""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

İbadetlerin Amacı

GENEL OLARAK İBADETLERİN AMACI
İbadet, Allah'a gönülden isteyerek yönelmek, tapmak, boyun eğmek ve
itaat etmek demektir. Türkçemizde kullanılan kulluk etmek deyimi de aynı
anlamı karşılamaktadır. İbadet, yaratıcı kudret karşısında boyun bükmenin
zirvesi ve O'na olan sevginin sonucu ve göstergesi olarak değerlendirilmiş
ve sırf Allah için, Allah'ın rızâsı için yapılması ve sadece Allah'a tahsis edilmesi
gerektiği belirtilmiştir. Gerçekten de yaratan, yaşatan ve öldüren Al-
lah'tan başka, ibadete lâyık olan bir varlık yoktur. Hesap gününde muhatap
olunacak olan "Neye taptınız?" ve "Ne için ibadet ettiniz?" sorusunu insan
daima hatırında tutmalı ve bu dünyada iken "Allah'a tapıyorum ve ibadeti
Allah için yapıyorum" diyebilmeli, bunu gönlünde hissedebilmelidir.

Esasen din duygusu gibi, belki de onun doğal bir gereği olarak ibadet
ihtiyacı da fıtrî ve doğaldır. İnsanlık tarihi boyunca çeşitli dinler, insanın bu
doğal duygu ve ihtiyacını gerçekleştireceği değişik biçim ve şekiller öngörmüşlerdir.
Bu ibadet formları, dinin ritüelini yani ibadet ve âyin merasimlerini
oluşturur. Dinlerin öngördüğü ibadet biçimleri, zaten doğal olarak insanın
yapısında var olan ibadet duygu ve ihtiyacının belli form ve biçimlere
kanalize edilmesi ve o yolla sergilenmesi şeklinde anlaşılınca; ibadetin esasen
dinin bir emri olmasından önce, fıtratın gereği olduğu, dolayısıyla da mesele
dinler açısından ele alındığında ibadet şekillerinin önem kazandığı söylenebilir.


Kur'an'da ibadete ilişkin emirler, şekil ve biçim olarak ibadete yönelik
olmayıp, büyük ölçüde ibadetin mahiyetine, ibadetin kime yapılacağına ve
nasıl yapılacağına yöneliktir. Hz. Peygamber de söz ve fiilleriyle, Kur'ân-ı
Kerîm'de adı geçen ve ana çatısı oluşturulan ibadetlerin ayrıntılı biçimlemesini
yapmıştır.

Doğallığı ve fıtrî oluşu noktasından bakıldığında, ibadet için ferdin ihtiyacı
ve eğitimi dışında bir amaç aramaya gerek bulunmamakla beraber,
bireysel ve toplumsal motivasyon sağlamak, bireye moral dayanıklılık kazandırmak
ve bazı sosyal yararlar elde etmek gayesiyle ona birtakım hikmetler
ve faydalar atfedilebilir.

İbadetlerin sırf Allah'ın emri olduğu için yerine getirilmesi gerektiği ve
emir varken de hikmet aramaya gerek bulunmadığı düşüncesinde olan ve
bu sebeple de ibadet için bir amaç ve yarar aramaya gerek olmadığını söyleyen
bilginler bulunmakla birlikte, bilginlerin çoğu, insanlar tarafından bilinsin
bilinmesin her emrin mutlaka bir hikmet ve maslahatı bulunacağını
söylemişlerdir. Bu bakımdan emre muhatap olan kişinin, o emri yerine getirirken
ondaki maslahat ve yararları, ne gibi amaçlar gözetilmiş olabileceğini
düşünmesi ve ondaki hikmetleri anlamaya çalışması insanı farklı bir şuura
ve farklı bir boyuta taşıyabilir.

İbadetin amacı üzerinde düşünürken onu bir tek boyuta indirgemek uygun
değildir. Bu hem ibadetin mahiyeti hem de bu ibadeti yerine getirenlerin
bulundukları mertebe ve seviye bakımından doğru değildir. Çünkü bir seviyedeki
insan için ibadetin amacının, sadece imtihan ve deneme olması uygunken,
başka bir seviye için ibadetin amacı nefsin terbiye edilmesi ve disiplin
altına alınması yoluyla insanın yükselmesi olabilmektedir. Belki daha
üst bir seviye için ise Allah'a ibadet, bütün bu amaçların üstünde ve ötesinde
gönüller için üstün bir haz, bir zevk ve bir nimet, ruhlar için bir vuslat;
kısaca insanın mutluluğu olacaktır. Meselâ Hz. Peygamber'in "Benim mutluluğum
namazdadır" sözü, namazın öneminin yanı sıra, Resûlullah’ın namaza
atfettiği anlamı da göstermektedir. Çünkü ibadeti en üst düzey duygu
yoğunluğunda ifa eden Hz. Peygamber için namaz, yüce yaratıcı ile bir buluşma
ve O'nun huzurunda münâcât haline dönüşmektedir.


İbadetlere ilişkin hükümler, tabiatları icabı değişmeye pek açık olmadıkları
için, öteden beri genel kabul gören ibadet uygulamalarını, "çağa uydurma
ve kolaylaştırma" adıyla değiştirmeye çalışmak, fayda yerine zarar
vermekte ve insanların dine bağlılıklarını ve samimiyetlerini zedelemekte ve
sarsmaktadır. İbadetler, her ne kadar bizzat amaç olmayıp öz itibariyle yüksek
amaçlara basamak niteliğinde ise de, dine bağlılığın ve bir anlamda dindarlığın
dışa yansıyan bir göstergesi mesabesindedir. Bu bakımdan sosyoekonomik
yönü bulunan zekât bir tarafa bırakılacak olursa namaz, oruç ve
hac gibi ibadetlerde biçim ve şekli ikinci plana iterek, on dört asırdır süzüle
süzüle gelen genel kabulün dışına çıkmak birçok bakımdan sakıncalıdır.

II. NAMAZIN MAHİYETİ ve ÖNEMİ
Kur'an'da bizim Peygamberimiz'den önceki peygamberlerin namaz kılmakla
emrolundukları değişik vesilelerle belirtilmektedir (bk. el-Bakara 2/83;
Yûnus 10/87; Hûd 11/87; İbrâhim 14/37, 40; Meryem 19/30-31, 54-55; Tâhâ
20/14; el-Enbiyâ 21/72-73; Lokmân 31/17). Bundan anlaşıldığına göre namaz
ibadeti sadece Muhammed ümmetine has olmayıp önceki dinlerde de
bulunmaktaydı.

Siyer kitaplarındaki mevcut bilgilere göre, ilk vahyin sonrasında Hz.
Peygamber'e risâlet yüküne dayanmasını, sabretmesini öneren âyetler gelmiş
ve bunu izleyen fetret döneminden sonra namaz farz kılınmıştır. Namazın
daha önceki dinlerde de emredilmiş olduğu hatırlanınca, namazın güçlüklere
direnç göstermede bir fonksiyonu bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim
bir âyette "Ey inananlar sabır ve namaz (salât) ile yardım isteyin" (el-
Bakara 2/153) buyurulmaktadır. Namaz farz kılınınca Cibrîl, Hz. Peygamber'e
gelerek onu vadi tarafındaki Akabe denilen yere götürmüş, orada fışkıran
su ile önce Cibrîl sonra Hz. Peygamber abdest almış ve beraberce iki
rek‘at namaz kılmışlardır. Hz. Peygamber mutlu bir biçimde eve gelmiş, eşi
Hatice'nin elinden tutarak oraya götürmüş ve aynı
şekilde Hatice ile birlikte
abdest alıp iki rek‘at namaz kılmışlardır. Kimi bilginlere göre İsrâ sûresindeki
"Namazda yüksek sesle okuma" (el-İsrâ 17/110) âyeti, bu gizli namaz dönemiyle
ilgilidir.

İslâm'ın başlangıç yıllarında namaz, sabah ve akşamleyin kılınan ikişer
rek‘attan ibaret iken, yaygın kabul gören görüşe göre, Mi‘rac olayından sonra
beş vakit namaz farz kılınmıştır. "Kendi nefsinde bir yakarış ve ürperiş içinde
ve pek yüksek olmayan bir sözle sabah ve akşam Rabbini an; gafillerden
olma" (el-A‘râf 7/205) âyeti namazın başlangıçtaki durumuyla ilişkili görülmektedir.
Yine yaygın kabule göre, Cibrîl'in Hz. Peygamber'e Kâbe'de, namazın
vakitlerini göstermek üzere imamlık etmesi Mi‘rac olayının ertesi
günü olmuştur.

Her din, yaratıcı kudret karşısında boyun eğmek ve kutsal ile bağlantı
kurmak temeli üzerine kurulur ve her dinde bunu sağlamak üzere öngörülen
merasimler bulunur. İslâm dininde yüce yaratıcı Allah'a yaklaşmanın yolu,
ona yükselmenin basamağı ve bu bakımdan en parlak ve önemli ibadet,
namaz ibadetidir. Bu özelliğinden dolayı namaz diğer bütün ibadetlerin özü
ve özeti sayılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber bir hadislerinde "Namaz dinin
direğidir" (Tirmizî, “Îman”, 8; Müsned, V, 231, 237; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, I,
31-32) buyurmuş, secdeyi de kulun Allah'a en yakın olduğu hal olarak nitelendirmiştir
(Müslim, “Salât”, 215; Nesâî, “Mevâkyt”, 35).

Kelime-i şehâdetten sonra İslâm'ın en önemli rüknü olan namaz, günde
beş ayrı zaman diliminde olmak üzere kadın ve erkek her müslüman için bir
görevdir. Esasen namaz ibadetinin hiçbir amaç ve hikmeti olmasa bile, diğer
ibadetlerde olduğu gibi, namaz ibadetini sırf inanılan dinin bir gereği, yüce
yaratıcının bir emri olduğu için, hiç değilse bunun için yerine getirmelidir.

İbadetler, akla aykırı olmamakla birlikte, yapı ve muhtevaları itibariyle
akıl yoluyla kavranabilir, açıklanabilir konular dışında yer alırlar. Fakat namazın,
salt emredilmişşekillerden ibaret anlamsız bir şey olmayıp amaç ve
hikmetlerinin bulunduğuna işaret eden âyet ve hadisler bulunmaktadır. Bir
kere, namaz diye tercüme ettiğimiz salât kelimesi, Arapça'da “dua etmek,
övmek, tâzim etmek” gibi anlamlara gelmektedir. İlgili âyet ve hadislere
göre namazın farz kılınmasındaki hikmetlerden biri de, namaz kılan kimsenin
Cenâb-ı Allah'ın kudret ve kuvvetini, azabını, rahmetini, hayal ve hâfızasına
nakşederek nefsini tehzip etmesi ve bu suretle kendisini her türlü
fenalıklardan, hatalardan, suçlardan alıkoymasıdır. Allah düşüncesi ve kalbi
Allah'a bağlama, insanı her türlü fenalıktan alıkoyar. Namaz da Allah'ı sürekli
hatırlamanın en büyük vesilesidir. Nitekim âyette "Beni hatırlamak/
anmak için namaz kıl" (Tâhâ 20/14) buyurulmaktadır. Namaz emrini,
Allah Teâlâ'nın yeryüzüne melek aracılığıyla göndermeyip Mi‘rac gecesi Hz.
Peygamber'in huzuruna çıktığında ona tebliğ etmesi de (Buhârî, “Salât”, 1;
Müslim, “Îmân”, 263), bu ibadetin müslümanın dinî ve ruhanî hayatı açısından
önem ve anlamını göstermektedir. Bu sebeple de dinî literatürde namaz
ibadetinin bu yönünü, namazın kulun Allah'a ulaşması, kavuşması yolunda
önemli bir araç olduğunu anlatmak için"Namaz müminin mi‘racıdır" denil
miş, ümmetin namazla ilgili ortak bilinç ve değerlendirmesi âdeta bu cümleyle
özetlenmiştir.

Namaz belli eylemler ve özel rükünler ile yüce Allah'a kulluk etmektir.
Namazın dış görünüşü birtakım şekiller ve zikirden ibaret ise de, içerisi ve
gerçek mahiyeti, yüce yaratıcıya münâcât etmek, O’nunla konuşmak, O’na
yakınlaşmak ve O’nu müşahede etmektir. Bu özelliğinden dolayı, yani yüce
yaratıcı ile teklifsiz, aracısız buluşma ve konuşma anlamına gelişinden dolayı,
namaz ilâhî bir lutuf olarak kabul edilmiştir.

Namazı terketmek, kılmamak büyük günahtır. Peygamberimiz, kıyamet
gününde hesabı sorulacak ilk amelin namaz olacağını bildirmiştir (Tirmizî,
“Salât”, 188). Namaz kılmak, Müslümanlığın dışa yansıyan temel göstergelerinden
biri sayıldığı için İslâm bilginleri farziyetini inkâr etmeksizin namazı
terkeden kimse için, mevcut bazı rivayetleri de kendi anlayışlarına göre değerlendirerek,
bazı müeyyideler öngörmüşlerdir. Gayet tabiidir ki namaz ve
diğer ibadetler Allah rızâsı için ve içten gelerek yapıldığında anlamını ve amacını
gerçekleştirmiş olur. Bunun dışında birtakım zorlamalarla veya gösteriş
için kılınan namazların bir değeri olmadığına göre, namazı terkedenler için
fakihlerin kendi zamanlarına göre öngördükleri müeyyideleri kamu düzeni ve
genel ahlâk ilkesi açısından değerlendirmek gerekir. Esasen bu müeyyidelerin
dayandırıldığı hadislerin büyük çoğunluğu, namazın terkedilmesinin müeyyidesini
değil, İslâm dininde namaz ibadetinin önemini gösterme amacına yönelik
bulunmaktadır. Kimsenin kimseyi zorla müslüman etme hak ve yetkisi
bulunmadığına göre, bu dine mensup olanlar kendi özgür iradeleriyle bu dini
seçmiş olacaklar ve bu dinde oldukça önemli bir yeri bulunan namaz ibadetinden
haberdar olacak ve bunu zevkle yerine getireceklerdir.

Namaz insanın maddî ve mânevî temizliğinin vasıtası olmaktadır. Çünkü
namaz kılmak için gerekiyorsa gusül abdesti almak, normal durumlarda
abdest almak suretiyle bir nevi vücut temizliği yapılmış olduğu gibi, ayrıca
elbisenin ve namaz kılınacak yerin de temizlenmesi gerektiği için bir üst baş
temizliği yapılmış olur. Daha da önemlisi namaz günahlardan arınmanın da
bir yoludur. Namaz esas itibariyle insanı günah işlemekten alıkoyar, günahtan
uzaklaştırır. Nitekim bir âyette "Sana vahyedilen kitabı oku ve namaz
kıl; çünkü namaz çirkin ve kötü işlerden alıkor. Allah'ı zikretmek en
büyük şeydir. Allah yapıp ettiklerinizi bilir" (el-Ankebût 29/45) buyurulmaktadır.


Ayrıca namaz, işlenmiş hata ve günah kirlerinin giderilmesini de sağlar.
Peygamberimiz günde beş vakit namazı, bir insanın kapısının önünden akıp
giden bir ırmağa, namaz kılmayı da bu ırmakta her gün beş kere yıkanmaya
benzetmiş ve şöyle demiştir: "Ne dersiniz, birinizin kapısının önünden bir ırmak
geçse ve o kimse orada günde beş kere yıkansa bedeninde hiç kir kalır
mı?" Sahâbîler, "Kalmaz, ey Tanrı elçisi" deyince Peygamberimiz "İşte beş vakit
namaz buna benzer. Allah namaz sayesinde günahları siler" demiştir (Buhârî,
“Mevâkyt”, 6; Müslim, “Mesâcid”, 282).

Aşağıda namazın biçimsel olarak sahih olmasının şartları üzerinde durulacaktır.
Fakat asla hatırdan çıkarmamak gerekir ki, sayılacak olan şartlar,
namazın sadece dış görünüşünü sağlam yapmaya yeterli olacağı gibi, namazın
sayılacak olan sünnetleri ve âdâbı da onun dış görünüşünün süslenmesini
ve güzel görünmesini sağlamaya yeterli olacaktır. Fakat bu şartları
yerine getirmek, namazı ikame etmek, ayakta tutmak sayılmaz. Namazın
özü, kalbin huşû ve huzur içinde olmasıdır. Kalbin huzur ve huşûu yoksa
kılınan namaz, bir heykeltraşın özene bezene ve tüm sanatkarlığını ortaya
koyarak yaptığı bir insan heykelinden farklı olmayacaktır. Allah bu noktayı
şöyle belirtmektedir: "Beni anmak için namaz kıl" (Tâhâ 20/14). Bu âyetle
namaz Allah'ı anmanın bir yolu olarak önerildiği gibi, aynı zamanda namazın
Allah'ı anmaktan ibaret olduğu da vurgulanmaktadır. Çünkü Allah'ı anmak
için namaza duran kişi, namaz boyunca Rabbin huzurunda durduğundan
gaflet ederek namaza hakkını vermemiş ise nasıl Allah'ı anmış sayılabilir?
Devlet başkanıyla görüşmek, ondan bir şeyler talep etmek isteyen kişi,
bu imkânı bulup onun huzuruna çıktığında onunla görüşmek yerine, orada
bulunan eşya ile ilgilense veya yanında getirdiği kitabı okusa veya bir şarkının
veya şiirin sözlerini mırıldansa, o devlet başkanının muhtemel tepkisini
bir tarafa bırakalım, buna görüşme denir mi, gelen kişi arzusunu iletmiş
olur mu? Bu basit örneğin de gösterdiği gibi namaza duran kişi, Allah'ın
huzurunda olduğunu bilmeli, bunu hissetmelidir. "Ne dediğinizi bilinceye
kadar namaza yaklaşmayın" (en-Nisâ 4/43) ifadesi ne dediğinden haberi
olmayan sarhoş kimselere yönelik olmakla birlikte namazda tam bir şuur ve
huşûun gerektiğini de anlatmaktadır. Yine Kur'an'da, namaz kılarken gaflet
ve ciddiyetsizlik içinde olanlar ağır bir üslûpla zemmedilir (el-Mâûn 107/4-5).
Allah insanların kalıplarına değil kalplerine bakar.

Fakihler, zahire göre hüküm verdikleri ve görünür şartların düzgün şekilde
yerine getirilmesiyle ilgilendikleri için namazın şartlarından bahsederken
namazda huşû ve huzuru, namazın olmazsa olmaz şartları arasında
saymamışlar, sadece bu yönde öneri ve uyarıda bulunmakla yetinmişlerdir.
Çünkü ihlâs, kalp huzuru ve huşû, kalbin ameli olup gizli, bâtınî bir durumdur.
Namazın bâtınî-derunî şart ve gayelerinin gerçekleşmesi mükellefin
kendi seviyesiyle, gayret ve hassasiyetiyle ve biraz da ortamla alâkalı sübjektif
bir hal olduğundan bu konuda herkes için ortalama bir çizgiden söz
etmek ve buna namazın şartları arasında yer vermek doğru olmaz. Namazda
sözü edilen iç huzuru ve kalbî bağlılığı yakalamak, ruhun maddî
âlemden Allah'ın huzuruna yükselişini hissetmek herkes için kolay olmadığı
gibi arzu etmekle elde edilebilen bir sonuç da değildir. Böyle bir mükellefiyet,
insana gücünün üzerinde bir yük yüklemek anlamına gelir. Fakihlerin, zâhirî
şartların yerine getirilmesiyle mükellefin uhdesinden namaz borcunun
düşeceğini ve bunun dünyevî hükümler bakımından yeterli olacağını söylemeleri
bu sebepledir. Kılınan namazın kabul olunup olunmaması, âhirette
fayda verip vermeyeceği fıkhın konusu değildir. Ayrıca fakihler fetva verirken,
insanların kusur ve eksikliklerini de dikkate almışlar, mükellefiyet
şartlarını ideal değil ortalama ölçülerde tutmaya çalışmışlardır. Bu gerekçe ve
mülâhazalar sebebiyledir ki, namazın ruhu olan kalp huzuru namazın tamamında
şart koşulmamış, namaza başlarken yapılan niyetteki ihlâs ve
yöneliş yeterli görülmüştür.

III. NAMAZ ÇEŞİTLERİ
Hanefîler dışındaki çoğunluk, vâcip hüküm kategorisini kabul etmedikleri
için namazı genel olarak farz ve nâfile şeklinde iki gruba ayırmışlardır.
Hanefîler'e göre ise namazlar: a) farz, b) vâcip, c) nâfile olmak üzere üç
çeşittir. Bununla birlikte Hanefîler arasında farklı gruplamalar da bulunmaktadır.
Bunlardan birine göre namazlar; a) Allah'ın farz kıldığı
(mektûbe)
namazlar, b) Hz. Peygamber'in sünnetiyle sabit olan (mesnûn) namazlar, c)
nâfile namazlar olmak üzere üç çeşittir. Hz. Peygamber'in sünnetiyle sabit
olan namazlar da vâcip olan ve vâcip olmayan kısımlarına ayrılır.
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol