""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Farz Vacip Sünnet


FARZ:. İslam dininde mükelleflerden yapılması kesinlikle istenen ve terk edilmesi günah olan fiiller, emirler. Farzların yapılmasında büyük sevaplar vardır. Özürsüz yere  terk edilmesi cezayı gerektirir. Müslüman, dinin farz kıldığı bütün fiilleri kayıtsız şartsız yerine getirmekle yükümlüdür. İslam fıkıh âlimleri farzları inkâr edenin İslam dininden çıkacağını söylemişlerdir. “Ey iman edenler! Oruç, sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı…” (Kur'an-ı Kerim 2/183) Dini Terimler Sözlüğü S.86
 
KELİME ANLAMI. Belirleme, tayin ve takdir etme, karar verme
Yapılması Allah (c.c.) tarafından kesin olarak emredilen fiil ve davranışlara farz denir. Örneğin, ramazan ayında oruç tutmak farzdır. (Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 172.)
 VACİP:Yapılması Allah (c.c.) tarafından emredilen ancak farz kadar kesin olmayan fiil ve davranışlara vacip denir. Örneğin, adak orucu tutmak vaciptir. (Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 674.) 
SÜNNET: Yapılması farz veya vacip olmayan ancak Peygamberimiz tarafından yapılan ve yapılması tavsiye edilen söz, fiil ve davranışlara sünnet denir. Örneğin, kandil günlerinde tutulan oruçlar sünnettir. (Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 606.)
 MÜSTEHAP: Peygamberimizin bazen yaptığı bazen terk ettiği fiil ve davranışlara müstehap denir. Örneğin, sıcak mevsimlerde öğle namazını biraz geciktirmek müstehaptır. (Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 504-505.)

''HARAM NEDİR; dinimizce yasaklanmış olan iş ve davranışlara denir. İslam dini, kişinin ve toplumun huzurunu, mutluluğunu hedefler. Bu sebeple de bireye ve topluma zarar veren her türlü kötü davranış ve alışkanlığı yasaklar. İşte dinimizin yasakladığı kötülükler, haram olarak adlandırılır. Örneğin; cana kıymak, yalan söylemek, iftira etmek, hile yapmak, başkasının hakkına el uzatmak, içki içmek, kumar oynamak gibi davranışlar haramdır. Kur’an-ı Kerim’de nelerin haram olduğuna ilişkin pek çok ayet vardır. Örneğin, bir ayette şöyle buyrulur: “De ki: Gelin Rabb’inizin size neleri haram kıldığını okuyayım: Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah’ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.”En’âm suresi, 151. ayet.Tutku yay. sayfa :28''


MUKELLEF(SORUMLU OLAN (AKILLI OLAN KİŞİNİN) DİNİ GÖREVLERİ
III. MÜKELLEFİYET ve HÜKÜM
İslâmî terminolojide mükellefiyet, kişinin dinin hitabına muhatap olması
halini ifade eden bir terimdir. Mükellef de, dinî hitapla yükümlü tutulan, düşünce,
söz ve davranışlarına birtakım dünyevî-uhrevî, dinî-hukukî sonuçlar
bağlanan aklî melekeleri yerinde (âkıl) ve ergin (bâliğ) olan insan demektir.
Mükellefiyetin temel şartı ehliyet, yani kişinin dinî-hukukî sorumluluk taşımaya
elverişli olmasıdır. Ancak böyle bir ehliyetin mevcudiyeti için ne gibi
şartların aranacağı hususu, iman, ibadet, toplumsal ödevler ve sorumluluklar
gibi farklı alanlarda bazı farklılıklar gösterebi


a) FARZ

Sözlükte "bir şeyi kesinleştirmek, takdir etmek, pay ve parçalara ayırmak,
belirlenmişşey ve pay" anlamlarına gelen farz fıkıh ilminde, Allah ve
Resulü'nün mükelleften yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil
demektir.

Hanefîler delilin kat‘î veya zannî oluşuna göre bir ayırım yaparak, bir fiilin
yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istendiğini gösteren delil kat‘î ise
bunu farz, zannî ise bunu vâcip terimiyle ifade ederler. Meselâ kesin delillerle
sabit olan ramazan orucu, abdestte yüzün yıkanması, namazda rükû
ve secdeye gitme farz olarak; vitir namazı, fıtır sadakası, namazda Fâtiha'nın
okunması gibi yükümlülükler vâcip olarak nitelendirilir. Fakihlerin çoğunluğu
böyle bir ayırımı gerekli görmeyip farz ile vâcibi eş anlamlı olarak
kullanırlar. Bununla birlikte Hanefîler'in bazan vâcip kavramını farzı da
içine alacak şekilde kullandıkları veya amelî yönden bağlayıcı oluşunu dikkate
alarak vâcip için amelî farz, farz için de amelî ve itikadî farz ayırım ve
adlandırmasını yaptıkları da görülür.

Hanefîler'in farz-vâcip ayırımının bazı itikadî ve fıkhî sonuçları vardır.
Farzı inkâr, kişiyi dinden çıkarır, tekfir sebebi olur. Geçerli mazereti bulunmadığı
halde farzı terkeden kimse fâsık durumuna düşer. Vâcibin inkârı
küfrü gerektirmez. Her iki fiilin de mazeretsiz terki kişiyi uhrevî cezaya
müstehak kılarsa da vâcibin terki farzın terkine nisbetle daha hafif bir kusur
sayılır. İbadetler konusunda farz terkedilirse o amel bâtıl olur, aynen tekrarlanması
dışında telâfi imkânı olmaz. Buna karşılık vâcibin terki ile amel bâtıl
olmaz, başka bir şekilde telâfi edilmesine imkân tanınır. Meselâ hacda Arafat'ta
vakfe farz (rükün) olduğundan terkedilirse hac bâtıl olur. Safâ ile
Merve arasında sa‘y terkedilirse, vâcip terkedilmiş olur ve ceza kurbanı ile
telâfi edilebilir.

Bir fiilin farz olduğunu gösteren delillerin başlıcaları
şunlardır:

a) Şâriin bir fiilin yapılmasını emir sigası ile istemesi ve aksine delâlet eden
bir karînenin bulunmaması. Meselâ "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin" (el-
Bakara 2/43), "Akidleri yerine getiriniz" (el-Mâide 5/1) âyetleri böyledir. b)
Şâriin bir fiilin yapılmasını "farz oldu", "emrolundu" gibi bağlayıcılık bildiren bir
ifade ile istemesi. Orucun farz kılındığını, Allah'ın adaleti, iyiliği, akrabaya
yardımı emrettiğini bildiren âyetler (el-Bakara 2/183; en-Nahl 16/90) böyledir.
c) Haber verme değil, emir kastedilen bazı haber cümleleri de farz hükmü ifade
eder. Kocası ölen kadının dört ay on gün, boşanmış kadının üç ay hali bekle-
yeceğini bildiren âyetler (el-Bakara 2/228, 234) böyledir. d) Bir hükmün belirli
bir zümreye veya bütün insanlara yüklendiğini haber veren naslar da farz
hükmü ifade eder. Meselâ, "Gücü yetenlerin o evi (Kâbe'yi) haccetmeleri Allah'ın
insanlar üzerinde bir hakkıdır" (Âl-i İmrân 3/97) âyeti haccın farziyetinin,
"Onların (annelerin) dinen ve örfen mâkul ölçüler içinde yiyeceğini ve giyeceğini
sağlamak çocuğun babasına aittir" (el-Bakara 2/280) âyeti de karısının
nafakasını sağlamanın koca için farz olduğunun delilidir. e) Şâriin bir fiilin
yapılmasına sevap ve güzel karşılık, terkedilmesine ise ağır ceza verileceğini
bildirmesi de o fiilin farz olduğunun delilidir.

Farz, mükellefin ifa sorumluluğu açısından farz-ı ayın ve farz-ı kifâye şeklinde
iki kısma ayrılır. Farz-ı ayın, şâriin her bir mükellefin ayrı ayrı ifa etmesini
istediği mükellefiyettir. O emri başkalarının yerine getirmekte oluşu kişiyi
sorumluluktan kurtarmaz. Aksine bir delil olmadıkça, şâriin emirleri o fiilin
aynî farz olduğuna delâlet eder. Namaz, oruç, hac, zekât gibi temel ibadetler
böyledir. Farz-ı kifâye ise, müslümanların ferden değil de toplum olarak sorumlu
oldukları mükellefiyetlerdir. Cenaze namazının kılınması, cihad, ilimle
meşguliyet, meslek ve sanatların icrası, iyiliklerin emredilip kötülüğün engellenmesi,
şahitlik böyledir. Bu görevleri toplumun bir kesimi yerine getirince
diğerlerinden sorumluluk kalkar. Hiç kimse yerine getirmezse bütün müslümanlar
vebal altında kalır. Farz-ı kifâyenin sevabı yalnız onu işleyene aittir.
Toplumda farz-ı kifâyeyi ifa edecek ikinci bir ehil kimse kalmadığında artık bu
farz tek ehil kimse için farz-ı ayın hükmünü alır. Toplumda bir olayla ilgili
şahitlik yapacak, iyiliği emredip kötülüğü engelleyecek veya hastayı tedavi
edecek başka kimse bulunmadığında bu görevlerin ifası ehliyetli kişi için aynî
farz haline gelir.

b) Vâcip

Sözlükte "sabit, lâzım, var ve gerekli olan şey" anlamına gelen vâcip fıkıh
ilminde fakihlerin çoğunluğuna göre farz ile eş anlamlı olup şâriin mükelleften
yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil demektir. Hanefîler
ise kat‘î delille sabit olan hükme farz, zannî delille sabit olan hükme vâcip
diyerek ikili bir ayırım yapmışlardır. Ancak Hanefîler, vâcibin de farz gibi
kesin olarak yapılması gerektiği görüşündedir. Onların bu ayırımı daha çok
delilin kuvvetini ve inkârın dinî sonuçlarını göstermeyi hedefler. Bu sebeple
Hanefîler vâcibi çoğu yerde "amelî farz" olarak da adlandırırlar. Meselâ fıtır
sadakası, namazda Fâtiha'nın okunması, vitir ve bayram namazları, kurban
kesme zannî delille sabit olduğundan Hanefîler'e göre farz değil vâciptirler.

Hanefîler'e göre vâcip iki kısma ayrılır: a) Kat‘î bir delile yakın derecede
kuvvetli görünen zannî bir delille sabit olan vâcipler. Bu kısma giren vâcipler
amelî farz veya zannî farz adını alır. Vitir namazı, abdestte başın dörtte bir miktarını
meshetme böyledir. b) Zannî delil olan haber-i vâhid ile sabit olan vâcipler
ise önem derecesi itibariyle amelî farzın altında ve sünnetin üstündedirler. Meselâ
namazda Fâtiha okuma, vitir namazında kunut tekbiri, bayram tekbirleri,
namazın sehiv secdesi ile ikmal edilen vâcipleri böyledir.

Vâcibin inkârı küfrü gerektirmez. Ancak sapıklıkla itham sebebi görülür.
Vâcibin terki farzın terki ölçüsünde olmasa bile yine de günah ve sorumluluğu
gerektirir. Meselâ namazın vaciplerinden birinin yanılarak terk edilmesi, sehiv
secdesini gerektirir. Bir vacibi kasten terk etmek ise, tahrimen mekruhtur ve
namazın iadesini gerektirir. Ahmed b. Hanbel'e nisbet edilen bir görüşe göre,
Kur'an'da yapılması emredilen fiillere farz, sünnette emredilenlere ise vâcip denilir.

2. MENDUP
Mendup, teşvik edilen, yapılması kesin olmayan bir tarzda istenen, yani
farz ve vâcip olmayan davranışların genel adıdır. Hanefî fıkhında, farz ve
vâcip dışında yapılması uygun görülen davranışlar –kuvvetliden zayıfa
doğru olmak üzere–; sünnet, müstehap (mendup) ve âdâb olarak sıralanır.
Diğer mezheplerde ise mendup, bir bağlayıcılık söz konusu olmaksızın yapılması
istenen şey olarak tanımlanır. Bu mezheplerin mendup anlayışı,
Hanefîler'in sünnet anlayışına oldukça yakındır. Burada fıkıh ilmindeki kullanımıyla
sünnet ve müstehap kavramları ele alınacaktır.

a) Sünnet

Sünnet, Hz. Peygamber'in söz, fiil ve onayının genel adı olup fıkıh usulünde
Kur'an'la birlikte İslâm'ın aslî iki kaynağını ve delilini teşkil eder.
Fürû-ı fıkıhta, özellikle de teklifî hüküm açısından sünnet ise, Hz. Peygamber'in
farz ve vâcip kapsamı dışında kalan yani kesin ve bağlayıcı olmaksızın
tavsiye ve örnek olma niteliğini taşıyan söz ve fiillerinin genel adıdır.
Hanefîler'in dışındaki fakihler, Allah ve Resulü'nün kesin ve bağlayıcı olmayan
tarzda yapılmasını istediği veya tavsiye ettiği fiillerin tamamını kapsamak
üzere mendup terimini kullanırlar. Diğer bir ifadeyle, Kur'an ve hadislerden
gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak bir fiilin yapılmasının kesin ve
bağlayıcı olmayan tarzda istendiği yani tavsiye edildiği sonucu çıkarılabiliyorsa,
bu tür fiillere topluca mendup denilir. Meselâ boşanmalarda şahit
bulundurulmasını, borçluya mühlet verilmesini, akidleşmelerin yazılmasını
emreden âyetler fakihlerin çoğunluğunca böyle anlaşılmıştır. Mendubun da
önem derecesine göre kendi içinde sünnet, müstehap, fazilet, âdâb gibi terimlerle
ifade edilen bir derecelendirmeye tâbi tutulduğu görülür. Bu itibarla
sünnet, mendup grubu içinde yani yapılması iyi ve güzel olan, tavsiye edilen
fakat terkedilmesinde bir günah ve cezanın terettüp etmediği fiiller grubunda
en üst sırayı işgal eder. Hanefîler'in ise mendubu genelde müstehap
mânasında kullandıklarını bu arada belirtmek gerekir.

Sünnet kendi içinde üç kısma ayrılır: Müekked sünnet, gayr-i müekked
sünnet, zevâid sünnet. Hz. Peygamber'in devamlı yaptığı, sırf bağlayıcı ve
kesin bir emir olmadığını göstermek için nâdiren terkettiği fiillere müekked
sünnet denilir. Bunlar bir bakıma dinî vecîbeler için koruyucu ve tamamlayıcı
bir nitelik de taşımakta olup önem yönüyle farz ve vâcipten sonra
üçüncü sırayı işgal eder. Meselâ abdest alırken ağza ve burna su verme,
sabah namazının sünneti, ezan, kamet, cemaatle namaz böyledir. Bu nevi
sünneti yerine getiren Allah katında hoş karşılanır, övgüye lâyık görülür,
sevap kazanır. Terkeden cezaya ve günaha çarptırılmasa da dinen azarlanmayı
ve kınanmayı hak eder. Öte yandan farz namazların cemaatle kılınması,
ezan gibi dinî şiârlardan olan sünnetin fert planında terki câiz olmakla
birlikte toplum olarak terk ve ihmali câiz görülmez.

Hz. Peygamber'in ibadet ve taat türünden olup bazan yaptığı bazan da
terkettiği veya çoğu zaman yaptığı bazan da terkettiği fiil ve davranışlara
gayr-i müekked sünnet denilir. Nâfile ve müstehap, hatta mendup tabirleri de
çoğu kez bu anlamda kullanılır. İkindi ve yatsı namazlarının farzlarından önce
kılınan dörder rekâtlık namazlar, vâcip kapsamında olmayan infak ve yardım
böyledir. Bu tür sünneti yerine getiren sevap ve övgüye lâyık görülür,
terkeden dinen kınanmaz. Bu iki sünnet (müekked ve gayr-ı müekked)
çeşidine "hüdâ sünneti" de denir.

Hz. Peygamber'in, Allah katından bir tebliğ veya Allah'ın dinini açıklama
niteliği taşımaksızın insan olması itibariyle yaptığı normal ve beşerî davranışlara
ise zevâid sünnet veya âdet sünneti denilir. Hz. Peygamber'in giyim ve kuşam
tarzı, yeme ve içme tarzı, zevkleri, kına ile saç ve sakalını boyamış olması böyledir.
Esasen bu fiiller dinî mükellefiyet çerçevesinde değildir. Yapılması dinen
tavsiye de edilmemiştir. Bununla birlikte bir müslüman Hz. Peygamber'in bu tür
davranışlarını ona olan sevgi ve bağlılığından dolayı yaparsa sevap ve övgüye
lâyık olur. Terkederse kınanmaz ve günah işlemiş olmaz.

Farz namazlardan önce ve sonra kılınması sünnet olan namazlar için,
Şâfiî mezhebinde ayrıca vitir namazı ve şevvalde tutulan altı gün oruç için
revâtib sünnet tabiri kullanılır. Fakihlerin çoğunluğuna göre teravih namazları
da revâtib sünnetler arasındadır.

b) Müstehap

Sözlükte, "sevimli olan, tercih edilen ve güzel bulunan iş" demektir. Hz.
Peygamber'in bazan işleyip bazan terkettiği, âlimlerin ve sâlih kulların öteden
beri yapageldikleri ve tavsiye ettikleri fiil ve davranışlara dinî terminolojide
müstehap denilir. Müstehaplar ibadetlerin ve beşerî ilişkilerin daha güzel
ve verimli olmasını sağlayan âdâb ve ahlâk kuralları niteliğindedir. Meselâ
sabah namazının ortalık aydınlanıncaya kadar, sıcak mevsimlerde öğle namazının
serin vakte kadar geciktirilmesi, akşam namazında acele edilmesi
böyledir. Müstehabın terki dinen kınamayı gerektirmeyip sadece evlâ ve
güzel olanı terk mânası taşır. Müstehap çoğu kez mendup, nâfile, tatavvu,
âdâb gibi tabirlerle eş anlamlı olarak kullanılır ve yapılması terkinden evlâ
olan fiiller arasında en alt sırayı işgal eder. Bundan sonra yapılması ile
terkedilmesi müsâvi olan mubah fiiller gelmektedir. Sünnet ve müstehap
fiiller, daha genel ifadeyle mendup fiiller, farz ve vâcip grubundaki dinî
ödevlerin ve bütün beşerî-sosyal ilişkilerin daha anlamlı ve verimli olmasına
yardımcı olan, bir bakıma onları koruyan, onlara maddeten ve ruhen hazırlık
niteliği taşıyan yardımcı fiillerdir. Bir yönüyle Hz. Peygamber'in güzel
ahlâkını, tavsiye ve teşviklerini bir yönüyle de İslâm toplumlarının ibadet
hayatıyla ilgili olumlu çizgisini ve tecrübe birikimlerini yansıtır. Müstehap ve
sünnetlerin devamlı terki vâciplerde ve farzlarda da tembellik ve ihmale yol
açabileceğinden doğru bulunmamıştır.

3. MUBAH
Mubah kelimesi sözlükte "açığa çıkan, açıklanan, serbest bırakılan şey"
demektir. Dinî bir terim olarak ise, bu sözlük anlamıyla bağlantılı olarak,
şâriin mükellefi yapıp yapmamakta serbest bıraktığı fiilleri ifade eder. Helâl,
câiz, mutlak gibi terimler de, genelde aynı mânada kullanılır ve mükellefin
yapması veya terketmesi halinde herhangi bir övgü yahut kınamayı gerektirmeyen
davranışlarını belirtir. Bununla birlikte aralarında bazı cüz'î anlam
farklılıkları bulunduğu için mubah teriminin yanı sıra câiz ve helâl terimleri
üzerinde de ayrıca durmak gerekir.

Fıkıh usulünde şer‘î-teklifî hüküm beş kategoride ele alınır. Bunlardan
vâcip ve mendup yapılması gerekenleri, haram ve mekruh ise yapılmaması
gerekenleri ifade eder. Mubah ise iki gruba da dahil olmayıp yapılması veya
terkedilmesi yönünde herhangi bir şer‘î-dinî yükümlülüğün bulunmadığı fiil
ve konumu ifade eder. Bazı usulcüler mubahı, şâriin yapılmasına izin verdiği
fiiller olarak da tarif ederler.

Bir fiilin mubah olduğu; şâriin o şeyin helâl ve mubah olduğunu bildirmesiyle
(meselâ bk. Bakara 2/187, Mâide 5/5), işlenmesi halinde bir vebal ve
günahın, dinî bir sakıncanın bulunmadığını ifade etmesiyle (meselâ bk. el-
Bakara 2/173, 235) veya herhangi bir yasaktan sonra gelen emirle (meselâ
bk. el-Mâide 5/2, el-Cuma 62/10) bilinebileceği gibi, o konuda hiçbir dinî yasaklama
ve kısıtlamanın bulunmamasıyla da kendiliğinden sabit olur; usulcüler
birincisine şer‘î mubah, ikincisine ise aklî mubah adını verirler. Aklî
mubah, berâat-i asliyye veya istishâbü'l-asl terimleriyle de açıklanır. Bu da
bir fiilin dinî-şer‘î hükmü konusunda herhangi bir açıklama yoksa, "Eşyada
kural olan mubah olmasıdır" ilkesi gereğince o fiilin mubah olduğuna hüküm
verilmesini ifade eder. Kur'an'da değişik vesilelerle zikredilen "evleniniz, yiyiniz,
içiniz, gezip dolaşınız" gibi emirler, esasen helâl ve mubah olan bu
fiillerin mubah oluşunu desteklemek veya açıklamaktan çok bu mubah fiillerin
işlenmesinde dikkat edilecek kayıt ve şartları, hikmet ve amaçları açıklamaya
yöneliktir. Bu itibarla, bu son grup fiilleri de yine aklî mubah kavramı
içinde düşünmek gerekir. İbadetler naslara dayanmak durumunda olduğu
için "ibadet alanında aklî mubahlık" geçerli değildir; yani şâriin naslarla belirlediği
ibadetler dışında ibadet çeşidi icat edilemez, yapılamaz.

Mubahın hükmü, yapılıp yapılmamasının dinen eşit değer hükmünde olması,
yapılmasında da yapılmamasında da sevap ve günahın olmamasıdır.
Bununla birlikte mubahın iyi niyetle ve ibadet kastıyla işlenmesi halinde fâilin
ecir ve sevap kazanacağı da ifade edilir. Bir kimsenin cihada hazırlık amacıyla
spor ve beden eğitimi yapması buna örnek gösterilir. Öte yandan, bir fiilin
kural olarak mubah olması, o fiilin sürekli ve ölçüsüz şekilde işlenmesi veya
terkedilmesinin de mubah olduğu anlamına gelmez. Kişinin dilediği zamanda
istediği yemek çeşitlerinden yemesi mubah olmakla birlikte bu konuda ölçüsüz
davranırsa, meselâ aşırı beslenir veya açlık grevi yaparsa artık bu fiil mubah
olmaktan çıkıp duruma göre mekruh, haram gibi dinî hükümler alır. Bu yüzden
de bazı usulcüler mubah fiillerin, cüz'îye nisbetle bu hükmü taşısa bile,
külliye nisbetle ya yapılması ya da terkedilmesi gereken bir fiil olduğunu belirtirler.
Aynı anlayışın devamı olarak, temiz ve mubah olan şeyleri tamamen
terketmenin mekruh ve bazan haram, bunlardan kişinin mâkul ve meşrû ölçüler
içinde yararlanmasının genel hükmünün mendup, onlardan bazılarını
bazan yapıp bazan yapmamasının özel (cüz'î) hükmünün ise mubah olduğu
ifade edilmiştir. Oyun ve eğlence, gezip dolaşma ve dinlenme esasen ve tek
tek ele alındığında mubah davranışlar olduğu halde bunları devamlı bir âdet ve
alışkanlık haline getirip hayatın diğer ödevlerini aksatacak şekilde ölçüsüz ve
aşırı davranma mekruh veya haram görülmüştür. Aynı
şekilde karıkoca arası
cinsel ilişki kaideten mubah olduğu halde bunun devamlı ve kasten
terkedilmesi, taraflara veya taraflardan en az birine açık bir zarar vereceği ve
evliliğin önemli bir amacını yok edeceği için haram sayılmıştır. Bu yaklaşım,
İslâm'ın ferdî ve sosyal hayatı bir düzen ve bütünlük içinde ele alıp kişinin
kendine, toplumuna ve Rabbine karşı ödevlerini birbiriyle irtibatlandırması ve
böylece hayatın bütün yön ve ayrıntılarına dinî, ahlâkî hatta estetik bir anlam
kazandırmasıyla açıklanabilir.

Burada ayrıca mubahla yakın anlam ilişkisi olan, yer yer eş anlamlı
olarak kullanılan câiz ve helâl kavramlarına da temas etmekte yarar vardır.

a) Câiz

Câiz sözlükte "geçip gitmek, mümkün, serbest ve geçerli olmak" anlamlarına
gelen "cevâz" kökünden türetilmiş bir isim olup fıkıh terimi olarak,
dinen veya hukuken yapılmasına müsaade edilen fiilleri ifade eder. Bu anlamdaki
müsaadeyi belirtmek üzere de "cevâz" kavramı kullanılır.

Kur'ân-ı Kerîm'de birçok fiilin serbest olduğu ve yasak olmadığı değişik
ifade tarzlarıyla belirtilmiş olmakla beraber "câiz" lafzı geçmemektedir. Hadislerde
ise bu kelime az da olsa kullanılmıştır (Ebû Dâvûd, “Akzıye”, 12,
“Dahâyâ”, 6).

Câiz kelimesi daha çok sonraki devirlerde karşılarına çıkan yeni meseleleri
Kur'an ve Sünnet'in hüküm ve ilkeleri ışığında değerlendirmeye ve çözmeye
çalışan İslâm hukukçularınca dinî bir terim olarak geliştirilmiş ve
"câiz-câiz değil" hükmü olayın dinî açıdan değerlendirmesini ifadede kullanılmaya
başlanmıştır. Bu anlamda câiz, ibadetlerde "sahih" ile eş anlamlı ise
de muâmelâtta daha farklı bir anlam kazanmış, sahih (geçerli) tabiri meselenin
dünyevî-hukukî yönünü, "câiz" tabiri de uhrevî-dinî yönünü ifade etmiştir.
Meselâ şarap imalâtçısına üzüm satmanın veya başkasının evlenme
teklif ettiği bir kıza (henüz o konudaki kararını vermeden) tâlip olup onunla
evlenmenin dinen câiz olmayıp hukuk düzeni açısından geçerli olması böyle
izah edilebilir.

Öte yandan, ilk devir İslâm hukukçuları bilhassa "haram" hükmünü Allah'ın
yetkisinde gördüklerinden haram ve helâl tabirlerini çok az ve dikkatle
kullanmışlar, kendi ictihad ve yorumları sonucu ulaştıkları serbestliği
veya sakıncayı ise "câiz ve câiz değil" tabirleriyle ifade etmişlerdir. Çünkü
haram ve helâl kesin ve açık bir nassa dayanan ve sadece Allah'ın tayin ve
takdir yetkisinde olan dinî bir hükümdür. İslâm müctehidlerinin kanaat ve
hükmü ise, o meseleyi bu haram ve helâl kapsamında görüp görmeme anlamı
taşıdığından, dinen kesinlik taşımayan bir yorum niteliğindedir. Bu
sebeple olmalıdır ki, mezhep imamlarının da dahil olduğu ilk devir İslâm
âlimleri karşılaştıkları her ihtilâflı meseleyi haram veya helâl değer hükümleriyle
çözmemişler, "bence doğru değil", "mahzurlu", "sakıncası yok", "çirkin"
gibi daha esnek tabirleri kullanmayı tercih etmişlerdir. İşte "câiz" ve
"câiz değil" tabirleri de bu ortamda gelişmiş ve yoğunluk kazanmış terimler
arasındadır.



A) EHLİYET (HUKUTA SORUMLULUK ALABİLECEK ÇAĞ)DEMEK

Ehliyet, kişinin dinî ve hukukî hükme konu (muhatap) olmaya elverişli
oluşu demektir. Kur'an'da yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın
yüklendiği belirtilerek (el-Ahzâb 33/72) diğer bütün varlıklar arasında sadece
insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilir. İnsanın dinin hitabına
ehil olması akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine
sahip bulunması sebebiyledir. İnsanın bu anlamdaki ehliyet ve sorumluluğuna
İslâm âlimleri ehliyyetü'l-hitâb derler. Bundan maksat insanın dinin davetini
anlayacak konum ve kıvamda olması demektir. Bu tür dinî sorumluluk için
aklın tek başına yeterli olup olmadığı veya ne gibi ilâve şartlar arandığı özellikle
kelâm ve usul âlimleri arasında geniş tartışmalara konu olmuştur.

İslâm hukukunda ehliyet kavramı, kişinin hak ve borçlarının sabit olması,
dinî ödevlerle mükellef tutulması, hukukî işlem ve davranışlarının
geçerliliği, toplumsal ve cezaî sorumluluk taşıyabilmesi gibi farklı kademelerdeki
hak ve yükümlülükleri kapsadığından ehliyetin buna uygun bazı
ayırım ve kademelendirmelere tâbi tutulması kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü
bu kademelerden her biri, farklı seviyede aklî ve bedenî yetişkinliği gerektirir.
Bunun için de ehliyet, kişinin anlama, düşünme ve yapabilme kabiliyetinin
inkişaf seyrine bağlı olarak tedrîcen gelişme gösteren itibarî bir sıfat
olarak algılanmıştır. Diğer bir ifadeyle, ehliyetin belirlenmesinde kişinin konumu
kadar karşılaşılan hak ve borcun, dinî ve hukukî fiil ve işlemin mahiyeti
de önem arzeder. Bunun sonucu olarak İslâm hukukunda ehliyet
"vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" şeklinde iki ana safhaya, insan hayatı da
cenin, çocukluk, temyiz, bulûğ ve rüşd şeklinde devrelere ayrılmıştır.

Vücûb ehliyeti, kişinin haklara sahip olabilme ve borç altına girebilme
ehliyetidir. Vücûb ehliyetinin temelini zimmet ve hukukî kişilik teşkil eder;
bu ehliyetin yaş, akıl, temyiz ve rüşd ile alâkası yoktur. Aklî ve bedenî gelişimi
ne durumda olursa olsun yaşayan her insanın bu tür ehliyete sahip
olduğu kabul edilir. Ceninin sağ doğması kaydıyla miras, vasiyet, vakıf ve
nesep haklarının bulunduğu bu sebeple de eksik vücûb ehliyetine sahip
olduğu belirtilir. Edâ ehliyeti ise, kişinin dinen ve hukuken muteber olacak
tarzda davranmaya ve hukukî işlem yapmaya elverişli oluşu demektir. Edâ
ehliyetinin temelini akıl ve temyiz gücü teşkil eder. Akıl ve temyiz gücü tam
olduğunda tam edâ ehliyetinden, eksik olduğunda ise eksik edâ ehliyetinden
söz edilir.

Kişinin iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ana hatlarıyla olsun ayırabilmesi
demek olan temyiz, edâ ehliyetinin başlangıcıdır. Temyiz çağına gelmeyen
çocuğun, akıl hastasının ve bu hükümde olan kimselerin edâ ehliyeti
yoktur, haklarını kanunî temsilciler vasıtasıyla kullanırlar. Bunların dinen ve
hukuken geçerli niyet ve iradeleri bulunmadığından imanla ve ibadetlerle
mükellef tutulmazlar, fiilleri sebebiyle cezaî sorumluluk da taşımazlar. Sözleri,
hukukî fiil ve işlemleri hukuken geçersiz olup yok hükmündedir.

Henüz bulûğa ermemiş fakat temyiz çağına gelmiş çocuklar ise eksik edâ
ehliyetine sahiptir. Kişiler yaklaşık olarak yedi yaşından bulûğa kadar mümeyyiz
sayılır. Mümeyyizlerin dinî edâ ehliyeti ile hukukî (medenî) edâ ehliyeti
bazı farklılıklar gösterir. Mümeyyiz çocuklar iman, namaz, oruç, hac,
kefâret, cihad, iyiliği emredip kötülüğü engelleme gibi dinî ödevlerle ve bedenî
ibadetlerle mükellef değildir. Davranışlarının hukukî-malî sorumluluğu bulunsa
da cezaî sorumlulukları yoktur. Bu sebeple bu kimseler için dinî teklif ehliyeti
ile cezaî ehliyet ortak özellikler taşır. Ancak çocukların dinî hayata, ibadetlerin
ifasına erken yaşta alıştırılması ve bu yönde eğitilmesi tavsiye edilmiştir. Ay-
rıca Mu‘tezile temyiz çağından itibaren Allah'a imanın vâcip olduğu, Ahmed b.
Hanbel de çocuğun on yaşından itibaren namaz ve oruçla mükellef sayılacağı
görüşündedir. İslâm âlimleri, mümeyyiz çocuk mükellef tutulsun-tutulmasın,
imanın ve ifa ettiği ibadetlerin sahih olduğu görüşündedir. Ancak bulûğdan
önce yapılan hac ibadeti sahih olsa bile bulûğ sonrası farz olabilecek hac farîzasını
düşürmez. Mümeyyiz çocuğun ve bu hükümde olan kimselerin yaptığı
hukukî işlemlere gelince hibeyi, sadakayı, vasiyeti kabul gibi sırf fayda yönü
bulunan ve mal varlığında artışa yol açan hukukî işlemleri kimsenin izin ve
onayına bağlı olmaksızın geçerli olur. Mahiyet icabı hem kâr hem de zarar
yönü bulunan alım satım, kira, şirket gibi bedelli hukukî işlemleri ancak kanunî
temsilcisinin izin veya onayı ile geçerli olur. Hibede bulunma, borç ikrarı,
kefalet gibi sırf zarar sayılan hukukî işlemleri ise mümeyyiz de kanunî temsilcisi
de yapamaz. Bu sınırlamalar hem sınırlı aklî yetişkinliğe ve muhakeme
gücüne sahip bulunan mümeyyiz küçüğü hem de üçüncü şahısları korumayı
amaçlayan tedbirlerdir.

Biyolojik ergenlik demek olan bulûğ, kişinin çocukluk döneminden çıkıp
yetişkin insanlar grubuna katıldığı hayatının önemli bir dönüm noktasıdır.
Bulûğ erkek ve kız çocuğunun fiilen ergenliğe kavuşması
(erkeklerin ihtilâm
olmaya, kızların âdet görmeye başlaması) ya da fiilen bâliğ olup olmadığına
bakılmaksızın belli bir âzami yaş sınırına ulaşması demektir. Bu ikincisine
hükmen bulûğ tabir edilir. Hükmen bulûğ yaşı Ebû Hanîfe'ye göre erkeklerde
18, kızlarda 17 yaş, çoğunluğa göre her ikisi için de 15 yaştır. Bulûğla
birlikte kişinin yeterli aklî yetişkinlik kazandığı var sayıldığı için aksini gösteren
bir delil olmadıkça kişi akıl ve bulûğ ile tam edâ ehliyeti kazanır. Dinî
terminolojide buna "âkıl ve bâliğ olmak" tabir edilir. Bunun anlamı kişinin,
hakları kullanmaya, sözlü yazılı ve fiilî hukukî işlemleri bizzat yapmaya,
dinî ve içtimaî mükellefiyetlere muhatap olmaya ve cezaî sorumluluk taşımaya
ehil hale gelmesidir. Tam edâ ehliyetine teklif ehliyeti de denir. Kişinin
malî konularla normal seviyede tedbirli ve basiretli davranması demek olan
rüşd, genelde bulûğ ile birlikte gerçekleşir. Kişi bâliğ olmuş da reşid olmamışsa,
bu durum onun dinî ve cezaî ehliyetini etkilemez, bu iki ehliyeti tam
olarak mevcuttur, sadece malî yönü bulunan hukukî işlemlerde ehliyetine
bazı sınırlamalar getirilir.

Dinî ve hukukî sorumluk için kişinin edâ (teklif) ehliyetine sahip bulunması
şart olduğundan bu ehliyeti yok eden veya azaltan her kalıcı veya ârızî
durum haliyle kişinin mükellefiyetini de yakından etkiler. Bu sebeple edâ ehliyeti
bulunmayan gayri mümeyyiz küçük ve akıl hastaları dinen mükellef sayılmazlar.
Uyku, unutma, baygınlık gibi ârızî hallerde de mükellefiyet yoktur.
Hz. Peygamber "Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır; uyanıncaya
kadar uyuyan, bulûğa erinceye kadar çocuk ve aklî dengesine kavuşuncaya
kadar deli" (Tirmizî, “Hudûd”, 1; Dârimî, “Hudûd”, 1) buyurarak buna işaret
eder. Çünkü İslâm dininde kişilere yüklenen sorumluluk ile kişilerin bu sorumluluğu
taşıma gücü arasında daima bir denge bulunur. Kur'an'da da İslâm
tebliğinin rahmet ve merhametten ibaret olduğu (el-Bakara 2/178; el-A‘râf
7/52; Yûnus 10/57; el-Enbiyâ 21/107), hiç kimseye gücünün üzerinde yük
yüklenmeyeceği belirtilmiş
(el-Bakara 2/286), hadislerde de mükellefiyetlerin
vazedilmesinde tedrîcîliğin, insanların hal ve şartlarının gözetildiği, mükellefiyetlerin
asgari sınırda tutulup kolaylığın esas alındığı sıklıkla vurgulanmıştır.
Ehliyeti kısmen azaltan veya tamamıyla yok eden sürekli ve geçici hallerde
dinî-hukukî mükellefiyetlerin de bu duruma uyumlu olarak azaltılmış veya
kaldırılmış olması bu genel ilkenin bir uygulaması mahiyetindedir.

B) HÜKÜM

İslâm dininin, insanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamak üzere
getirdiği kuralların bütününe şer‘î hükümler (ahkâm-ı
şer‘îyye) veya ilâhî
hükümler (ahkâm-ı ilâhiyye) tabir edilir. Şer‘î hüküm denince, âyet ve hadislerin
doğrudan ifade ettiği hükümler anlaşılır ve bunlar da konuları itibariyle
itikadî, ahlâkî ve amelî olmak üzere üç ana gruba ayrılabilir. Dinin
itikadî hükümleri, bütün dinî ahkâmın temelini oluşturur. İman esasları
böyle olup bunlara kendi bütünlüğü içinde ve nasların bildirdiği şekilde inanılması
esastır. Bu hükümlerle akaid ve kelâm ilimleri ilgilenir. Ahlâkî hükümler,
insanların kendi aralarında ve diğer canlılarla ilişkilerini iyileştirip
nefsin eğitilmesini hedefleyen hükümlerdir. Ahlâk ve tasavvuf ilimlerinin
ana konusunu teşkil ederler.

Amelî hükümler, itikadî hükümlere nisbetle ikinci derecede oldukları için
bunlara ahkâm-ı fer‘iyye de denilir. Bu hükümler mükellefin dış dünyaya
yansıyan davranışlarına bağlanacak sonuçları ve bunlarla ilgili kuralları
konu edinir. Bunlar da ibadetler ve muâmelât şeklinde iki kısma ayrılır. İbadetler
insan ruhunu ve iradesini terbiye eden, düşünme yeteneğini geliştiren,
fikrî olgunluğunu artıran, dünyevî menfaati bulunsun veya bulunmasın
sırf Allah'ın rızâsını kazanmak için yapılan fiil ve davranışlardır. İbadetlerle
ilgili temel kurallar ve şartlar Allah ve Resulü tarafından tek tek açıklanmıştır.
İbadetler Allah hakkı olarak yapılır, zamanın ve şartların değişmesiyle
değişmez, artmaz eksilmez. Bu sebeple de ibadetlerle ilgili dinî hükümlere
"taabbüdî hükümler" denilir. Bunlar iman esaslarından sonra dinin ikinci
derecede önemli unsurunu teşkil eder. Muâmelât ahkâmı ise ferdin diğer
fertlerle ve toplumla ilişkilerini düzenler, bunları belli kurallara ve sonuçlara
bağlar. Bu hükümler temelde adalet ilkesine dayanmakta olup Kur'an ve
Sünnet'te muâmelât ahkâmının sadece temel ilkeleri ve amaçları açıklanmış,
bununla birlikte bazı konularda ayrıntılı hükümler de sevkedilmiştir. Diğer
bir ifadeyle Kur'an ve Sünnet'teki muâmelât ahkâmı sınırlı sayıdadır ve çoğu
ilke ve amaç tesbiti mahiyetindedir. İslâm literatür ve geleneğinde oluşan
zengin muâmelât ahkâmı, genelde İslâm hukukçularının âyet ve hadisler
etrafında geliştirdiği hukuk kültürünü yansıtır. Bu sebeple de muâmelet ahkâmı,
Kur'an ve Sünnet’e aykırı olmamak kaydıyla zaman, yer ve örfe göre
değişiklik gösterebilirler.

Dinî hükümler bu şekilde üç gruba ayrılsa bile, Kur'an ve Sünnet'te yer
alan bir hükmün hangi grupta yer aldığına bakılmaksızın doğruluğuna ve
geçerliliğine inanmak aynı zamanda itikadî bir vecîbedir. Meselâ namaz
kılma, zekât verme, şarap içmeme, hırsızlık yapmama amelî bir hüküm ise
de bu emir ve yasaklara uymanın doğru ve gerekli olduğuna, inanmak
itikadî bir gerekliliktir. Bu sebeple namaz kılmama veya içki içme dinî-amelî
bir hükmün ihlâli, namazın, orucun farziyetini, faizin, zinanın haramlığını
inkâr ise itikadî bir hükmün ihlâli anlamını taşır. Çünkü İslâm inancına göre
Allah ve Resulü neyi emretmiş ve neyi yasaklamışsa müslümanın önce
bunların doğru ve gerekli olduğuna inanması sonra da gücü yettiği ölçüde
bunları yerine getirmesi gerekir.

Fıkıh usulünde hüküm önce vaz‘î hüküm-teklifî hüküm şeklinde iki
gruba ayrılır. Her bir grupta yer alan temel kavramlar ve hükümler aynı
zamanda mükellefin davranışlarının dinî ve hukukî sonucunu da yakından
ilgilendirir.

a) Vaz‘î Hüküm

İki durum arasında şâriin kurduğu bağı ifade eden vaz‘î hüküm, kendi
içinde sebep, şart ve mâni‘ şeklinde üçe ayrılır. Bu grupta yer alan sebep,
rükün, şart, mâni, sıhhat, fesad, butlân gibi ayırım ve kavramlar özellikle
ibadetler ve ahvâl-i şahsiyye alanında önemli sonuçlara sahip olduğundan
öncelikle bu temel kavramların bilinmesine ihtiyaç vardır.

Sebep. Şâriin varlığını hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğu
için alâmet kıldığı durumdur. Meselâ vakit namazın, ramazan ayının girmesi
orucun, malın nisab miktarına ulaşması zekâtın sebebidir. İbadetler genelde
mükellefin iradesi dışında gerçekleşen sebeplere, muâmelât ise iradesi ile
gerçekleşen sebeplere bağlanmıştır. Satım akdi mülkiyetin intikali, hırsızlık
ve adam öldürme öngörülmüş cezaların infazı için sebep olduğu gibi. Sebep
doğmazsa hüküm de gerçekleşmez.

Rükün. Fıkıh ilminde bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve
onun yapısından bir parça teşkil eden bir unsuru ifade eder. Bu daha çok
Hanefîler'in tanımına göre yapılmış bir açıklamadır. Diğer fakihlere göre, bir
şeyin temelde varlığı kendisine bağlı husus -o şeyin yapısından bir parça
teşkil etmese de- rükün olarak anılır. İbadetlerde rükünler ve bunların ya-
nında sıhhat şartları o ibadetin farzlarını oluşturur. Bunlardan birinin eksik
olması o ibadeti geçersiz (bâtıl, fâsid) kılar. Namazda Kur'an okumanın (kıraat),
rükû veya secdenin terkedilmesi böyledir.

Şart. Bir hukukî sonucun varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak kendisinin
varlığı onun varlığını zaruri kılmayan ve onun yapısından bir parça
teşkil etmeyen fiil veya vasıftır. Meselâ namaz için abdest, nikâh akdinde
şahit şarttır. Bunlar olmadan namaz ve nikâh olmaz. Ancak bunlar namazın
ve nikâhın birer parçası olmadığı gibi abdest ve şahit namazı ve nikâhı zorunlu
kılmaz. Şâri‘ bir şartı bir hükmün muteber olması için gerekli görmüşse
buna şer‘î şart denir. Bu şartlar bulunmadan ibadetler ve hukukî işlemler
gerçekleşmez. Küçüğe malının verilebilmesi için rüşd çağına gelmesi,
zekâtta nisab miktarına mâlik olduktan sonra üzerinden bir yılın geçmesi
şartları böyledir. İnsanların kendi hukukî işlemleriyle ilgili olarak ileri sürdükleri
şartlara da ca‘lî şartlar denir. Takyîdî ve ta‘likî şartlar böyledir. Özellikle
akidlerde hangi tür şartın ileri sürülebileceği ve bu şartların akde etkisi
İslâm hukukçuları arasında geniş tartışmalara yol açmıştır.

Mâni‘. "Varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi
sonucunu doğuran durum" şeklinde tanımlanır. Din ayrılığı ve mirasçısını
öldürme mirasçı olmaya, hayız ve nifas halleri namazın farz olmasına,
yakın kan hısımlığı nikâh akdine mâni‘ sayılmıştır. Nisab miktarı mala
sahip olduğu halde aynı miktarda borcun bulunmasının zekâtın vâcip olmasına
mâni‘ teşkil etmesi de bir diğer örnektir.

Gerek ibadet gerekse muâmelât türünden olsun mükelleften sâdır olan
şer‘î-hukukî nitelikteki fiiller, yukarıda sözü edilen rükün ve şartları taşıyıp
taşımamasına göre sahih-bâtıl veya sahih-fâsid ve bâtıl şeklinde bir ayırıma
ve nitelendirmeye tâbi tutulur. Bir ibadetin veya hukukî işlemin, öngörülen
rükün ve şartları ihtiva etmesi halinde sahih olacağında görüş ayrılığı yoktur.
Bu bağlamda sıhhat, bir fiilin gerekli rükün ve şartları taşıması, butlân
rüknünün veya kurucu unsurlarından birinin eksik olması, fâsid de rüknü
ve unsurları tamam olduğu halde şartlarının eksik olması anlamlarını taşır.
Bir hukukî işlemin bâtıl olması, onun kurulmamış ve yok hükmünde olması
ve bu işleme hiçbir hukukî sonucun bağlanmaması demektir. Bir hukukî
işlemin fâsid olması ise, esasen onun var olup sadece bazı
şartlarının eksik
bulunması ve çoğu kez bu eksikliğinin sonradan giderilebilmesi ve işlemin
ancak böyle bir ikmalden sonra sahih hale gelebilmesi demektir. Bu sebeple
fâsid bir fiile bazı hukukî sonuçlar bağlanabilir. Muâmelâtta bâtıl-fâsid, yani
butlân-fesad ayırımı özellikle Hanefîler'in ön plana çıkardığı bir yaklaşımdır.

İbadetlere gelince, fakihler butlân ile fesadın ibadetlerde aynı anlama ve
sonuca sahip olduğunda görüş birliğindedir. Bu sebeple de ibadetten eksiklik
ister rükünde isterse şartların birinde olsun sonuç aynıdır. Meselâ secdesiz
namazda rükün, abdestsiz kılınan bir namazda şart eksiktir. Bu tür fiillere
hiçbir dinî ve hukukî olumlu sonuç terettüp etmez. Netice itibariyle rükün ve
şartlarından biri eksik olan ibadet fâsid veya bâtıl olacağı gibi, şer‘an geçerli
halde başlanmış bir ibadet, mahiyetleriyle bağdaşmayan bir davranış sebebiyle
de fâsid ve bâtıl hale gelebilir. Meselâ namazda konuşulması, oruçlunun bilerek
yemesi ve içmesi böyledir. İbadetler konusunda fâsid ve bâtıl aynı anlamı
ifade ettiği gibi yine aynı anlamda olmak üzere sahih değil, câiz değil, muteber
olmaz, geçersiz gibi tabirler de kullanılabilir. Bozulup geçersiz hale gelen ibadetin
iadesi veya kazâsı gerekir. Bazan da ceza olarak ayrıca kefâret gerekli
olur.

Fesadın sözlükte "bozulma", ifsadın "bozma", fâsidin de "bozuk" olan şey"
anlamına geldiğini biliyoruz. Bundan hareketle, bir ibadeti bozan veya bir hukukî
işlemi sakatlayan fiil ve eksikliğe müfsid denir. Diğer bir ifadeyle, ibadetler
alanında müfsid, usul ve âdâbına uygun şekilde başlanmış bir ibadeti bozup
geçersiz hale getiren davranış ve eksiklik demektir.

Esasen müfsid, şer‘î-teklifî hükmün çeşitli ayırımlarında yer almamakla
birlikte mükellefin fiilleri grubuna alınıp kişinin bilmesi gereken temel ilmihal
bilgileri arasında sayılması, bir bakıma şer‘î hükmün vaz‘î hüküm grubunda
yer alan ve yukarıda özetle temas edilen sebep, rükün, şart, mâni,
sıhhat, fesad ve butlân gibi ayırım ve kavramların ibadetler ve ahvâl-i
şahsiyye alanındaki önemli sonuçlarını göstermeyi ve mükellefi bu konuda
bilgilendirmeyi amaçlar. Bu itibarla ilmihal literatüründe mükellefin fiilleri
arasında yer alan müfsid, yukarıda özetle temas edilen bu temel kavramların
bilinmesiyle netleşir.

b) Teklifî Hükümler (Mükellefin Fiilleri)

Teklifî hüküm ise, şâriin mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını
istemesi veya onu yapıp yapmama arasında serbest bırakması demektir.
Şâriin talebi kesin ve bağlayıcı tarzda olabileceği gibi daha yumuşak bir
üslûpta da olabilir. Öte yandan bu emir ve yasağı bildiren delilin, sübût ve
delâlet (yani kaynağına aidiyeti ve belli bir anlamı ifade etmesi) yönünden bazı
ayırımlara tâbi tutulması da kaçınılmazdır. Bu yaklaşım ve ayırımın sonucu
olarak teklifî hüküm icab, nedb, tahrîm, kerâhet ve ibâha şeklinde beş kategoride
ele alınır. Öte yandan şâriin talebinin genel veya belirli durumlara has
olması yönüyle teklifî hükümler azîmet-ruhsat şeklinde ikili ayırıma, gerekli
rükün ve şartları ihtiva etmesi ve hukukî sonuç doğurması yönüyle de sahih-
fâsid ve bâtıl şeklinde üçlü ayırıma tâbi tutulabilir. Hanefîler'in dışında
kalan fakihler bu hükümleri vaz‘î hüküm grubunda sayar ve kısmen farklı
bir ayırıma tâbi tutarlar. Bu sayılan teklifî hükümlerin tamamı netice itibariyle
dinî mükellefiyetin birer yönünü ifade ettiğinden dinî terminolojide ef‘âl-i
mükellefîn (mükelleflerin fiilleri) adıyla anılırlar.
Fıkıh usulü âlimlerinin çoğunluğu şer‘î hükmü Allah'ın mükelleflerin fiillerine
ilişkin hitabı, Hanefîler ise bu hitabın neticesi olarak tanımlar. Buna göre
çoğunluk (cumhur) Allah'ın haram kılma (tahrîm) veya vâcip kılma (icab)
işlemine şer‘î hüküm derken Hanefîler mükelleflerin fiillerinin sıfatlarına yani
farz, vâcip, mekruh gibi nitelendirmelere şer‘î hüküm derler. Fıkıh literatüründe
teklifî hüküm ile mükellefin fiilleri (ef‘âl-i mükellefîn) tabirlerinin aynı
anlamda kullanılması bu gelişmenin sonucudur. Yine usulcülerin çoğunluğu
teklifî hükmü şâriin hitabına nisbet ederek icab, nedb, ibâha, kerâhe ve tahrîm
şeklinde beş kısma ayırırken Hanefîler bunu farz, vâcip, mendup, mubah,
tenzîhen mekruh, tahrîmen mekruh, haram şeklinde yedi kısma ayırarak inceler.
Bu kavramlar aynı zamanda ef‘âl-i mükellefînin de bölümlerini oluşturur.
Vâcibin ve mekruhun ikiye ayrılması Hanefîler'e ait bir özelliktir.

Öte yandan, arada yakın ilişki bulunmakla birlikte vaz‘î hükmün rükün,
sebep, şart, mâni veya sıhhat, fesad, butlân, nefâz, lüzum gibi alt bölüm ve
ayırımları ilk bakışta ef‘âl-i mükellefînin kapsamı dışında görünmektedir.
Ancak bu durum fıkıh kitaplarında yukarıda belirtilen ayırımlara sünnetmüstehap
gibi yeni ayırımlar, müfsid gibi yeni bölümler ilâve edilerek veya
farz, vâcip, haram gibi kavramların kapsamı genişletilerek telâfi edilmeye
çalışılmıştır. Neticede ef‘âl-i mükellefîn azîmet ve ruhsat kavramlarının da
ilâvesiyle mükellefin muhatap olduğu, yani bilmekle, buna uygun davranmakla
yükümlü tutulduğu bütün amelî hükümleri ifade eden geniş bir kapsam
kazanmıştır. Bu sebeple de ef‘âl-i mükellefîn konusunda bilgilenme,
fıkhın ibadet ve ahvâl-i şahsiyye alanındaki hükümlerinin doğru anlaşılabilmesi
ve uygulanabilmesi için âdeta ön şart mesabesinde bir gereklilik
haline gelmiştir. Fıkıh literatüründe teklifî hükümler esasen vâcip, mendup,
mubah, mekruh ve haram şeklinde beş hüküm (ahkâm-ı hamse) olarak ele
alınmakla birlikte, okuyucuya kolaylık sağlaması düşüncesiyle biz burada
bu beş hüküm çerçevesinde kalan diğer bazı temel kavramları ve alt ayırım
va adlandırmaları da bu başlıklar altında incelemeyi uygun bulduk.

aa) Beş Temel Teklifî Hüküm

1. VÂCİP
Dinî literatürde vâcip, Hanefîler hariç fakihlerin çoğunluğuna göre, kesin
bir delille ve kesin bir surette yapılması istenen dinî yükümlülüğü ifade
ederse de Hanefîler bunu farz ve vâcip şeklinde iki kademede ele almayı
uygun görürler.

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol