""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Dinin Tanımı ve Özellikleri

I. DİN KELİMESİ .............................................................. 1

II. DİNİN TANIMI .......................................................... 3

III. DİNİN KAYNAĞI ...................................................... 5

IV. DİNİN ÖNEMİ ............................................................. 6

V. DİNLERİN TASNİFİ ................................................... 8

VI. DİĞER DİNLER ve İSLÂM........................................ 10



Birinci Bölüm

Din insanın Allah ile, diğer insan ve varlıklarla münasebetlerini düzenleyen
ve hayatına yön veren, onlarla ilgili davranışlarına esas olacak kurallar
bütününe verilen addır. İnsanla beraber var olan, tarihin bütün devirlerinde
ve bütün topluluklarında karşılaşılan din olgusu, çeşitli şekillerde kendini
göstermektedir. Bütün bu çeşitliliği kuşatacak bir tanım zor olmakla birlikte
bu müesseseye verilen isimlerden yola çıkarak dinin mahiyeti hakkında
bilgi sahibi olunabilir.



I. DİN KELİMESİ
Arapça kökenli bir kelime olan din sözlükte “örf ve âdet, ceza ve karşılık,
mükâfat, itaat, hesap, boyun eğme, hâkimiyet ve galibiyet, saltanat ve
mülkiyet, hüküm ve ferman, makbul ibadet, millet, şeriat” gibi çeşitli anlamlara
gelir.

Bugün Batı dillerinde din karşılığı kullanılan religion kelimesinin aslı
Latince’dir ve "bir şeyi vazife edinmek, tekrar tekrar okumak, yapmak",
ayrıca "insanları Tanrı'ya bağlayan bağ" anlamlarını içermektedir. Kelimenin
bu iki anlamı dikkate alındığında religion kelimesi, hem insanları Tanrı'ya bağlayan bağ
(iman), hem de belli bazı davranışları dikkatle yapmak (ibadet)
gibi din kavramının iki temel niteliğini ifade etmektedir.

Hinduizm'in kutsal dili Sanskritçe’de dharma, Budizm’in kutsal metinlerinin
yazıldığı Pali dilinde ise dhamma din karşılığıdır ve "gerçek, doktrin,
doğruluk, kanun, düstur" gibi mânalara gelmektedir.

Her dinî kültürün din kavramını ifade etmek üzere seçtiği kelimelere ait
anlamların ortak noktasının "yol, inanç, âdet, kulluk" olduğu söylenebilir.
Bütün bu kelimeler, kökleri insanın iç hayatında bulunan ve semereleri çeşitli
davranışlarla tezahür eden köklü bir fenomeni ifade etmeyi amaçlamaktadır.


Kur'ân-ı Kerîm’de din kelimesi doksan iki yerde geçmekte, ayrıca üç
âyette de değişik türevleri yer almaktadır. Kur’an’da bu kelimenin başlıca şu
anlamlarda kullanıldığı görülür: "Yönetme, yönetilme, itaat, hüküm, tapınma,
tevhid, İslâm, şeriat, hudud, âdet, ceza, hesap, millet".
Kur'ân-ı Kerîm’de din teriminin, sûrelerin nâzil oluş sırasına göre kazandığı
değişik anlamları şu şekilde sıralamak mümkündür: İlk dönem
Mekkî âyetlerde bu kelime "yevmü’d-dîn" (din günü, hesap, ceza-mükâfat
günü) şeklinde geçmektedir ve insanın, iman ve ameline göre hesaba çekileceği
âhiret gününü ifade etmektedir (el-Fâtiha 1/4; ez-Zâriyât 51/6).

Mekke döneminin ikinci yarısında ise artık, sorumluluk ve hesaptan
tevhid ve teslimiyete geçilmektedir. Bu dönemdeki âyetlerde insanın sadece
Allah’a ibadet etmesi, ona ortak koşmaması vurgulanarak dinin Allah tarafından
konulan ve insanları ona ulaştıran yol olduğu belirtilmektedir. Bu
dönemde "dînen kyyemen" (dosdoğru din), "millete İbrâhim" (İbrâhim’in dini)
ibareleri aynı âyette yan yana geçmektedir (el-En‘âm 6/161).

Medine döneminde millet-i İbrâhim ve müslimîn kelimeleri bir arada
geçmekte (el-Hac 22/78), tevhidden ümmete, kendisini Allah’a teslim edenler
cemaatine geçilmektedir. "Dînü'l-hak" ifadesiyle muharref ve bâtıl dinlere
karşı bu yeni dinin sağlam esasları belirtilmiş ve onun bütün dinlere üstün
kılınacağı müjdelenmiştir (et-Tevbe 9/29, 33; el-Fetih 48/28; es-Saf 61/9).
Yine Medine döneminde "Allah katında din şüphesiz İslâm’dır" (Âl-i İmrân
3/19; el-Bakara 2/193); "Kim İslâm’dan başka bir dine yönelirse, onun dini
kabul edilmeyecektir, o âhirette de kaybedenlerdendir" (Âl-i İmrân 3/85)
meâlindeki âyetlerle İslâm’ın diğer dinlere karşı üstünlüğü vurgulanmıştır.
Mekke döneminde din kavramı: "Tarihin akışına ve tabiatın gidişine yön
veren, zamana ve âleme hükmeden, dini ortaya koyan, hesap gününü elin
de tutan Allah’ın otoritesi" şeklinde özetlenebilecek bir muhteva kazanırken
Medine döneminde bu muhteva genişletilerek "Kişinin Allah’a bağlı bir
hayat sürdürmesi, müslüman topluluğuna karşı görevlerini yerine getirmesi;
Allah’ın mutlak tasarruf ve hâkimiyete sahip olması" (el-Bakara 2/193; el-
Enfal 8/39) gibi unsurlar da dinin muhtevasına katılmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm’de din kelimesi sadece müslümanların değil, başkalarının
inançlarını da ifade etmek üzere kullanılmış olmakla birlikte, özel anlamda
din kelimesiyle İslâm kastedilmiş
(Âl-i İmrân 3/99); İslâm’la din âdeta eş
anlamlı iki kelime telakki edilmiş ve bütün peygamberlerin getirdiği dinin
İslâm olduğu ifade edilmiştir (Âl-i İmrân 3/85; en-Nisâ 4/125; el-Mâide 5/3;
eş-Şûrâ 42/13).
Öte yandan Kur’an’da din kelimesi hem ulûhiyyeti hem ubûdiyyeti yani
Tanrı ve kul açısından iki farklı anlamı ifade etmektedir. Buna göre din,
hâlik ve mâbud olan Allah’a nisbetle "hâkim olma, itaat altına alma, hesaba
çekme, ceza-mükâfat verme"; mahlûk ve âbid olan kula nisbetle "boyun
eğme, aczini anlama, teslim olma, ibadet etme"dir. Netice itibariyle de din,
bu iki taraf arasındaki münasebeti düzenleyen kanun, nizam ve yolun genel
adıdır.

II. DİNİN TANIMI
Tanımı en zor kavramların başında din gelmektedir. Dini tanımlarken
gerek geçmişte yaşamış gerekse günümüzde mevcut bütün inanç şekillerini
kuşatan ve hepsinde müşterek esasları ifade eden bir tanım yapmanın zorluğu
ortadadır. Dinin bütün dinleri içine alabilecek bir tanımı ancak din
kavramının sınırları kesin bir şekilde belirlendikten sonra yapılabilir. Kapsamlı
bir tarif için öncelikli olarak şahsî tecrübe yoluyla elde edilmiş olan
dindarlık kavramını tahlil etmek ve elde edilen sonucu dinî gerçeklerle karşılaştırmak
gerekir. Bütün zorluklarına rağmen yine de dinin çeşitli tanımları
yapılmıştır ve bu tanımlar genelde tanımı yapanların kendi sübjektif görüşlerini
yansıtmaktadır.

Çağdaş Batılı ilim adamları tarafından dinin birbirinden farklı tarifler ya-
pılmıştır. Bu tarifler büyük ölçüde ferdî tecrübe ile zihnî, hissî, taabbüdî ve
içtimaî elemanlardan ibaret beş unsurun birini ya da birkaçını öne çıkararak
yapılmıştır. Ferdî tecrübe dışında kalan mevcut bu dört unsuru şu şekilde
açıklamak mümkündür:
a) Zihnî unsur. İnsanın kendisinden üstün bir güç ve kudretin mevcudiyetini
zihnen kabulü. Tanrı kavramı veya çok genel ifadesiyle kutsal
kavramı, bütün dinlerin özündeki temel unsurdur.

b) Hissî unsur. Zihnen varlığı kabul edilen bu üstün güç ve kudrete karşı
kalben duyulan bağlılık duygusu.

c) Taabbüdî unsur. Zihnen varlığı kabul edilen, kalben kendisine
bağlanılan yüce kudrete karşı bazı davranışları yapma yükümlülüğü.
Buna davranış faktörü de denilmektedir ki çok genel olarak ibadeti
veya kulluk gereklerini ifade etmektedir.

d) İçtimaî unsur. Aynı zihnî, hissî, taabbüdî unsurları paylaşan insanların
oluşturduğu sosyal grup.

Dinlerde bulunan bu unsurların yanında, din bilimleri açısından dini
oluşturan hususlar olarak kabul edilen ve bütün dinlerde bulunabilen unsurların
başlıcalarını
şu şekilde sıralayabiliriz: Tabiat üstü, insan üstü varlıklara
inanç (Tanrı, melekler, cinler, ruhanî varlıklar gibi); kutsalla kutsal
olmayanı ayırma; ibadet, âyin ve törenler; yazılı veya yazısız gelenek (kutsal
kitap, ahlâkî kanunnâme); tabiat üstü, insan üstü varlık veya kutsalla
ilgili duygular (korku, güven, sır, günahkârlık, tapınma, bağlılık duyguları
gibi); insan üstü ile irtibat (vahiy, peygamber, dua, niyaz, ilham gibi vasıta ve
yollarla); âlem ve insan, hayat ve ölüm ötesi görüşü, hayat nizamı; içtimaî
grup (cemaat) ve bu gruba mensubiyet.

Bazı dinlerde bunların hepsi, bazılarında ise sadece bir kısmı bulunur.

İslâm bilginleri dinin tarifini, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan açıklamaları ve
İslâm inançlarını göz önünde bulundurarak yapmışlardır. Buna göre hak
dinin tarifi şu şekildedir: Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle
bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur.

İslâm bilginlerinin din tarifleri hak din için düşünülmüş dar kapsamlı tariflerdir.
Bu tariflerde ortak noktalardan biri dinin ilâhî kaynaklı olduğunun
vurgulanmasıdır. Buna göre gerçek din beşer kaynaklı olamaz. Yine bu
tariflerde dinin akıl ve irade ile ilişkisi gösterilmiştir; bu da dinin bir akıl ve
tercih konusu olduğu anlamını taşır. Nihayet dinin insanları özü itibariyle
hayır olana yönelten bir kanun şeklinde tanımlanması dinin aynı zamanda
bir aksiyon alanı olduğunu gösterir. Buna göre din, insanın kâinattaki varlıkları
müşahede ederek duyular üstü ilâhî gerçekleri kavramasından ibaret
görülebileceği gibi kişinin kendi çabasıyla ulaşamayıp, sadece vahiy kana-
lıyla elde edebildiği gerçekler bütünü olarak da tarif edilebilir.
III. DİNİN KAYNAĞI
İslâm inancına göre dini vahiy yoluyla bildiren Allah’tır; bütün gerçek
dinler Allah’tan gelmiş ve safiyetlerini korudukları sürece yürürlükte kalmıştır.
İlk insan aynı zamanda ilk peygamberdir ve kendisine bildirilen din
de tevhid dinidir. Allah’ın varlığı ve birliği ile nübüvvet ve âhiret inancı bütün
ilâhî dinlerde değişmez ilkeler olarak yer alır. Bundan dolayı Hz. Âdem’den
Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak
adı
İslâm’dır. Ancak tarihin akışı içinde insanlar hak dinden uzaklaşmış ve
beşerî zaaf neticesinde yanlış yollara, bâtıl inanç ve yaşayışlara yönelmişler,
dinde meydana gelen bu bozulma ve farklılaşma sebebiyle Allah peygamberler
göndererek insanları ya eski dinlerini aslî şekilde öğrenip uygulamaya
çağırmış veya yeni bir din ve şeriat göndermiştir.

Bu bakımdan İslâm’ın insan ve din telakkisi, insanın ve dinin evrim iddialarıyla
bağdaşmaz. İslâm’a göre insan başlangıçta en güzel bir kıvamda
yaratılmıştır (et-Tîn 95/4). Hz. Âdem’den itibaren bütün insanlar, Allah
tarafından gönderilen tevhid dininin esaslarını kavrayıp benimseyecek ve
hayatlarını bu esaslara göre düzenleyecek seviyede zihnî, ruhî ve bedenî
kapasiteye sahip kılınmıştır. Allah’ın başlangıçtan itibaren insanlara bildirdiği
dinin tevhid dini olduğu ve onların bu dini benimsemeye yatkın bir
fıtratta yaratıldığı belirtilmiştir (er-Rûm 30/30).
İslâm bilginleri Kur'an'ın bu konudaki açıklamalarına dayanarak insanda
hak dini benimseme temayülünün fıtrî olduğunu ifade ederler. Yine
İslâm bilginlerinin çoğuna göre âyette (er-Rûm 30/30) geçen fıtratullah
tabiri Allah’ın dini demektir ki o da İslâm ve tevhiddir. Âyet ve hadislerde
hak dinlerin ilâhî kaynaklı olduğu ısrarla vurgulandığından İslâm
âlimlerinin din tariflerinde de bu kayıt daima yer alır. Bu sebepledir ki
herhangi bir hak dinin, peygamberine veya ortaya çıktığı kavme nisbet
edilerek adlandırılması İslâmî literatürde pek kabul görmez.

Batı'da XVI. yüzyıldan başlayarak ilkel kabilelerin hayat ve dinlerine ilgi
duyulmuş; XVIII. yüzyıldan itibaren dinin kaynağı konusunda kutsal kitapların
verdiği bilgi dışında bazı kaynakların tesbitine çalışılmış; arkeolojik,
antropolojik çalışmalarla elde edilen bulgular değerlendirilerek geçmişteki
milletlerin, hatta tarih öncesi toplumların dinleri ve inançları üzerine bazı
tezler ileri sürülmüştür. Meselâ ilk dönemlerde insanların tabiat olaylarının
etkisi altında kalıp onlara kutsallık atfettiği (natürizm), ruhlara, özellikle de
ecdat ruhlarına tapındığı (animizm), büyüye, bitki ve hayvanların kutsallığına inandığı
(totemizm) veya kutsalı toplumun ve sosyal yaptırımın belirle
diği, ilkel toplumlara ait bu inanışların ileri dönem dinlerinin temelini oluşturduğu
gibi teori ve var sayımlar ileri sürülmüştür. XIX. yüzyılın ortalarından
itibaren Batı'da etkili olan pozitivist ve materyalist propagandalar ile
evrim teorisinin, kutsal kitaplarla çatışan iddia ve faraziyelere kaynaklık
ettiği söylenebilir. Dinin en basit, en yalın ve sade şekline ilkel kavimlerde
rastlanabileceği fikrinden yola çıkan bu teoriler, zamanla bunu, araştırmalarının
dayandığı bilimsel yöntem olarak da benimsediler. Söz konusu teoriler,
tekâmül nazariyesini esas almakta ve dinin kaynağının hurafe türünden
inançlar, bâtıl itikadlar ve çok tanrıcılık olduğunu, evrim neticesinde insanlığın
tek Tanrı inancına ulaştığını savunmaktaydı.

Bu teorilerin yanında yine aynı bilimsel yolları takip eden ve fakat
tümüyle farklı neticelere varan bir başka teori daha vardır ki o da ilkel monoteizm
teorisidir. Bu teze göre insanoğlunun en eski inancı tek Tanrı
inancıdır. Taylor'un animizm nazariyesine karşı ilk ciddi itirazda bulunan
öğrencisi Andrew Lang, Güneydoğu Avustralya ilkel kabilelerinde animizme
rastlanmadığını fakat insanların ahlâkî âdâba uyup uymadıklarını denetleyen
ve gökte bulunan bir yüce Tanrı kavramına her yerde rastlandığını
ortaya koydu. Buna benzer bir ilkel tek tanrıcılık Wilhelm Schmidt tarafından
da savunuldu. O, bütün ilkel kabilelerde bir yüce varlık inancının delilleri
bulunduğunu ispat etti. Bütün dinî gelişmelerin başlangıcında görülen
her şeye kadir bir yüce varlık inancının tarihî-kültürel değişmeler sonucu
daha sonraları politeizm, animizm gibi inançlara dönüştüğü, bununla beraber
bu eski inancın izlerinin hâlâ mevcut olduğu tezi ilmî çevrelerce açıklandı.


Dinin kaynağı konusunda en son ilmî neticeler vahyin bildirdiğini desteklemekte
ve dinin kaynağının tevhid inancı olduğunu ortaya koymaktadır.


IV. DİNİN ÖNEMİ
Din tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda daima mevcut olan
evrensel ve köklü bir olgudur. İnsana hitap eden ve insan için söz konusu
olan din, insanla beraber var olmuş ve tarih boyunca varlığını sürdürmüştür.
Din insanlığın vazgeçilmez bir gerçeği olması sebebiyle bundan böyle de
varlığını devam ettirecektir. Tarihin hangi devresine bakılırsa bakılsın dinsiz
bir toplum görülmemektedir. İnsanlık tarihinin her döneminde din, canlılığını
korumuş ve insan hayatının ayrılmaz bir vasfı olma karakterini sürdürmüştür.
Bunun da temel sebebi, insanın dinî bir varlık olması, başka bir
ifadeyle dinî duygunun, fıtrî (doğuştan gelen) bir özellik olarak insanın kendi
öz varlığı hakkındaki şuur ile birlikte ortaya çıkması, bu şuur ile birlikte
gelişmesidir.

Din duygusu insanın doğuştan beraberinde getirdiği bir duygudur. İnsan,
her zaman ve her yerde yüce, kudretli ve ulu bir varlığa sığınma, ona
güvenme ve ondan yardım dileme ihtiyacını hissetmiştir. Bu sığınma ve
güvenme duygusu, din ile karşılanmaktadır.

Dinin fıtrî oluşu Kur’an’da şu şekilde belirtilmektedir: "Sen yüzünü bir
hanîf olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki O, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır.
Allah’ın yaratması değiştirilemez" (er-Rûm 30/30).

İnsan, yapısı itibariyle dine muhtaçtır. Çünkü insan ruh ve bedenden
ibarettir. Bedenî ihtiyaçları karşılamak nasıl hayatın bir gereği ise, mânevî
varlığın devamı da ruhî ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlıdır. Onun bu
ihtiyaçlarını karşılayan en köklü müessese ise dindir. İnsanın, yüce bir
kudretin mevcudiyetini kabul edip ona yönelmesi, dua ve niyaz ile ona
sığınması, doğuştan getirdiği sığınma, güvenme ve bağlanma duygularının
en güzel karşılığıdır. Bu güvenme, sığınma ve bağlanma duyguları insanda
öylesine köklüdür ki tarih boyunca bütün insanlar şu veya bu şekilde bir
kişi, nesne veya varlığa kutsallık ve yücelik nisbet edip bağlanmışlardır.
Kendisine yönelinecek, sığınılacak en mükemmel varlık ise şüphesiz kâinatın
yaratıcısı olan Allah’tır. Çeşitli dinlerde farklı isimlerle anılan, çeşitli
şekillerde tasvir edilen yüce kudret veya kutsal varlıkların özünde bu inanç
yatmaktadır.

Her şeyi var eden bir yüce kudretin mevcudiyetini kabul edip ona bağlanma
insanı kuvvetlendirdiği gibi, dua, niyaz ve Allah’a sığınma insanı
yüceltir.

Din fertleri mukaddes duygu ve alışkanlıklarda birleştiren, toplumları
yücelten ve geliştiren bir kurumdur. Din insanlara yön verip, onları iyi ve
faydalı
şeyler yapmaya yönelten bir hayat nizamıdır.

Din aynı zamanda ahlâkî bir müessese olarak insanlara yön veren, en
mükemmel kanunlar ve en sıkı nizamlardan daha kuvvetli bir şekilde kişiyi
içten kuşatan, kucaklayan ve yönlendiren bir disiplindir.

İnsanın psikolojik yapı ve yaşayışında karşılaştığı yalnızlık, çaresizlik,
korkular, üzüntü ve sarsıntılar, hastalıklar, musibet ve felâketler karşısında
ona ümit, teselli ve güven sağlayan en son sığınak din olmuştur. Ayrıca
dinî yaşayışın insanı ruhî bunalımlardan koruduğu; kendisine ve çevresine
karşı daha duyarlı ve dengeli yaptığı bilinmektedir.

Dindeki âhiret inancının hem dünya hayatındaki davranışlarda etkili olduğu
hem de insandaki ebediyet duygusuna cevap verdiği ortadadır.

İnsanlığın mânevî ve zihnî gelişmesinde dinin önemli payı vardır.

V. DİNLERİN TASNİFİ
Dinlerle ilgili ilmî araştırmalara paralel olarak dinler değişik açılardan çeşitli
kıstaslara göre tasnife tâbi tutulmuş ve ele alınan kıstaslara göre farklı
tasnif şemaları ortaya çıkmıştır.

Batıda din tasnifleri genelde Tanrı kavramı, sosyoloji-tarih ve coğrafyatarih
açılarından olmak üzere üç kavrama dayalı olarak yapılmaktadır.

Tanrı kavramı ele alınarak yapılan tasnif şu şekildedir:

1. Tek tanrılı dinler (ilâhî dinler). 2. Düalist (iki tanrılı) dinler (Mecûsîlik).
3. Çok tanrılı dinler (Eski Yunan, Roma ve Mısır dinleri gibi). 4. Tanrı konusunda
açık ve net olmayanlar (Budizm, Şintoizm gibi).
Sosyolojik-tarihî açıdan yapılan din tasniflerinden birisi şu şekildedir:

1. Kurucusu olan dinler (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslâm, Budizm gibi). 2.
Geleneksel dinler (kimin tebliğ ettiği belli olmayan dinler, ilkel dinler, Eski Yunan,
Eski Mısır dini gibi).
Bir diğer tasnif ise şöyledir: 1. İlkel dinler. Bundan maksat, bazılarının
dinî gelişmenin ilk basamağı olarak düşündükleri animizm, natürizm, totemizm,
fetişizm gibi aslında sadece bir kült olarak dikkate alınabilecek nazariyeler
değil, ilkel kabile dinleridir (Nuer, Dinka, Ga dinleri gibi). 2. Millî dinler.
Genellikle bir kurucusundan söz edilmeyen, sadece bir millete ait olan
geleneksel yapıdaki dinlerdir (Eski Yunan, Mısır, Roma dinleri gibi). 3. Dünya
dinleri. Hıristiyanlık ve İslâm gibi.

Coğrafî-tarihî açıdan ise dinler; Ortadoğu veya Sâmi grubu (Yahudilik,
Hıristiyanlık ve İslâm), Hint grubu (Hinduizm, Budizm, Jainizm), Çin-Japon
grubu (Konfüçyüsçülük, Taoizm, Şintoizm), Afrika grubu şeklinde bir ayırıma
tâbi tutulabilir.

Dinler tipolik, morfolojik, fenomenolojik özellikleri göz önünde tutularak
da tasnif edilebilir. Vahye dayanan-dayanmayan, misyonerliğe yer veren
vermeyen, âhiret inancı olan-olmayan, kutsal kitabı olan-olmayan, geçmişin-
günümüzün dinleri, bir bölgeye veya kıtaya özgü dinler-değişik bölge
ve kıtalara yayılan dinler gibi tasnif kitlelerine göre de din tasnifleri
yapılabilir.

İslâm bilginlerinin din tasnifi "hak din-bâtıl din" şeklindedir ve bu ayırım
Kur'ân-ı Kerîm’e dayanmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm’de İslâm için "Allah katındaki din"
(Âl-i İmrân 3/19), "dosdoğru din" (er-Rûm 30/30), "hak din" (et-Tevbe 9/33; el-Fetih 48/28;
es-Saf 61/9) tabirleri yer almaktadır. Yine Kur'ân-ı Kerîm'de İslâm dışındaki
inanç sistemlerine de din denilmektedir (et-Tevbe 9/33; el-Fetih 48/28; es-Saf
61/9; el-Kâfirûn 109/6). Buna göre kaynağının ilâhî olması ve orijinal şeklini
koruması sebebiyle İslâm hak dindir. İlâhî vahye dayanmakla birlikte aslî
şeklini koruyamamış dinlere de (Yahudilik, Hıristiyanlık) değiştirilmiş, tahrif
edilmiş anlamında muharref dinler denilmektedir. İlâhî vahye dayanmayan
dinler ise bâtıl dinlerdir.

İslâmî kaynaklarda vahye dayanan dinler için genellikle "milel", bâtıl
dinler için "nihal" kelimeleri de kullanılır. Nihle (çoğulu nihal) kelimesi, din
içinde oluşan fırka anlamında da kullanılır.

Bu temel sınıflandırma dışında bazı
İslâm bilginleri tarafından daha ayrıntılı
tasnifler de yapılmıştır. Meselâ, tanınmışİslâm bilginlerinden Şehristânî
ilâhî dinler-bâtıl dinler ayırımını yapmakta, aslî mânada din ehli olarak
müslümanları; Ehl-i kitap denilen yahudileri ve hıristiyanları; kitabı bulunması
şüpheli olan Mecûsîler’i saymakta; kendi beşerî telakkilerine uyan
kimseler olarak da filozoflar, Sâbiîler, Dehrîler, yıldızlara ve putlara tapanlarla
Brahmanlar’ı zikretmektedir.
İslâm inancına ve Kur'ân-ı Kerîm'e göre ilk insan çeşitli teorilerde öne
sürüldüğü gibi ilkel, mantıkî düşünce ve yorumdan yoksun bir vahşi değil,
Allah’ın emirlerine muhatap olan sorumluluğunun bilincinde ve en güzel
biçimde yaratılmış seçkin bir varlıktır. İlk insan aynı zamanda diğer bütün
varlıklar arasında Allah’ın halife olarak niteleyip seçtiği bir peygamberdir.
Yahudilik ve Hıristiyanlık'ta olduğu gibi İslâm’da da din ilâhî bir kaynağa
dayanmaktadır. Dolayısıyla dinin ilk şekli, XIX ve XX. yüzyıllarda öne sürülen
teorilerde olduğu gibi çok tanrıcılık, bâtıl inançlar, hurafeler ve putperestlik
değil, bir yüce kudrete iman yani tevhid inancıdır. Nitekim monoteist
(tek tanrı) teori de bunu doğrulamaktadır.
İslâm’a göre ilk peygamberin tebliğ ettiği din ile daha sonra gelen peygamberlerin
ve son peygamber Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği din, temel
nitelikleriyle aynıdır. Allah’a iman, peygamberlik müessesesi ve âhiret
inancı hepsinde vardır. Sadece yaşanılan bölge ve döneme göre değişen bazı
kurallar dışında temel inanç esaslarında ve genel prensiplerde değişme
yoktur. Çünkü dinin hitap ettiği insan, temel nitelikleri bakımından her dönemde
aynı insandır.

Bütün peygamberler hak dini tebliğ etmiş, onun yaşanmasını teşvik etmiş,
kendileri de örnek olmuşlardır. Hz. Mûsâ’nın getirdiği dine Yahudilik,
Hz. Îsâ’nın getirdiği dine de Hıristiyanlık adı sonradan verilmiştir. Ne Hz.
Mûsâ, ne de Hz. Îsâ bu adları kullanmışlardır. Onlar Allah’ın emirlerini tebliğ
etmiş, bir olan Allah’a iman ve kulluğa çağırmış, ilâhî kitap olan Tevrat
ve İncil’e göre yaşamaya davet etmişlerdir.

Kur'ân-ı Kerîm, peygamberlerin getirdikleri dinlerin aynı hak din olduğunu
kaynak ve temel esaslar açısından belirtmiş, ama İslâm adını son peygamberin
tebliğ ettiği dine ad olarak vermiştir. "Bugün size dininizi ikmal
ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim"
(el-Mâide 5/3) meâlindeki âyet de bunu ifade eder.

VI. DİĞER DİNLER ve İSLÂM
Milâdî VII. yüzyılda Hz. Muhammed, İslâm vahyini tebliğe başladığında
yeryüzünde ateizm, putperestlik, politeizm (şirk), yıldızlara tapma da dahil
birçok din ve inanç şekilleri mevcuttu. Bu dinlerden Mecûsîlik, Brahmanlık,
Budizm, Sâbiîlik, Yahudilik ve Hıristiyanlık en önemlileri olarak ve hatta bir
dereceye kadar vahiy dinleri olmaları yönüyle o günün Mekkeliler’i tarafından
kolaylıkla kabul edilebilir dinlerdi. Fakat yeni bir din gönderilmiştir.
Çünkü bütün bu dinler, zaman içinde orijinal ve aslına uygun şekillerini
kaybetmiş, zaman ve mekâna bağlı olarak çeşitli değişikliklere uğramışlar,
ayrıca kendilerinden sonra gelecek ve şartları daha da iyileştirip mükemmelleştirecek
bir şahsı ve onun mesajını müjdelemişlerdir.
Mecûsîlik en eski dinlerden biriydi ve Zerdüşt'ün getirdiği dinin bozulmuşşekline
verilen addı. Zerdüşt tek Allah yani Ahura Mazda inancını tebliğ
etmiş, O'nun seçtiği kimselere ilâhî vahyin geleceğine, meleklere ve ölüm
sonrası hayata imanı emretmişti. Zend-Avesta'da (Yaşt, 13, XXVIII, 129)
putları kıracak olan Soeşyant adlı birinin geleceği bildirilmektedir. Ancak
Zerdüşt'ün tebliğ ettiği tevhid inancı daha sonra hem iyilik hem de kötülük
tanrısı olmak üzere iki tanrı inancına (düalizm=seneviyye) dönüşmüş,
Tanrı'nın kudret ve kuvvetini temsil ettiğine inanılan ateş yüceltilerek ateş
kültü (Mecûsîlik) oluşmuştur.

Brahmanizm çok tanrılı bir dindir. Gerçekte Brahmanlar tek Tanrı'ya
inanmakla birlikte O'nun yaratıkları veya O'nun sıfatları şeklinde de olsa
Tanrı'nın birtakım tezahürlerine tapma bunlarda da mevcuttur. Hintliler
Tanrı'nın kendisini tarihin her devresinde çeşitli şahsiyetlere bürünerek insanlara
gösterdiğine inanırlar. Bu hulûl (avatara=enkarnasyon) inancı hem
Tanrı'nın bedenleşmesi ve maddî şekillerle tasvirine hem de binlerce ilâhın
mevcudiyeti kanaatine yol açmıştır. Diğer taraftan bu dinde mevcut olan
kast sistemi, dinin evrensel gereği olan eşitlik ve kardeşlik unsurlarıyla da
çelişmektedir ve bu din, kapalı bir din hüviyetindedir. Dışarıdan biri bu dine
giremez ve ona mensup olanlar da ebedî bir tenâsüh hali içindedirler. Aslî
hüviyetini kaybedip çok tanrıcılığa, Tanrı'nın bedenleşmesi ve tenâsüh
inancına sapması ve kast sistemini benimsemesine rağmen Brahmanizm'de
de "ileride gelecek, beklenen kimse" inancı vardır.
Budizm Brahmanizm'deki puta tapma inancını reddedip ona karşı çıkmaktan
doğmuş bir dindir ve ana din olan Brahmanizm'den birçok esas
taşımaktadır. Bir bakıma Brahmanizm'deki putların kırılması yolunda bir
reform niteliği taşır. Ancak putlara karşı olan Buda'nın getirdiği din kendisinden
sonra Buda heykellerine tapma şeklinde putperest bir karaktere bürünmüştür.
Buda, hayatın tabii olaylarını bir ıstırap olarak görüyor ve bundan
kurtuluşu bütün arzu ve ihtiraslardan uzaklaşmaya bağlıyordu. Bu da
onları aşırı riyâzet, nefse ezâ ve hatta dünya hayatının tamamen terkedilmesi
gibi aşırılıklara sevkediyordu. Yapısındaki köklü değişiklik ve bozulmalara
rağmen Budizm'de de ileride gelecek bir kurtarıcı
(Maitreya veya Metteya) müjde ve beklentisi vardır.
Sâbiîlik de İslâm'ın geldiği asırda mevcut bir inanç idi. Sâbiîler hicrî ilk
yüzyılda müslümanların hâkimiyeti altına girmiş ve onlara zimmîlik statüsü
tanınmıştır. Sâbiîler'in oldukça eskiye dayanan bir tarihleri olmakla birlikte
nasıl doğduğu, kimin tarafından yayıldığı açık ve net olarak bilinmemektedir.
Sâbiîlik’te bir yüce varlık inancı mevcut olmakla birlikte ışık âlemi ile
karanlık âlem arasındaki mücadeleye dayanan bir düalizm inancı hâkimdir.
Peygamberlik inancının mevcudiyeti tartışmalı olmakla birlikte Hz. Yahyâ'ya
büyük önem verilmekte ve kendi peygamberleri olarak açıklanmaktadır.
Diğer taraftan Sâbiîler Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ ve Hz.
Muhammed'i kötülük peygamberi, yalancı olarak nitelemektedirler. Özetle
denilebilir ki Sâbiîlik orijinal şeklini yitirmiş, zamanla çeşitli inançlar karışmış
ve müntesipleri azalmış bir din hüviyetindedir.

Bugün ilâhî kaynağa dayanan dinler diye kabul edilen Yahudilik, Hıristiyanlık
ve İslâmiyet'in temel özelliklerini ve İslâm dininin diğer ikisinden
farklı olduğu yönleri de şu şekilde tesbit mümkündür:

1. Allah inancı. Yahudilik Tanrı'nın birliği üzerinde ısrarla durmasına
rağmen, en azından tarihlerinin bazı dönemlerinde ona beşerî nitelikler
nisbet etmişler ve âdetâ Tanrı'yı beşerî organ ve duygular taşıyan bir insan
gibi tasvir etmişler, insanlaştırmışlardır. Hıristiyanlar ise Tanrı'nın birliğini
farklı şekilde ele alıp teslîsi savunmuşlar, aşırı bağlılık duygusuyla, Hz.
Îsâ'yı tanrılaştırmışlardır.
Halbuki İslâm, Allah inancı hususunda gerek yahudilerin gerekse
hıristiyanların sonradan düştükleri yanlışlık ve aşırılıkları düzeltmiş, Tanrı'nın
beşerîleşmesini veya beşerin tanrılaşmasını reddetmiş, bu noktada Hz.
Mûsâ ve Hz. Îsâ'nın hakiki mesajını hatırlatarak Allah'ın bir ve benzersiz
olduğunu vurgulamıştır.

2. Melek inancı. Meleklerin Allah'ın oğulları ve kızları olduğu iddiasını
ve beşerî şekillerdeki tasvirlerini reddederek hem yahudi ve hıristiyanların
düştükleri yanlışı göstermiş hem de Allah'ın yüceliğini vurgulamıştır.
3. Kutsal kitaplar. Ne yahudiler ne de hıristiyanlar, Allah tarafından Hz.
Mûsâ ve Hz. Îsâ'ya verilmiş kutsal kitapları orijinal şekilleriyle muhafaza
edebilmişler, Tevrat ve İncil zaman içinde ya kaybolmuş ve yeniden yazılmış,
ya da çeşitli ilâve ve eksiltmelere mâruz kalmıştır. Kur'ân-ı Kerîm ise
hem vahyedildiğinde yazıya geçirilmiş olması hem de ezberlenmek suretiyle
muhafaza edilmesi yönüyle orijinal ve aslına uygun şekliyle günümüze
kadar gelmiştir.
4. Peygamberlik. Yahudilik ve Hıristiyanlık sonradan tahrif edildikleri
için örnek ve önder şahsiyetler olan peygamberlerle ilgili çeşitli iddia ve
iftiralarda bulunup sonra gelecek peygamberleri kabul etmezken İslâm, hem
bütün peygamberlere imanı
şart koşmuş hem de onları lâyık oldukları güzel
vasıflarla tavsif etmiştir.
5. Dünya-âhiret dengesi. Yahudilik dünya hayatına, Hıristiyanlık da
dünyadan uzaklaşıp mânevî hayata daha çok ağırlık verirken İslâm her ikisi
arasındaki dengeyi kurmuş ve korumuştur: "Allah'ın sana verdiğinden
(O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini
unutma..." (el-Kasas 28/77).
6. Mükellefiyetlerin azlığı. Madde-mâna, dünya-âhiret dengeleri açısından
en ölçülü ve kolayca yaşanabilir; çeşitli emir ve hükümlerde kolaylığı
öngörmesi açısından en kolay olan din İslâm'dır.
İslâm, diğer ilâhî dinlerde var olan bazı ağır dinî sorumlulukları ortadan
kaldırmış, insanın yaratılışına en uygun ve yaşanabilir kuralları sunmuş,
böylece dini daha da ağırlaştıran ve yaşanmasını zorlaştıran din yorumcularına
da önemli bir uyarıda bulunmuştur. Bu son dinin peygamberi Kur'an'da
şu şekilde anlatılır: "Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o
elçiye, o ümmî peygambere uyanlar (var ya) işte o peygamber onlara iyiliği
emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri
haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O peygambere
inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen
nura (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır" (el-A‘râf
7/157).

Bu âyette hem Mûsâ şeriatında mevcut çok sayıdaki kural ve vecîbelere
(temizlik kuralları, yiyeceklerle ilgili esaslar, âdetli kadınla ilgili yasaklar gibi)
hem de İnciller'de ortaya konan öğretinin gerektirdiği aşırı riyâzetçi eğilimlere
işaret edilmektedir.

İslâm, daha önceki şeriatlarda mevcut bazı ağır yükleri kaldırmış veya hafifletmiş,
dini daha kolay ve yaşanabilir kılmıştır. Çünkü "İşte böylece sizin
insanlığa şahitler olmanız, resulün de size şahit olması için sizi mûtedil bir
ümmet kıldık" (el-Bakara 2/143) buyurulmaktadır. Resûlullah da "Kolay ve
yüce Hanîflik’le gönderildim" (Müsned, V, 266; bk. Buhârî, “Îmân”, 29) diyerek
İslâm'ın diğer şeriatlara göre daha mûtedil, kolay ve müsamahalı olduğunu
vurgulamaktadır. Kur'an ve Sünnet'te, dinî mükellefiyetlerin azaltılarak ve
gerekli ve yeterli seviyede tutulduğu, İslâm'ın insanlara ağır yükler yüklemek
için değil, rahmet ve inâyet olarak gönderildiği sıklıkla tekrarlanır. Kur'an ve
Sünnet'teki bu vurgu sebebiyle de İslâm bilginleri dinin anlatım ve yorumunda
daima kolaylığı ve uygulanabilirliği tercih etmişlerdir.

İslâm’ın peygamberi peygamberlerin, onun getirdiği din de dinlerin sonuncusudur.
İslâm'ın bir diğer özelliği onun evrenselliğidir. Son din olması
açısından öncelikleri kucaklayıcı ve en mükemmel olmasıdır.

 


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol