""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Kitap Sünnet İcma

Fıkıh

I. KAVRAM
İkinci bölümde de ifade edildiği gibi, fıkıh kelimesi sözlükte "bir şeyi
bilmek, iyi ve tam anlamak, iç yüzünü ve inceliklerini kavramak" anlamına
gelir. Terim olarak ise, hicrî ilk asırlarda zihnî çaba ile elde edilen dinî bilgilerin
tamamını ifade etmişken, iman ve itikad konularının ayrı bir ilim dalı
olarak teşekkül etmesine paralel olarak, ileri dönemlerde İslâm'ın fert ve
toplum hayatının değişik yönleriyle ilgili şer‘î-amelî hükümlerini bilmenin ve
bu konuyu inceleyen ilim dalının özel adı olmuştur. Fıkhın, şer‘î delillerden
elde edilen fıkhî hükümleri sistematik tarzda ele alan dalına fürû-i fıkıh,
delillerden hüküm elde etme metodunu inceleyen dalına da usûl-i fıkıh
denir. Fıkıh ilminde uzman olan kimselere de fakih (çoğulu fukahâ) denildiğini
biliyoruz. Fıkıh ferdin Allah'a, kendine ve topluma karşı amelî sorumluluklarını,
beşerî ilişkilerin sübjektif, ahlâkî ve objektif (hukukî) yönlerini
bütünüyle kuşattığından ve bir bakıma İslâm toplumunun dini anlama ve
yaşama tarzını ve çeşitliliğini, kültür ve geleneğini temsil ettiğinden İslâm
hukuku tabirinin ilk planda çağrıştırdığı dar ve şeklî alana göre daha kapsamlıdır.
Fakat Batı'daki İslâmoloji çalışmalarının etkisiyle fıkıh yerine İslâm
hukuku tabiri de eş anlamlı olarak kullanılır olmuştur.



142 İLMİHAL

Kur'an'ın fert ve toplum hayatına ilişkin olarak koyduğu amelî hükümler,
kural ilke ve amaçlar ile bunların açıklaması, örneklendirmesi ve uygulanması
mahiyetindeki Hz. Peygamber'in sünneti, İslâm'ın amelî hükümlerinin
temel kaynaklarını teşkil eder. Kur'an ve Sünnet'in bu belirleyici ve
yönlendirici tavrı, ferdin kişiliğine ve temel haklarına müdahale değil aksine
dünya hayatında çeşitli zaaf ve sapmalara mâruz kalan insana ilâhî inayet
ve rahmet elinin uzanması, onun aklî ve fıtrî temizliğinin vahiyle korunması
ve desteklenmesi ve insanın dünya ve âhirette mutluluğu yakalamasına
yardımcı olunması anlamını taşır. Müslümanlar ferdî, ailevî ve sosyal hayatlarını
düzenlerken dinin bu yol göstericiliğinden âzami ölçüde yararlanmayı
bu sebeple isterler.

Öte yandan, Kur'an ve Sünnet'te yer alan amelî hükümlerin, ilke ve
amaçların anlaşılması, yorumlanması ve günlük hayatın bu çizgide düzenlenmesi
konusunda İslâm toplumlarının tarihî süreç itibariyle zengin ve çok
çeşitli bir tecrübe birikimine sahip olduğu, nasların açık ifadelerinin çerçevelediği
ortak alan etrafında zengin bir hukuk kültür ve geleneğinin oluştuğu
da bilinmektedir. Bu itibarla İslâm fıkhı bir yönüyle ilâhî tebliğle, Kur'an ve
Sünnet'te yer alan açıklamalarla, bir yönüyle de müslüman hukukçuların
entelektüel üretimleri, gözlem ve tecrübe birikimleri, toplumların kültür,
gelenek ve vak‘alarıyla bağlantılıdır. Bu durum, İslâm fıkhının hem ilâhî
inâyetten, vahyin yol göstericiliğinden, hem de beşerî çabadan, fert ve toplumların
şart ve ihtiyaçlarından kopmamasının, ikisi arasında denge kurarak
fert ve toplumlara mâkul, dengeli ve yaşanabilir bir hayat tarzı önerebilmesinin
temel âmili olmuştur.

Bu itibarla İslâm fıkhı veya İslâm hukuku denince, sadece Kur'an ve
Sünnet'in amelî hükümleri değil de İslâm toplumlarının bu ortak alan etrafında
geliştirdiği hukuk kültür ve geleneği, uygulama zenginliği kastedilir.
Diğer bir anlatımla İslâm fıkhı veya hukuku tabirini müslüman toplumların
fıkhı veya hukuku şeklinde açmak mümkündür.

Bu arada, fıkhın hukuka göre daha kapsamlı bir kavram olduğunu da
özellikle vurgulamaya ihtiyaç vardır. Çünkü hukuk beşerî ilişkileri şeklî ve
objektif kurallarla ve maddî müeyyidelerle düzenlerken fıkıh ferdin yaratanla,
kendisiyle ve toplumla ilişkilerini şekil ve öz, dünya ve âhiret, maddî
ve mânevî müeyyide, cebrî hukuk ve sosyal baskı gibi değişik boyutlarıyla
ele alır. Bu sebeple de fıkhın içinde İslâm kültür ve medeniyetinin birçok
ayrıntısını, zengin bilgi ve tecrübe birikimini, fert ve toplum hayatının değişik
kesitlerini bulmak mümkündür. Ancak burada İslâm fıkhının bu değişik
vecîbeleriyle ilgili ayrıntıya girilmeyecek, sadece ibadet ve şahsın hukuku
(ahvâl-i şahsiyye) çerçevesinde kalan ilmihal bilgilerinin daha iyi kavranabilmesi
için bunların elde edilmesinde kullanılan aslî ve tâli kaynaklar ve
metotlar ile bu konudaki dinî-hukukî mükellefiyetin mahiyeti fıkhın klasik
doktrin ve sistematiğinde yer aldığı
şekliyle verilmekle yetinilecektir.

II. KAYNAK ve METOT
A) GENEL OLARAK

Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber'in sünneti, İslâm'ın dünya ve âhireti,
fert ve toplum hayatını, inanç, ibadet, ahlâk ve hukuk konularını genel bir
yaklaşımla veya özel bir ayrıntıyla kuşatan hükümlerinin kaynağını teşkil
eder. Bu iki kaynakta hayatı geçmişiyle ve sonuyla aydınlatacak, ferdî
mutluluğa ve sükûnete, toplumu huzur ve güvene kavuşturacak bütün ana
prensipleri, açıklama ve yönlendirmeleri bulmak mümkündür. Hz. Peygamber
dünya hayatına veda etmeden önce müminlere şu uyarıda bulunmuştu.
"Size iki emanet bırakıyorum ki onlara sıkı sarıldığınız sürece doğru yoldan
sapmazsınız: Allah'ın kitabı ve resulünün sünneti" (İbn Mâce, “Menâsik”, 84;
Ebû Dâvûd, “Menâsik”, 56). Ancak Kur'an ve Sünnet fert ve toplumlara takip
edecekleri ana çizgiyi, koruyacakları temel değerleri, taşıyacakları mükellefiyet
ve sorumlulukları göstermekle veya hatırlatmakla yetinir. Buna dinî
literatürde, hidayetin bir türü olarak yol gösterici hidâyet (hidâyet-i mürşîde)
denir. Bu iki kaynakta yer alan hükümleri ve gösterilen hedefleri kavrama,
ondan amelî hayata ve tek tek her bir olaya ilişkin sonuç çıkarma tamamıyla
Kur'an ve Sünnet'in muhatabı olan müslümanlara ait bir sorumluluktur.
Bu sebeple de Hz. Peygamber'in vefatından sonra Kur'an ve Sünnet'in
nasıl anlaşılacağı, bu iki kaynaktan nasıl istifade edileceği ve hangi ölçü ve
usullere bağlı kalınarak hüküm çıkarılacağı hususu daima önemini korumuştur.
Zaten tarihî süreç itibariyle ortaya çıkan farklı mezhep, ekol, temayül
ve anlayışlar da bu zihnî ve beşerî çabanın birer örneği mesabesindedir.
İslâm toplumlarının geleneği ve hukuk kültürü, çok zengin doktriner tartışmalarla
dolu hacimli fıkıh literatürü de bu çaba sonucu ulaşılmış bilgileri
yansıtır. Ayrıca, metinden (nas) hüküm çıkarma metodolojisini konu alan
bir ilmin tarihte usûl-i fıkıh adıyla ilk defa müslümanlar tarafından kurulmuş
olması da bu sürecin tabii bir sonucudur. Böyle olunca, amelî hayata ilişkin
dinî hükümlerin aslî kaynağı
(delil) Kur'an ve Sünnet olmakla birlikte, bu iki
kaynaktaki lafızların anlaşılmasına yönelik aklî muhakeme ve yorum metotları
da benzeri bir işlev yüklenmektedir.


B) DELİLLER

Fıkıh ve usûl-i fıkıh bilginleri sağlıklı bir zihinsel işlemde, araştırılan hususa
dair hüküm vermeye ulaştıran veya bir hükmün kanıtlanmasını sağlayan vasıtaya,
daha özel ifadeyle araştırılan hususta şer‘î-amelî nitelikteki hükme ulaştıran
vasıtaya delil derler. Delil, içerdiği bilginin kaynağı açısından aklî-naklî,
ulaştırdığı sonuç hakkında karşı ihtimali ortadan kaldırıp kaldırmaması açısından
kat‘i-zannî ayırımına tâbi tutulabilir. Fıkıhta delil genelde, fıkhî bir hükmün dinîhukukî
dayanağı(edille-i şer‘îyye, edilletü'l-ahkâm) anlamında kullanıldığından,
hüküm kaynağı aslî deliller de, bu kaynaktan hüküm elde etmeye yarayan metotlar
da çoğu zaman delil olarak adlandırılır. Bu sebepledir ki, Kur'an ve Sünnet'i
anlamayı, naslarla çözümü beklenen olay arasında bağ kurmayı ve naslardan
olayı aydınlatacak bir sonuç çıkarmayı hedefleyen aklî ve mantıkî metotların
aynı zamanda şer‘î (dinî-hukukî) delil olarak adlandırılması da bu sebepledir.

Şer‘î deliller, üzerinde ittifak edilen-ihtilâf edilen deliller şeklinde bir ayırıma
da tâbi tutulabilir. Naklî deliller sahibine aidiyeti (sübût) ve bir anlamı
ifade ermesi (delâlet) yönüyle kat‘î veya zannî olabilmektedir. Meselâ Kitap
ve Sünnet bütün olarak alındığında üzerinde ittifak edilen naklî ve kat‘î delil
sayılabilirse de herhangi bir âyet veya hadis, belirli bir hükme delâlet yönüyle
zannî, aklî-mantıkî öncüllere dayanması yönüyle de aklî delil olarak
nitelendirilebilir. Nitekim Kur'an ve Sünnet ahkâmının şer‘iyyât-hissiyât
veya sem‘iyyât-akliyyât şeklinde bir ayırıma tâbi tutulması da mümkün
olmaktadır. Öte yandan bütün delillerin nakle ve akla veya sadece Kur'an'a
irca edilmesi de mümkündür. Bu itibarla delillerin çeşitli adlandırma ve ayırımında
bakış açısına göre değişebilir bir izâfîliğin bulunduğu görülür. Bu
değişkenlik ve yoruma açıklık dinî literatürde bir hükmün şu veya bu delile
dayandığı, âyet veya hadisin şu veya bu hükme delâlet ettiği şeklinde sıklıkla
görülen iddiaları da haliyle yakından ilgilendirmektedir.

Fıkıh literatüründe yaygın genel kabule göre şer‘î delillerden Kitap, Sünnet,
icmâ ve kıyas aslî deliller; istihsan, istislah (mesâlih-i mürsele), istishâb,
sedd-i zerâyi‘ gibi deliller de fer‘î veya tâli deliller grubunda yer alır. Bu aslî
delillerin bir diğer adı da "dört delil"dir (edille-i erbaa). Bu tür adlandırma bir
bakıma, üzerinde ittifak edilen-ihtilâf edilen deliller ayırımı olarak da algılanabilir.
Hatta Kur'an ve Sünnet'i delil, diğerlerini de bu iki delilden hüküm
çıkarma metotları olarak değerlendirmek daha doğrudur. Akıl da bu bölümlemede
bir yönden delil bir yönden de delilleri anlama ve mevcut metotları
işleme melekesi konumundadır. Burada delil ve metot veya aslî delil-fer‘î
delil ayırımı yapılmaksızın klasik literatürde yer alan deliller ve onlardan
hüküm çıkarma metotları hakkında özet bilgi vermekle yetineceğiz.
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol