ergenlik çağına) ermiş bir kimse olması gerekir. Çünkü adakta
bulunma, sonucu itibariyle ibadet grubunda yer alır, bunun için de tam eda
ehliyeti gerekir. Fakihlerden, adağın geçerliliği için adağın ciddi ve hür bir
istekle bilinçli olarak yapılmış olmasını
şart görenler de, Hanefîler gibi öfke
ve şaka yoluyla yapılan adakları bağlayıcı görenler de vardır.

Adağın geçerliliği için adak konusunda aranan şartlar ise şu şekilde sıralanabilir:


1. Adanan şeyin cinsinden bir farz veya vâcip ibadetin bulunması gerekir.
Meselâ namaz kılmayı, oruç tutmayı, sadaka vermeyi, kurban kesmeyi konu
alan adaklar geçerlidir. Hasta ziyareti veya mevlid okutma adak konusu olmaz.
Türbelerde mum yakma, horoz kesme, bez bağlama, şeker ve helva dağıtma
gibi halk arasında görülen adak âdetlerinin İslâm’da yeri yoktur.
2. Adanan şey bizzat hedeflenen (maksut) ibadet cinsinden olmalı, başka
bir ibadete vesile olduğu için farz veya vâcip sayılan bir ibadet olmamalıdır.
Meselâ abdest almayı, ezan ve kamet okumayı, mescide girmeyi
konu alan adak geçerli olmaz.

3. Adanan husus, adayan şahsın o anda veya daha sonra yapması gereken
farz veya vâcip bir ibadet olmamalıdır. Kılmakla mükellef olduğu namaz,
tutmakla mükellef olduğu ramazan orucu adak konusu olmaz.
4. Adanan şeyin meydana gelmesi ve yapılması maddeten ve dinen
mümkün ve meşrû olması, mal ise adayan şahsın mülkiyetinde bulunması
gerekir. Bir kimsenin sahip olmadığı malı adaması geçersiz, sahip olduğundan
fazlasını adaması halinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerlidir.
Ancak bir kimsenin ileride sahip olması kuvvetle muhtemel bir malla
ilgili adağı geçerli sayılır. Meselâ ileride miras yoluyla sahip olacağı malın
adanması böyledir.
5. Adanan fiil Allah’a isyanı, bid’at, günah ve mâsiyeti içermemelidir.
Bu takdirde adak geçersizdir.

c) Hükmü

Herhangi bir şart ve zamana bağlanmayan (mutlak) adaklar, adama
anından itibaren gerekli hale gelir ve ilk fırsatta yerine getirilmesi uygun
olur. Bir şarta bağlanan adakların da o şartın gerçekleşmesi halinde yerine
getirilmesi gerekir. Şart gerçekleşmeden adak yerine getirilirse geçersizdir;
yapılan ibadet nafile sayılır. Meselâ, herhangi işi olduğu takdirde üç gün
oruç tutmayı nezreden kimsenin durumu böyledir.

Yerine getirilmesi gelecek bir zamana bağlanan adaklar ise, Ebû Hanîfe
ve Ebû Yûsuf’a göre bu zaman kaydına itibar edilmeksizin önceden de yerine
getirilebilir. İmam Muhammed ile Şâfiîler ve Hanbelîler sadaka gibi malî
ibadetlerde aynı görüşü paylaşmakla birlikte namaz, oruç gibi bedenî ibadetlerde
vakit gelmeden hükmün sabit olmayacağı görüşündedir. Onlara
göre bu ibadetleri vakti gelmeden ifa etmek adak borcunu düşürmez. Belirli
bir tarihte oruç tutmayı nezreden yani böyle adakta bulunan kimsenin o
tarihlerde; iyileşmesi halinde üç gün oruç tutmayı adayan kimsenin de iyileşince
üç gün oruç tutması vâcip olur. Adağın bu tarihlerde özürsüz olarak
yerine getirilmemesi günah sayılır ve ilk fırsatta kazâsı gerekir.

Meydana gelmesi istenmeyen bir şarta bağlı olarak adakta bulunan şahısların,
meselâ yalan söylememeye, kötü bir fiili işlememeye nezredip bu
fiili işlemesi halinde bir adakta bulunan kimselerin, Allah’a karşı verdiği bu
sözde durması gerekir. Meselâ “Bir daha içki içmeyeceğim, içersem bir ay
oruç tutayım” şeklinde adakta bulunma böyledir. Fakat istenmeyen şart
gerçekleşirse dilerse adadığı şeyi yerine getirir, dilerse yemin kefâreti öder.
Hanefîler bu durumda yemin kefâreti ödemenin daha isabetli bir davranış
olacağı görüşündedir. Çünkü bu ahidleşme yemin sayılmaktadır.

Tasaddukla ilgili adaklarda mekân, zaman ve şahıs itibariyle belirleme
yapılsa bile bu belirlemeye uymak gerekmez. Falanca zamanda camiye halı
adayan, falanca şehrin fakirlerine tasadduku veya şu yurdun öğrencilerinin
yemeleri için kurban kesmeyi adayan kimse bu bağışını başka zamanda
başka yer ve şahıslara verebilir.

Kurban kesmeyi adayan kimse bu adak kurbanın etinden yiyemeyeceği
gibi bakmakla yükümlü olduğu kimseler de (anne ve babası, dede ve ninesi,
çocukları ve torunları, hanımı) yiyemez. Şayet yiyecek olurlarsa yediklerinin
bedelini fakirlere tasadduk etmeleri gerekir.

Adaktan doğan yükümlülük, yeminde de olduğu gibi kazâî değil diyânî,
yani yargıyı değil kişinin dindarlığını ve Allah’a karşı sorumluluğunu ilgilendiren
bir yükümlülüktür. Kul ile Allah arasında kalan bir iş olup dünyevî
müeyyidesi yoktur.

Üzerinde malî bir adak borcu bulunduğu halde bunu ödemeden vefat
eden kimsenin bu borcu, ödemesi yönünde vasiyetinin bulunması halinde
terekesinden yerine getirilir. Böyle bir vasiyet yok da mirasçılar mecburiyetleri
bulunmadığı halde adağı yerine getirmişlerse, ölen kimsenin adak borcundan
kurtulması umulur.

2. Yeminler
a) Mahiyeti

Sözlükte “kuvvet, sağ taraf, sağ el, ant, kasem ve benzeri” mânalara gelen
yemin dinî kullanımda, “bir kimsenin bir işi yapıp yapmaması veya bir
olayın doğru olup olmaması konusundaki söylediği sözünü Allah’ın adını
veya sıfatını zikrederek kuvvetlendirmesi”ni ifade eden bir terimdir. Meselâ
“Vallahi şu işi yapmam”, “Vallahi şu yere gitmeyeceğim”, “Vallahi borcumu
ödedim” şeklindeki beyanlar böyledir. Bu tür yeminlere fıkıh dilinde kasem
adı verilir. Bundan ayrı olarak köle âzat etme ve boşamaya bağlı olarak
yapılan ve bazı fıkhî sonuçlar doğuran yemin çeşidi ile yargılama hukukunda
ispat vasıtası olarak başvurulan yeminden de söz edilebilir.

Kasem suretiyle yapılan yemin Allah’ın isim veya sıfatlarından birine
ant içmekle yapılır. “Vallâhi, tallâhi, billâhi, Allah şahit, rahim olan Allah
hakkı için andolsun, Allah adına yemin ederim” gibi ifadeler böyledir. Aynı
şekilde Allah’ın isim ve sıfatlarıyla bağlantı kurularak söylenen “yemin ederim,
üzerine andolsun, şu yemeği yemek bana haram olsun” gibi ifadeler
birer yemin sayılır. “Şöyle yaparsam yahudi, kâfir vb. olayım” veya “Müslüman
olmayayım” tarzında sözlerin birer yemin sayılabilmesi için bunların
yemin niyetiyle yani sözü teyit maksadıyla söylenmiş olması gerekir.

Allah’ın isim ve sıfatları zikredilmeden söylenen bir sözün yemin sayılıp
sayılmamasında toplumun örfü ve kutsal hakkındaki değerlendirmesi ölçü
alınır. Toplumumuzda “Kâbe hakkı için”, “Kur’an çarpsın”, “Ekmek çarpsın”,
“Anam avradım olsun” gibi toplumun üst ve kutsal değerlerini sözünü
teyit etmek için kullanma da, örfen yemin telakki edildiği sürece, diğer yeminlerin
tâbi olduğu hükme tâbidir. Müslümanların her türlü yeminden,
özellikle bu tür yeminlerden kaçınması, etrafındaki insanları da bu yönde
uyarması gerekir. Çünkü dince kutsal ve saygın kabul edilen değerlerin günlük
tartışma ve çekişme ortamına indirilmesi neticede, bu değerlerin yıpranmasına
yol açar. Zaten fıkıh geleneğindeki yemin telakkisi, zıhâr yemini için
de kefâretin gerekli görülmesi ve boşama teyitli sözlerin de yemin olarak
algılanabilmesi bu bakış açısını haklı kılar.

Yemin etmek esasen mubah bir davranış olmakla birlikte, gereksiz yere
yemin etmek ve onu alışkanlık haline getirmek doğru değildir. Sıkça yemin
eden kişi sözüne Allah’ı
şahit tutmuş, O’na karşı saygısızlık etmiş ve kutsal
değerleri sözünün doğruluğunu teyit için yıpratmış, neticede de toplum nezdinde
kendi saygınlığını zedelemiş olur. Müslüman, yemin etmeye ihtiyaç
hissetmeyecek derecede sözüne güvenilen ve çevresi tarafından böyle bilinen
bir kimse olmayı gaye edinmelidir. Yalan yere yemin etmek ve yapılan bir
yemine uymamak ise daha büyük bir hatadır ve bazı sorumlulukları doğurur.

Kur’an’da, verilen sözün yerine getirilmesi bağlamında “Yeminlerinizi koruyunuz”
(el-Mâide 5/89), “Allah adına yaptığınız ahidleri yerine getirin. Allah’ı
kefil tutarak kuvvetlendirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz ki Allah
yaptıklarınızı bilir” (en-Nahl 16/91) buyurulur. Bu itibarla bir müslümanın
yemin etmemesi, yemin etmişse bu, verdiği söze Allah’ı
şahit tutmak demek
olduğundan mutlaka yeminine bağlı kalması gerekir.

Yemin ettikten sonra yeminini tutmayan kimsenin yemin kefâreti ödemesi
gerekir. Mâsiyet içeren bir iş için yemin eden kimsenin o işi işlemeyip
yemin kefâreti vermesi gerekir. Bir kimsenin borcunu ödememeye, bir müslüman
kardeşiyle konuşmamaya, anne babasıyla aynı evde oturmamaya
yemin etmesi gibi durumlarda yeminin bozulup kefâret ödenmesi tavsiye
edilmiştir. Bir hadiste de “Bir kimse bir şey için yemin eder, sonra da ondan hayırlısını
görürse yeminini bozsun ve kefâret versin” (Müslim, “Eymân”, 15-16)
buyurulmuştur.

b) Yemin Çeşitleri

Kasem suretiyle yeminin mahiyeti ve hükmü ana hatlarıyla yukarıda
özetlendiği gibidir. Bununla birlikte bu tür yemine ilâve olarak benzer mahiyette
iki yemin çeşidi daha vardır. Bu sebeple de literatürde kasem suretiyle
yapılan üç çeşit yeminden söz edilir. Bunlar da “lağv yemini”, “gamûs ye-
mini” ve “mün‘akit yemin”dir.

1. Lağv Yemini. Yanlışlıkla doğru olduğu sanılarak yapılan yemindir.
Bir kimsenin borcunu ödediğini sanarak “Borcumu ödedim” diye yemin
etmesi böyledir. Ayrıca dil alışkanlığıyla, hiçbir içerik taşımadan vallâhi,
billâhi diye söz arasında edilen yeminler de lağv yemini sayılır. Kur’an’da
“Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden (lağv yemininden)
dolayı sizi sorumlu tutmaz” (el-Mâide 5/89) buyurularak bu tür yeminden
dolayı kefâret gerekmediği bildirilmiştir. Ancak ağız alışkanlığıyla konuşurken
ikide bir yemin edenlerin bu kötü âdeti en kısa sürede bırakması gerekir.

2. Gamûs Yemini. Geçmiş zamanda yapılmış veya yapılmamış bir iş
hakkında bile bile, kasten ve yalan yere yapılan yemindir. Bir kimsenin borcunu
ödemediğini bildiği halde “ödedim” diye yemin etmesi böyledir. Böyle
bir yemin büyük günahtır ve sahibine çok ağır bir vebal yükler. Bu kasıtlı
yanlışlığın bağışlanması için kefâret yeterli olmaz; onun için de gamûs ye-
mini için kefâret gerekmez. Yalan yere yemin eden kimse bol tövbe ve istiğfarda
bulunmalı, bir daha böyle bir hataya düşmemeye karar vermeli, yemin
sebebiyle zayi olan hakları da ödeyip sahiplerinden helâllik istemelidir.
İmam Şâfiî’ye göre gamûs yemini için de kefâret gerekir. Ancak bu kefâret
kul hakkını düşürmez. Umulur ki Allah hakkının düşmesine, Allah’ın
bağışlamasına vesile olur.

3. Mün‘akit Yemin. Yeminin terim anlamına uyun olan şekli olup,
mümkün ve geleceğe ait bir konuda yapılan yemindir. Bir kimsenin şu tarihte
borcunu ödeyeceğine, falanca yerde hazır bulunacağına, şu işi yapacağına
yemin etmesi gibi. Bu yemin, yukarıda ifade edildiği gibi, yapılacak bir
işe Allah’ı şahit tutma demek olup her hâlükârda yerine getirmelidir. Yerine
getirilmezse yemin bozulmuş olur ve kefâret gerekir. Burada kefâret, Allah’a
karşı işlenen bir hatanın ve mahcubiyetin yine ibadet cinsinden olumlu bir
hareketle örtülmeye, affedilmesine çalışılmasıdır. Kur’an’da konuyla ilgili
olarak şöyle buyurulur: “Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden
dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı
sorumlu tutar. Bunun da kefâreti, ailenize yedirdiğiniz yemeği orta hallisinden on
fakire yedirmek, yahut onları giydirmek, yahut da köle âzat etmektir. Bunları
bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefâreti
işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riayet edin). Allah size âyetlerini
açıklıyor, umulur ki şükredersiniz” (el-Mâide 5/89).

Allah’ın isim ve sıfatları anılarak yapılan veya bu hükümde görülen bu
üç yemin çeşidine ilâve olarak fıkıh literatüründe iki yemin türü daha vardır.
Birincisi, köle âzat etme ve boşamaya bağlanan yemin, diğeri de yargılama
hukukunda ispat vasıtası olarak başvurulan yemindir. Her iki konu da sosyal
hayatın, aile hukukunun ve beşerî ilişkilerin ele alınacağı ilerideki konularda
ayrıca işlenecektir.

Burada şu kadarını ifade etmek gerekirse, bir kimsenin “Şu işi yaparsam
kölem âzat olsun”, “Şu yere gidersem karım boş olsun” şeklindeki sözleri
âzat etme veya boşama iradesini değil o işi yapmama, o yere gitmeme yönünde
kararlılığını ıtk veya talâk hükmüne bağlayarak teyit ettiğini gösterir.
Fakihler bu ve benzeri ifadeleri de bir tür yemin olarak nitelendirirler. Fakat
yemin bozulduğunda yani o iş yapıldığında âzat etme ve boşama sonucunun
mu yoksa kefâret yükümlülüğünün mü gerekeceği aralarında tartışmalıdır.
Fakihlerden bu tür sözleri geçersiz sayıp kefâret de gerekmez, boşama
da gerçekleşmiş olmaz diyenler de vardır.

Bu tür sözlerin yemin olarak nitelendirilmesi, âzat etme ile boşamanın birlikte
ele alınması ve bunlarla teyit edilen hususun gerçekleşmemesi halinde ıtk
veya talâkın vâki olacağı şeklindeki görüşler, fıkhın klasik doktrininin oluştuğu
dönemin evlilik, velâyet, mülkiyet, ıtk, talâk ve yemin konusundaki telakkileriyle
yakından ilgilidir. Bu konuda yapılan tartışmalar da ancak bu sosyokültürel
bağlamda anlaşılabilir. İleri dönemde bir kısım fakihin, ıtk ve talâka bağlanarak
teyit edilen sözleri yemin sayması, söz yerine getirilmediğinde de kefâreti gerekli
görmeyip ıtk ve talâkı da vâki saymaması, söz konusu kültür ve telakkinin kısmen
dışında kalmalarından kaynaklanmış olmalıdır.

Boşama sözlerinin hukukî değeri ile ilgili konu ileride ayrıntılı olarak ele
alınacağından burada bu kısa açıklamayla yetinilmiştir.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol