""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Helal Haram Mekruh

Haramlar ve Helâller

I. İLKE ve AMAÇLAR
Aklî ve hissî birçok üstün yetenekle donatılıp saygıdeğer bir varlık olarak
yaratılan ve yeryüzünün bütün nimetleri emrine tahsis edilen insanın,
yaratanını tanıması ve ona ibadet etmesi yaratılışının özünü ve amacını
teşkil ettiği gibi hayatını ve insan ilişkilerini O’nun istekleri doğrultusunda
düzenlemesi de dünya ve âhiret mutluluğunun anahtarını oluşturur. İnsanın
yaratılanların en şereflisi olduğu, aklını kullanarak ve olupbitenden ders
alarak iyi, doğru ve güzeli bulup yaşatabileceği kural olarak doğru ve mümkün
olsa bile yine insanın birçok zaafının bulunduğu, sonu gelmez emel ve
ihtirasların esiri olarak çevresini cehenneme çevirebileceği de bir diğer gerçektir.
Aklın bedene, düşüncenin duyguya hâkim olup insanın dünyada
meleklerin de gıpta edeceği bir hayat sürmesi, dirlik ve düzenlik kurması
ancak yaratanın ona yol göstermesi, yardımcı olması ve insan bilgisinin dar
sınırlarını madde ötesine doğru genişleterek sonsuzluğa açması durumunda
mümkün hale gelir. Bunun için de Allah yeryüzüne halife kıldığı insanı başı
boş bırakmamış, peygamberleri aracılığıyla mesajlar göndererek insanın
özünde sahip olduğu fıtrat ve aklıselimi desteklenmiş, ona yol göstermiştir.
İslâm’ın ilâhî inâyet ve hidayet; yani “yardım” ve “yol gösterme” olmasının
anlamı budur. Böyle olunca, İslâm dininin iman ve ibadet hayatıyla ilgili
bilgilendirmesi ve emirleri gibi aile hayatı, insan ilişkileri ve toplumsal alanla
ilgili her türlü bilgilendirme ve yönlendirmesi de bu rahmet ve inâyetin bir
parçasıdır. Netice itibariyle İslâm, ferde dünya ve âhiret mutluluğunu kazandırmayı
hedefler. Çünkü iman ve ibadet bireyin derunî mutluluğu, hayatı
anlamlı hale getirebilmesinin vazgeçilmez yolu olduğu gibi dinin sosyal hayata
ve insanın yapıp ettiklerine ilişkin çoğu genel çerçevede kalan tâlimatları
da sağlıklı bir toplum hayatı ve kamu düzeni oluşmasının âdeta ön şartıdır.
İnsanların birbirlerinin hak ve hukukunu ihlâl etmeden dirlik ve düzen
içinde yaşayabilmesi için kurallara ve aynı zamanda bu kuralların iyi bir
biçimde işletilmesine ve bireyler tarafından özümlenmesine de ihtiyaç vardır.


İslâm dini hayatı bütün yönleriyle bir bütün halinde ele alıp her alanda
bireye yardımcı olmayı, ona kılavuzluk etmeyi ve mutluluk kazandırmayı
hedeflediğinden, kişilerin inanç dünyası ve ibadet hayatı kadar yeme içme,
giyinme ve süslenme, eğlence, aile içi ilişkiler ve cinsî hayat, sosyal hayat
ve beşerî ilişkiler gibi hayatın değişik alanları da dinin bilgilendirme ve yönlendirmesine
konu olmuştur. Ancak bu bilgilendirme ve yönlendirme insanın
aklıselimine ve fıtratına aykırı bir yük, insanın onurunu kırıcı bir müdahale
değil, aksine onu destekleyen, ona metafizik bir güç ve anlam kazandıran
bir katkı olarak görülmelidir. Dış etkilere, sapma ve saptırma tehlikesine
devamlı mâruz olan ferdin de toplumun da bu tür katkılara ihtiyacı
vardır. Öte yandan beşerî davranışlar ve ilişkiler alanında dinin sadece temel
kuralları hatırlatmakla veya zorunlu gördüğü yasak ve kayıtları belirlemekle
yetindiği, bunun dışında Allah’ın –hidayet ve inâyeti ile nefsini terbiye etmiş
ferde- geniş bir hareket alanı bıraktığı da burada hatırlanmalıdır. Nitekim
İslâm bilginleri mubahlık ve serbestliğin, yani herhangi bir sorumluluğun ve
yasağın olmayışının kural olduğunu, ancak dinî bir belirleme varsa o zaman
görev ve yasaktan söz edilebileceğini ifade etmişlerdir.

On dört asırlık tarihî süreç içinde müslüman toplumlarda, Kur’an ve
Sünnet’te yer alan kayıtlar, emir ve tavsiyeler etrafında zengin bir bilgi ve
yorum birikimi ve yaşayış geleneği oluşmuştur. Bu birikim ve geleneği, dinin
kendisi olarak algılamak doğru olmamakla birlikte dinin emir ve yasaklarının
muhtemel yorum çerçevesini ve alternatif çözüm tarzlarını göstermesi
itibariyle göz ardı etmek de mümkün değildir. Bunun için İslâm bilginlerinin
görüşleri ve dinin müslüman toplumlardaki yaşanış biçimi çok önemlidir.


Bu bölümde, İslâm dininin günlük hayat, bireysel davranış ve sosyal ilişkiler
alanında getirdiği yasak ve kayıtlar, bunların amaç ve hikmetleri,
anlam ve uygulama çerçevesi ve bunlar etrafında oluşan bilgi birikimi ve
gelenek ele alınacaktır. Haram ve helâl kavramları hakkında I. ciltte yeterli
bilgi verilmişti. Nasıl ki iman ve ibadetler ferdin yaratanına karşı bağlılık ve
kulluğunu simgeleyen bir anlama sahipse, dinin birtakım gayelerle koyduğu
yasaklara ve sınırlara uymak da yine dindarlığın, Allah’a karşı gösterilmesi
gereken bağlılık ve kulluğun bir gereğidir. Bu sebeple de hadislerde ve fıkıh
kültüründe haramlardan kaçınma ile farzları yerine getirme aynı düzlemde
ele alınmış, hatta çoğu yerde birincisi daha önemli addedilmiştir.

Öte yandan, şâriin bir hususu açıkça yasaklaması ile fakihlerin o yasağa
yorum getirmeleri ve benzeri davranışları da aynı çerçevede mütalaa etmeleri
arasında fark vardır. Fıkıh literatüründe haramdan ayrı olarak tahrîmen mekruh,
tenzîhen mekruh, câiz değil, doğru değil gibi tabirlerin ortaya çıkması ve
sıkça kullanılması bu farklılığı vurgulamayı amaçlar. Bir davranışın dinî yasak
kapsamında görülmesi âyet ve hadisin yorumuyla ilgili olabileceği gibi, fakihlerin
dönemlerindeki şartlarla, söz konusu fiilin ortam ve sonuçlarıyla da bağlantılı
olabilir. Fıkıh müslüman toplumların yaşayış biçimi, bilgi birikimi ve hukuk
kültürü olduğundan, bireysel ve toplumsal hayatın geneli fıkhın kapsamına
alınıp dinî bilgi ve motivasyon toplumun inşa ve ıslahında aktif bir unsur
olarak önemli bir görev üstlenmiştir. Eti yenen ve yenmeyen hayvanlardan
sanat ve eğlenceye, bid‘at ve bâtıl âdetlerden şahıs ve mal aleyhine işlenen
suçlara, avlanmadan cinsî hayata kadar bu bölümde ele alınacak olan çeşitli
konularda İslâm âlimlerinin sergilediği tavır da böyle bir bakış açısına sahiptir.

II. YİYECEKLER
Beslenme, dolayısıyla gıda maddeleri insanın vazgeçilmez tabii ve temel
ihtiyaçlarından biri olup birçok bilim dalını uzaktan veya yakından ilgilendirdiği
gibi dinlerin, bu arada İslâm dininin de belli açılardan ilgi alanı olmuştur.
Bunun sebebi, beslenmenin gerek kaynak gerekse sonuçları itibariyle insanın
beden ve ruh sağlığını, üçüncü şahısların haklarını, hatta bazı yönlerden
sosyal düzeni yakından ilgilendirmesidir. Tabii ki akılla kavranabilen gerekçelerinin
ve hikmetlerinin ötesinde, bütün ilâhî buyruk ve yasakların Allah’ın
iradesine samimiyetle teslim olanları diğerlerinden ayırt eden bir sınav oluşturma
hikmet ve amacında birleştiği de göz ardı edilmemelidir.

Yahudilik’te beslenme ve yiyeceler konusunda getirilen birtakım kısıtlamaların
Hıristiyanlık’ta ve İslâmiyet’te kısmen kaldırıldığı söylenebilirse de,
bu üç ilâhî dinde de belli tür gıda maddelerinin yenmesi veya içilmesi yasaklanmış,
İslâm dininde yasaklar en aza indirilmiş, bu konuda temel ilke ve
amaçların belirlenmesiyle yetinildiği de olmuştur.

Kur’an’da, yeryüzünde ne varsa hepsinin insanın yararına yaratıldığı ve
insanın emrine verildiği belirtilmiş
(el-Bakara 2/29; el-Câsiye 45/13), diğer
alanlarda olduğu gibi yiyecekler konusunda da ancak zorunlu ve istisnaî
hallerde yasaklama getirildiği ifade edilmiştir. Bu, İslâm’ın rahmet ve kolaylık
dini olmasının tabii sonucudur. Nitekim Kur’an’da, “De ki; bana vahyolunanda
ölmüş hayvan (meyte), akıtılmış kan, domuz eti -ki pisliğin kendisidir-
ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvandan başka,
yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulamıyorum” (el-En‘âm 6/145)
buyurularak haram kılınan yiyecek maddelerinin dört kalem olduğu belirtilmiş,
bu sınırlama başka âyetlerde de teyit edilmiştir (bk. el-Bakara 2/173).
Bir başka âyette (el-Mâide 5/3) yenmesi haram kılınan on ayrı maddeden
söz edilmekle birlikte bunlar yukarıda zikredilen dört grubun örneklendirilmesi
mahiyetindedir. Yine Kur’an’da iyi ve temiz şeylerin (tayyibât) yenmesinin
helâl, pis ve kötü (habâis) şeylerin yenmesinin ise haram olduğu ilkesi
tekrar edilmiş
(el-Bakara 2/172; el-Mâide 5/4; el-A‘râf 7/157), Hz. Peygamber
de bu konuya açıklama getirmiş ve bazı belirleyici ölçüler koymuştur.
Kur’an ve Sünnet’teki bu ve benzeri esas ve açıklamalardan hareketle İslâm
hukukçularının çoğunluğu, yiyecekler konusunda da temel ve asıl hükmün
helâl ve mubahlık olduğunu, haramlığın ancak o konuda özel bir delilin
bulunmasıyla sabit olacağını ifade etmişler, sonraki dönemlerde oluşan İslâm
hukuk doktrinini de bu çerçevede geliştirmişlerdir.

Hangi tür ve grup yiyecek maddelerinin haram veya mekruh olduğu, bu
konuda haram kılıcı ölçü ve sebebin neler olabileceği gibi konular klasik
fıkıh literatüründe “et‘ime” (yiyecekler) başlığı altında doğrudan; “hayvanların
boğazlanması” (zebâih), “avlanma” (sayd), “kurban” (udhiyye) gibi başlıklar
altında ise dolaylı olarak ele alınır. Konuyla ilgili kaynaklarda yer alan
tercih ve görüşlerde, Kur’an ve Sünnet’te zikredilen ilke ve amaçların yanı
sıra, fakihlerin kendi bilgi ve tecrübe birikimlerinin, bölgesel örf ve telakkilerin
de etkisi olmuştur.

İslâm dininde bazı yiyeceklerin haram kılınmış olması, çeşitli hikmet ve
amaçlarla açıklanabilir. Ancak bu açıklamaların, yasağın hakiki sebebi ve
yeterli açıklaması olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Gerçek nedeni bilen
sadece Allah olup, kulların Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etme yükümlülüğü
bulunmakla birlikte, İslâm’ın her bir emir ve yasağının mâkul bir
anlam ve sebebinin de bulunduğundan hareketle bunların neler olabileceği
üzerinde düşünüp araştırma yapmaları yasaklanmamış, aksine teşvik edilmiştir.


Yiyecekler konusundaki yasakların en başta gelen amacı, insanın beden
ve ruh sağlığının korunmasıdır. İnsanın beden ve ruh sağlığına zararlı olduğu
sabit olan maddelerin yenilip içilmesi dinen de haram görülür. Bu konuda
fıkıh ilmiyle müsbet ilimlerin karşılıklı bilgi alışverişi içinde olması,
tecrübeyle ve bilimsel metotlarla elde edilen sonuçların dinî hükümlerde de
dikkate alınması gerekir. Sarhoş edici özelliği bulunan maddelerin yenilip
içilmesi de yine İslâm’ın yasakları arasında yer alır. Ayrıca selim tabiatlı
insanların öteden beri pis ve iğrenç bulduğu, necis olarak gördüğü şeylerin
İslâm’da haram kılındığı açıktır. İslâm’ın bütün bu yasakları, öteden beri
insanların bu konudaki ortak tutum ve telakkileriyle de uyum içindedir. Bu
konuda İslâm fıkhının belki de en dikkat çekici ve ayırıcı özelliği, avlanma,
hayvanların kesimi, eti yenen ve yenmeyen kara ve su hayvanları gibi konularda
getirilen ölçü ve gruplandırmalardır.

Gıda maddelerinin isim, tür veya grup olarak yasaklanmasına ilâve olarak,
bazan da bir yiyecek aslen değil de hâricî bir sebeple haram kılınmıştır.
İslâm dini ferdi korumayı ve yüceltmeyi amaç edindiği gibi beşerî ilişkileri
düzene koymayı, âhenkli ve düzenli bir toplumsal hayat kurmayı da amaç
edindiğinden, bir şeyin yenmesinin câiz sayılması için onun bizzat helâl
olması
şartının yanı sıra, şer‘î yasakların ve üçüncü şahıs haklarının ihlâl
edilmemiş olması
şartını da aramıştır. Faiz, hırsızlık, hile, gasp, kumar gibi
haram yollarla elde edilen malın yenmesinin de haram görülmesi, vakıf,
yetim, hazine malının veya özel mülkiyete konu olan bir malın izinsiz tüketilmesinin
ağır bir vebal ve sorumluluk doğuracağının bildirilmesi bu anlayışın
sonucudur. Hatta İslâm bilginleri kişinin haram yoldan elde ettiği gıda ile
beslenmesinin onun kişiliğini, huy ve tabiatını olumsuz yönde etkileyeceğini,
yapacağı ibadetlerin kabul edilme şansını bile azaltacağını ifade etmişler,
helâl rızık ve helâl gıda ile beslenmenin değişik açılardan önemini vurgulamışlardır.


İslâm’ın beslenme ve yiyecekler konusundaki sınırlama ve önerilerini
bunlardan ibaret saymak yanlış olur. İslâm dini, dünya ile âhiret, ruh ile
beden, hak ile sorumluluk arasında denge getirdiği gibi yiyecekler konusunda
da dengeli beslenme ve tüketimi emretmiş, ihtiyaç fazlası tüketimi
“israf” ve ihtiyaç olmayan yönde tüketimi de “tebzîr” olarak adlandırıp ha-
ram kılmış, hem beden ve ruh sağlığını hem toplumsal dengeyi gözetici bir
dizi tavsiyede bulunmuştur. Günümüzde gelişmiş Batı ülkelerinde aşırı beslenmenin
ve israfın ciddi düzeyde sağlık ve ekonomi problemi haline geldiği
görülünce, İslâm dininin bu alandaki ilke ve önerilerinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır.


Bu başlık altında önce eti yenen ve yenmeyen hayvanlarla ilgili genel ve
özel hükümler, hayvanların kesiminde ve avlanmada aranan dinî şartlar
üzerinde durulacak, daha sonra da içki türleri, sigara ve uyuşturucu maddelerle
ilgili dinî hükümler ve fıkhî yorumlar ele alınacaktır.

A) Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar

Kur’ân-ı Kerîm’de, yeryüzünde ne varsa hepsinin insan için yaratıldığı
(el-Bakara 2/29), göklerde ve yerde bulunan her varlık ve imkânın Allah’tan
bir lutuf olmak üzere insanın emrine verildiği (el-Câsiye 45/13), iyi ve temiz
şeylerin helâl, pis şeylerin haram kılındığı
(el-Mâide 5/5; el-A‘râf 7/157) bildirilir.
Cenâb-ı Allah’ın rahmân sıfatının sonucu olarak dünya hayatında
O’nun bu lutfuna mazhar olan bütün insanlık bunlardan kendi amaçları
doğrultusunda ve yapılarına uygun olarak yararlanmaktadır. Hayvanlar da
bu imkânlar demetinin önemli bir parçasını oluşturur. Nitekim insanlar, tarih
boyunca hayvanları binek veya yük taşıma aracı olarak kullanmak, gücünden,
etinden, sütünden, derisinden, tüylerinden yararlanmak suretiyle hayatlarını
büyük ölçüde kolaylaştırmışlardır. İnsanoğlu bu çeşit faydaları elde
etmeye yönelirken, hayvanların neslinin devamını sağlamada olumlu bir rol
da üstlenmiş olmaktadır.

a) Tarihçe

Hayvanlardan yararlanma konusunun önemini hiç yitirmeyen hatta her
geçen gün daha da önem kazanan yönü hayvanî gıdalar ve özellikle hay-
van etleridir. Tabiatta bütün imkânların insanlığın emrine verilmiş olduğu
gerçeğinden hareketle, her türlü hayvanî gıdanın ve özellikle etin yenebileceği
düşünülebilirse de, dinler hatta bazı felsefî akımlar bile birtakım kayıtlayıcı
hükümler koyduğundan bu konuda hemen her inanç çevresinin ken-
dine has kuralları bulunagelmiştir.

Bunlardan bazıları oldukça aşırılığa kaçarken bazıları da yasakların sınırını
çok daha dar tutmuştur. Meselâ, Brahmanlar ve bazı filozoflar hayvan
kesmeyi ve hayvan eti yemeyi kendilerine haram kılarak en uç noktada yer
almışlardır. Bunların kendileri için bu yasağı koymalarının sebebi, hayvanların
kesimini bir canlıya karşı katı kalplilik olarak kabul etmeleridir.


Üç büyük semavî dinden biri olan Yahudilik’te bu konuda getirilen yasakların
gerekçesi farklıdır. Kur’an’da taşkınlıkları ve zulümleri sebebiyle İsrâiloğulları’na
bazı hayvanların tamamen, bazı hayvanların da belirli kısımlarının
haram kılındığı bildirilir. Konuyla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:
“Yahudilere tırnaklı bütün hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında
taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve
koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Bu, zulümleri yüzünden onlara
verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğru söyleyeniz” (el-En‘âm 6/146).

Yahudiliği tamamlamak üzere gelen Hıristiyanlık’ta da durumun böyle olması
gerekirken hıristiyanlar, Tevrat’ta kendilerine haram kılınanları helâl
saymışlar ve Pavlus’un “ağızdan giren şeylerin değil, ağızdan ve kalpten çıkan
şeylerin insanı kirleteceği, çarşıda satılan her şeyin yenebileceği” (Matta,
15/11, 18; Korintoslular’a Birinci Mektup, 10/25) şeklindeki sözlerini esas alıp
yeme ve içme sınırını çok geniş tutmuşlardır. Buna bağlı olarak da, Tevrat’ta
haram kılınmış olmasına rağmen domuz eti yemeyi helâl saymışlardır.

Câhiliye Arapları bâtıl inançlara dayalı olarak bazı özelliklerdeki hayvanlara
belirli isimler vermişler, bunları putlara kurban etmek veya putlar
adına serbest bırakmak suretiyle bir kısım hayvanları kendilerine haram
kılmışlardır. Meselâ onlar, beş batın doğuran ve beşinci yavrusu erkek olan
devenin kulağını yarıp serbest bırakırlar, artık o hayvandan yararlanmayı
ve o hayvanın -kime ait olursa olsun- su içmesine ya da otlaklarda beslenmesine
müdahale edilmesini yasak sayarlardı; böyle hayvanlara bahîra denirdi.
Bir yolculuktan salimen dönmeye yahut bir hastalıktan kurtulmaya
bağlı olarak putlara adanan dişi deve de sâibe adını alır ve serbest bırakılırdı.
Koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa putların olurdu;
fakat hem dişi hem erkek doğurduğunda artık erkeği kurban etmezler, bu
koyuna vasîle derlerdi. Bir erkek devenin dölünden on batın doğarsa bu
deve koruma altına alınır ve ona binilmez, yük taşıtılmazdı; bu hayvana
hâm denirdi. Kur’ân-ı Kerîm’de bu bâtıl inanç ve âdetler temelden reddedilmiş,
bazı hayvanların “bahîra”, “sâibe”, “vasîle” ve “hâm” gibi isimlendirmelerle
özel hükümlere tâbi tutulup haram sayılması Allah’a yapılan bir
iftira olarak nitelendirilmiştir (el-Mâide 5/103). Müşriklerin bu saçma düşünce
ve uygulamalarına başka âyetlerde de yerme ifadeleri ile işaret edilmiştir
(meselâ bk. el-En‘âm 6/136, 138-140, 143-144).

b) İlke ve Amaçlar

İslâm dininde ise, yeryüzündeki her türlü imkân ve nimetin Allah’ın insanoğluna
lutuf ve ihsanı olduğu, şükrünü eda etmeleri kaydıyla bunlardan
yararlanabilecekleri bildirilmiş, aynı anlayışın bir devamı olarak hayvanlardan
ve özellikle etlerinden yararlanılması özendirilmiş, bu konuda sınırlı
sayıda yasaklama ve kısıtlama getirilerek bunlara uyulması istenmiştir (elEn‘
âm 6/142, 145). İslâm dininin getirdiği kayıtlayıcı hükümler, bu konuda
yeryüzünde gelenek ve inanç çevreleri arasında orta bir yolu temsil ettiği
gibi insan tabiatıyla ve önceki semavî dinlerle de uyum gösterir.

Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde yenmesi helâl ve
haram olan etler ile ilgili bazı açıklamalar yer almıştır. Bu açıklamalar bir
bütün olarak göz önüne alındığında, her şeyden önce etleri yenebilecek
hayvanlarla ilgili bir liste verme yönüne gidilmediği, sadece belli ilke ve
ölçüler getirilmekle yetinildiği görülür.

Kur’an’da, yeryüzündeki bütün imkânların insanlığın emrine verilmiş
olduğu vurgulandığı için, İslâmiyet’te bu konudaki temel kuralın helâllik
olduğu, aksi yönde delil bulunduğu takdirde haramlık hükmünün söz konusu
olabileceği anlayışı İslâm bilginlerinin çoğunluğunca benimsenmiştir.

Gerçekten Kur’ân-ı Kerîm’de, yenmesi helâl olan etlerin ayrı ayrı belirtilmesi
yönüne gidilmemiş, Allah’ın nimetlerini hatırlatmak ve müslümana
yaraşan şeylerin yenmesi gerektiğini vurgulamak üzere “iyi ve temiz şeylerin
helâl kılındığı” (meselâ bk. el-Bakara 2/172; el-Mâide 5/4; el-A‘râf 7/32)
ifadeleri ile yetinilmiş, bu cümleden olmak üzere en çok yenmesi mûtat olan
koyun, deve ve sığır gibi türlere (behîmetü’l-en‘âm) işaret edilmiştir (el-Mâide
5/1).

Kur’an’da yiyecekler konusunda haramlıkla ilgili açıklamaların ortak
noktası ise, “tayyibât” (iyi ve temiz) sayılamayacak “habâis” (pis ve iğrenç)
şeylerin yenmemesi gereğidir. Ayrıca sağlığa zararlı maddelerin alınmaması
İslâm’ın genel ilkelerinin (meselâ bk. el-Bakara 2/195) gereklerindendir. Bu
konudaki somut yasaklar, bazı âyetlerde (el-Mâide 5/3) on madde halinde
sayılmış ise de -aşağıda açıklanacağı üzere- bunların bir kısmı aynı grup
içinde düşünülerek tamamının Bakara sûresinin 173. âyetinde yer alan dört
ana maddede toplanması mümkündür. Bunlar da; kendiliğinden veya dinî
usulde boğazlanmaksızın ölmüş hayvan (meyte), akıtılmış kan, domuz ve
Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlardır.

Hz. Peygamber’in sünneti, Kur’ân-ı Kerîm’deki bu yasaklamaları teyit
eden ifadelerin yanı sıra, “pis ve iğrenç” yiyeceklerin özelliklerine ilişkin
detaylandırıcı açıklamalar da içermektedir. Meselâ Hz. Peygamber “yırtıcı
hayvanlar”ın (zî nâb: ağzının dört yanında uzun ve sivri dişleri olan hayvan
lar) ve “yırtıcı kuşlar”ın (zî mihleb: pençesi ile avını parçalayan kuşlar) etlerinin
yenmeyeceği özellikle belirtilmiştir (Müslim, “Sayd”, 15, 16; Ebû Dâvûd,
“Et’ime”, 32; Tirmizî, “Sayd”, 9, 11). Ayrıca Resûlullah’tan bazı hayvanların
etleri ile ilgili hadisler de rivayet edilmiştir. Bu konuda dikkat edilmesi gerekli
bir husus, Hz. Peygamber’in yiyecekler konusunda bütün uygulamalarının
ve şahsî tercihlerinin daima dinî bir emir veya yasak olarak değerlendirilmemesi
gereğidir. Meselâ şu olay bu noktaya ışık tutmaktadır: Abdullah
b. Abbas ve Hâlid b. Velîd Hz. Peygamber’le birlikte Hz. Meymûne’nin
evinde yemeğe oturmuşlar ve önlerine -Necid taraflarından ev sahibesinin
bir akrabasının getirdiği- kızarmış bir iri keler konmuştu. Resûl-i Ekrem
yemeyince İbn Abbas “Bunu yemek haram mıdır ey Allah’ın resulü?” diye
sordu. Hz. Peygamber: “Hayır, fakat bizim taraflarda olmayan bir yemektir,
hoşuma gitmediği için yemiyorum” buyurdu. Hâlid b. Velîd bu olayla ilgili
olarak, “Sonra ben o yemeği önüme çektim ve yedim; Resûlullah da yediğimi
görüyordu” demiştir (Buhârî, “ez-Zebâih ve’s-sayd”, 33).
Kitap ve Sünnet’in, hayvanların etleri ile ilgili olarak getirmiş olduğu sınırlamalar
incelendiğinde, bunların, mükellefleri bazı nimetlerden mahrum
bırakarak cezalandırma yahut bazı yiyeceklere kutsallık verme amacına yönelik
olmadığı, temel amacın -diğer bütün dinî değerlendirmelerde olduğu gibi-
müslümanları insanlık onur ve haysiyetine yaraşır davranışlara yöneltme,
onların faydasına olan cihetleri gözetme (yarar sağlayıp zararı savma) olduğu
görülür. Gerçekte, bu konudaki yasakların her birinde iyi bir tetkik sonunda
kavranabilecek birçok hikmet bulunduğu söylenebilir. Yine bu konudaki yasakların,
müslümanlara, onları diğer dinlerin mensuplarından ayırt edici özellikler
sağladığı da bir gerçektir. Fakat bütün bunların ötesinde, ilâhî buyruk ve
yasaklar, Allah’ın iradesine canı gönülden boyun eğenleri diğerlerinden ayırt
eden bir sınav oluşturma hikmet ve amacında birleşir.

İslâm bilginleri, belirtilen amaç ve ilkeler ışığında ictihad ederek hangi
hayvanların etinin helâl ve haram olduğunu ya tek tek veya gruplandırarak
belirlemeye çalışmışlardır. Bu belirlemelerde, bazı hadislerin sahih kabul
edilip edilmemesi veya farklı yorumlanmasının yanı sıra, mahallî âdet ve
damak zevkinin, ilkeyi somut olaylara uygulamadaki değerlendirme farklılıklarının,
hatta aynı hayvanın değişik yerlerde çeşitli isimlerle anılmakta
oluşunun etkili olduğu bir gerçektir. Öte yandan, yeryüzündeki bütün hay-
van cinslerinin ismen fıkıh eserlerinde anılmış olmasının beklenemeyeceği
de açıktır. Bu sebeple de fıkıh kültüründe eti yenen ve yenmeyen hayvanlar
konusunda zengin bir bilgi birikimine ve birbirinden oldukça farklı görüş ve
temayüllere rastlanır.


c) Kara Hayvanları


Kara hayvanları özelliklerine göre gruplandırılarak etinin yenmesinin dinî
hükmü açıklanabilir.

a) Etlerinin yenmesinin helâl olduğunda görüş birliği bulunan hayvanlar
dört gruptur:

1. Sığır, manda, koyun, keçi, deve, tavşan, tavuk, kaz, ördek, hindi türünden
evcil hayvanların,
2. Geyik, ceylan, dağ keçisi, yabanî sığır ve zebra gibi vahşi hayvanların,
3. Güvercin, serçe, bıldırcın, sığırcık, balıkçıl gibi kuşların etlerinin helâl
olduğunda fakihler görüş birliğindedir. Bu sayılanların bir kısmının helâlliği
Kur’an’da tasrih edilmiş
(el-Mâide 5/1; el-Hac 22/28, 30), diğerleri de
Kur’an’ın “yiyiniz” dediği iyi ve temiz şeyler kapsamında görülmüştür. Bu
hayvanların yırtıcı olmadığı yani ağızlarının dört yanındaki uzun ve sivri
dişleri ile veya pençeleriyle kapıp avlanmadığı ve kendilerini savunmadıkları
da açıktır.
4. Çekirge de, sünnette yenebileceğine dair özel hüküm bulunması sebebiyle
yenmesi helâl hayvanlar grubunda yer almıştır (Buhârî, “Zebâih”, 13;
Müslim, “Zebâih”, 52).
b) Etlerinin yenmesinin haram olduğunda görüş birliği bulunan hayvanlar
ise üç gruptur:

l. Domuzun haram olduğu Kur’an’ın açık hükmüyle sabittir (el-Bakara
2/173). Kur’an’da tür olarak yasaklanan tek hayvan domuzdur. Domuzun
çeşitli parçalarından yararlanmanın dinî hükmü aşağıda ayrıca ele alınacaktır.
2. Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etlerinin haram olduğu
da yine Kur’an’ın hükmüne dayanır (aş. bk.). Bu İslâm’ın tevhid akîdesine
verdiği önemin ve şirke karşı aldığı kesin tavrın bir sonucudur. Câhiliye
döneminde Araplar putlar adına kurban kesip Kâbe’nin duvarına bırakırlardı.
Hayvanların kesiminde Allah’ın adının anılmasının emredilmiş olması
da bu sebepledir. Törenlerde, açılış ve karşılamalarda kesilen hayvanlar ise,
Allah’ın adı anılarak kesildiği, uğruna kesilen şahıs veya kuruma bir kutsiyet
atfedilmediği sürece bu grupta yer almaz.
3. Meyte tabir edilen, dinî usulde kesilmemiş veya kendiliğinden ölmüş
hayvanın etinin haram olduğu da yine Kur’an’ın açık hükmüne dayanır.
Bakara sûresinin 173. âyetinde, “Allah size meyteyi (dinî usullere göre
boğazlanmadan ölmüş hayvan etini), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası
adına boğazlanmış hayvanı haram kılmıştır”, Mâide sûresinin 3. âyetinde
de, “Meyte, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanmış, boğulmuş,
darbe ile (bir yerine vurularak) öldürülmüş, (yukarıdan) yuvarlanarak ölmüş,
(başka hayvan tarafından) süsülerek ölmüş, -ölmeden yetişip boğazladıklarınız
müstesna- yırtıcı hayvan tarafından yenmiş (yırtıcı hayvan artığı),
dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar... size haram kılındı” buyurularak
bir önceki âyetin hükmüne açıklık getirilmiştir.

Birinci âyette üç türlü hayvan etinin haram olduğu bildirilmektedir: Ölü
hayvan eti, domuz eti ve Allah’tan başkası adına boğazlanmış hayvan eti.
İkinci âyette bunlar tekrarlandığı gibi, ayrıca altı madde sayılmaktadır. Fakat
bunlardan beşi (boğulmuş, darbe ile bir yerine vurulup öldürülmüş, yüksekten
yuvarlanıp ölmüş, başka hayvan tarafından süsülüp ölmüş, yırtıcı hayvan artığı)
esasen ilk âyetteki birinci madde kapsamındadır, yani bunlar da meyte
hükmündedir. Altıncı madde ise (dikili taşlar, putlar üzerine boğazlanmış hay-
van) birinci âyetin son maddesi kapsamındadır, yani Allah’tan başkası adına
kesilenlerdendir. İşte bu âyetlerde sayılan hayvan etlerinin haram olduğu
hususunda bütün İslâm bilginleri fikir birliği içindedir.

c) Yukarıda sayılan grupların dışında kalan hayvanların etlerinin yenmesinin
dinî hükmü fakihler arasında tartışmalıdır. Bazı hayvanlar fakihlerin
ittifaka yakın derecede büyük çoğunluğu tarafından haram veya helâl
sayılırken bazı hayvanlarda görüşlerin dengeli şekilde dağıldığı görülür.

1. Yırtıcı hayvanlar grubundan olan yani alt ve üst çenesindeki dört uzun
ve sivri dişleri ile kapıp avlanan ve kendisini bu yolla savunan -evcil olsun
olmasın- kurt, aslan, kaplan, pars, maymun, sırtlan, köpek, kedi gibi hayvanlar
ile pençesiyle kapıp avlanan şahin, doğan, kartal, akbaba gibi yırtıcı
kuşlar, bu özellikte olmasa bile genelde pislikle beslenen kuzgun, karga gibi
kuşlar, tabiatı itibariyle iğrenç bulunan fare, yılan gibi hayvanlar, akrep,
sinek, örümcek gibi haşerat fakihlerin büyük çoğunluğu tarafından haram
görülmüştür.
Mâlikî bilginlerin bir kısmına göre aslan, kaplan gibi yırtıcı hayvanların
etlerini yemek helâldir, bir kısmına göre haram olmamakla beraber mekruhtur.
Mâlikî mezhebinde meşhur görüşe göre şahin, kartal gibi yırtıcı
kuşların
ve pislikle beslenen kuşların yenmesi de mekruhtur. Bu âlimler Kur’an’da
sadece domuzun haram kılınmış olmasından, âyetteki genel iznin hadisle
sınırlanamayacağı noktasından hareket etmişlerdir.

2. Eti yenen hayvanların tesbitinde çerçeveyi en dar tutanların Hanefîler,
en geniş tutanların ise Mâlikîler olduğu söylenebilirse de bu çerçeve
içinde pek çok görüş farklılıkları bulunmaktadır. Bazı hayvanların saldırganlık
özelliği, avını tutma ve yeme şekli ile tabiatı itibariyle iğrenç sayılıp sayılmaması
hususunda farklı değerlendirmeler bulunduğu için etlerinin hükmü
hakkında da ihtilâf edilmiştir. Meselâ tilki, Hanefîler’den Ebû Yûsuf ve
Muhammed’e, Şâfiîler’e, -bir rivayette- Hanbelîler’e ve bazı Mâlikîler’e göre
helâl sayılmıştır. Yine bu değerlendirmeler çerçevesinde olmak üzere, ayı
Hanefî ve Şâfiîler’e göre haram, Mâlikî ve Hanbelîler’e göre helâl, zürafa
Şâfiîler’de mutemet görüşe göre haram, diğer üç mezhepte helâl kabul edilmiştir.
Kezâ tavus kuşu ve papağan Şâfiî mezhebinde haram, diğer üç mezhepte
helâl, kirpi Hanefî ve Hanbelîler’de haram, Şâfiî ve Mâlikîler’de helâl
sayılmıştır.
Bu çerçeve dahilinde pek çok detay ve görüş farklılığı bulunmaktadır.
Hanefîler’e göre -yukarıda sayılanlar dışında- yenmesi câiz görülmeyen belli
başlı hayvanlar şunlardır: Çakal, sincap, samur, sansar, sırtlan, keler, gelincik,
çaylak, kuzgun, baykuş, atmaca, kaplumbağa, köstebek, kertenkele,
salyangoz ve her türlü haşerat.

Hakkında hadis bulunması veya bir hadis ile ilgi kurulması dolayısıyla
yenmesinin câiz olup olmadığına dair farklı görüş belirtilen hayvanlar da
vardır. Bunların başlıcaları
şunlardır:

3. Tavşan eti, dört Sünnî mezhebe göre helâl olmakla birlikte, bazı sahâbe
ve tâbiîn bilginleri ile müctehid imamlardan İbn Ebû Leylâ’ya göre
tahrîmen mekruhtur.
4. At eti, dört mezhepte genel kabul gören görüşe göre helâldir; Ebû Hanîfe’ye
göre ise tahrîmen mekruhtur. Hanefî literatüründen zâhirü’r-rivâye
eserlerinde “mekruh”, Hasan b. Ziyâd rivayetinde “haram” nitelemesi geçmekte
ise de, asıl belirtilmek istenen husus bunu yemenin helâl olmadığıdır.
İmâmeyn ise (Ebû Yûsuf ve Muhammed) at eti yemeyi mekruh saymamışlardır.
Fakat bazı Hanefî bilginlerin görüşü doğrultusunda olmak üzere Hanefî
mezhebinde tenzîhen mekruh görüşü yaygındır. Mâlikî mezhebi içinde de at
eti yemeyi haram görenler ve tenzîhen mekruh sayanlar vardır.
5. Evcil eşek eti konusunda dört mezhepçe genellikle kabul edilen hüküm,
ehlî merkeplerin etinin haram olduğu yönündedir. Mâlikî bilginlerin bir
kısmı bunu tenzîhen mekruh saymış, bazı sahâbîlerden ve Hanefî bilgin Bişr
el-Merisî’den ehlî eşek etinin helâl olduğu görüşü nakledilmiştir.


6. Katır ve benzerlerinin etine gelince, iki ayrı türden hayvanın birleşmesi
ile meydana gelen hayvanın konusunda üç durum söz konusudur: a)
Her iki tür, eti helâl olanlardan ise, bunlardan meydana gelen hayvanın eti
de helâldir. b) Her iki tür, eti haram olanlardan ise, bunlardan meydana
gelen hayvanın eti de haramdır. c) Biri eti helâl olanlardan diğeri haram
olanlardan ise, Hanefî ve Mâlikîler’e göre hükümde ananın türü esas alınır;
Şâfiî ve Hanbelîler’e göre helâl olmayan taraf esas alınır. Buna göre dört
mezhepte de anası eşek olan katırın haram olduğu görüşü yaygındır. Anası
at ise, Ebû Hanîfe’ye göre mekruhtur; Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre
mekruh değildir. Ayrıca, anasının at veya eşek olması hususunda ayırım
gözetmeden -başka delillere dayanarak- katır etinin mekruh olduğunu savunan
bir görüş de vardır.

d) Su Hayvanları


Kur’ân-ı Kerîm’de deniz avının ve denizden elde edilen yiyeceğin helâl
olduğu bildirilmiş
(el-Mâide 5/96; el-Fâtır 35/12), Hz Peygamber de deniz
hakkında sorulan bir soruya “Onun suyu temiz, meytesi (içinde ölen) helâldir”
şeklinde cevap vermiştir (Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 41; Tirmizî, “Tahâret”,
52). Gerek bu açıklamalar gerekse hakkında özel bir hüküm bulunmayan
konularda mubahlığın esas alınması ilkesi suda yaşayan hayvanlarla ilgili
hükmün temelini teşkil eder.

1. Balık türleri bütün mezheplere göre helâldir, boğazlama işlemine de
gerek yoktur. Şu var ki, Hanefîler’e göre kendiliğinden ölmüş ve su üzerine
çıkmış balıklar yenmez. Hanefîler’in bu görüşü sağlık açısından ihtiyatı tercih
etmiş olmalarından kaynaklanır. Fakat suyun çok sıcak veya soğuk
olmasından, buzlar arasına sıkışmaktan, su içine hapsedilmekten ve suyun
çekilmesinden ötürü ölen balıklar kendiliğinden ölmüş sayılmaz, yenebilir.
Yine, balık avlamak üzere suya balık otu atıldığında balıklar ele geçirilmeden
ölse ve onların bu yüzden öldüğü bilinse, kezâ kılıç balığı gibi büyük balıklar
avlandığında sudan çıkmadan başına sert bir cisim vurularak öldürülse,
yenebilir.
2. Balık türü dışında kalan (midye, kurbağa, yengeç gibi) su hayvanlarını
yemek Hanefîler’e göre helâl değildir. Diğer üç mezhebe göre ise, sadece
suda yaşayan her türlü hayvan -kendiliğinden ölmüş bile olsa- yenebilir,
helâldir. Şâfiî mezhebinde, Hanefîler’in paralelinde bir görüş ile su hayvanlarından
eti yenen kara hayvanlarına benzeyenleri helâl, eti yenmeyen kara
hayvanlarına benzeyenleri haram sayan bir görüş de vardır.


Hanefîler Mâide sûresinin 3. âyetinde geçen “meyte” lafzını mutlak şekilde
yorumlamışlar, ayrıca balık dışındaki türleri “habâis” (iğrenç şeyler)
kapsamında kabul etmişlerdir. Fakihlerin çoğunluğu Mâide sûresinin 96.
âyetindeki “deniz avı” ifadesinin umumunu (kapsamlı oluşunu) esas almışlar
ve ayrıca Hz. Peygamber’in “Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir” (Ebû Dâvûd,
“Tahâret”, 41; Tirmizî, “Tahâret”, 52) anlamındaki hadisine dayanmışlardır.


e) Hem Karada Hem Suda Yaşayan Hayvanlar

Hem karada hem suda yaşayan kurbağa, kaplumbağa, yengeç, yılan,
timsah gibi hayvanlar hakkında üç görüş vardır: Hanefîler’e ve Şâfiîler’e
göre bunları yemek helâl değildir. Mâlikîler’e göre bu tür hayvanlar yenebilir,
helâldir. Hanbelîler’e göre timsah, kurbağa ve yılanın yenmesi helâl değildir,
diğerleri yenebilir. Ancak bunlardan, akıcı kanı olan (kaplumbağa, su
aygırı gibi) hayvanlar için boğazlama işlemi gerekir, akıcı kanı olmayanlar
için boğazlama da gerekmez. Yengecin akıcı kanı olmamakla beraber mezhepte
yaygın görüş, herhangi bir yerini keserek boğazlama yerine geçecek
bir işlemin (tezkiye) yapılması gerektiği yönündedir. Ahmed b. Hanbel’den
ise tezkiye gerekmediği rivayet edilmiştir.

f) Hayvan Etleri ile İlgili Bazı Meseleler

Etinin yenmesi helâl sayılan bir hayvanın usulüne göre boğazlanması
(tezkiye), avlanma yoluyla elde edilecekse bu konudaki dinî şartlara uyulması
gerekir. Her iki konu da ileride ayrıca ele alınacaktır.

Etinin yenmesi helâl olmakla beraber, pislik yemiş olan kara hayvanlarının
(cellâle) bekletilmeden kesilip yenmesi hemen bütün mezheplerce mekruh
görülmüştür. Ahmed b. Hanbel’den mekruh ve haram olduğuna dair iki
rivayet vardır; Mâlikîler’de yaygın görüş mekruh olmadığı yönündedir. Bu
tür hayvanlar bir süre temiz yiyeceklerle beslenmeli, etindeki kötü kokunun
gitmesi sağlanmalıdır. Fıkıh kitaplarında, bu durumdaki tavuklar için üç
gün, koyunlar için dört gün, sığır ve develer için on gün gibi süreler belirtilmiş
ise de aslolan hayvandaki pis kokunun gitmesini sağlayacak bir süre
beklenmesidir.

Balıkların temiz olmayan sularda bulunmuş olması, etlerinin yenmesine
engel değildir. Balığın yuttuğu balık da -eğer parçalanmamışsa- yenebilir.

Etinin yenmesi helâl türlerden bile olsa, canlı hayvandan -henüz boğazlama
yapılmadan- koparılan parça, meyte (murdar) hükmündedir; yenmesi
bütün bilginlere göre haramdır. Usulünce kesilmiş hayvanın da yenmesi câiz
görülmeyen bazı organ ve cüzleri vardır.

Hayvanların yumurtası ve sütü genellikle etlerinin hükmüne bağlanmıştır;
ancak bazı ayrıntılar vardır. Buna göre, etinin yenmesi câiz olan bir hayvandan
ister canlı iken ister dinî usulüne göre boğazlandıktan sonra (ya da
balık gibi boğazlamaya gerek olmayan hayvanlardan ölü halinde) çıkan yumurtanın
yenmesi -bozulmuş olmadıkça- câizdir; bu hususta İslâm bilginleri
fikir birliği içindedir. Etinin yenmesi câiz olan fakat dinî usulüne göre boğazlanmadan
ölmüş bir hayvandan çıkan yumurta sertleşmişse yenebilir,
aksi halde yenmez. Etinin yenmesi câiz olmayan hayvanın yumurtasına
gelince, Hanefîler’e ve Hanbelîler’e göre bunun yenmesi câiz değildir. Şâfiîler’e
göre -domuz, köpek ve bunlardan doğmuş hayvanlar hariç- canlı halinde
iken bütün hayvanlar temiz olduğundan, eti yenmeyen hayvanların
da canlı iken yaptıkları yumurta temizdir ve yenebilir. Mâlikî fakihleri de yumurtlayan
hayvanlarda eti yenen ve yenmeyen ayırımı yapmayıp, zararlı
değilse bunların yumurtalarının yenebileceği görüşündedir.

Süt, dört mezhebe göre etin hükmüne tâbidir. İnsan eti, saygınlığına binaen
haram kılınmıştır. Ancak sütü haram değildir. Ebû Hanîfe’den at etinin
haram veya mekruh olduğuna dair nakledilen görüşü esas alan bazı bilginler
sütünü de haram veya mekruh olarak nitelendirmişlerse de, mezhepte
sahih kabul edilen görüşe göre atın sütü mubahtır, çünkü eti pis olduğu için
değil cihad aracı olduğu için yasaklanmıştır.

Eti yenen bir hayvan boğazlandığında karnından çıkan yavru ile hemen
doğum sonrası ölen yavru hakkında, hayvanların deri, boynuz, kıl gibi parçalarından
yararlanmanın hükmü hakkında özel hükümler mevcut olup bu konuya ileride temas
edilecektir.

g) Domuzla İlgili Fıkhî Hükümler

Domuz etinin yenmesi gerek Kur’an’da (el-Bakara 2/173; en-Nahl 16/115)
gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde açık ve kesin bir ifade ile müslümanlara
yasak kılınmış, ümmetin icmâı ve uygulaması da bu yönde olmuştur.
Zaten İslâm’da yiyecek ve içeceklerden haram kılınanlar oldukça
sınırlıdır ve bunların başında da domuz eti yer alır. Hatta Kur’an’da tür itibariyle
haram kılınan tek hayvan domuzdur.

Esasen domuz etinin yenmesi bütün ilâhî menşeli dinlerde, söz gelimi Yahudilik
ve Hıristiyanlık’ta da haramdır. Tevrat’ta domuzun murdar olduğu belirtilip
etinin yenmesi ve ölüsüne dokunulması yasaklanmıştır (Tesniye, 14/8).
İncil’de domuz yer yer aşağılandığı halde (bk. Matta, 7/6; Markos, 5/11-14)
etinin yenmesini yasaklayan açık bir ifade yoktur. Ancak bu durum, Hıristiyanlığı
bu yönde köklü alışkanlıkları olan toplumlara benimsetebilmek maksadıyla
Pavlus’un domuz etini yasaklayan ibareleri İncil’den çıkarıp “İnsanı ağızdan
giren değil ağızdan çıkan kirletir” (Matta, 15/11, 18) hükmünü esas aldığı
ve “Çarşıda alınıp satılan şeyler yenebilir” (Korintoslular’a Birinci Mektup, 10/25)
gibi ifadelerle bu yönde bir uygulama başlattığı
şeklinde açıklanmaktadır.

Kur’an’da akıtılmış kan ile domuz, meyte ve Allah’tan başkası adına kesilen
hayvanların etinin haram kılındığı birkaç defa tekrar edilir (el-Bakara
2/173; el-Mâide 5/3; el-En‘âm 6/145; en-Nahl 16/115). Yine Kur’an’da temiz
olan her şeyin insanlar için helâl, pis olan şeylerin de haram kılındığı bildirilir
(el-A‘râf 7/157; Tâhâ 20/81; el-Mü’minûn 23/51). Hz. Peygamber de bu
yasağı devamlı teyit etmiş, “Allah ve resulü şarabın, ölü hayvan etinin, domuzun
ve putların alım satımını haram kılmıştır” buyurmuş, hadisin devamında
da meytenin yağının gemilerin cilâlanmasında, derilerin yağlanmasında
ve aydınlatmada kullanılmasının da haram olduğunu ifade etmiştir
(Buhârî, “Büyû‘”, 112; Ebû Dâvûd, “Büyû‘”, 66; Tirmizî, “Büyû‘”, 61). Yeme
açısından domuzun etiyle yağının arasında fark olmayıp ikisinin de haram
olduğunda İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir.

Domuzun cüzlerinin, söz gelimi iç yağının gıda dışındaki amaçlarla kullanılmasına
gelince, İslâm hukukçularının çoğunluğu ilgili âyet ve hadisleri
yorumlayarak bunların da necis ve haram olduğu sonucuna varmışlardır.

İslâm bilginleri domuz etinin haram kılınmasını açıklamak amacıyla,
domuz etinin insan sağlığını ve tabiatını olumsuz yönde etkileme özelliği
üzerinde ısrarla durur, bu hususta birçok aklî, tecrübî ve ilmî açıklamada
bulunurlar. Ancak, bu anlatılanlar domuz etinin haram kılınmasının gerçek
sebebi (illeti) olmadığından, haramlık hükmü zikredilen sakıncaların olup
olmamasına göre değişiklik göstermez. XX. yüzyılda gelişen teknolojik imkânların
bu sakıncaları bertaraf etmesi, domuz eti ve yağının başka terkip
ve şekiller altında hazırlanması veya katkı maddesi olarak kullanılması da
dinin bu açık yasağını kaldırmaz. Çünkü, dinin emir ve yasaklarının mutlaka
mâkul bir sebebi ve açıklaması olsa bile, bunun tamamının bugün için
kavranabileceğini ve gerçek sebebin bulunabileceğini ileri sürmek ölçüsüz
bir iddia olur. İlmî gelişmeler ve tecrübeler arttıkça dinin emir ve yasaklarındaki
hikmet ve gaye daha iyi anlaşılmaktadır. Öte yandan müslüman açısından
İslâm’ın emir ve yasakları, doğruluğuna inanılan gerçekler olup iyi
müslüman olma bunlara sıkı sıkıya bağlı olmakla mümkün olur.

İslâm toplumlarında domuz etinin ve yağının yenmesinin haramlığı konusunda
gerek uygulamada gerekse hukuk doktrininde görüş birliği vardır.
Ancak etinin yenmesi hariç domuzla ilgili birçok fıkhî mesele tartışılmıştır.
Bunlar arasında, domuzun ağzını sürdüğü kabın ve suyun hükmü, kılının,
derisinin, kemiğinin kullanımı, domuzun alım satımı, telef edildiğinde tazmininin
gerekip gerekmediği sayılabilir.

Ana hatlarıyla ifade etmek gerekirse, domuz İslâm hukukunda müslümanlar
açısından hukuken değerli mal (mütekavvim mal) sayılmaz. Bir müslümanın
domuz üzerinde mülkiyet hakkı olamayacağı gibi kasten telef edilmesi
halinde tazmini ve çalınması halinde çalanın cezalandırılması gerekmez.
Domuzun gayri müslimlere nisbetle mal hükmünde olup olmadığı ise
tartışmalıdır. Hanefî ve Mâlikîler’e göre maldır, gayri müslime ait bir domuz
haksız yere telef edilmişse tazmin edilmesi gerekir.

İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu domuzun canlı iken de necis olduğu,
bu sebeple salyasının, terinin vs. bulaştığı
şeyin de necis olduğu görüşündedir.
Bu sebeple de ağzını sürdüğü kabın, biri toprakla olmak üzere yedi
defa yıkanması gerektiğini söylerler. Mâlikî hukukçular ise canlı olduğu
sürece köpek gibi domuzun da necis olmadığı görüşündedir. Bu ihtilâfın
pratik sonucu domuzun girip çıktığı veya salyasını bulaştırdığı suyun temizliği
ve temizlenmesi konusunda kendini gösterir. İslâm hukukçularının çoğunluğu
domuzun derisinin tabaklansa bile kullanılmayacağı, necis olduğu
görüşünde iken, Zâhirîler, Ebû Yûsuf, İbn Hazm gibi bazı hukukçular tabaklanan
domuz derisinin kullanılabileceği görüşündedir. Bir kısım hukukçu
da bu derinin tulum gibi sıvı maddelerde değil de örtü, sergi, çadır gibi suyla
temas ettirilmeden kullanılabileceğini söyler. Domuzun kılının iğne ve badana
fırçası olarak kullanılmasının İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından
câiz görülmesi de buna o dönemde olan ihtiyaç sebebiyledir. Domuzun
eriyip çürüyüp başka bir maddeye dönüşmesi halinde İslâm hukukçuların
çoğunluğuna göre bu yeni oluşan maddenin hükmü esas alınır. Bazı koruyucu
terkiplerin içinde domuz vb.nin yağının bulunması da, istihâle ve temize
karışma yoluyla değişme konusunda hâkim olan ölçü ve yaklaşımdan
hareketle hükme bağlanabilir.

B) Hayvanların Kesimi

Kur’an’ın genel anlatımından, yeryüzü nimetlerinin insanın yararlanması
için yaratıldığı, insanın helâl ve temiz rızıklardan dilediği gibi yararlanıp
yaratanına şükretmesi gerektiği, yeryüzü nimetlerinden yararlanmada mubah
ve serbest oluşun aslî kural olduğu, ancak gerekli görüldüğünde birtakım
sınırlamaların getirildiği de anlaşılmaktadır. İslâm’ın gerek eti yenen ve
yenmeyen hayvanlarla ilgili olarak koyduğu ölçüler, gerekse eti yenebilen
hayvanların kesim şart ve usullerine dair getirdiği hükümler de bu nevi kayıt
ve sınırlamalar arasında yer almakta olup sağlık, beslenme ve dinî mükellefiyet
açısından önem taşıyan ve ısrarla üzerinde durulan bir konudur.

Hayvanların boğazlanıp kanlarının akıtılması suretiyle yenmesi canlılar
arasında sadece insana mahsus bir özellik olarak görülür. Bütün semavî
dinler de bu usulün gerekliliği konusunda ortak görüşe sahip olup Yahudilik’te
konu üzerinde bugün de hassasiyetle durulur. Hıristiyanlık’ta da aynı
hususun benimsenmesi gerekirken Pavlus, dini, farklı kültür ve geleneklere
sahip topluluklara yayabilmek için yeme ve içme konusundaki dinî kayıtları
yok denecek ölçüde kaldırmış, bu yüzden de Hıristiyanlık’ta hayvanların
kesimi dinî bir hüküm olma özelliğini yitirmiştir. İslâm dini, yeme ve içme
konusundaki yasak ve kayıtları en aza indirmiş olmakla birlikte eti yenen
kara hayvanlarının ancak fiilen veya hükmen boğazlanması halinde helâl
olacağı, aksi takdirde meyte (murdar, ölü hayvan) hükmünde olup etlerinin
yenmeyeceği ilkesini devam ettirmiştir.

Hayvanların kesimi konusu fıkıh kitaplarında “zebâih” (tekili zebîha)
başlığı altında ayrı bir bölüm halinde ele alınıp incelenir. Hayvanları boğazlama
klasik literatürde zebh ve tezkiye/zekât kelimeleriyle, develerin
nisbeten farklı kesim usulü de nahr kelimesiyle ifade edilir. Balık gibi sadece
suda yaşayan hayvanların boğazlanması ve kanlarının akıtılması
şart olmadığı
için, hayvanların kesimi ve boğazlanmasından söz edildiğinde kural
olarak, kara hayvanları ile hem su hem de karada yaşayabilen hayvanlar
kastedilir. Konunun helâl ve haramla yakın ilgisi bulunduğu ve dinin yeme
içmeyle ilgili önemli bir hükmü olduğu için, hayvanların kesimi, kesen şahıs,
kesilen hayvan, kesimin şekli gibi alt konularda ayrıntılı fıkhî hükümlere
yer verilmiştir.

a) Kesilen Hayvan

Kesim işlemi genelde eti yenen hayvanlar için söz konusu ise de, eti
yenmeyen hayvanların kesiminin de bazı fıkhî sonuçları olabilir. Hanefîler’e
göre etinin yenmesi helâl olmamakla birlikte canlı iken temiz sayılan hayvanlar
boğazlandığı takdirde temiz sayılması hükmü devam eder, tüy ve
derisinden de yararlanılabilir. Boğazlanmadığı takdirde derisi ancak tabaklanmakla
temiz olur.


Eti yenen hayvanların ise ancak fiilen veya hükmen boğazlanması halinde
etlerinin yenmesi helâl olur. Bunlardan balık türü su hayvanları ile
kara hayvanlarından çekirgenin boğazlanması gerekmez. Bir hadiste Hz.
Peygamber “Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir” (Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 41)
buyurmuş, bir başka hadiste de boğazlanmaksızın ölen (meyte) hayvanlardan
ikisinin, balık ve çekirgenin İslâm ümmetine helâl kılındığı bildirilmiştir
(Müsned, II, 97).

Hanefîler suda yaşayan hayvanlardan sadece balık türünü helâl sayarken,
diğer mezhepler yalnızca suda yaşayan diğer hayvanları da kural olarak
helâl sayar ve boğazlanmasının gerekmediğini ifade ederler. Hem karada
hem de suda yaşayan hayvanların hangi türlerinin helâl olduğu veya
boğazlanmasının gerektiği fakihler arasında tartışmalı ise de bunlardan akıcı
kanı olanların ancak boğazlanmakla helâl olacağı görüşü ağır basar. Av
hayvanlarının usulüne uygun şekilde avlanması ve öldürülmesi çoğu zaman
boğazlama hükmünde görülmekle birlikte, ele geçirildiğinde henüz yaşamakta
olanların ayrıca boğazlanması da gerekli görülür.

Hayvanın kesim esnasında canlı olması ve ölümünün de bu kesim işlemi
sonucu olması gerekir. Hayvanın kendiliğinden ölmüş olması
(meyte)
halinde eti haram olacağından kesim esnasında hayvanın canlı olması
şartı
üzerinde titizlikle durulursa da bu konuda farklı ölçüler benimsenir. Söz
gelimi fakihlerin çoğunluğu kesim esnasında hayvanın hareket etmesi ve
kanının akması gerektiğini söyler. Ebû Hanîfe’ye göre hayvanın yaşadığının
bilinmesi, Ahmed b. Hanbel’e göre kanın akması yeterlidir. Hayvanın ölümünün
bu kesim işlemi sonucu meydana gelmiş olması
şartı da yukarıda
zikredilen canlılık şartını tamamlar.

b) Hayvanı Kesenin Niteliği

Hayvanı kesen kimsenin akıl ve temyiz gücüne sahip, müslüman veya
Ehl-i kitap olması, av hayvanı kesiyorsa ihramda olmaması, hayvanı Allah
adına kesmesi gerekir. Kesen kimsenin kadın veya erkek olması fark etmediği
gibi bâliğ olması da gerekmez. Allah adına kesmeyi kavrayacak ölçüde
temyiz gücüne sahip olması genelde yeterli görülür. Bu konular arasında,
Ehl-i kitap hükmündeki yahudi ve hıristiyanların kestiği hayvanların
hükmü özel bir önem taşır.

Ehl-i Kitabın Kestiği Hayvanın Hükmü. Yahudi ve hıristiyanlar gibi
esasında Allah’a inanıp peygamberine tâbi olup hak dine mensup iken zaman
içinde bu hak yoldan uzaklaşan ve son hak peygamber Hz. Muhammed’e
de inanmayan kimseler Ehl-i kitap olarak adlandırılmış, onlar müşrik ve
putperestlerden farklı tutularak kızlarıyla evlenme, yiyeceklerini yeme müslümanlara
helâl kılınmıştır. Kur’an’da “Bugün size temiz ve faydalı
şeyler helâl kılındı. Kitap verilenlerin yiyecekleri size, sizin yiyecekleriniz de onlara
helâldir” (el-Mâide 5/5) buyurulur. Âyet genel bir ifadeye sahip olup domuz,
şarap, meyte gibi hakkında özel yasak bulunan yiyecekler hariç, Ehl-i kitabın
yiyip içtiklerinin tamamını kapsar. Bununla birlikte konuyla ilgili olarak
kaynaklarda yer alan tartışmaların bir kısmı hâlâ güncelliğini korur. Bunlardan
birincisi, kimlerin Ehl-i kitap sayılacağı meselesidir. Kur’an’daki Ehl-i
kitap tabiriyle ilk planda yahudi ve hıristiyanların kastedildiği açıktır. Birçok
sapma bulunmakla birlikte temelde Allah inancını taşıdığı için Mecûsîler’i,
Sâbiîler’i, Budist ve Brahmanlar’ı da Ehl-i kitap kapsamında sayan İslâm
bilginleri mevcuttur.

Ehl-i kitabın boğazlama şeklinin sonucu etkileyip etkilemeyeceği de tar-
tışmalıdır. İslâm bilginlerinin çoğunluğuna göre Ehl-i kitabın kestikleri ancak
İslâm dininin öngördüğü boğazlama usulüne uyulması yani keskin bir aletle
hayvanın boğazı kesilmesi şartıyla yenebilir. Aralarında Mâlikî fakihi İbnü’lArabî’nin
de bulunduğu bir grup İslâm bilginine göre, Ehl-i kitabın kestiklerinin
yenebilmesi için müslümanların kesim usulüne uymaları
şart olmayıp, kendi dinlerine göre geçerli olması yeterlidir. Buna göre İslâm’a
göre yenmesi helâl bir hayvanı bir hıristiyan veya yahudi kendi dinlerine uygun
şekilde kesmiş veya öldürmüş ise bu hayvanın etinden müslümanlar da
yiyebilirler. Dinlerine göre yenmez ise müslümanlar da yiyemezler. Öte yandan
Ehl-i kitabın kesim esnasında Allah’ın adını anmaları
(tesmiye) şart olmamakla birlikte hayvanın Allah’tan başka birinin adına kesilmesi
halinde o hayvanın etinin yenmeyeceği görüşü hâkimdir.

c) Tesmiye

İslâm dininin özünü, Hz. Âdem’den bu tarafa devam eden tevhid inancı
teşkil ettiğinden, bunun tabii gereği olarak her türüyle şirke karşı amansız
bir mücadele verilmiştir. Bunun günlük hayatla ilgili bir sonucu da, hayvanların
kesimi esnasında Allah’tan başkasının isminin anılmasının veya
hayvanın Allah’tan başkası adına kurban olarak kesilmesinin ve bu şekilde
kesilen hayvanın etinin yenmesinin yasaklanmış olmasıdır (el-Bakara 2/173;
el-Mâide 5/3). Kur’an’da haram kılındığı bildirilen dört tür yiyecekten biri de
(meyte, akıtılmış kan ve domuz etinden sonra) Allah’tan başkası adına kesilen
hayvanlardır (el-Bakara 2/173; el-Mâide 5/3; el-En‘âm 6/145; en-Nahl 16/115).
Bu ifadeyle ilk planda putlar adına kesilen ve putlara kurban edilen hayvanlar
kastedilmekte, Allah’tan başka varlık ve güçlere kutsallık atfedilmesine
ve boyun eğilmesine karşı çıkılarak tek ve yegâne yaratıcının Allah olduğu
ve yalnız ona ibadet edileceği fikri hâkim kılınmak istenmektedir. Hayvanın
Allah’tan başkası adına kesilmesi yasağını da, İslâm’ın tevhid inancını korumada
ve şirki önlemedeki bu titizliği çerçevesinde anlamak gerekir.

Müslümanların hayvanı keserken Allah’ın adını anmalarının şart olup
olmadığı veya hangi ölçüde şart olduğu ise İslâm hukukçuları arasında tar-
tışmalıdır. Konuyla ilgili olarak Kur’an’da “Eğer Allah’ın âyetlerine inanıyorsanız,
üzerine O’nun adı anılarak kesilenlerden yiyin” (el-En‘âm 6/118) ve
“Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin” (el-En‘âm
6/121) buyurulur. Ancak bu âyetlerde kastedilen hususun Allah’tan başkası
adına kesilen hayvanların yenmesini yasaklama ve müslümanın hayvanı
Allah adına kesmesi ilkesi mi yoksa hayvan kesilirken Allah adının yani
besmelenin telaffuz edilmesi mi olduğu tartışmalıdır. Zâhirîler her hâlükârda
besmeleyi şart gördüklerinden hayvanı keserken besmeleyi unutan veya
kasten terkedenin kestiğinin yenmeyeceği görüşündedirler. Başta Hanefîler
ve Mâlikîler olmak üzere fakihlerin çoğunluğu ise yukarıdaki âyetlerin lafzını
da esas alarak hayvanın kesimi esnasında, unutulmadığı takdirde, besmeleyi
şart olarak görür ve besmelenin kasten terkedilmesi halinde o hayvanın
etinin yenmeyeceğini ifade ederler. Unutanın hükmen besmeleyi söylemiş
sayılması Hz. Peygamber’in “Ümmetimden yanılma, unutma ve zorla
yaptıklarının sorumluluğu kaldırılmıştır” (Buhârî, “Hudûd”, 22; Ebû Dâvûd,
“Hudûd”, 17) hadisi sebebiyledir.

Başta İmam Şâfiî olmak üzere bir grup İslâm hukukçusu ise müslümanın
hayvanı daima Allah adına keseceği, hayvanı keserken besmelenin farz ve
şart olmayıp sünnet olduğu, ilgili âyetlerde putlar için kesilen hayvanlardan
veya kendiliğinden ölen (meyte) hayvandan söz edildiği, bu sebeple hayvanı
keserken besmeleyi kasten terkeden müslümanın kestiğinin de yeneceği
görüşüne sahip olmuştur. Delil olarak da Hz. Peygamber’in müslümanın
daima Allah adına kestiği, Allah’ın adını ansa da anmasa da kestiğinin
helâl olduğu (Zeylaî, Nasbü’r-râye, IV, 183), keserken besmelenin söylenip
söylenmediğinin bilinmemesi durumunda besmele çekip bu hayvanın
etinden yenebileceği (Buhârî, “Tevhîd”, 13; “Zebâih”, 21; Ebû Dâvûd, “Edâhî”,
13, 19) yönündeki hadislerini esas alırlar. Bununla birlikte Şâfiîler’de de
hayvanı keserken besmeleyi terketmek mekruhtur.

Tesmiye (Allah’ın adının anılması) veya besmele şartından maksat, hayvanın
kesimi esnasında kesen kimsenin Allah’ın adını anmasıdır. “Bismillâhi
Allahü ekber” demesi müstehap görülmüştür. “Bismillâh” demesi veya Allah’ın
diğer isimlerinden birini dua maksadıyla olmaması
şartıyla anması
yeterli görülmüştür.

d) Kesimde Kullanılan Alet

Hayvanın kesiminde aslolan, hayvana eziyet etmeden, acı çektirmeden
kanını akıtmaktır. Bu da ancak keskin bir alet kullanmakla mümkün olur.
Bunun için de İslâm bilginlerine göre kesimde kullanılacak aletin gerekli
yerleri kesecek ve kan akıtılacak ölçüde kesici olması yeterlidir; kesim aletinin
demir, ağaç, taş vb. olması önem taşımaz. Eziyet verici kör bir aletle
kesim yapmak mekruh görülmüştür.

Günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde kullanılan elektrik şoku, tabanca,
karbondioksit gazı verme, başına çekiç veya tokmakla vurma, omuriliğine
şiş sokma gibi tekniklerle öldürülen –henüz canlı iken boğazlanmadan-
hayvanlar, öldüren müslüman ise Mâide sûresinin 3. âyetinde yenmelerinin
haram olduğu bildirilen gruba girer. Çünkü hayvanın kesim işlemi
esnasında canlı olması, ölümünün de bu kesim işlemi sonucu meydana gelmesi
gerekir. Ancak bu tür bir uygulama hayvanın ölümüne yol açmayacak,
sadece onun sakinleşmesini veya bayılmasını temin edecek noktada bırakılır
ve daha sonra hayvan canlı iken usulüne uygun kesilirse eti yenir. Bununla
birlikte yapılan işlemin hayvanın sinir sistemini tahrip edip hareket kabiliyetini
iyice azaltıp damarlarındaki kanın akmasını engellememesine de dikkat
etmek gerekir. Öldüren Ehl-i kitap’tan ise bir kısım fıkıhçılara göre onların
dinlerinde yenen hayvanı müslümanlar da yerler.

e) Kesim Usulü

Hayvanların kesimi, ihtiyarî (hakikî) ve ıztırarî (hükmî) olmak üzere ikiye
ayrılır. Eti yenen ehlî hayvanların boğazlanması normal şartlarda, hayvanın
çenesi altından yemek ve nefes borusu ile kan taşıyan iki büyük damarının
kesilmesi (zebh) veya develerde boğazla göğüsün birleştiği yere
bıçak saplamak (nahr) suretiyle olur ve buna “ihtiyarî boğazlama” tabir
edilir. Ebû Hanîfe bunlardan en az üçünün kesilmesini yeterli görürken Ebû
Yûsuf yemek ve nefes borusuyla birlikte iki damardan birinin kesilmesi,
İmam Muhammed ise her birinin çoğunun kesilmesi gerektiği görüşündedir.
Şâfiî ve Hanbelîler kan damarlarından ziyade yemek ve nefes borusunun
kesilmesinin gereğini ifade ederken bir kısım fakihler dördünün de kesilmesi
gerektiğini belirtirler. Boğazlamanın şekliyle ilgili bu ve benzeri tartışmalar
neticede, hayvanın eziyet çekmeden ve uzun süre can çekiştirmeden ölmesini
ve kanının da büyük oranda vücudundan atılmış olmasını sağlamayı
hedef alır. Vahşi hayvanların veya ehlî olduğu halde yakalanamayan veya
yatırılıp boğazlanması mümkün olmayan hayvanın herhangi bir şekilde
yaralanıp kanının akıtılması boğazlama yerine geçer. Hz. Peygamber’in de
bulunduğu bir yerde kaçan ve yakalanamayan bir deve ok ile vurulmuş,
Resûlullah da bunu tasvip ettiği gibi böyle durumlarda aynı
şekilde davranılmasını
emretmişlerdir (Buhârî, “Zebâih”, 15-18; Müslim, “Edâhî”, 4). Zaruret
sebebiyle başvurulan bu usule de “ıztırarî boğazlama” tabir edilir.

Hayvanın kesimi esnasında sol yanı üzerine yatırılıp yönünün kıbleye
çevrilmesi, kullanılan kesim aletinin keskin olması, hayvan yere yatırılırken
ve kesilirken ona eziyet edilmemesi, hayvanın göreceği şekilde bıçak bilenmemesi,
yerde fazla bekletilmemesi gibi hususlar tavsiye edilmiş, müslümanın
her işinde olduğu gibi hayvanı keserken de en uygun ve güzel şekilde
davranması ilkesi vurgulanmıştır.

f) Kesilen Hayvanın Karnından Çıkan Yavru

Kesilen bir hayvanın karnından çıkan yavru canlı ise ve yavru anne
karnında oluşumunu tamamlamış konumdaysa kesilerek yenebilir. Organları
tam gelişmemiş yavru ise yenmez. Yavrunun ölü olarak çıkması durumunda,
yavrunun kesim işleminden önce öldüğü biliniyorsa yenmesi ittifakla
haramdır. Yavrunun ölümünün annesinin kesimiyle olduğuna kanaat
getirilirse fakihlerin büyük çoğunluğu bu yavrunun yenmesinin câiz olduğu
görüşündedir. Bu konuda Hz. Peygamber’den rivayet edilen “Annenin kesilmesi
karnındaki yavrunun da kesilmesi demektir” hadisini (Ebû Dâvûd,
“Edâhî”, 18; Tirmizî, “Et‘ime”, 2) delil alırlar. Ebû Hanîfe ve öğrencisi Züfer’e
göre, bu durumdaki yavru, canlı olarak çıkarılıp da kesilemediği için meyte
hükmündedir.

g) Değerlendirme

Hayvanların kesimi konusunda İslâmî literatürde yer alan kural ve tavsiyeler,
müctehid ve fakihler arasında yer alan tartışmalar esasen insanların
yararlanması için yaratılmış bulunan hayvanların sağlıklı, güzel ve merhametli
bir biçimde ve düzen içerisinde kesilmesini, tevhid akîdesine aykırı
sapmaların da temizlenerek bu konuda İslâm ümmeti arasında belli bir geleneği
oluşturmayı amaçlar. İnsan ilişkilerinin karmaşık bir hal aldığı, birbirini
hiç tanımayan insanlar arasında cereyan eden, ticarî ve toplumsal hayatın
giderek yaygınlaştığı, hayvanların kesiminin ve et ürünlerinin ayrı bir sanayi
ve ticaret sektörü teşkil ettiği günümüz toplumlarında hayvanların
kesimi konusunda yukarıda yer alan kural ve tavsiyelere uyulup uyulmadığını
belirlemek veya denetlemek de oldukça zorlaşmıştır. Özellikle tavukların
kesiminde ve tüylerinin yolunmasında mezbahalardaki hayvan kesimlerinde
seri üretim kaygısı sebebiyle mekanik kesime geçildiği ve bazı dinî kural ve
tavsiyelerin terkedildiği de bilinmektedir. Bu tür olumsuzluklar, müslümanları
dinî esaslara uygun kesimi sağlama yönünde iş birliği ve yatırım
yapmaya veya en azından bu yönde kamuoyu oluşturmaya sevketmelidir.
Bununla birlikte halkın büyük çoğunluğunun müslüman olduğu ülkelerde,
aksine sağlam bir bilgi olmadığı sürece kesimin İslâmî kurallara uygun olduğu
kanaatinin taşınmasının uygun olacağı, besmelenin kasten
terkedilmesi halinde bile kesen kimse müslüman olduğu sürece kestiğinin
yenebileceği şeklindeki Şâfiî mezhebinin görüşüyle amel edilebileceği söylenebilir.
Batı toplumlarındaki müslümanların ise İslâmî kurallara göre kesim
yönünde iş birliğine gitmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Nitekim Yahudilik’te
hayvanların kesimi konusunda hemen hemen İslâmî esaslara benzer
bir usul öngörülmüş olduğundan Batı toplumlarında yahudiler bu konuda da
ayrı bir sektör ve güç oluşturmuş, hemen hemen her ülkede kendi dinlerine
uygun kesim ve üretim iş birliğine gitmişlerdir. Bununla birlikte bazı
müctehidler Ehl-i kitabın, kendi dinlerine uygun bir şekilde kestiğinin yenebileceği
görüşünde olduğundan onların görüşleri Batı toplumlarında bu konuda
geçici bir çözüm olarak düşünülebilir.

C) Av ve Avlanma

Avlama dar ve teknik anlamda, tabiatı itibariyle yabanî, insandan kaçan
ve normal yollarla elde edilemeyen eti yenen hayvanı yakalamayı ifade
etmekle birlikte geniş anlamda etlerinin yenmesi helâl olmayan hayvanların
eti dışındaki cüzlerinden yararlanma amacıyla yakalanmasını da kapsar.

Bundan önceki ana başlık altında verilen bilgilerden, İslâm dininde etinin
yenmesi helâl olan ve olmayan hayvanların türleriyle ve dinen etleri
yenilebilen kara hayvanlarının kesimiyle ilgili birtakım özel hükümlerin
bulunduğu bilinmektedir. Helâl olan türdeki bir kara hayvanının etinin yenebilmesi
hususunda temel kural, onun dinî usule göre boğazlanmış olmasıdır.
Aynı kuralın av hayvanlarına da uygulanması, yani av yoluyla elde
edilen hayvanın etinin böyle bir boğazlama işlemi yapılmaksızın yenmesine
müsaade edilmemesi gerekirken, bu konuda ihtiyaca dayalı bir kolaylık getirilmiş,
av hayvanları belli durumlarda bu kuraldan istisna edilmiştir. Aşağıda
detayları ile görüleceği üzere av hayvanı ele geçirildiğinde henüz hayatiyeti
sona ermemişse yine boğazlama işleminin yapılması gerekir. Aksi
halde bu hayvanın etini yemek helâl olmaz.
Helâl

"Haram"ın karşıtı olan "helâl", sözlükte bir fiilin mubah, câiz ve serbest
olması ve yasağın kalkması gibi anlamlara gelir. Dinî bir terim olarak da
helâl, şer‘an izin verilmiş, hakkında şer‘î bir yasaklama ve kısıtlama bulunmayan
davranışı ve onun dinî-hukukî hükmünü ifade eder. Câiz, mubah,
mutlak gibi terimler de aralarında cüz'î anlam farklılıkları bulunmakla birlikte
genelde aynı anlamda kullanılır ve mükellefin yapıp yapmamakta muhayyer
bırakıldığı davranışları belirtmek üzere kullanılır.

Helâl de esasında câiz ve mubahla eş anlamlı olmakla birlikte, dinî literatürde
daha çok haramın zıt anlamlısı olarak yani bir şeyin yasaklanmamış
ve kınanmamış olduğunu bildiren bir terim olarak kullanılır. Kur'an'da ve
hadislerde sıklıkla geçen helâl ve hill tabirleri de genelde bu son anlamda
kullanılmıştır (bk. Âl-i İmrân 3/93; el-Mâide 5/5, 88; Yûnus 10/59; en-Nahl
16/16).

4. MEKRUH
Mekruh sözlükte "sevilmeyip kerih, nahoş görülen şey" demektir. Bunun
mastarı olan kerâhet de sözlükte “çirkinlik, sevimsizlik, bir şeyi sevmemek
ve hoşlanmamak” gibi anlamlara gelir. Fıkıh terimi olarak ise mekruh, şâriin
yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan tarzda istediği fiil ve davranışlardır.
Gerek şâriin bu tarz yasaklaması gerekse bu yasaklamanın sonucu kerâhet
diye anılır; yasaklanan fiil için de mekruh terimi kullanılır. Mekruh da
haram gibi meşrû olmayan fiil ve davranış olmakla birlikte,
aralarında bazı farklılıklar bulunmaktadır.

Bir fiilin mekruh olduğunu tesbit edebilmek için nasların iyi incelenmesi
gerekir. Zira şâri‘ bu hususu değişik üslûp ve şekillerde göstermiş olabilir:


a) Şâri‘, bir fiilin yapılmamasını istemek üzere kerâhet lafzını kullanmış
olabilir. Meselâ, "Allah, size dedikodu yapmanızı, çok soru sormanızı ve mal
mülk ziyan etmenizi mekruh kılmıştır" (Buharî, “İstikrâz”, 19) hadisinde,
dedikodunun, çok soru sormanın ve mal mülk ziyan etmenin mekruh olduğu
bildirilmiştir.

b) Şâri‘, bir fiilin yapılmamasını istemek üzere, kendisinde haramlığa
değil, mekruhluğa delâlet eden bir karînenin bulunduğu yasaklama ifadesi
kullanmış olabilir. Meselâ "Allah nezdinde helâllerin en sevimsizi boşamadır"
(İbn Mâce, “Talâk”, 1) hadisinde, helâl lafzı kullanıldığından şâri‘ tarafından
istenmeyen bu fiilin haram değil, mekruh olduğu anlaşılmaktadır.

c) Şâri‘ bazan da fiilin yapılmamasının tercihe şayan olduğunu dolaylı
bir üslûpla istemiş olabilir. Meselâ, Hz. Peygamber, "Mehrin en iyisi en kolay
olanıdır" hadisinde mehirde aşırılığın terkedilmesini teşvik etmiş ve
mehirde aşırılığa gitmenin mekruh olduğunu zımnen ifade etmiştir.

Mekruh fiil işleyen cezayı hak etmez; bazan kınanma ve azarlamaya
müstehak olur. Ancak mekruh fiili Allah rızâsı için terkeden, kişi, övülmeye
ve sevaba müstehak olur.

Bu açıklamalar fakihlerin çoğunluğuna göredir. Hanefî fakihlere göre ise
mekruh iki nevidir:

a) Tahrîmen Mekruh

Bu, şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği bir fiil olmakla
birlikte, bu talep haber-i vâhid gibi zannî bir delil ile sabit olmuştur.
Bu tür mekruh harama yakın olup, vâcibin karşıtıdır. İki kişi arasında yapılan
bir akdi bozmak üzere yeni bir fiyat teklif etmek, başkasının evlenme
teklifinde bulunduğu kadına evlenme teklifinde bulunmak gibi. Vâciplerin
terkedilmesi de mekruhtur. Bu nevi mekruhun hükmü, haram bir fiili işleyenin
hükmü gibidir, yani cezayı gerektirir. Ancak haramdan farkı, bunu inkâr
eden kişi kâfir olmaz.

Fakihlerin çoğunluğu haramı, tahrîmen mekruhu da kapsayacak şekilde
tanımlar. Onlara göre haram "şâriin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda
kat‘î veya zannî bir delil ile istediği fiil"dir. Şu halde Hanefîler'in tahrîmen
mekruh olarak değerlendirdikleri fiillere, diğer mezhep fakihleri haram demektedirler.
Hanefîler'den İmam Muhammed de tahrîmen mekruhu haram
olarak nitelendirmekle birlikte, zannî delil ile sabit olduğundan onu inkâr
edenin küfrüne hükmedilemeyeceği kanaatindedir.

b) Tenzîhen Mekruh

Bu, şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda istediği
fiildir. Bu tanım, cumhûr-ı fukahânın mekruh tanımına uygundur. Tenzîhen
mekruh, helâle yakın olup, mendubun karşıtıdır. İkindi namazından sonra,
güneşin batmasından az önce nâfile namaz kılmak, soğan, sarımsak yiyerek
camiye gitmek, abdest alırken suyu israf etmek gibi fiiller bu kısma örnek
verilebilir. Bu nevi mekruhun hükmü, herhangi bir cezayı ve kınanmayı
gerektirmemesidir. Ancak tenzîhen mekruh hükmündeki fiili istemek, üstün
ve faziletli olan davranış tarzının terkedilmesi demektir.

Dinî literatürde yer alan ve özellikle ibadetler alanında sıklıkla söz konusu
edilen mekruhlar -mendublarda olduğu gibi- mükellefleri dinî hayata,
haramdan, kötü ve çirkin işlerden uzak durmaya hazırlayıcı, dinî vecîbelerin
daha anlamlı ve verimli şekilde ifa edilmesini destekleyici bir işlev taşır.
Aynı şekilde mekruhlardan kaçınma, Hz. Peygamber'in önerilerini, güzel
ahlâk ve yaşayışını, İslâm toplumlarının ortak kültürünü, tecrübe birikimini
ve ahlâkî değerlerini iyi izleyebilmek açısından da son derece önemlidir.

5. HARAM
Teklifî hükümlerden biri olan haram; sözlükte "yasak, memnu" demek
olup helâlin zıddıdır. Dinî terim olarak ise, “şâriin yapılmasını kesin ve bağlayıcı
bir ifade ve üslûpla yasakladığı fiil”dir. Yasaklama işine tahrîm veya
hazr, yasaklanan şeye harâm, muharrem veya mahzûr, bu yöndeki hüküm
ve vasfa da hurmet denilir.

Haram ve mekruh, şâriin yasakladığı, yapılmasını istemediği fiillerin iki
nevidir. Yasaklama açık ve kesin bir üslûpla ve delille olmuşsa haramdan,
daha esnek ve yumuşak bir üslûpla veya daha zayıf bir delille olmuşsa
mekruhtan söz edilir.

Çoğunluğunu Hanefîler'in teşkil ettiği bir grup İslâm hukukçusu ve usulcüsü,
bir fiilin haram hükmünü alabilmesi için hem Kur'an âyetleri,
mütevâtir ve meşhur sünnet gibi sübûtu kesin (veya kesine yakın) bir delilin,
hem de bu delilin açık ifadesinin bulunmasını
şart koşarlar. Bu sebeple de,
âhâd hadislerle sabit olan veya dolaylı bir şekilde ifade edilen yasaklara
"tahrîmen mekruh" adını verirler. Çoğunluk ise, itikadî yönden olmasa bile
amelî bakımdan zannî delilleri yeterli gördüğünden, âhâd hadislerle sabit
yasakları da haram olarak adlandırırlar.


a) Haram Fiillerin Nevileri

Haram fiiller iki nevidir(Çeşit):

1. Haram li-aynihî. Şâriin, bizzat kendisindeki kötülük sebebiyle, baştan
itibaren ve temelden haramlığına hükmettiği fiildir. Zina, hırsızlık, adam
öldürme, dinen murdar sayılan eti yeme, evlenme mânii olanlarla evlenme
gibi. Bu tür bir haram fiili işleyen kişi günahkâr olur ve âhirette cezaya
çarptırılmayı hakeder. Bu, haramın uhrevî sonucudur. Bir de haram olan bir
fiile bağlanan dünyevî sonuçlar vardır. Şöyle ki: Bir müslüman böyle bir fiili
yaparsa, bâtıl kabul edilir ve fiile hiçbir olumlu hüküm bağlanamaz. Meselâ,
zina fiili nesep ve mirasçılığın sübûtu için sebep olamaz. Hırsızlık fiili de
mülkiyetin sübûtu için bir sebep olamaz. Murdar etin satışı bâtıldır ve böyle
bir sözleşmeye hukukî sonuç bağlanamaz. Ancak bu tür haramların bir
kısmı zaruret durumunda mubah hale gelebilir. Meselâ, açlıktan ölecek duruma
gelen bir kişinin, ölmeyecek miktarda domuz etinden yemesine müsaade
edilmesi böyledir.
2. Haram li-gayrihî. Aslında meşrû ve serbest olduğu halde, haram kılınmasını
gerekli kılan geçici durumla ilgili olan fiildir. Meselâ, bayram gününde
oruç tutmak böyledir. Esas itibariyle orucun kendisi meşrû bir fiildir.
Fakat Allah bu fiilin bayram gününde yapılmasını haram kılmıştır. Çünkü
bu günde kullar Allah'ın misafirleri sayılırlar. Bayram gününde oruç tutmak
ise, böyle bir misafirliği kabullenmekten kaçınmak anlamına gelir ki, bu
davranış müslümana yakışmaz.
Peygamberimiz bir hadisinde "Bir kimse, din kardeşinin pazarlığı üzerine
pazarlık etmesin, başkasının evlenme teklifinde bulunduğu kadına evlenme
teklifinde bulunmasın" (Buhârî, “Büyû‘”, 58; Müslim, “Nikâh”, 38) buyurarak,
hadiste zikredilen durumlarda alım satım ve nikâh sözleşmesini yasaklamıştır.
Bu yasaklama, anılan sözleşmelerin mahiyetlerinden değil, bu sözleşmelerin
dışındaki sebebe; din kardeşini incitme ve üzme sebebine dayanmaktadır.


Yine, cuma namazı ile yükümlü kişi bakımından cuma namazı esnasında
alışverişle meşgul olmak, haksız olarak ele geçirilen arazide namaz kılmak, dinen
yasak birer fiil olmakla beraber, yasaklık fiilin mahiyeti ile değil, onu çevreleyen
zaman veya mekân faktörü ile ilgilidir. Bu ve benzeri durumlarda, yasağı
ihlâl sebebiyle kişinin günahkâr ve uhrevî sorumluluk üstlenmiş olacağı hususunda
fikir birliği bulunmakla birlikte, ibadetin veya hukukî işlemin dünyevî
hükümler açısından geçerli sayılıp sayılmayacağı tartışılmıştır. Fakihler haramlık
yönünü daha ağır buldukları durumlarda ameli, dünyevî sonuçları bakımından
da geçersiz saymışlardır.

b) Haramlık Hükmü İfade Eden Lafızlar

Âyet ve hadisler bir şeyin haram olduğunu değişik üslûp ve ifade tarzlarıyla
bildirirler:

a) Bazan âyet ve hadislerde, bir şeyin haram olduğu "haram" lafzıyla
açıkça ifade edilir. Meselâ, "Anneleriniz, kızlarınız... (ile evlenmeniz) sizlere
haram kılındı" (en-Nisâ 4/23), "Meyte, kan, domuz eti, Allah'tan başkası
adına boğazlanan, boğulmuş, vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşüp ölmüş,
boynuzlanıp öldürülmüş, yırtıcı hayvanlarca parçalanmış hayvanlar...
ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna, size haram kılındı" (el-Mâide 5/3)
âyetlerinde olduğu gibi.

b) Bazan, "Bir müslümanın malı, rızâsı olmadıkça, bir başkasına helâl olmaz"
(Müsned, V, 72) hadisinde olduğu gibi, o şeyin helâl olmadığı bildirilir.

c) Bazan bir işin yapılması yasaklanır, ondan uzak durulması istenir.
"Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin" (el-En‘âm 6/151), "Zinaya
yaklaşmayın, çünkü o açık bir kötülüktür ve kötü bir yoldur" (el-Hac 22/30)
âyetlerinde olduğu gibi.

d) Bazan da bir fiilin işlenmesine ceza tertip edilir. İffetli kadınlara zina
iftirasında bulunanlara seksen değnek vurulmasını isteyen (en-Nûr 24/4), yetimin
malını haksız olarak yiyenlerin karınlarına ateş yemiş oldukları ve alevli
ateşle cezalandırılacaklarını bildiren (en-Nisâ 4/10) âyetlerde olduğu gibi.

c) Haram Hükmünü Belirleme Yetkisi

Haram ve gayri meşrû, dinî bir kavram olup bunu tayin de sadece Allah'ın
tasarrufunda olan bir konudur. Hz. Peygamber'in bu konudaki hadisleri,
Allah'ın hükmünü ve iradesini beyandan ibarettir. Kur'an'ın Ehl-i kitap'la
ilgili olarak "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem
oğlu Îsâ'yı Rab edindiler..." (et-Tevbe 9/31) âyeti nâzil olduğunda, daha
önce hıristiyan iken müslüman olan Adî b. Hâtim Hz. Peygamber'e gelerek,
"Ya Resûlallah! Onlar din adamlarına ibadet etmediler ki!" demiştir. Bunun
üzerine Hz. Peygamber şu açıklamayı yapmıştır: "Evet, dediğin doğrudur.
Ancak yahudi ve hıristiyan din adamları helâli haram, haramı da helâl
saymışlar, onlar da buna tâbi olmuşlardır. İşte onların din adamlarına ibadet
etmeleri bundan ibarettir" (Tirmizî, “Tefsîr”, 9-10).
Kur'an'ın konuyla ilgili başka bir âyeti ise şöyledir: "Diliniz yalana alışmış
olduğu için her şeye "şu haramdır, bu helâldir" demeyin. Zira Allah'a
karşı yalan uydurmuş olursunuz" (en-Nahl 16/116).

Ancak, Kur'an ve Sünnet haramı belirlerken ayrıntıdan ziyade kaideyi
ve belirli durumların hükmünü vazetmekte olup, bu genel kuralın her devirde
anlaşılıp uygulanabilir tarzda takdim edilmesini o devrin İslâm toplumuna,
yetkili ve bilgili İslâm bilginlerine bırakmıştır. Böyle olduğu içindir ki,
özellikle ilk devir İslâm bilginleri "haram" tabiri ile Allah'ın açıkça haram
kıldığı hususları kasteder, hakkında kesin ve açık nas bulunmayan şeyler
içinse "haram" demekten kaçınırlar, bunları ifade de daha çok "mekruh, hoş
değil, doğru değil, sakıncalı, câiz değil" gibi tabirleri kullanırlardı.

d) Haramdan Kaçınmanın Önemi

Müslümanlar, Allah'ın yasaklarını gerek maddî unsur ve gerekse nihaî
hedef itibariyle iyi kavrayabildikleri ölçüde iyi müslüman olurlar, lâyık oldukları
ölçüde dünyevî ve uhrevî karşılığa ulaşırlar. Bu konularda
sünnetullah hâkimdir. Kur'an'da, Allah'ın koyduğu ölçülere, sınır ve yasaklara
uymayanların sadece kendilerine yazık ettiğinin sıklıkla tekrarlanması
herhalde buna işaret etmektedir.

Öte yandan İslâm dininin bir şeyi haram kılışı ve gayri meşrû olarak nitelendirmesi
birçok hikmete dayanır. Dinin emir ve yasakları, kulun Rabbi
karşısında ciddi bir sınav verişi anlamını taşıdığı gibi, emrin tutulmasının,
yasağa uyulmasının kullara yönelik dünyevî ve uhrevî birçok yararı da vardır.
Zaten bu, ilâhî adaletin tabii bir sonucudur.

Ayrıca, dinin haram ve gayri meşru olarak ilân edip kaçınılmasını istediği
şeyler, müslümanın dünyasını zehir edecek, ona soluk aldırmayacak
yoğunlukta ve ağırlıkta ve onu mahrumiyetler içinde bırakacak tarzda da
değildir. Aksine her yasağın meşrû zeminde alternatifi, daha iyisi ve temizi
gösterilmiştir. Çirkin ve kötü olan yasaklanmış, iyi ve temiz olan helâl kılınmıştır.


Eşyada aslolan helâl ve serbest oluştur. Bunun için de İslâm ancak çok
gerekli ve önemli durumlarda yasaklar koymuş, öte yandan zaruretler, beklenmedik
şartlar, zorlamalar ve hayatî tehlikeler karşısında bazı yasakların
geçici olarak ve ihtiyaç miktarınca ihlâlini de belli bir müsamaha ile karşılamıştır.
Ancak zaruret ve ihtiyacın tayin ve takdirinde ferdî kanaatlerden
ziyade şer‘î ölçülerin esas olacağı açıktır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, bir hususun şâri‘ tarafından açıkça ve
doğrudan haram kılınması ile dolaylı olarak yasaklanması arasında ince bir
fark bulunduğu gibi, bir işin naslar tarafından ilke olarak haram kılınması ile
İslâm bilginlerinin bir fiili o yasağın kapsamında kabul etmeleri arasında da
belli ölçüde fark vardır. Ancak bu konuda fertlerin bireysel ve sübjektif tercih
ve değerlendirmelere göre davranmalarının da isabetli bir yol olmadığı,
fertleri mesuliyetten kurtarmayacağı, bu konunun İslâm hukuk disiplini
içerisinde belli bir ilmî ve idarî otoriteye bağlanmasının gerekliliği de açıktır.
Kanunlaştırmanın ve merkezî ortak otoritenin bulunmadığı dönemlerde bu
düzenlemeyi fıkıh mezhepleri belli ölçüde başarmış, şer‘î yasakların sınırını
çizip muhtevasını belirlemede devirlerinin şartlarına göre bazı ölçüler geliştirmişlerdir.


Hile ve dolaylı yollar gayri meşrû olanı helâl kılmaz. Bilgisizlik bu konuda
mazeret olmadığı gibi kişinin niyetinin iyi olması da çoğu zaman yeterli
değildir. Vasıtaların da gayeler gibi meşrû olması gerekir. Haramın adını
değiştirmek, çoğunluğun o işi yapıyor olması ölçü alınarak meşrû görmek de
kişiyi mesuliyetten kurtarmaz. Haramdan ve harama yol açan vasıtalardan
kaçınmak gerektiği gibi, haram şüphesi taşıyan işlerden ve kazançlardan da
uzak durmak gerekir. Hz. Peygamber'in şu hadisi bu konuda ihtiyat ve
takva sahipleri için güzel bir ölçü vermektedir: "Helâl apaçık belli, haram da
apaçık bellidir. Bunların arasında, halktan birçoğunun helâl mi haram mı
olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Dinini ve namusunu korumak için
bunları yapmayan kurtuluştadır. Bunlardan bazısını yapan kimse ise haram
işlemeye çok yaklaşmış olur. Nitekim korunun etrafında hayvanlarını otlatan
kimse de koruya dalma tehlikesi ile burun buruna gelmiş olur. Dikkat
ederseniz her hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın korusu da haram kıldığı
şeylerdir" (Buharî, “Büyû‘”, 2, Müslim, “Müsâkat”, 20).

Samimi bir müslüman, hâricî şartlar, toplumun kötü gidişatı ne olursa
olsun her yer ve zamanda dosdoğru olan, dinin ahkâmını uygulayan, güvenilen
ve inanılan bir kimse olmak, istikameti ve hayatı ile İslâm'ın tebliğcisi
ve iyi örneği olmak zorundadır.

bb) Azîmet ve Ruhsat

Sözlükte azîmet "bir şeye kesin olarak yönelmek, niyetlenmek" anlamındadır.
Fıkıh ilminde ise, "meşakkat, zaruret ve ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe
bağlı olmaksızın ilkten konmuş olan ve normal durumlarda her bir
mükellefe ayrı ayrı hitap eden aslî hüküm" demektir.
Azîmet farz, vâcip, sünnet, müstehap niteliğindeki bir davranışın yapılmasını;
haram, mekruh gibi davranışların da yapılmamasını ifade eden bütün
teklifî hükümleri içine alır. Meselâ namaz, oruç, hac başta olmak üzere
Allah'ın kullarını yükümlü tuttuğu bütün dinî vecîbeler genel tarzda her
mükellef kişi için konulmuş birer azîmet hükmüdür. Aynı
şekilde şarap içme, domuz eti yeme, zina etme gibi haram olan fiiller de
her mükellefi bağlayıcı genel hükümlerdir.

Azîmetin karşıtı ruhsattır. Sözlükte "kolaylık, devamlı olan" ruhsat, fıkıh
ilminde "meşakkat, zaruret, ihtiyaç gibi ârızî bir sebebe bağlı olarak azîmet
hükmünü terketme imkânı veren ve yalnız söz konusu ârızî durumla sınırlı
bulunan hafifletilmiş ve geçici hükmü" ifade eden bir terimdir. Meselâ mükelleflerin
oruç tutması bir azîmet hükmüdür. Fakat hasta ve yolculara karşılaştıkları
güçlük sebebiyle, oruç tutmama kolaylığı tanınmış ve bunlardan tutamadıkları
oruçlarını normal hale dönünce kazâ etmeleri istenmiştir. Domuz
etinin yenmesi, şarabın içilmesi haram olduğu halde, susuzluktan veya açlıktan
ölme tehlikesiyle karşılaşan kimseye bu azîmet hükmünü terkedip domuz
etinden veya şaraptan hayatî tehlikeyi atlatacak miktarda yemesi içmesi mubah
kılınmıştır. İbadetlerin şekil şartlarıyla ilgili birçok ruhsatın tanınmış olması
da burada hatırlanmalıdır. Bu ruhsatlar, zaten mükellefiyetlerin çok az ve
sınırlı tutulduğu İslâm dininin rahmet ve kolaylık dinî olmasının, Allah'ın kulları
için zorluğu değil kolaylığı dilemiş bulunmasının tabii sonuçlarıdır.
Dinin teklifî hükümleri incelendiğinde birkaç çeşit ruhsatın bulunduğu
görülür.

a) Haramı
İşleme Ruhsatı. Zaruret veya zaruret derecesine varan ihtiyaç
hallerinde haram bir fiil mubah hatta vâcip hale gelebilir. Haramı işleme
ruhsatının bulunduğu bazı durumlarda mükellef azîmet hükmüne uymakla
ruhsattan yararlanma arasında serbest bırakılır. Ölüm tehdidi altında
kalan kimsenin imanını gizleyip küfrü telaffuz etmesine ruhsat vardır. Bu
mubah olmakla birlikte bu kimse imanını açıklamakta direnir de öldürülürse
şehid olur. Âyette böyle bir ruhsat yazıldığı gibi (en-Nahl 16/106) Hz. Peygamber
böyle bir zorlama sonucu öldürülen müminin şehid olduğunu haber
vermiştir. Bazı durumlarda ise mükellefin azîmet hükmünü terkedip ruhsattan
yararlanması vâcip hale gelir. Açlık yüzünden ölüm tehlikesiyle karşılaşan
kimsenin domuz eti yiyerek veya ölüm tehdidi altında bulunan kimsenin
dini tebliğden vazgeçerek hayatını kurtarması vâcip olduğundan, bu
kimsenin azîmet hükmünde ısrar edip ölmesi halinde günahkâr olacağı
görüşü hâkimdir. Âyette de zaruret karşısında kalan için bu tür bir ruhsattan
söz edilir (el-Bakara 2/173).

b) Vâcibi Terketme Ruhsatı. Farz veya vâcip olan bir fiilin edasında
mükellef için ek bir meşakkat bulunduğunda, bu vâcibi terketme ruhsatı tanınır.
Ramazan orucu bütün mükelleflere farz olduğu halde hasta ve yolculara,
sonradan kazâ etmek üzere oruç tutmama kolaylığı tanınmıştır. Mükellef bu
ruhsattan yararlanıp yararlanmamakta serbesttir.

Ölüm tehlikesi gibi ağır sonuçların söz konusu olmadığı durumlarda azîmete
göre mi, ruhsata göre mi davranmanın daha sevap olduğu hususunda
İslâm âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Meselâ Hanefîler'e göre, yolculuk
esnasında dört rek‘atlı farz namazların kısaltılarak ikişer rek‘at kılınması
esasen bir azîmet hükmüdür. Bu sebeple de yolcunun bu namazları ikişer
rek‘at kılması asıldır. Buna karşılık, yolcunun oruç tutmama ruhsatı bulunsa
bile, ilgili âyetin dolaylı ifadesinden de hareketle (el-Bakara 2/184), zorlanmayacaksa
oruç tutmasının daha faziletli olduğu ileri sürülmüştür.

c) Genel Kurala Aykırı Bazı Akidleri ve Hukukî İşlemleri Yapabilme
Ruhsatı. Bazı akidler ve hukukî işlemler İslâm hukukunun o konudaki genel
kurallarını veya genel şer‘î delillere aykırı olduğu halde insanların duyduğu
ihtiyaca bağlı olarak mubah sayılmıştır. İleride teslim edilecek bir malın peşin
para ile satın alınması demek olan selem akdi, mevcut olmayan bir malın satımı
mahiyetinde olsa da, insanların ihtiyacına binaen Hz. Peygamber tarafından
câiz görülmüştür. Eser siparişi sözleşmesi de (istisna) böyledir.

d) Önceki semavî dinlerde mevcut ağır hükümlerin İslâm'da kaldırılmış
olması da, ilâhî teşriin genel seyri içinde İslâm ümmeti için ruhsat hükmündedir.
Namazın, ibadete ayrılmış yerin dışında geçerli olmaması, ganimetlerin
haram olması, malın dörtte birinin zekât olarak kesilmesi hükümlerinin
müslümanlar hakkında kaldırılmış veya çok hafifletilmiş olması böyledir.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol