""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Evlilik Hayatı

Evlilik Hayatı

Yeryüzünde canlı varlıkların soylarının devamı üreme faaliyetine, bu da
genel olarak erkek ve dişi olmak üzere iki farklı cinsin ortak faaliyetine bağlıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de varlıkların erkek ve kadın olarak çiftler halinde yaratılmış
olduğu (er-Ra‘d 13/3; Tâhâ 20/53; Yâsîn 36/36; ez-Zâriyât 51/149),
insanların da kadın ve erkek olmak üzere iki ayrı cinste bir çift olarak yaratıldığı
bildirilir (el-Fâtır 35/11; eş-Şûrâ 42/11; el-Hucurât 49/13; en-Necm
53/45). Bu itibarla cinsiyet, insan tabiatının en köklü ve ayrılmaz bir özelliğidir.
Cinsiyet farklılığı ve bu farktan doğan her şey ârızî olmayıp, aksine
hayatın devamı, sürekliliği ve düzeni için zaruridir. Erkek ve kadın olarak
ayrılan iki farklı cinsiyet, tek tek ele alındığında birbirinin aynısı olmayıp,
aralarında yaratılış farkları vardır. Bu farklılıklar beden yapısında olduğu
kadar duygu, düşünce, davranış ve tutumlarda da kendisini gösterir.

İslâm’a göre, insan olmaları bakımından kadın ve erkek arasında herhangi
bir ayırım söz konusu değildir; her ikisi de insan cinsine dahil olmaları
bakımından eşittirler. Kur’ân-ı Kerîm’de insanlar arasında bilgi ve takvâ
dışında bir derecelenmeye yer verilmediği (el-Hucurât 49/13; ez-Zümer 39/9),
yapılan iyi işlerin karşılığının erkek-kadın ayırımı gözetilmeksizin aynı ölçülerde
verileceği bildirilir (en-Nahl 16/97; el-Ahzâb 33/35). Yine Kur’ân-ı
Kerîm’de İslâm öncesi Arap toplumundaki kadın cinsiyetini aşağılayıcı anlayış
ve uygulamalar da şiddetle eleştirilip reddedilir (en-Nisâ 4/124; el-En‘âm
6/140; en-Nahl 16/58-59; ez-Zuhruf 43/17; et-Tekvîr 81/8-9). Böylece İslâm
ne bir cinsin diğerine üstünlüğünü ne de aralarında her yönden tam bir eşitlik
bulunduğunu benimser. İslâmî anlayışa göre her cinsin kendine has ve
diğerinde bulunmayan bazı özellikleri vardır; dolayısıyla cinsler karşılıklı
olarak birbirini tamamlar. Cinsiyetler arasında hem bir bütünleşme ve tamamlayıcılık,
hem de rekabet söz konusudur. İslâm, cinsiyetlerin birbiriyle
çatışan değil, birbirini bütünleyen özellikler olduğunu gösteren bir insanlık
düzeni getirmiştir. İslâm aile düzeni, erkek ve kadının mümkün olan en üst
seviyede kendi cinsî rollerinin gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmesine
dinî bir anlam kazandırmıştır.

A) Cinsî Duygu ve Cinsiyet Eğitimi

Cinsiyet, insan davranışlarını etkileyen önemli bir güdüdür ve her cins
diğerine karşı tabii olarak ilgi duymaktadır (Âl-i İmrân 3/14; Yûsuf 12/23, 24,
30, 32-33). Hz. Peygamber de bir hadisinde, kendisine dünyadan üç şeyin
sevdirildiğini belirtmekte ve bunlar arasında “kadın”ı da zikretmektedir (bk.
Nesâî, “Nisâ”, 1).

İnsan tabiatı, cinsî hayatla ilgili üç farklı istek ve ihtiyacın tatminine imkân
veren faaliyet ve davranışlara kaynaklık eder: 1. Ruhsal tatmin ve huzur.
Eşlerin birbirlerine duyduğu gönül yakınlığı; aralarında sevgi, saygı,
bağlanma duygularının canlanmasına, birlikte yaşamayı zevkli hale koyan
psikolojik bir ortamın doğmasına yol açar (el-A‘râf 7/189; er-Rûm 30/21). 2.
Bedensel lezzet ve zevk. Bir ihtiyaç olarak hissedilen cinsî birleşme, kişiye
zevk verici bir özelliğe sahiptir. 3. Neslin devamı. Her insan kendinden sonra
bu dünyada soyunu devam ettirecek çocuklara sahip olma arzusunu taşımaktadır.
Erkek ve kadının ortak cinsî faaliyeti, bu arzunun gerçekleşmesine
imkân verir.

İslâm dini, insanın fıtratının gerektirdiği cinsî ihtiyaç ve arzuların tatminini
son derece tabii karşılamış ve bu konuda fert ve toplumun huzurunu,
sağlam ve sağlıklı gelişimini hedef alan düzenlemeler getirmiştir. Cinsiyet
güdüsü, insanı kural tanımaz taşkınlıklara sürüklemektedir. Bunun tatmininin
sağlayacağı zevk bir amaç haline getirildiğinde ise, insanın ahlâkî kişiliği
bundan büyük zarar görmektedir. Başı boş ve sorumsuz bir cinsel hayat,
nesillerin bozulmasına, insanlar arasındaki gerçek sevgi ve rahmet duygularının
yok olmasına, düşmanlık ve anlaşmazlıkların çoğalmasına, ruh ve
beden yönünden pek çok hastalığın yayılmasına yol açmaktadır. Bundan
dolayıdır ki, müslümanların iffet ve namuslarını korumaları Kur’an’ın bir
emridir (en-Nûr 24/32, 33). İslâm, kadın ve erkeğin nikâh akdine dayalı
beraberliği dışında, serbest ilişki ve birleşmelere izin vermez. Cinsî ahlâkta
esas olan iffet ve namusun korunmasıdır ve bunun en uygun yolu da evlenmedir.
Çünkü insanın cinsî duygu ve isteğini ortadan kaldırmak mümkün
olmadığı gibi, İslâm açısından bu istenen bir şey de değildir. Nitekim Hz.
Peygamber, Allah’a daha çok ibadet etmek amacıyla cinsî arzularını bütünüyle
köreltme yoluna gitmek isteyenleri bundan sakındırmıştır (Buhârî,
“Nikâh”, 8; Müslim, “Nikâh”, 6-7). Gençleri evlenmeye teşvik eden Resûlullah,
bunun insanı günah işlemekten koruyacağını bildirmiş, evlenmek için
imkân bulamayanlara da oruç tutmayı ve iffetlerini bu şekilde korumaya
çalışmalarını tavsiye etmiştir (Buhârî, “Nikâh”, 2, “Savm”, 10; Müslim, “Nikâh”,
1; Nesâî, “Nikâh”, 6). Kur’ân-ı Kerîm’de, eşlerin biri diğerinin iffetini
koruma sebebi oluşu, “...onlar sizin elbiseniz, siz de onların elbisesi durumundasınız”
(el-Bakara 2/187) anlamındaki ifadelerle belirtilerek buna işaret
edilmiştir.

Zina ve fuhşun her çeşidi ile buna götüren yollar İslâm’da ahlâka son
derece aykırı, kötü bir yol, çirkin bir iş ve bir hayasızlık olarak nitelendirilir
(el-En‘âm 6/151; el-A‘râf 7/133; el-İsrâ 17/32). Ayrıca, normal cinsî tabiata
aykırı düşen yollardan cinsî tatmin sağlanması da İslâm’ın hiç tasvip etmediği
bir davranış biçimidir. Kur’ân-ı Kerîm’de, eşcinsel bir yönelişe saplanıp
kalan Lût kavminin davranışı çok sert bir dille tenkit ve reddedilir (el-A‘râf
7/80; el-Hûd 11/78, 83; eş-Şuarâ 26/161-166; el-Ankebût 29/28-29). Erkeğin
kendi eşine tenasül organından değil de arka uzvundan yaklaşması, Hz.
Peygamber tarafından “küçük livâta” olarak adlandırılır ve kesin olarak
yasaklanır (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 45; Tirmizî, “Tahâret”, 102; İbn Mâce, “Nikâh”,
29). Öte yandan, hayvanla cinsî temas kurulması iğrenç görülmüş, bu
fiil ağır bir suç ve günah sayılmıştır (Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 30; Tirmizî,
“Hudûd”, 23). El ile cinsî tatmin sağlanması da yine hoş görülmeyen bir
davranıştır. Bütün bunlar İslâm’da cinsî duygunun ve isteğin tabii karşılandığını,
fakat insanın bu duygusuyla başı boş bırakılmayıp onun sağlıklı,
düzenli ve huzurlu bir yöne sevkedildiğini, aklın duyguya hâkim kılınarak
insanın cinsî tabiatının eğitilmek istendiğini gösterir.

Erkek ve kadın olarak her cinsin kendine has özelliklerinin korunması ve
kendi tabii yönünde geliştirilmesi, cinsiyet farklılaşmasının doğal sonucudur.
Bu bakımdan, kıyafetten başlayarak her türlü bilgi, tavır ve davranışlarda,
cinsler arasındaki bu farklılığı dikkate alan ve her cinsin kendi özelliklerine
uygun düşen bir eğitim kaçınılmazdır. Hz. Peygamber kadına benzemeye
çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etmiş
(Buhârî, “Libâs”, 61-62; Ebû Dâvûd, “Libâs”, 30) ve bu tipler için bazı yaptı
rımları yürürlüğe koymuştur (Buhârî, “Libâs”, 61; Müslim, “Selâm”, 62). Ay-
rıca, erkekler için yasakladığı cins ve renkteki giyecekleri erkek çocuklar
üzerinde görünce hoşnutsuzluk gösterip müdahale etmiştir (Müsned, IV,
171).

Her cinsin kendi özelliğini koruması yanında, bazı temel ahlâkî değerlerin
de kazandırılmasıyla, sağlıklı bir cinsî eğitim ve gelişim sağlanabilir. Bunun
için gerekli olan tedbir ve uygulamalar için en uygun yer aile yuvasıdır.
İslâm bu konuyu da bazı kurallara bağlamıştır. Buna göre, çocukların zihnî
ve bünyesel gelişimlerine paralel şekilde cinsî yönden bilgilendirilmesi ve
eğitilmesi tavsiye edilir. Ana babanın kendi odalarında örtüsüz bulunabileceği
saatlerde çocukların ve diğer ev halkının izinsiz olarak odaya girmemeleri
gerekir. Gençler ve yetişkin kişiler de, karı kocanın odasına girerken her
defasında izin istemelidir (en-Nûr 24/58-59). Böylece karı koca arasındaki
cinsiyet hayatı gizliliğini korumalıdır. Erkekle erkeğin, kadınla kadının birlikte
aynı yatakta yatması da uygun değildir (Müslim, “Hayâ”, 73). Çocukların,
yedi ya da en geç on yaşlarında yataklarının ayırılması, kız ve erkek
çocukların ayrı ayrı yataklarda yatırılmasını tavsiye eden Hz. Peygamber
(Ebû Dâvûd, “Salât”, 26; Müsned, II, 180, 187), cinsiyet eğitiminde ana babanın
büyük sorumluluğuna da işaret etmiş olmaktadır.

B) Cinsî Hayat ve Yasaklar

İnsanın ruhî ve mânevî olduğu kadar bedenî-tabii ihtiyaçlarının da mâkul
ve dengeli bir şekilde karşılanması gerektiği ilkesini benimseyen İslâm
dini, insanın cinselliğini de tabii bir vâkıa olarak ele almış, ancak bu konuda,
belli sınırlar ve mâkul ölçüler koyarak hem cinsî hayatı korumayı ve
devam ettirmeyi, hem de insanlık onuruna ve değerine aykırı davranışları,
sapma ve aşırılıkları önlemeyi hedef almıştır. Diğer bir anlatımla İslâm dini,
diğer alanlarda olduğu gibi bu konuda da akıl ile duygular arasında mutedil
ve dengeli bir yol çizmiştir. Çünkü insan akıl, sezgi, düşünme ve karar verme,
utanma, iffet gibi güzel haslet ve duygularla donatılmanın yanı sıra
şehvet, yeme ve içme gibi bedenî ihtiyaçlara, birtakım zaaf ve temayüllere
de sahiptir. İnsanın diğer dünyevî lezzet ve menfaatlerde olduğu gibi cinsellik
konusunda da çoğu zaman bencillik ve aşırılığa kaçması, bedenin arzu
ve duygularına kapılıp barbarca bir çekişmeye girmesi kuvvetle muhtemel
olduğundan, İslâm’da cinsel eğitim ve cinsî ihtiyacın tatminiyle ilgili birçok
düzenleyici ve emredici kurallar konmuştur.

İslâm’ın iki aslî kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’te cinsî hayatla ilgili birçok
ayrıntılı hüküm yer almaktadır. Bunun için de özel hayatın bir parçasını
oluşturan cinsî hayatın dinin bu emir ve tavsiyeleri doğrultusunda düzenlenmesi,
müslüman için ayrı bir önem taşır. İslâm akıl ve iradenin bedenî
haz ve arzulara tâbi kılınmamasını, insanın şehvetin esiri olmamasını ister.
Buna karşılık cinsel hayattan çekilme, hadımlaşma, Hıristiyanlık’ta olduğu
gibi din adamlarının evlenmeyerek Tanrı’ya daha yakın olacağı iddiası
İslâm’da hoş karşılanmaz. Hz. Peygamber kendini gece gündüz ibadete vererek
dünyevî haz ve ihtiyaçlardan geri duran sahâbîleri eleştirerek bunun
İslâm’ın önerdiği bir hayat tarzı olmadığını, bedenin, organların ve nefsin de
kişi üzerinde hakları olduğunu, onların da haklarının verilmesi gerektiğini
belirterek itidalden, tabii ve fıtrî yoldan ayrılmamayı önermiş, hadımlaşmayı
da yasaklamıştır (Buhârî, “Nikâh”, 7; Müsned, II, 173; III, 82). Zaten evlenip
iffeti koruma, cinsî arzularını meşrû ölçüler içerisinde giderme, sağlıklı ve
düzenli bir cinsellik dinin emrettiği ve teşvik ettiği bir husus olduğundan
geniş anlamda “ibadet” kavramına dahildir. Kur’an’da, “Sizler için kendileriyle
sükûnete erip tatmin olacağınız eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet
peyda etmesi, O’nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda iyi
düşünen toplumlar için ibretler vardır” (er-Rûm 30/21) buyurulur. İffetini
koruyan, evlilik içi meşrû cinsel ilişki ile yetinen müminlerden övgüyle söz
edilir (el-Mü’minûn 23/5-6). Hz. Peygamber’in müslümanları evlenmeye
teşvik etmesi, evlilik birliğini mümkün olduğu sürece korumayı öğütlemesi,
bu konuda velilere ve devlete birtakım görevler yüklemesi, bekârlığı kınayıp
bekâr kalmayı âdet edinenlerin şiddetle eleştirilmesi de aynı amaca yöneliktir.
Çünkü diğer dinî vecîbeler de dengeli ve huzurlu bir aile hayatı içinde
daha iyi ifa edilebilecektir.

Evlenmeden önce tarafların birbirini görüp beğenmesi, taraflar arası denkliğin
gözetilmesi gibi tedbirler, eşlerin vücut ve ağız temizliğine dikkat etme,
karşılıklı sevgi ve saygı gösterme, süslenme ve güzel koku sürünme, birbirlerini
cinsel yönden de tatmin etme, cinsel hayatın sırlarını koruma gibi karşılıklı
hak ve ödevleri de dahil, cinsel hayatla ve aile hayatının mahremiyetiyle
doğrudan veya dolaylı olarak ilgili birçok konuda gerek Hz. Peygamber’in
sünnetinde ve gerekse klasik dinî literatürde yer alan bilgi ve tavsiyeler,
müslümanların aile hayatı ve cinsel ilişki açısından da sağlıklı ve huzurlu bir
hayata kavuşmasını, yanlışlık ve sapmalardan korunmasını hedef alır. Eşler
arası cinsel yetersizliğin ve hastalığın haklı bir boşanma sebebi sayılmasının
da böyle bir anlamı vardır. İslâm’ın cinsî hayatla ilgili olarak koyduğu yasak
ve sınırlamalar da bir yönüyle bu gayeye mâtuftur. Kadınlarla ay hali ve
lohusalık döneminde cinsî ilişkinin yasaklanması, eşler arası bile olsa anal
ilişkinin livata olarak adlandırılıp yasaklanması da böyledir. İslâm’ın teşhirciliği,
müstehcenliği, çıplaklık ve hayasızlığı, karı koca olmayanlar için şeh
vetle dokunma ve bakmayı, alkolü, kadın-erkek ilişkilerinde ölçüsüzlüğü
kınayıp yasaklaması, bunların önlenmesi için birtakım tavsiyelerde bulunması
da aynı şekilde fıtratı ve tabii olanı koruma, mâkul ve dengeli bir cinsî
hayatı yaşatma, sapıklık ve aşırılıkları önleme çabası olarak değerlendirilebilir.
Çünkü bu konularda insan, duygu ve bedenî arzularının yoğun baskısı
altında olduğundan çoğu defa akıl ve iradesiyle hareket edemez. Aklın ve
hür iradenin hâkim olmadığı alanda kişiye verilecek serbestlik, onu başı
boşluğa, sapıklığa ve duygularının esiri olmaya götürecektir. İslâm böyle
nazik bir konuda devreye girerek ferde akıl ve düşünce ile hareket etmesinde
yardımcı olmakta, bedenî arzu ve ihtirası mâkul bir zeminde tatmin
etme yolları göstermektedir.

Son yüzyıllarda Batı dünyasında sloganlaşan cinsî serbestlik akımı, birçok
sapıklığın, doğal olmayan ilişkilerin, iğrenç zevklerin yayılmasına, önü
alınamayan hastalıkların, ruhî bunalımların baş göstermesine yol açmış,
hatta bundan bütün dünya ülkeleri zarar görmeye başlamıştır. Öte yandan
ağırlaşan ekonomik şartlar, gayri meşrû ilişkilere karşı toplumsal hassasiyetin
kaybolması, fuhşun yaygınlaşıp kolaylaşması ve bencillik gibi farklı birçok
âmil toplumda bekârların sayısını arttırmakta, böylece insanların cinsel
ihtiyaç ve isteklerini gayri meşrû yoldan karşılayan, sömüren yeni yeni
ticarî faaliyet alanları ve sektörler ortaya çıkmaktadır. Bu olumsuz gelişmelerden
cinselliği ticarî kazanç konusu yapılan kadınlar başta olmak üzere
toplumun her kesimi, aile kurumu, yeni yetişen nesil ayrı ayrı zarar görmektedir.
Toplumumuzda evlilik içi huzursuzluk ve tatminsizliklerde de bu
dış telkin ve yayınların önemli payı vardır. Denilebilir ki, cinsî duyguların
sömürü, tahrik ve serbestisini konu edinen ve teşvik eden bunca yayın ve
zararlı faaliyet, bu yayın ve faaliyetlerin etkisinde oluşan hayat tarzı ve
çevre karşısında kalan insanımızı, bütün bunlara rağmen sapma ve ayak
kaymalarından koruyucu en büyük faktör İslâm inancına bağlılığı ve dinîahlâkî
değerlere olan saygısıdır. Batı toplumlarında da dindar hıristiyan ve
yahudi aileler, çevreden gelen olumsuz telkinlere karşı aynı direnci gösterebilmektedirler.
Çünkü akıl ve irade imanla, Allah’a karşı duyulan saygı ve
sorumlulukla birleşince, bedenî arzu ve duyguları kolayca dizginleyebilmekte,
kişi, insanlığına yakışır bir hayat tarzını sürdürebilmekte, buna karşılık ferdî
yetişkinliğin, dinî inancın ve sorumluluk duygusunun bulunmadığı durumlarda
ise kişiler nefislerine, kötü telkin ve çağrılara kolayca teslim olmaktadırlar.


İffet ve namusun korunması, İslâm dininin cinsî hayata ilişkin genel dinî
ve ahlâkî ilkesini teşkil ettiği gibi zinanın haram kılınışı, zinaya veya iffetin
ihlâline yol açabilecek durum ve davranışların yasaklanması da yine aynı
ilkeyi korumaya yönelik önlemlerdir. Çünkü bir değeri koruma, onu doğrudan
veya dolaylı
şekilde ihlâl eden tehlikelere karşı önlem almakla mümkün
olur. Bu sebeple dinin aslî kaynaklarında değişik şekillerde ifade edilen ve
yukarıda yer yer değinilen zina yasağı ve cinsî hayatı koruma amacına yönelik
olarak alınan çeşitli önlemler ve getirilen kısıtlamalar, fıkıh kültüründe
hukukî ve ahlâkî, ferdî ve sosyal boyutlarıyla ayrıntılı biçimde ele alınmış ve
dinin gösterdiği hedeflere ulaşmada fert ve topluma kılavuzluk edilmiştir.

a) Zina Yasağı


Evlilik dışı cinsel ilişki demek olan zina öteden beri insan aklının, ahlâk ve
hukuk düzenlerinin, diğer semavî dinlerin yanlış, ayıp ve kötü gördüğü bir fiil
olup İslâm dininde de kesin olarak yasaklanmış, işlenmesi büyük günahlar
arasında sayılmış ve önlenebilmesi için birtakım tedbirler öngörülmüştür.

Kur’an’da namus ve iffeti koruma müslüman erkek ve kadınların en önde
gelen vasıfları olarak sayılır (el-Mü’minûn 23/5; en-Nûr 24/30-31; el-
Furkan 25/68; el-Ahzâb 33/35). Kur’an’da, “Zinaya yaklaşmayın, zira o bir
hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur” (el-İsrâ 17/32) buyurularak hem zinanın
apaçık bir çirkinlik ve sapma olduğu belirtilmiş hem de zinanın yanı sıra
kişiyi zinaya götürecek yol ve ortamlar yasaklanmıştır. Çünkü zina, nesebin
karışmasına, ailenin dağılmasına, hısımlık, komşuluk, arkadaşlık gibi bağların
çözülüp toplumun mânevî ve ahlâkî değerlerinin temelden sarsılmasına
yol açan ve insanı bedenî zevklerinin esiri yapıp aşağılayan çirkin bir davranıştır.
Böylesi zararlı ve kötü davranışın sadece ahlâkî ve dinî müeyyidelerle
yasaklanması yeterli olmayacağından Kur’an’da zina eden erkek ve
kadına bedenî ceza (celde) uygulanması da emredilmiştir (en-Nûr 24/3). Hz.
Peygamber’in tatbikatında ise bu konuda bir ayırıma gidilerek, Kur’an’da
zikredilen bedenî ceza evli olmayan kimselerin zinasına uygulanmış ve ay-
rıca bu kimseler bulundukları bölge dışına bir yıllığına sürgün edilmiş, zina
eden evli erkek veya kadının ise taşlanarak öldürülmesi (recm) yönünde
uygulamalar yapılmıştır (Buhârî, “Hudûd”, 30, 32; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 2325;
Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VII, 91-97).

Kur’an ve Sünnet’teki bu esaslardan ve ayırımdan hareketle gelişen İslâm
ceza hukukunda da zina suçunun oluşumu, uygulanacak cezanın mahiyet,
tür ve şekli, sanık ve suçluların hak ve yükümlülükleri gibi konularda
ayrıntılı bir hukuk doktrini meydana gelmiştir. Bu ayrıntıların temel amacı,
suçta ve cezada kanunîliğin, açıklık, kesinlik ve objektifliğin sağlanması,
suçlunun ve toplumun haklarının korunmasında dengenin kurulması, toplumun
genel ahlâk esaslarının ve kamu düzeninin ihlâlinin önlenmesidir.
Zina suçunun ispatında dört erkek şahidin bulundurulması veya suçlunun
dört defa ikrarda bulunması
şartı da suçun tesbit ve ispatında şüpheli durumları
önlemek içindir. Bu aynı zamanda zinanın aleniyet kazanıp toplumca
bilinir bir hal aldığında cezalandırılması gibi bir anlam da taşır.

Toplumda zinanın önlenebilmesi için yasaklamanın veya suçu sabit görülenlere
ceza uygulamanın yeterli olmayacağı, hatta İslâm’da cezaların
uygulanışının amaç olmadığı açıktır. Onun için de İslâm’da suçların önlenmesi,
kişileri suçu işlemeye sevkeden duygu, ortam ve araçların ıslah edilmesi,
işlenen suç ve günahların da mümkün olduğu ölçüde gizlenmesi ilke
edinilmiş, bunun için de öncelikli olarak, erkek ve kadınların yabancıların
(aralarında evlilik bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan kimselerin)
yanında belli yerlerini örtmeleri, birbirlerini tahrik edecek şekilde davranmamaları,
yabancı kadınla erkeğin baş başa kalmaması
(halvet), toplumda
açıklık ve müstehcenliğin önlenmesi gibi birinci kademede yer alan önlemler
alınmıştır. Karşı cinsleri cinsel yönden uyaracak türde söz, bakış ve yakın
ilişkilerin de zinaya hazırlayıcı hareketler olarak kınanması bu yüzdendir.

Hukuk düzeninin öngördüğü hedeflerin gerçekleşmesinde yasaklar ve
bu yasakları koruyucu cezalar, tâli yasaklar ve tedbirler kadar, sosyal arka
plan ve insan unsuru da önem taşır. Bu sebeple de İslâm toplumlarında söz
konusu tedbirlerle yetinilmeyerek ailelere ve topluma çocukları eğitme, evlilik
yaşını geçerli bir sebep olmadıkça geciktirmeme, evlenmeleri kolaylaştırma,
toplumda dinî ve ahlâkî değerleri diri tutma gibi ilâve görevler verilmiş,
her müslümanın kendi eğilim ve davranışını kendi başına denetleyebilecek
bir ahlâkî yetişkinliğe, kişilik ve sorumluluk bilincine ulaşması hedeflenmiştir.
Çünkü İslâm’ın temel gayesi suçluların cezalandırılması değil,
toplumda suç ortamının oluşmaması, insanların güven ve huzur içinde yaşamasıdır.
Ancak, bütün bu önlemlere rağmen toplumda zina suçu işlendiğinde,
aleniyet kazanıp kesin olarak ispat edildiğinde, suçlunun cezalandırılması,
hem suçun önlenmesi, hem toplum hakkının korunması açısından
kaçınılmaz bir sonuçtur. İslâm’ın cezaların objektif, âdil ve tutarlı bir şekilde
uygulanmasını emredip suçluya artık suçu işledikten sonra acınmaması
gerektiğini ikaz etmesi de (en-Nûr 24/2) suçlunun cezalandırılmasının gerçek
anlamda adalet ve rahmet olması gerçeğini ifade içindir. Çünkü insanlara
gerçek anlamda acıma, suçluları affetme şeklinde değil, suçları önlemeye
çalışma, suça giden yolları kapama, fakat toplumda suç işlendiğinde de tâvizsiz,
tutarlı ve etkili şekilde suçluları cezalandırma ile olur.


Günümüz toplumlarında zinanın, birçok cinsel suç ve sapıklığın yaygın
bir hal almasının, aileyi ve toplumun ortak mânevî ve ahlâkî değerlerini
sarsıcı bir boyuta ulaşmasının temelinde eğitimin, aile içi ve beşerî ilişkilerin
dinî ve ahlâkî zeminden koparılarak bireyci, özgürlükçü, bencil ve yararcı
bir zeminde geliştirilmeye çalışılması, suçları tesbit ve cezalandırmada, kadın-
erkek ilişkilerinin bireysel özgürlük ve hakların sınırlarını belirlemede
bazı temel kriterlerin yitirilmiş olması yatmaktadır. Bu yanlışlıklar sonucu,
suçluya acıma veya bireysel özgürlükleri koruma adı altında yanıltıcı propagandanın
baskın etkisi sonucu birçok suç gerektiği şekilde önleyici, ıslah
edici ve denk bir ceza ile karşılık görmemekte, suç mağduru fert veya toplumun
hakları göz ardı edilmektedir. Batı toplumu için çok daha geçerli olan
bu değerlendirmeler, Batı toplumuyla yakın ilişki içinde olan müslüman toplumlar
için de kısmen geçerli olup, Batı’daki bu olumsuz gelişmelerden müslüman
toplum ve kesimler de oldukça etkilenmektedir. Bu alanda sayıları ve
etkinlikleri giderek artan birçok olumsuz yayın, yönlendirme ve cinsel özgürlük
propagandasına, örgün eğitiminin ve resmî politikaların da bu konuda
yetersizliğine rağmen toplumumuzda zinanın ve diğer cinsel suç oranlarının
Batı toplumlarına göre daha düşük olmasının temel nedeni, İslâm
dininin ve genel ahlâk ilkelerinin fertlerin gönüllerinde, günlük hayatlarında
ve insan ilişkilerinde egemenliğini ve yönlendiriciliğini büyük ölçüde sürdürmekte
oluşudur. Ancak bunun yeterli bir güvence olarak görülmesi yanlış
olur. Suçlunun cezalandırılmasından çok suçun işlenmesine meydan verilmemesi
ve o ortamın yaratılmaması daha önemli olduğuna göre, bireylerin
iyi eğitilmesi, ahlâklı ve erdemli kişiler olarak yetiştirilmesi, cinsî arzu
ve ihtiyaçların sömürü aracı yapılmasının ve müstehcenliğin önlenmesi günümüzde
daha büyük önem taşımakta, devlet, toplum ve bireyler olarak her
kesim bu alanda ayrı ayrı sorumluluklar taşımaktadır.

b) Koruyucu Önlem ve Yasaklar

Toplumda fertlerin ve aile hayatının korunması, sağlıklı bir cinsî hayatın
temini için sadece evlilik dışı cinsî münasebet demek olan zinanın yasaklanması
yeterli olmaz. Buna ilâveten, aklın, dinin ve insan tabiatının kötü
ve çirkin bulduğu her türlü hayasızlık, fuhuş ve müstehcenlikle mücadele
edilmesi, bunları besleyip yaygınlaştıran ortamın da düzeltilmesi ve iyileştirilmesi
gerekir. Bunun için de İslâm dini, sadece zinayı yasaklamakla yetinmeyip,
zinaya götüren yolları, müstehcenliği, kadın-erkek ilişkilerinde ölçüsüzlüğü
ve aşırı serbestliği de önlemeye, buna ilâveten ferde ahlâkî olgunluk ve
şahsî sorumluluk yüklemeye, cinsel hayatla ilgili eşler arası birtakım hak ve
görevlerden söz ederek aile hayatını koruyup iyileştirmeye özen göstermiştir.

Kur’an’da zina ve fuhuş büyük günahlar arasında sayıldığı, zinanın
dünyevî ve uhrevî cezasından söz edildiği gibi (Âl-i İmrân 3/135; en-Nisâ
4/15-16; el-İsrâ 13/32), erkek ve kadınların gözlerini haramdan korumaları,
avret yerlerini örtmeleri emredilmiş, böylece zinaya giden yolun bir yönüyle
kapanmış olacağına işaret edilmiştir (en-Nûr 24/30-31). Bir hadiste Hz. Peygamber
dil, ağız, el, ayak, göz gibi organların zinasından söz ederek (Müslim,
“Kader”, 5) zinaya zemin hazırlayıcı her türlü gayri meşrû ilişkinin, flört
ve beraberliğin de bu nevi zina olduğunu belirtmiş, bunlardan da sakındırmıştır.
Çünkü iffet ve namus bir bütün olup, o ancak onu lekeleyecek her
türlü kötülük ve yanlışlıktan uzak kalınarak korunabilir.

Erkek ve kadın biri diğeri için cinsî uyarıcıdır. Bu sebeple yabancı
(aralarında evlilik bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan) erkek ve kadınların
birbirlerine karşı ölçülü ve mesafeli davranmaları gereklidir. Yine, yabancı
bir kadının yabancı bir erkekle baş başa kalması da doğurabileceği
sakıncalı sonuçlar dolayısıyla yasaklanmıştır. Aralarında devamlı evlenme
engeli bulunmayan bir erkek ile bir kadının bir yerde baş başa kalmaları
İslâm hukukunda halvet terimiyle ifade edilir. Hadislerde, aralarında nikâh
bağı veya devamlı evlenme engeli bulunmayan bir erkek ile bir kadının,
başkalarının görüşüne açık olmayan kapalı bir mekânda baş başa kalmaları
yasaklanmıştır. Bir hadiste Hz. Peygamber “Kim Allah’a ve âhiret gününe
iman ediyorsa, yanında mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmasın;
çünkü böyle bir durumda üçüncüleri şeytandır” (Müslim, “Hac”, 74; Tirmizî,
“Radâ‘”, 16; Müstedrek, I, 114) buyurmuştur. Böyle bir durum karşı cins için
tahrik edicidir, zinaya veya dedikoduya ve tarafların iffetlerinin zedelenmesine
yol açabilir.

Kötülüğün önlenmesi kadar ona giden yolların kapatılması da önemlidir.
Öte yandan iffet ve namus lekelendiğinde geri dönüşü ve telâfisi olmayan bir
zarar ortaya çıkmış ve temel bir kişilik hakkı ihlâl edilmiş olur. Bu sebeple
anılan muhtemel olumsuz sonuçları önlemek gayesiyle kadının yabancı bir
erkekle kapalı bir mekânda baş başa kalması, kadının yanında mahremi bulunmadan
yolculuk etmesi uygun görülmemiştir. Ancak bu tür davranışlar
kendiliğinden değil harama yol açması sebebiyle yasaklandığı için, belirli ihtiyaç
ve mazeretlerin ortaya çıkması veya anılan sakıncaların bulunmaması halinde
câiz görülebilmektedir. Nitekim yol emniyetinin bulunması veya kadınların ayrı
bir kafile teşkil etmesi halinde kadının mahremi bulunmaksızın yolculuk etme
sinin câiz görülmesi bu anlayışa dayanır. Öte yandan bu tür kurallar ve kısıtlamalar
genel ve yaygın durum ölçü alınarak ve muhtemel sakıncalar gözetilerek
konulduğundan, kişilerin anılan sakıncaların kendileri hakkında vârit olmayacağına
inanmalarından ziyade objektif tesbitler ölçü alınır.

Erkek ve kadının birbirinin davranış, söz ve tavırlarından etkilenmesi
kaçınılmazdır. Bunu en aza indirmek ve buna yol açacak durumlardan dikkatli
bir şekilde sakınmak gerekmektedir (en-Nûr 24/30-31; Buhârî, “İstîzân”,
12; “Kader”, 9; “Nikâh”, 43; Müslim, “Kader”, 20-21; Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 43;
Müsned, II, 267, 276, 317, 329, 343). Böylece duyu organlarının her birinin
cinsî uyarılmaya karşı kontrol altında tutulması, iffet ahlâkının yerleşmesi
bakımından önem taşımaktadır. Bu da güçlü bir iç disiplin ve kendine hâkimiyet
ile sağlanabilir.

Cinsî uyarıcılık özelliği bakımından kadınların durumu çok daha fazla
hassasiyet gösterir. Bunun için, kadınların daha da dikkatli davranmaları
istenmiştir. Yabancı erkeklerle konuşurken kadınların, kalpte şüphe uyandırmayacak
ve karşısındaki kişiyi yanlış anlamaya süreklemeyecek tarzda
ciddi ve ağır başlı olarak konuşmaları
(el-Ahzâb 33/32), süs ve endamlarını
yabancılara göstermemeleri (en-Nûr 24/31), bunun için de sokağa çıktıklarında
güzelce örtünmeleri (en-Nûr 24/31; el-Ahzâb 33/59) bu gayeye mâtuf
emirlerdir. Hz. Peygamber, kadınların kendi evleri dışında, başkalarına hissettirecek
derecede koku sürünerek dolaşmalarını hoş karşılamamış ve bunu
edep dışı bir davranış olarak değerlendirmiştir (bk. Tirmizî, “Edeb”, 35;
“Radâ‘”, 13; Müsned, IV, 414, 418).

C) Doğum Kontrolü

Terim anlamıyla doğum kontrolü, eşlerin istedikleri sayıda ve istedikleri
zaman çocuk sahibi olabilmeleri için gebeliği önleyici birtakım önlem ve yöntemlere
başvurmaları demektir. Konu esasen aile içi ilişkileri, anne ve babanın
sorumluluğunu ilgilendirdiği için ilk planda ferdî boyutta bir meseledir. Ancak
günümüzde doğum kontrolü, aile veya nüfus planlaması adıyla yürütülen
politikanın ana parçasını oluşturduğundan bütün toplumu yakından ilgilendiren
sosyal, ekonomik hatta uluslararası boyutta bir önem taşımaya başlamıştır.
Doğum kontrolü her iki yönüyle de İslâm hukukunu ilgilendirmektedir.


a) Bireysel Boyut

Bireysel ve ailevî boyutuyla doğum kontrolünün fıkhî hükmü, kontrol
usul ve işleminin mahiyetiyle yakından ilgilidir. Kadının yumurtası ile erkeğin
spermi birleşip döllenme olduktan sonra gebeliğe son verilmesi, yani ana
rahminde oluşmuş ceninin düşürülmesi, halk arasındaki tabiriyle çocuk düşürme
ve aldırma, doğum kontrolü kavramının dışında olup ayrı dinî hükümlere
tâbidir ve bundan sonra ayrıca ele alınacaktır. Burada ise hamileliği
önleyici tedbirler anlamındaki doğum kontrolünden söz edilecektir.

İslâm dininde toplumun temeli olarak kabul edilen aile kurumuna büyük
önem verilmiş, bu kurumun korunmasını ve sağlıklı bir bünyeye kavuşturulmasını
temin gayesiyle dinî ve hukukî mahiyette bir dizi tedbir alınmıştır.
Hz. Peygamber imkânı olan kimselerin evlenmesini ve evliliğin kolaylaştırılmasını
tavsiye etmiş, kıyamet gönünde ümmetinin çokluğu ile övüneceğini
bildirmiştir (Buhârî, “Nikâh”, 2; Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 1, 4). Bunlar Resûlullah’ın
neslin devamına ve nüfus artışına önem verdiği, doğum kontrolüne gidilmesini
tasvip etmediği şeklinde yorumlanabilir. Buna ilâveten kader, rızık ve
tevekkülle ilgili inanışlar, nüfusun öteden beri toplulukların en önemli güç
kaynağı olması, ayrıca içinde yaşanılan toplumun geleneksel kültürü de
eşlerin gebeliği önleyici tedbirler almasında, hatta fakihlerin doğum kontrolünün
dinî hükmü konusunda çekimser veya karşı bir tavır izlenmesinde
etkili olmuştur.

Doğum kontrolünün, daha açık ifadeyle eşlerin gebeliği önlemesinin eski
ve yeni birçok yöntemi vardır. Tıbbî ve teknik gelişmeler neticesinde, her
gün yeni metot ve ilâçlar ortaya çıkmaktadır. Azil, yani erkeğin cinsel ilişki
sırasında spermini dışarı akıtması yöntemi çok eskilerden beri bilinen bir
usul olup ilk dönem müslümanları tarafından da biliniyor ve uygulanıyordu.
Hz. Peygamber’in azli yasaklamamış olması
(Buhârî, “Nikâh”, 96; Müslim,
“Nikâh”, 125-138), İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğunun da azli câiz ve
mubah görüp bunu eşlerin irade ve tercihlerine bırakmış olmaları, fert ve aile
planında doğum kontrolünün kural olarak câiz olduğunun ilk delili sayılabilir.

Eşlerin hangi durumlarda azil ve diğer gebeliği önleyici metotlara başvuracağı
ise genelde onların aile içi meselesi olarak görülmekle birlikte örnek
olarak, fazla çocuk yüzünden ailenin ve çocukların sıkıntıya düşmesi, anne
sağlığının bozulması, çocukları gereği şekilde yetiştirememe tehlikesi gibi
gerekçeler sayılmıştır. Zâhirî hukukçu İbn Hazm hariç tutulursa, bu konuda
Sünnî hukuk ekolleri ve Şiî mezhepleri arasında ciddi bir görüş farklılığı
yoktur. Ancak İslâm bilginleri, eşlerin karşılıklı haklarını koruma, aile içi
huzur ve mutluluğu sağlama amacıyla gebeliği önleme metotlarının iki tarafın
karşılıklı rızâsı dahilinde uygulanmasını telkin ve tavsiye ederler.

Azil dışında ilâç almak, vaginaya gebeliği önleyici bir madde koymak,
prezervatif kullanmak gibi yollarla da gebeliğin önlenmesi mümkündür.
Ancak gebeliği önleyici metotlar ile başlamış bulunan gebeliği sona erdirme
ve döllenmiş yumurtayı dışarı atma işlemlerinin birbirinden iyice ayrılması
gerekir. Çünkü farklı bu iki işlem farklı dinî hükümlere tâbidir. Bu itibarla bir
kısım yeni metot ve ilâçların gebeliği önlemediği, aksine döllenmiş yumurtayı
imha ve izâle ettiği ve bu şekilde gebeliğin devamını önlediği belirlendiğinde,
artık bunların çocuk düşürme kapsamında ele alınması gerekir. Meselâ
bugün tıbbın getirdiği imkânlardan biri olan spiralin, gebeliği önleyici
bir işlev gördüğü bilinmekle birlikte zaman zaman döllenmeyi engellemeyip
rahimde teşekkül eden cenini dışarı atıcı bir fonksiyon icra ettiği de anlaşılmaktadır.
İslâm hukukçuları azil ve diğer gebeliği önleme yöntemlerine karşı
oldukça müsamahalı baktıkları halde, çocuk düşürmeyi hiçbir aşamada tasvip
etmemiş, tıbbî ve dinî zaruret bulunması durumu hariç böyle bir işlemi
cinayet, büyük günah saymışlardır. Bu itibarla çocuk düşürme ve başlamış
bulunan gebeliği sona erdirme işlemlerinin doğum kontrolü olarak değerlendirilmesi,
gebeliği önleme hakkında fıkıh kültüründeki mevcut hoşgörü ve
müsaadenin bu işlemlere de taşırılması mümkün değildir.

Rahime yumurta ulaştıran kanalların bağlanması veya erkeğin kısırlaştırılması
da çağdaş doğum kontrolü metotlarından biridir. Kadın veya erkeğin
çocuk yapma kabiliyetinin yok edilmesi demek olan kısırlaştırma ilâçla
veya cerrahî müdahale ile olmaktadır. Âyet ve hadislerde konuyla doğrudan
ilgili bir hüküm olmamakla birlikte, İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu
tıbbî veya dinî bir zaruret yokken bu yönteme başvurulmasını câiz görmemektedir.
Gerekçe olarak da bunun fıtrat değiştirme, Allah’ın doğuştan verdiği
kabiliyet ve nimetleri inkâr, insanın temel hak ve hürriyetine müdahale
olduğu görüşündedirler. Bu sebeple de eşlerin artık hiç çocukları olmayacak
ve geri dönülmesi imkânsız şekilde kısırlaştırılmasının dinen sakıncalı ve
günah olduğunu ifade eder, bunun ancak eşlerden birinde aklî veya zührevî
bulaşıcı bir hastalığın bulunması ve çocuklara geçeceğinin sabit olması halinde
câiz olabileceğini belirtirler.

b) Nüfus Planlaması

Bir toplum politikası olarak aile veya nüfus planlaması ise doğum kontrolünün
bir başka yönünü teşkil eder. Dünyada iktisadî kaynakların sınırlı
olduğu, hızlı nüfus artışının iktisadî gelişmeyi durduracağı ve maddî kaynaklardan
yararlanmada sıkıntıya yol açacağı teziyle başlatılan “toplumsal
nüfus ve aile planlaması” ise siyasal bir karakter arzettiğinden aile içi doğum
kontrolünü konu alan ferdî çerçevenin dışında kalmakta, ayrı bir zeminde
ele alınması gerekmektedir.

Batı’da başlayan ve iki yüzyıllık bir geçmişi bulunan bu toplumsal nüfus
planlaması kampanyası, diğer âmillerin de etkisiyle gelişmiş Batı ülkelerinde
nüfus artışını yavaşlatmış hatta durdurmuştur. Bu durum karşısında nüfusun
giderek azalmasının yaratacağı tehlikeleri gördüklerinden, artık Batı ülkeleri
nüfuslarını arttırıcı, aile ve çocukları koruyucu, hatta teşvik edici birtakım tedbirleri
almaya yönelmişlerdir. Bu tutum ve uygulamaları halen devam etmektedir.
Ülkede nüfusun azalması o ülkede kaynaklardan fertlere daha fazla pay
düşmesine, fert başına düşen millî gelirin artmasına yol açıyorsa da, eskiden
olduğu gibi çağımızda da nüfus başlı başına bir güç kaynağı ve iktisadî zenginlik
aracı da olabildiğinden nüfus azalması uzun vadede toplumun aleyhine
olmaktadır. Gelişmiş Batı ülkelerinin günümüzde nüfusu arttırıcı tedbirlere
başvurması ve teşvik etmesi bundan kaynaklanmaktadır.

Öte yandan zengin Batı ülkeleri, gelişmekte olan ülkelerdeki nüfus artışını
da ileriye mâtuf ciddi bir tehlike veya sıkıntı kaynağı olarak gördüklerinden,
bunu önleyici tedbirler üzerinde titizlikle durmakta, gelişmekte olan ülkelerdeki,
bu arada İslâm ülkelerindeki toplumsal nüfus planlamasını organize
veya finanse etmektedirler. Bütün bu gelişmeler, esasen ferdî çerçevede doğum
kontrolüne hoşgörü ile bakan İslâm bilginlerini, çağımızdaki toplumsal
nüfus planlaması hakkında olumsuz bir tavır almaya sevketmiştir. XX. yüzyılın
özellikle ikinci yarısında İslâm dünyasında bu konuda birçok eser kaleme
alınmış, konuyla ilgili çok sayıda ilmî toplantı yapılmış, konunun dinî,
sosyal ve siyasî boyutu tartışılmıştır. Değişik İslâm ülkelerindeki fetva heyetlerinin
ve ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesindeki kurulların yanı
sıra, İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı olup bütün İslâm ülkelerinin temsil
edildiği İslâm Fıkıh Akademisi de 10-15 Ocak 1988 tarihleri arasında
Küveyt’te gerçekleştirdiği V. Dönem Toplantısı’nda bu konuyu geniş biçimde
ele alıp karara bağlamıştır. Özetle ifade etmek gerekirse; bu kararlarda, gebeliği
önleyici metotların kullanılması eşlerin ortak kararına bağlı aile içi bir
mesele olarak değerlendirilmiş ve câiz görülmüş, buna karşılık başta tıbbî
zaruretler olmak üzere dinen meşrû bir gerekçeye dayanmadıkça çocuk düşürme,
başlamış gebeliği sona erdirme, eşleri kısırlaştırma câiz görülmemiştir.
Toplum politikası olarak nüfus ve aile planlamasının ise uzun vadede İslâm
âleminin aleyhine sonuç vereceği, bu yönde yürütülen kampanyaların farklı
amaçları taşıdığı ve siyaseten doğru olmadığı kanaatine varılmıştır.

D) Çocuk Düşürme

Döllenme gerçekleştikten sonra rahimde oluşan ceninin dış etki ve müdahale
ile düşürülmesi, çok eski dönemlerden beri dinin, ahlâk ve hukukun tasvip
etmediği ve önlemeye çalıştığı bir davranış olmakla birlikte çeşitli toplumlarda
sık sık karşılaşılan bir olgu olma niteliğini de hiçbir zaman yitirmemiştir.
Nitekim Yahudilik’te çocuk düşürme yasaklandığı gibi buna sebebiyet veren
kimse anne de olsa cezalandırılmıştır. Hıristiyanlık’ta da çocuk düşürme büyük
günah kabul edilmiş ve bunu yapan kimse öteden beri kilise geleneğinde cinayet
işlemekle itham edilmiş ve ciddi bir tepki görmüştür.

İslâm’da da durum böyledir. İnsan hayatının korunması, İslâm dininin
beş temel ilke ve amacından biri olduğu gibi insanın en şerefli varlık olduğu,
insanın saygınlığı ve dokunulmazlığı da İslâm’ın ısrarla üzerinde durduğu
ana fikirlerden biridir. İnsanın yaşama hakkı, erkek spermi ile kadın yumurtasının
birleştiği ve döllenmenin başladığı andan itibaren Allah tarafından
verilmiş temel bir hak olup artık bu safhadan itibaren anne baba da
dahil hiçbir kimsenin bu hakka müdahale etmesine izin verilmemiştir. Çünkü
cenin yaşama hakkını anne babasından değil, doğrudan yaratandan alır.
Anne babanın başlangıçta çocuk sahibi olup olmamakta iradeleri ve seçme
hakları varsa da, gebeliği önleyici tedbir ve yöntemleri kullanmalarına dinen
izin verilmişse de, artık gebelik teşekkül ettikten sonra doğacak çocuğun
hayatına son verme hakları yoktur.

Kur’an’da çocuk düşürmeyle ilgili özel bir hüküm bulunmaz. Ancak âyet
ve hadislerde yer alan genel prensipler ve özel hükümler anne karnındaki
ceninin dinen meşrû sayılan haklı bir gerekçe olmadan düşürülmesine ve
gebeliğe son verilmesine müsaade etmez. “Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla
öldürmeyin” (el-En‘âm 6/151; el-İsrâ 17/31) âyetinin dolaylı ifadesi,
Hz. Peygamber’in kasten çocuk düşürmeyi cinayet olarak adlandırıp bunu
işleyen veya sebep olanın maddî tazminat ödemesine hükmetmesi, rızık,
kader ve tevekkülle ilgili dinî telkin ve emirler bir anlamda anne karnındaki
çocuğun hayat hakkını da güvence altına almaya mâtuf emir ve tedbirlerdir.
İnsanın cenin halinde iken dahi, yani döllenme-doğum arasındaki safhasından
itibaren -belirli kurallar çerçevesinde- vücûb (hak) ehliyetine sahip olmasının
anlamı budur. Bu itibarla İslâm hukukunda, tıbbî ve dinî bir zaruret
bulunmadıkça anne karnındaki çocuğun düşürülmesi ve aldırılması -anne
baba tarafından yapılmış veya yaptırılmış olsa bile- cinayet (suç) olarak
adlandırılıp haram sayılmıştır.

Çocuk düşürmenin genel ilke olarak dinî hükmü böyle olmakla birlikte,
sperm ve yumurtanın hangi safhadan itibaren cenin sayılacağı ve dinenhukuken
koruma altına alınacağı, ceninin bulunduğu safhaya göre çocuk
düşürmenin cezasında, hatta günahında bir farklılığın olup olmayacağı
İslâm hukukçuları arasında tartışmalıdır. Kur’an’da ceninin anne karnındaki yaratılış
safhalarından bahsedilmekle birlikte (el-Mü’minûn 23/12-14) bu safhaların
ruhun üflenişiyle bir ilgisinin olup olmadığı konusunda açıklama bulunmaz.
Hz. Peygamber’in bir hadisinde anne karnındaki çocuğa 120. günden
sonra ruh üfleneceğinden söz edilir (Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 6). Ruhun
üflenmesinin ilk kırk günden sonra vuku bulduğuna işaret eden hadisler de
vardır (Müslim, “Kader”, 2,4; Müsned, III, 397). Âyetin dolaylı ifadesi yanı
sıra bu hadisler, bir de fakihlerin dönemlerinde cenin hakkındaki tıbbî bilgileri
bu konuda farklı ölçü ve görüşlere sahip olmalarına zemin hazırlamıştır.

Aralarında bazı Hanefîler’in de bulunduğu bir grup İslâm hukukçusu
120 günden önceki, bazı Mâlikî ve Hanbelî fakihleri ise kırk günden önceki
çocuk düşürmeleri, tam oluşmuş bir çocuk düşürme saymama eğilimindedirler.
Ancak söz konusu hukukçuların böyle düşünmesi, ceninin anne karnında
geçirdiği safhalar, döllenme ve çocuğun oluşumu konusunda, dönemlerinin
tabii icabı olarak yeterli tıbbî ve teknik bilgiden yoksun olmalarından
kaynaklanmaktadır. Çünkü bu gruptaki hukukçular yukarıda zikredilen
hadisten hareketle ceninin ancak 120 günden sonra canlılık kazandığı
ve teşekkül ettiği, bundan önce ceninin cansız veya belirsiz bir halde ruh
üflenmeyi beklediği kanaatindedirler. Bu belirsizlik, biraz da çocuk düşürmenin
dinî hükmü açısından ruhun üflenmesinden önceki dönemle sonraki
dönem arasında ayırım yapma ihtiyacı, bu fakihleri birinci safha için mekruh,
ikinci safha için haram hükmünü vermeye sevketmiştir. Diğer bir ifadeyle
bu konuda toleranslı bir tavır sergileyenler, çocuk düşürmenin hükmünün
ilk günlerden ruh üflenme vaktine doğru gidildikçe mekruhtan harama
doğru bir değişme göstereceği, ruh üflenme safhasından; yani kimilerine
göre kırkıncı, kimilerine göre 120. günden itibaren de haram hükmü
içine gireceği şeklinde bir açıklama getirmişlerdir.

Ceninin canlılığının, mahiyetini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ruhun üflenmesiyle
aynı şey olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Böyle bir iddia
içermeksizin belirtmek gerekirse, günümüzde ulaşılan ayrıntılı tıbbî bilgiler
ceninin döllenmeden itibaren ayrı bir canlılık ve bütünlük kazandığını, safha
safha oluşum ve yaratılışının tamamlandığını, ilk birkaç haftadan itibaren
organlarının teşekkül ettiğini, hatta kalp atışlarının hissedildiğini ortaya
koymaktadır. Böyle olunca ilk 120 gün içindeki çocuk düşürmeleri, cinayet
ve günah olan çocuk düşürme fiilinin kapsamı dışında tutmak mümkün
görünmemektedir. Nitekim İslâm hukukçularının çoğunluğu hangi safhada
olursa olsun çocuk düşürmeyi câiz görmezler. Mezheplerde hâkim görüş de
budur. Meselâ Gazzâlî, ilk dönemden itibaren çocuk düşürmenin câiz olmadığını
ve cinayet olduğunu söyler.

Ruh üflendikten sonra çocuk düşürmenin veya aldırmanın haram olduğunda
ve bu davranışın cinayet telakki edileceğinde İslâm âlimleri görüş
birliğindedir. Ancak annenin hayatını kurtarma gibi tıbbî ve kesin bir zaruret
ortaya çıkmışsa o zaman anne karnındaki ceninin tıbbî bir müdahale ile
alınması câiz görülür. Fakat bu konuda anne babanın karar vermesinden
ziyade hazâkat ve uzmanlığına güvenilen tıp doktorlarının kararının esas
alınması doğru olur.

Cenine karşı bir cinayet işlenmesi halinde gurre tabir edilen bir cezatazminat
ödenir. Gurrenin miktarının, sünnetteki tatbikat örneğinden (Ebû
Dâvûd, “Dıyât”, 19; Tirmizî, “Dıyât”, 15) yola çıkarak beş deve, -altın ve gümüşün
o asırdaki değerine göre- yaklaşık 212,5 gr. altın veya 1785 gr.
(Hanefîler’e göre 1487,5 gr.) gümüş olduğu görülmektedir. Gurre ceninin
mirası kabul edilir ve düşmesine sebep olan kimse hariç vârisleri arasında
paylaştırılır. Gurrenin ödenmesi için çocuk düşürmenin kasten veya hata ile
olması, anne veya baba tarafından işlenmesi farketmez. Şâfiî ve Hânbelî
fakihleri gurre ile birlikte kefâret ödenmesini de gerekli görürler. Bu hükümler
de İslâm’ın insan hayatına verdiği değerin açık bir göstergesidir.

Çağımızda zengin Batılı ülkelerin malî ve fikrî desteğiyle başlatılan ve
özellikle gelişmekte olan ülkelerde yürütülen nüfus ve aile planlaması kampanyaları
ve bu yöndeki yoğun propagandalar aileleri, özellikle de kadınları
etkilemekte ve giderek çocuk aldırma (kürtaj) toplumumuzda yaygınlaşmaktadır.
Fazla çocuk sahibi olmayı kınayan çevre baskısı da istenmeyen
gebeliklerde kürtajı bir çözüm olarak algılamayı kolaylaştırmaktadır. Evlilik
dışı ilişkilerin artması ve müsamaha görmeye başlaması da yine kürtajın
yaygınlaşma sebeplerinden biridir. Batı ülkelerinde; toplumsal ve ahlâkî
yapıdaki bozukluk kürtajın serbest bırakılması yönünde kampanya ve baskıları
arttırıyorsa da toplumsal sağduyu ve kilise çevreleri bunun açık bir
cinayet olduğunu, kürtajın serbest bırakılmasının birçok sakınca taşımasının
yanı sıra bir insanlık suçu sayılması gerektiğini açıkça ifade etmektedir.

Bu yönde yapılan propagandalar özgürlük, ülke kalkınması, dengeli gelir
paylaşımı, mevcut çocukların daha iyi yetişmesi gibi iddialar içerse de kürtajın
dinen ve ahlâken ağır bir cinayet ve suç olduğu açıktır. İslâm dini gebeliği
önleyici tedbirler almayı hoşgörmüş ve eşlerin diledikleri zaman ve sayıda
çocuk sahibi olmalarına imkân vermiş, fakat başlamış bulunan gebeliği sona
erdirmeyi ve anne karnında teşekkül etmiş cenini imha etmeyi ise cinayet
ve büyük günah saymıştır. Zira, başlangıçta da ifade edildiği gibi, hayat ve
ölümü yaratan Allah’tır. Anne ve baba insan hayatı ve neslin devamı için
sadece bir vasıtadır. İslâm’ın aldığı bütün tedbirler, yaptığı telkin ve teşvikler,
netice itibariyle insanın hayatını ve saygınlığını koruma, dünya ve
âhiret mutluluğunu temin etme amacına yöneliktir.

E) Sunî İlkah ve Tüp Bebek

Anne ve babanın çocuk sahibi olmayı istemeleri en tabii hakları olduğu
gibi, bu istek dince de teşvik edilmiştir. Çünkü ailenin kuruluş amaçlarından
birisi de çocuk sahibi olmak, onların geleceklerini hazırlamak, dolayısıyla
sahip oldukları kültürel ve sosyal değerlerin devamını temin etmektir. Ancak
İslâm dini, meşrû evlilik dışında çocuk sahibi olma yollarını yasak saymış ve
bunu toplumsal bozulmanın nedeni olarak görmüştür. İslâm’ın evliliği teşvik
edip zinayı yasaklaması, nesil, nesep ve aileyi zayıflatabilecek her türlü
tehlikeye şiddetle karşı çıkması netice itibariyle yine insanın saygınlığını,
toplumun örgüsünün ve aile yapısının sağlamlığını hedef almakta, bu yönde
akla ve selim fıtrata yardımcı olmaktadır.

İslâm inancına göre diğer bütün nimetler gibi çocuk da Allah vergisidir.
Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Göklerin ve yerin mülkü
Allah’ındır. O, ne dilerse, onu yaratır. Kimi dilerse ona kızlar bağışlar, kimi
dilerse ona erkekler lutfeder. Yahut erkekler, dişiler olmak üzere çift verir.
Kimi de dilerse onu kısır bırakır. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, her şeye
kådirdir” (eş-Şuarâ 42/49-50). Şu var ki, Allah Teâlâ yarattığı her şeyi bir
sebebe bağlamıştır. Tabiat kanunu da denilen bu sebepleri araştırıp keşfetmek
ve meşrû bir arzuya kavuşmak için uygun sebeplere sarılmak, kader
inancı ile çatışmaz. Bu yüzden, kısırlığı sebebiyle çocuk sahibi olamayan
eşlerin tedavi yoluna gitmelerinde ve bu tedavi sonucu çocuk sahibi olmalarında
bir sakınca yoktur ve bu en tabii haklarıdır.

Çeşitli bedenî-tıbbî rahatsızlıklar sebebiyle çocuk sahibi olamayan eşlerin
çocuk sahibi olmak için kullandıkları tekniklerden birisi de “tüp bebek” yöntemidir.
Bu, bir nevi sunî ilkah (sunî döllenme) yöntemi olup erkeğin menisi
(sperm) alınıp, uygun dış ortamda kadının yumurtasıyla döllendirilmekte,
sonra da kadının rahmine konularak hamileliğe ve doğuma imkân hazırlanmaktadır.


Çocuk sahibi olamayan eşlerin tıbbî tedavisi ve çocuk sahibi olmalarına
imkân hazırlanması gibi gayet olumlu ve iyi niyetli bir başlangıcı bulunan
tüp bebek yöntemi, daha sonra Batı’da giderek farklı boyutlar kazandığı ve
toplumun geleneksel, dinî, ahlâkî ve sosyal değerleriyle çelişen farklı amaçlar
doğrultusunda kullanılmaya başlandığı bilinmektedir. Dinî ve ahlâkî çerçeveden
bağımsız bir uygulama seyri gösteren bu teknolojinin yol açtığı
bireysel ve sosyal problemler önce Batı’da, sonra da müslüman toplumlarda
tartışılmaya başlanmıştır.

Çağımızda konu hakkında görüş bildiren İslâm bilginlerine göre çeşitli
nedenlerle çocuk sahibi olamayan evli çiftlerin bu imkâna kavuşturulması
gerek tıbbî tedavi gerekse temel insan hakları açısından olumlu ve övgüye
değer bir gelişmedir. Sunî döllenme ve tüp bebek yöntemi de bu amaçla
kullanılabilir. Ancak bunda kocanın menisinin ve eşinin yumurtasının kullanılması
ve hamileliği de yine eşin yapması
şarttır. Döllenmenin bu şartlarla
rahim dışında gerçekleştirilip sonradan anne adayı eşin rahmine konması
dinen sakınca teşkil etmez. Fakat bu yöntemin, kocanın veya karısının tabii
yoldan hamile bırakma veya hamile kalma imkânının olmaması halinde
uygulanabilecek istisna bir çözüm ve tedavi şekli olduğu unutulmamalıdır.

Nitekim konuyu 1986 yılında Amman’da yaptığı toplantıda görüşen İslâm
Konferansı Teşkilâtı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi de benzeri bir sonuca
varmış olup bu konuda almış olduğu karar özeti şöyledir:

“1. Kocanın sperminin yabancı yani arada evlilik bağı bulunmayan bir
kadından alınan yumurta hücresiyle döllendirilmesiyle oluşan embriyonun
karısının rahmine yerleştirilmesi,

2. Yabancı bir erkeğin spermi kullanılarak yapılan döllendirme sonucu
oluşan embriyonun kadının rahmine yerleştirilmesi,
3. Eşlerden alınan yumurta ve sperm hücrelerinin dışarıda döllenmesi ile
oluşan embriyonun, hamile kalmaya gönüllü bir başka kadının rahmine
yerleştirilmesi,
4. Yabancı bir erkeğin spermi ile yabancı bir kadının yumurta hücresinin
dışarıda döllendirilmesi ve embriyonun kadının rahmine yerleştirilmesi,
5. Kocanın spermi ile karısının yumurtasının dışarıda döllendirilmesiyle
oluşan embriyonun, kocanın diğer karısının rahmine yerleştirilmesi şeklinde
yapılan sunî döllenme ve tüp bebek uygulamaları, İslâm’ın bu konuda koyduğu
temel ilke, yasak ve amaçlara ters düştüğü için şer’an câiz değildir.


Buna karşılık; kocanın spermi ile karısının yumurtası alınarak dışarıda
döllendirilmesi ve oluşan embriyonun aynı kadının rahmine yerleştirilmesi
ile kocanın sperminin alınıp karısının döl yatağı ya da rahminde uygun bir
bölgeye bırakılarak iç döllenmenin sağlanması yöntemleri ise, ihtiyaç halinde
başvurulabilecek, tedavi karakteri taşıyan ve dinî ilkelere de ters düşmeyen
bir yol olup dinî sakınca taşımaz.”

Böyle olunca, döllenmenin üç unsuru olan sperm, yumurta ve rahimin
her üçü de birbiriyle evli çifte ait olursa, tüpte aşılama yoluyla çocuk sahibi
olmakta dinen bir mahzur yoktur. Bu normal yolla çocuk sahibi olamayan
eşlere uygulanan tedavi mahiyetindedir. Buna karşılık sunî döllenme ve tüp
bebek tekniğinde bu şeklin dışına çıkılıp araya yabancı bir unsur sokulduğunda,
yani sperm, yumurta ve rahimden biri karı koca dışındaki bir şahsa
ait olduğunda câiz olmamaktadır. Bu tekniğin câiz görülmeyen şekilleri kullanıldığında,
doğacak çocuğun sperm babası, aile babası, yumurta annesi,
taşıyan-doğuran annesi veya bunlardan en az üçü söz konusu olmakta, bu
da gerek her iki tür baba gerekse her iki tür anne için farklı boyutta psikolojik-
fıtrî bunalımlara, sosyal ve ahlâkî problemlere yol açmakta, çocuk için de
olumsuz, gayri tabii bir aile ve sosyal ortam hazırlamakta, çocuğun temel
insanî ve ailevî haklardan mahrum olarak dünyaya gelmesine sebep teşkil
etmektedir. Bu tür uygulamaların nesep karışıklığına yol açtığı, aile ve toplumu
kökünden sarstığı da açıktır.

Sadece evli eşler arasında bir tedavi yöntemi olarak câiz ve sakıncasız
olan sunî döllenme ve tüp bebek uygulamasının, bugün bazı Avrupa ülkelerinde
görülmeye başlandığı şekilde, evlenmeksizin kimliği belirsiz bir erkeğin
sperminden çocuk sahibi olma, kocası iktidarsız veya spermleri yetersiz
olduğunda karısını başka bir erkeğin spermi ile hamile bırakma, sperm bankası
oluşturma gibi dinen ve ahlâken olduğu kadar fert psikolojisi, sosyal
değerler, doğan çocuğun hakları gibi açılardan da olumsuz sonuçları bulunan
bir uygulama halini alması esefle müşahede edilen bir durumdur. Bu
aynı zamanda ilmî ve teknik gelişmelerin, dinî ve ahlâkî zemin kaybedildiğinde
ne gibi kontrolsüz ve zararlı bir ivme kazanabileceğini de göstermesi
bakımından düşündürücüdür. Zaten bu alanda ortaya çıkan olumsuz sonuçlar
Batılı düşünürler, bilim ve din adamları tarafından da sıklıkla dile
getirilmekte, fakat yanlış uygulamaları önleyecek dinî ve ahlâkî bağlar büyük
ölçüde devre dışı kaldığı, hukuk düzeni de bu çerçevede oluştuğu için
olumlu bir gelişme kaydedilememektedir.

Batı dünyasında yeni yeni konuşulup tartışılmaya başlanan ve ilk olarak
hayvanlar üzerinde denenen kopyalama (klonlama) yöntemi de benzeri bir
değerlendirmeye tâbi tutulabilir.
Türkiye Diyanet Vakfı: İlmihal Kitabı. (I ve II)

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol