""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Hz.İbrahim (A.S)

Hz. İbrahim (A.S.) Hayatı

Karanlıklar sarmıştı her yanı. İnsanoğlu bir kez daha şeytanın oyununa gelmiş, Allah’a kulluğu terk etmişti. Kimi insanlar kendi elleriyle yaptıkları putlara, kimileri gizemli buldukları dev ağaçlara, kimileri yıldızlara, Ay’a veya Güneş’e tapıyorlardı. Akıl iflâs etmişti. Kalpler kararmıştı. Vicdan zincire vurulmuştu.

O günlerde yeni bir din daha çıkmıştı meydana: Kralları tanrılaştırma. Babil kralı Nemrud kendisinin tanrı olduğunu iddia ediyordu. Çevresini saran insanlar da kimisi şahsi menfaati gereği, kimisi de cehaletinden dolayı kendisini tanrı olarak kabul ediyorlardı. Toplumun önde gelenleri, puthanelerdeki kâhinler, zenginler ve gücü elinde bulunduranlar halka zulmediyor, halkın kanını emiyor, onları ağır vergiler altında eziyorlardı. Her tarafta çocuk ağlamaları, zayıf ve kimsesizlerin iniltileri yükseliyordu.

İnsanlık şaşırmıştı. Yollar karışmıştı. Doğru ile yanlış, nur ile zulmet birbirine girmişti. Âdemoğlu yeni bir rehbere muhtaçtı. Ona var olmasının hikmetini hatırlatıp, yol gösterecek yeni bir rehbere... Büyük bir peygambere... Yeryüzündeki inkâr ve küfür cereyanları çok çeşitliydi ve o peygamber hepsiyle de mücadele edecek güçte olmalıydı. Allah, bu kutsal görev için Hz. İbrahim’i seçmişti.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) Allah’ın insanlığa hediye ettiği gerçek bir rahmetti. Henüz küçük bir çocukken babasını kaybetmiş, amcası onu büyütmüştü. Hz. İbrahim, onu babası gibi sevmiş ve hep baba diye hitap etmişti. İşte o babası, ülkenin en meşhur heykeltıraşlarından birisiydi. Put yapardı. İnsanlar da kendilerine taş ve tahtadan tanrı yapan bu ustaya derin bir saygı duyarlardı. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) çocukluğunu böyle bir ailenin içinde geçirdi. Keskin bir zekâsı vardı.

Sonsuz Merhamet, onun aklını ve kalbini sevgi, şefkat, merhamet ve hikmetle yıkadı, süsledi. Evde, çarşıda, bahçede, her yerde tuhaf tuhaf heykeller görüyordu. Bunları bizzat babası yapıyordu. Bir gün bu garip şekillerin ne olduklarını sordu babasına. Tanrı olduklarını söyleyince şaşırdı ve aklının derinliklerinde bu sözlerin doğru olamayacağını düşündü.

Putları oyuncak gibi kullanırdı. Büyük olanların sırtlarına binerdi, onları bir merkep gibi kullanır, sopalarla döverdi. Bir gün babası onu, Merduh adındaki putun üstünde görünce öfkelendi ve onu şiddetle azarlayıp, bir daha aynı şeyi tekrarlamaması konusunda uyardı. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) şaşkın şaşkın sordu:

- Babacığım bu ne biçim tanrı!? Kulakları bizim kulaklarımızdan ne kadar büyük!

Babası:

- O en büyük tanrı evlâdım. Kocaman kulakları da onun derin bilgi ve bilgeliğini simgeliyor.

Hz. İbrahim zor tuttu kahkahasını. Çünkü Merduh’un kulakları tıpkı eşek kulakları gibi kocamandı. İnsanlar eşek kulaklı bir heykele neden taparlardı acaba?

Aradan yıllar geçti. Hz. İbrahim büyüdü. Kalbinde, babasının yaptığı putlara derin bir nefret duyuyordu, hattâ tiksiniyordu onlardan. Bir insan kendi elleriyle yaptığı heykelleri tanrı kabul ederek nasıl secde ederdi, bunu aklı almıyordu. Üstelik bu heykeller ne yer ne içer ne de konuşurdu. Hattâ bir insan tutup onları deviriverse, yüz üstü yıkılır, doğrulamazlardı.

İnsanlar, kendilerine her türlü faydalı ve güzel şeyleri putların yarattığını söylüyorlardı. Bu yüzden onlara kurban kesmeleri ve kayıtsız şartsız tapmaları gerekiyordu. Yoksa tanrılar onları müthiş bir azaba çarptırabilirlerdi. Hz. İbrahim bunları düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu. Neden hiç kimse aklını kullanmıyordu? İnsanların taptığı şeylerin hepsi mahlûktu. Yaratıcı olamazlardı. Kendilerine bile faydaları yoktu. Gökyüzündeki yıldızlar ve yeryüzündeki harika varlıklar, her şeyi yaratan Yüce Zât’a işaret ediyordu hâlbuki. İnsanlara bu gerçeği anlatması gerekiyordu.

Şehirde putlarla dolu büyük bir tapınak vardı. Orta yerinde de en büyük putların konduğu bir mihrap… Tanrılar türlü türlü, şekil şekil, sınıf sınıftı. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) çocukken babasıyla birlikte tapınağı her ziyaret edişinde bu taş ve odun yığınına karşı büyük bir tiksinti duyardı. Onu asıl dehşete düşüren şey ise insanlardı. Tapınağa girer girmez başları önlerine düşer, iki büklüm eğilirlerdi. Sonra da putlar kendilerini duyuyorlarmış gibi ağlayıp sızlamaya, dilekler dilemeğe, yalvarıp yakarmaya başlarlardı.

Başlangıçta Hz. İbrahim’e komik geliyordu bu görüntü. Fakat zamanla bu durum gizli bir öfkeye dönüştü. Onca insanın yanlış düşünmesi, göz göre göre aldanması dehşet verici değil miydi? Üstelik babası, kendisinden tahsilini bitirip tapınakta kâhin olmasını istiyordu. Gün geldi, Hz. İbrahim putlara olan nefretini gizlemez oldu. Buna karşılık babası onu tanrılara karşı saygılı davranması için uyardı.

Günlerden bir gün Hz. İbrahim (aleyhisselâm) babasıyla birlikte tapınaktaydı. Tanrıların bayramıydı. Kutlamalar sırasında baş kâhin en büyük tanrının heykeline yöneldi. Samimi ve etkileyici bir şekilde dua etmeye, yalvarıp yakarmaya başladı. Kendilerine bol bol rızık vermesi, merhamet edip bağışlaması için ağlayıp sızlıyordu. Hz. İbrahim artık daha fazla dayanamayacağını düşündü. İçindeki volkan dışarı taşmak üzereydi.

Kâhin ağlayıp sızlarken birdenbire tapınağın duvarlarında sessizliği yırtan bir ses yankılandı:

- Sizi duymaz efendim, boşuna yalvarmayın. Zaten o hiç kimseyi duymaz, görmüyor musunuz?

Herkes sesin sahibi olan delikanlıya baktı. Baş kâhin çok sinirlenmişti. Sesin sahibi Hz. İbrahim’di. Yiğit, gözü pek Hz. İbrahim. Babası hemen araya girip utana sıkıla çocuğu adına özür dileyerek, onun aslında hasta olduğunu ve bu yüzden ne konuştuğunu bilmediğini söyledi. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) acı acı güldü ve sustu. Baba-evlât birlikte tapınaktan çıkıp doğruca evlerine gittiler. Yolda giderken ikisi de konuşmadı. Baba, oğlunu odasına bıraktıktan sonra çıkıp gitti.

Gece simsiyah perdesiyle bütün Dünya’yı sarmıştı. Herkes uyuyordu. Bir kişi hariç: Hz. İbrahim. insanlara Allah’ı anlatmanın çarelerini düşünüyordu. İmansızlık her türlü kötülüğün kaynağıydı. İman ise Allah’ı bilmek, güzel ahlâk, şefkat, merhamet demekti.

Bir türlü uyku tutmadı Hz. İbrahim’i. Odası bir zindan gibi geliyordu ona. Yatağından kalktı. Evden çıkıp dağa yöneldi. Karanlıkta yalnız başına yürüyordu. Dağdaki bir mağaranın kapısına geldi. Sırtını duvara vererek oturdu ve gözlerini semaya dikti. Yeryüzüne bakmak ona müthiş bir ıstırap veriyordu.

Gökyüzündeki ilâhi güzellikleri seyredip rahatlamak istedi. Yerde, aklını şeytana satmış insanlık kendi elleriyle yonttuğu taşlara tanrı diye tapıyordu. Acı veriyordu ona yere bakmak. Gel gör ki, lâcivert rengi gökyüzünde parlayan Ay ve yıldızları görür görmez onlara tapan insanları hatırladı ve tekrar içini acı bir hüzün kapladı. Ne garipti şu insanoğlu! Her şeyi yaratan Allah’a kulluktan şaşınca, olmadık maskaralıklara düşüp yerdeki ve gökteki cisimlere kulluk ediyordu.

Hz. İbrahim’in yaşadığı toplum işte böyle bir toplumdu. Kimi insanlar yerdeki, kimileri de gökteki putlara tapıyordu ve onun görevi de burada başlıyordu: Onlara doğru yolu göstermek için ikna edici deliller getirmek.

Diğer insanlarda olmayan bir özellik vermişti Allah Hz. İbrahim’e: Fetanet... Üstün zekâ, muhteşem mantık gücü. En büyük dahilerin zekâları bile bir peygamberin “fetanet”i karşısında iflâs eder. Fetanet, Allah’ın her peygambere verdiği olağan üstü akıl ve zekâ yeteneği. Düşündü, insanlara gökteki yıldızların tanrı olamayacağını nasıl anlatabilirdi?! Sonunda karar verdi. Onlardan biriymiş gibi görünüp, düşüncelerinin yanlışlığını ortaya koyacaktı. Derhal işe başladı.

Gökyüzünde pırıl pırıl parlayan bir yıldız gördü. Kendi kendine şöyle dedi:

- Şu parlak yıldız tanrı olabilir mi?

Onu batıncaya kadar seyretti. Hz. İbrahim:

- Yıldız battı. Kayboldu. Benim gönlüm kaybolup giden şeyleri sevmez. Tanrı bir görünüp bir kaybolmaz. Bu parlak yıldız tanrı olamaz öyleyse.

Bu sözler yıldızlara tapanların zihinlerinde bir deprem tesiri yapmıştı. Büyük Fetanet, plânını uygulamaya devam etti.

Ay doğdu bu sefer. Bulutların arasından sıyrılıp dağlara, vadilere, köylere ışıl ışıl gümüş nurlar yağdırdı. Hz İbrahim (aleyhisselâm) kendi kendine:

- Peki Ay’ın tanrı olması mümkün mü? diye sordu.

Ay’ı, batıncaya kadar seyretti. Ay da batmıştı. Öyleyse o da tanrı olmazdı. Çünkü gerçek tanrı hiçbir zaman kaybolmamalı, yok olmamalıydı. Hz. İbrahim gezegenlere tapan insanların ufacık akıllarıyla dalga geçiyordu sanki.

Sabah oldu. Güneş, ufukta kocaman bir ışık topu hâlinde belirdi. Hz. İbrahim (aleyhisselâm):

- Güneş gece gördüğüm Ay’dan da yıldızdan da büyük. Acaba Güneş tanrı olabilir mi?

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) bu düşünceler içinde beklemeye koyuldu. Öğlen, ikindi, akşam derken Güneş sararıp soldu ve ufkun karanlıklarına gömüldü. Tıpkı Ay gibi, tıpkı yıldız gibi. Öyle ya, o da bir faniydi ve ölüm faniler için kaçınılmaz bir sondu. Hâlbuki gerçek tanrı ölümsüzdü, sonsuzdu. Sonsuzluğa âşık insan gönlünü, fani varlıklar doyuramazdı. Sonsuzluk yolcusu insan, gerçek mutluluğu, ancak sonsuz olan Allah’a kullukta bulabilirdi. Hz. İbrahim’in kavmine verdiği bu ders ne muhteşem bir dersti!

Her gücün arkasındaki Gerçek Güç, insana yol göstermezse hiçbir zaman doğruyu bulamaz. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gözünü ayların, yıldızların, güneşlerin ötesine dikti. Baktı baktı. Daha önce hiç hissetmediği duygu ve düşünceler uyandı kalbinde. Güneş’in de Ay’ın da yıldızların da arkasındaki gücü gördü, gösterdi. Halkının ne korkunç bir yanlışlık içinde olduğunu düşündü. Sonra gönlüne büyük bir nur dalgasının boşaldığını hissetti. Aklı, kalbi, vücudu ve her yanı nurlarla doldu. Evet, ilâhi rahmet tecelli etmişti ve şimdi her şeyi yaratan Yüce Zât, onunla konuşuyordu:

- Ey İbrahim!

- Buyur Rabbim.

- Teslim ol Bana.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) secdeye kapandı ve toprağı sulayan gözyaşları içinde:

- Âlemlerin Rabbi’ne teslim oldum... dedi.

Hz. İbrahim’in gönlü huzur, esenlik ve sevinçle doldu taştı. Oracıkta gece yarısına kadar secdede kaldı. Sonra evine döndü. Her şey bitmiş Rabbi ona peygamberlik vermişti. Hz. İbrahim’in hayatında yeni bir dönem başlamıştı. Yerdeki ve gökteki putlara kullukta bulunan insanlara doğru yolu gösterecekti.

Ertesi gün Hz. İbrahim’in sesi yankılanıyordu Babil krallı­ğının meydanlarında:

- Ey insanlar! Allah’tan başka ilâh yok. O’na kulluk edin.

Artık ateşli tartışmalar dönemi başlamıştı. Koca bir krallık vardı Hz. İbrahim’in karşısında. Binlerce insan. Yönetici, bilim adamı, edebiyatçı ve geniş halk kalabalıkları. Bütün bir dünya vardı onun karşısında. Akıntıya kürek çekecekti bun­dan sonra. Ağır bir görev vardı ve Allah da bu görevi kime vereceğini gayet iyi biliyordu.

- Ey kavmim, size hiçbir faydası ve zararı olmayan bu taş­lara neden tapıyorsunuz? diye sorunca onlar:

- Biz atalarımızdan böyle gördük, dediler.

Diyecek başka sözleri yoktu. Mantıksız bir iş yaptıklarını kendileri de biliyorlardı. Hz. İbrahim:

- Doğrusunu söylemek gerekirse, siz de atalarınızda apa­çık bir yanlışlık içindesiniz, dedi.

İnanamadılar. O güne kadar böyle bir şey duymamış­lardı. Atalarından nasıl görmüşlerse öyle yaşamışlardı. Hz. İbrahim’in sözleri onları iyiden iyiye sarsmıştı açıkçası. Ona:

- Sen ciddî misin, yoksa bizimle alay mı ediyorsun?

Böyle ciddî bir konuda şaka mı olurdu? HZ. İbrahim (aleyhisselâm):

- Sizin gerçek Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbi’dir. Her şeyi yaratan O’dur. O’na kulluk edin, dünyanız da Âhiret’i­niz de kurtulsun.

Artık sıkıntılı ve çileli günler başlamıştı. Hz. İbrahim’in bu çıkışına en çok sinirlenen onun babam deyip saygı gös­terdiği amcası olmuştu. Aralarında şiddetli tartış­malar yaşanıyordu. İnandıkları değerler, ilkeler farklıydı. Ev­lât Allah’a inanıyordu, baba ise putlara.

Baba bağırdı:

- Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Senden bunu bek­lemezdim. Beni yarı yolda bıraktın. Davranışlarınla bana çok büyük bir kötülük ettin. Senin yüzünden toplumun karşısına çıkamaz oldum. Kâhinler ve devlet adamları da bana çok sert sözler söylediler.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) babasını çok seviyordu. Onun Müslüman olması en çok arzu ettiği şeylerdendi. Yumuşak bir sesle babasına:

- Babacığım! görmeyen-işitmeyen, sana hiçbir faydası do­kunmayan şeylere nasıl kulluk ediyorsun? Babacığım, bana senin bilmediğin gizli bir ilim öğretildi. Şayet iman eder peşim­den gelirsen seni dosdoğru bir yolda yürütürüm. Babacığım, şeytana uyup, kulu kölesi olma, çünkü şeytan Allah’a isyan et­miştir. Babacığım, senin korkunç bir azaba maruz kalmandan endişe ediyorum. Şeytanın yar ve yoldaşı olmandan korku­yorum.

Babası öfkeden titriyordu. Hiddetle bağırdı:

- Tanrılara nasıl küfredersin sen? Böyle konuşmaktan vaz­geçmezsen evimden kovarım seni. Fayda etmezse taş­layarak öldürürüm. Tanrılara kafa tutanın cezası budur işte. Çık git evimden, yüzünü bir daha görmek istemiyorum, defol!

Hz. İbrahim’i (aleyhisselâm) kovmuştu... Hz. İbrahim’in kal­bini kırmıştı. Hâlbuki o, yeryüzünde Allah’ın en sevdiği kul­du. Onun neslinden ne peygamberler gelecekti... Fakat küfür, babasının gözlerini kör etmiş, basiretini bağlamıştı. Hz. İbrahim babasına edeple cevap verdi. Çünkü o bir peygamberdi ve peygamberler edebin zirvesini temsil edi­yorlardı. İnsanlık gerçek ahlâkı peygamberlerden öğrenmeli. Şöyle dedi:

- Ne diyeyim... Sen bana sert davrandın; ama ben sana selâm diyorum. Benden sana zarar gelmez. Üstelik seni bağışlaması için Rabbime dua edeceğim.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), babasının evinden ayrıldı. Ev­sizdi artık. Evi yeryüzüydü bundan sonra. Gök kubbe damı, yem­yeşil çayırlar halısı, güneş lâmbası, rengarenk çiçekler süsü, dağlar, nehirler, ağaçlar da eşyası. Gıdası mı? Gıdası ibadet. Suyu Allah’ı tesbih. Nefesi de bir insanın iman etmesi.

Bayram günüydü. Tanrıları yüceltme ve onlara kurban sunma bayramı. Kutlamalar nehrin öbür kıyısında yapılacağı için bütün halk şehri boşaltmış, bayram yerine gitmişlerdi. Kurbanlar kesildikten sonra hep birlikte tapınağa dönüp on­ları tanrılarına hediye edeceklerdi.

Şehrin sokakları bomboştu. Rüzgârın iniltisinden başka ses yoktu caddelerde. Biraz sonra dev tapınağın önünde bir deli­kanlı belirdi. Şahin gibi gözleri alev alevdi. Elinde kocaman bir balta vardı. Bugün büyük şeylerin olacağı belliydi. Hz. İbra­him (aleyhisselâm) bir deprem meydana getirecekti insanların kalple­rinde. Taşlaşmış beyinlerini sarsacaktı. Sessiz ve emin adım­larla tapınağın kapısından büyük salona girdi. Tapınağın loş atmosferinde elindeki balta parıl parıl parlıyordu. Sıra sıra dizilmiş putların canları olsaydı, salonun ortasında bir aslan gibi duran Hz. İbrahim’in dehşetli bakışları karşısında dayana­mayıp derhal kaçacaklardı.

Putları baştan başa süzdü önce. Sonra önlerine konmuş yemeklere baktı. Tanrılardan birisine yaklaştı ve sordu

- Yemeğin soğumuş, neden yemiyorsun?

Cansız puttan hiçbir ses çıkmadı. Bunun üzerine salonu dolduran yüzlerce puta hiddetle sordu:

- Neden yemiyorsunuz, yesenize!

Mâbedin duvarlarında yankılanan sesi, putların yüzlerine şiddetli bir tokat gibi indi. Tekrar haykırdı:

- Konuşsanıza, neden susuyorsunuz?

Baltasını kaldırdı ve önündeki putun kafasına indirdi. Baltayı yiyen put bir darbeyle yere yıkıldı. Hz. İbrahim’in hışımla inen baltasının altında bütün putlar parçalanıyordu. Salon, tanrıların enkazıyla dolmuştu. Hiç birisi kendisini savunamamıştı. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) mihraptaki en bü­yük puta gelince durdu. İşte şimdi gerçek vuruşu yapacaktı. Fakat baltasıyla değil, muhteşem fetanetiyle.

Alaylı bir gülümsemeden sonra baltayı en büyük putun boynuna astı ve arkasını dönüp tapınağı terk etti. Beyinleri taşlaşmış halka ne kadar korkunç bir aldanmışlık içinde ol­duklarını ispat edeceğine yemin etmişti ve işte şimdi ye­mini tutuyordu.

Bayram kutlamalarından sonra herkes şehre döndü­ğün­de, tapınağa ilk giren insanın ağzından bir dehşet çığlığı kop­tu. Herkes koştu. Manzarayı görenler acıyla inledi. Mâ­bedin içinde bir savaş olmuştu sanki. Belli ki savaşı tanrılar kay­betmişti. En büyükleri hariç paramparçaydı hepsi. Bu çirkin cinayeti kim işlemiş olabilirdi?

Hz. İbrahim’in resmi bir şimşek gibi çaktı zihinlerinde:

- İbrahim adında bir genç vardı. Durmadan tanrılara dil uzatıyordu. O yapmıştır.

- Derhal onu getirin ve sorgulayın! diye bağırdılar.

İbrahim getirildi. Sordular:

- Tanrılarımıza bu kötülüğü sen mi yaptın?

Hz. İbrahim alaylı alaylı güldü. Boynunda baltası olan en büyük puta işaret ederek:

- O yaptı... O büyükleri, liderleri. Dilerseniz kimin yap­tığını onlara sorun, onlar söylesinler.

Kâhinler:

- Kimi kastediyorsun?

- Tanrılarınızı.

- Onların konuşamayacağını sen de pekâlâ biliyorsun.

- Peki konuşmayı bile beceremeyen şeylere nasıl tapıyor­sunuz? Hiç mi düşünmüyorsunuz? Akıllarınız nerede? Bak­sanıza tanrılarınız en büyük tanrının gözleri önünde par­çalanırken o hiçbir şey yapamadı, seyretmekle yetindi. On­lar kendilerini bile koruyamadılar, nerede kaldı sizi koru­maları, size güzel şeyler sunmaları. Azıcık düşüncenizi kul­lansanıza. Baltayı en büyük tanrının boynuna astığımda hiç tepki vermedi bile... konuşmadı, karşı koymadı. Çünkü o cansız bir taş. Ne konuşur, ne görür, ne duyar... Hiç kim­seye ne yararı ne de zararı var... Bir taş parçası nasıl tanrı olabilir, ona nasıl tapılır? Akıllarınız nerede!?

Kâhinlerin gözü dönmüştü, öfkeden çıldırmış gibiydiler:

- Bu adamı yakalayın. Zindana atın. Tanrılarınıza bağlılı­ğınızı ispat edin, diyerek halkı tahrik etmeye başladılar.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) yakalanıp zindana atıldı. Kral Nemrud’un başkanlık edeceği bir mahkeme oluşturuldu. Hz. İbrahim’in başını çektiği bu dava büyümeden ezilmeliydi. Yoksa bir baştan bir başa bütün krallığı istilâ edebilirdi. Nemrud kendisinin bir tanrı olduğunu öne sürüyordu. Çevresindeki insanlar da ona tapıyorlardı.

Mahkemeye katılmak için bütün halk, şehrin büyük meydanında toplandılar. Nemrud, Hz. İbrahim’i halkın önünde küçük düşürmek ve tanrılığını pekiştirmek niyetindeydi.

Meydanda müthiş bir kalabalık vardı. İnsanlar, tanrılara meydan okuyan bu delikanlıyı görmek istiyorlardı. Biraz sonra bir grup askerin ortasında ellerinde kelepçeler, ayaklarında zincirlerle Hz. İbrahim (aleyhisselâm) belirdi. Emin adımlarla yürüyordu. Yüzünde sakin ve ciddî bir ifade vardı. Korkunun zerresi yoktu. Duruşunda Allah’a inanmışlığın derin huzuru vardı.

Meydanda Nemrud için yüksek bir taht kurulmuştu. Etrafında kâhinler, vezirler, askerler ve yelpazelerle gölge yapan hizmetçiler vardı. Herkes Nemrud’dan korkardı. Zalim bir hükümdardı. Nemrud sordu:

- İnsanları yeni bir tanrıya kulluk etmeğe çağırdığını duydum, doğru mu?

Hz. İbrahim sakin ve kendinden emin bir edayla:

- Eski veya yeni tanrı yoktur. Tek tanrı vardır. O da Allah, dedi.

Nemrud:

- Ben de bir tanrıyım, senin tanrın ne yaparsa ben de yapabilirim.

Nemrud çok kibirli bir kraldı. Güç, kuvvet, zenginlik başını döndürmüştü. İnsanların ona itaat etmesi gururunu okşuyor kibrini ve küstahlığını artırıyordu. Aslında Hz. İbrahim, tam istediği fırsatı bulmuştu. Bir hamlede Babil’deki bütün batıl düşünceleri yıkabilecekti. Daha önce cansız putları kırmıştı. Şimdi ise canlı bir putu yıkmaya sıra gelmişti. Sükunetini bozmadan şöyle dedi Hz. İbrahim (aleyhisselâm):

- Benim Rabbim öldürür ve diriltir.

Nemrud böbürlenerek:

- Ben de öldürür ve diriltirim...

Hz. İbrahim Nemrud’un sözlerini umursamadı bile. Yalan söylediğini biliyordu. Allah’tan başka kim öldürüp, diriltebilirdi? Bütün canların sahibi O değil miydi? Hz. İbrahim’in ilgilenmediğini görünce sözünü şöyle tamamladı:

- Sokakta yürüyen bir adamı getirip öldürtebilirim. İdama mahkum bir kişiyi de affedebilirim. Böylece onu diriltmiş olurum. Görüyorsun, ben de öldürür, diriltirim...

Hz. İbrahim bu seviyesiz sözler karşısında güldü ve içinden kendini tanrı zanneden bu zavallının hâline acıdı. Herkes susmuş, Hz. İbrahim ile Nemrud arasındaki konuşmaları dinliyordu. Kendinde olağanüstü bir güç olduğunu vehmeden bu çaresize âcizliğini göstermek için şöyle dedi Büyük Peygamber:

- Allah, Güneş’i doğudan çıkarır, yapabiliyorsan sen onu batıdan çıkar.

Nemrud afalladı. Şok oldu, ne diyeceğini bilemedi. İnsanlar da afalladı. Kâhinler, vezirler, askerler bu istek karşısında donakaldılar. Hz. İbrahim onun bir yalancı olduğunu gözler önüne sermişti. Allah, her gün Güneş’i doğudan çıkarıyordu. Nemrud gerçekten bir tanrıysa onu batıdan çıkarsındı. Kâinat denen şu uçsuz bucaksız ülkeyi yaratan ve yöneten Sonsuz Kudret Sahibi’nin koyduğu değişmez kanunlar vardı. Onları değiştirmeye hiç kimsenin ne gücü ne kudreti yeterdi. Eğer kral tanrılık iddiasında gerçekten samimi ise kâinattaki bu kanunları değiştirebilmeliydi.

Nemrud, kendini hiç bu kadar âciz ve çaresiz hissetmemişti. Dili tutulmuştu sanki. Ne söyleyeceğini, nasıl bir tavır sergileyeceğini bilemeden öylece donakalmıştı. Suç üstü yakalanmış bir günahkâr edasıyla çevresindeki kâhinlere yardım ister gibi baktı. Fakat tek çıt çıkmadı hiç kimseden. Öfkeden çıldıracak gibiydi. Bir tek adam onu bütün halkının karşısında rezil etmişti. Hiddetle ayağa kalktı ve yumruklarını sıkarak şöyle haykırdı:

- Tanrılarınızı küçük düşüren bu adamı ateşlerde yakın. Vücudunu küle çevirip rüzgârlara verin. Onu yok edin!

İnsanların gönülleri Hz. İbrahim’e meyleder gibi olmuştu. Fakat Nemrud’un bu sözleri halkı yeniden galeyana getirdi. Askerler, zincirlere bağlı peygamberi tekrar zindana götürdüler. Hüküm verilmişti. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) diri diri yakılacaktı. Derhal hazırlıklara başlandı. Bir kez daha küfür mağlûbiyetini kaba kuvvetle bastırmaya çalışıyordu.

Çok geçmeden olay bütün ülkeye yayıldı. Köy-kent, dağ-vadi her taraftan insanlar, putları parçalayan, sonra da suçunu itiraf ederek kâhinlerle dalga geçen, ardından Nemrud’u alt eden gencin cezalandırılışını seyretmek için başkente akın ettiler.

Nemrud’un askerleri şehrin dışında büyük bir çukur açtılar. İçini odun, tahta ve taşlarla doldurduktan sonra dev bir ateş yaktılar. Hz. İbrahim’i ateş çukuruna atmak için büyük bir mancınık getirdiler. Onu el ve ayaklarından mancınığa bağladılar. Dev ateşin korkunç alevleri göklere yükseliyordu. Öyle ki insanlar sıcaklığından korunmak için yüzlerce metre uzakta duruyorlardı.

Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) yüzünde derin bir teslimiyet vardı. Allah’ın her şeyi gördüğünü biliyordu. Allah’tan başka sevgili var mıydı ki sığınacak? Hz. İbrahim oradaki tavrıyla insanlara ders vermeye devam ediyordu. Hem ölüm onun için Allah’a vuslat demekti. Onun ruhu zaten Allah aşkıyla yanıyordu. Şimdi bedeni yanacaktı çok mu? İnanan bir gönül için Allah yolunda feda olmaktan daha büyük bir paye var mıydı dünyada!

Tam o sırada Hz. İbrahim’in baş ucunda Cebrâil (aleyhisselâm) belirdi:

- Ey İbrahim, dedi, yapmamı istediğin bir şey var mı? İstersen gökten senin için şakır şakır yağmur yağdırıp ateşi söndüreyim. Ya da bir kanat darbesiyle şehri yerle bir edip, herkesi helâk edeyim. Yeter ki sen iste.

Hz. İbrahim’in cevabı kısa ve netti:

- Allah beni görüyor, hâlimi biliyor, Allah bana yeter!

Kâinattaki bütün varlıklar sustu. Melekler dikkat kesildi. Gök ehli işlerini bırakıp yere odaklandılar. Ateşin çevresini saran binlerce insan nefesini tutup Nemrud’un ağzından dökülecek kelimeleri beklemeye koyuldu. Nemrud haykırdı:

- Atın âsiyi ateşe!

Mancınık ateş aldı ve Hz. İbrahim’i ateş çukuruna fırlattı...

İşte o anda... Allah ateşe şöyle emretti:

- Ey ateş! İbrahim için serin ve emniyetli ol...

Ve ateş ilâhi emre uydu... Kızgın alevler Hz. İbrahim’i yakmadı. Yakamadı. Nasıl yakabilirdi? Allah’ın izni olmadan yakabilir miydi? Aksine serin ve emniyetli oldu, zarar vermedi vücuduna. Allah’ın kudreti işte böyle tecelli ediyordu. Yakıcı ateş serin bir bahçeye dönüşüyordu. Ateş, yalnızca el ve ayaklarındaki bağları yaktı. İbrahim (aleyhisselâm), ateş çukurunun ortasında, tıpkı güzel, rengarenk bir gül bahçesindeymiş gibi oturuyor, Allah’ı tesbih ediyordu:

- Allah bana yeter, O ne güzel vekildir...

İşin başından beri hiç korkmamıştı. Zaten Allah’a gerçekten kul olmuş insanlar korkmaz ki. Çünkü bilirler ki güç yalnızca O’nun elindedir ve O istemedikten sonra kimse kendilerine zarar veremez.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ateşe atılırken kalabalığın öfkeli çığlıkları yankılanıyordu meydanda. Biraz sonra ise dehşet içinde dona kalmışlardı yerlerinde. Gözleri korkuyla açılmış, küçük dillerini yutacak hâle gelmişlerdi. Zira Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ateş çukurundan tıpkı girdiği gibi sapasağlam çıkmıştı. Bir nur hâlesi içindeki çehresi pırıl pırıl parlıyordu. Tebessüm ediyordu. Elbiseleri yanmamıştı. Üzerinde ne duman ne de ateş izi vardı.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) alevlerin arasından çıkarken yemyeşil bir Cennet bahçesinden çıkar gibiydi. Bu kez meydanda dehşet çığlıkları yükseliyordu. Ateş, Hz. İbrahim’e hiç dokunmamıştı. Tebessüm ediyordu, hoşnuttu. Allah’a yürekten iman etmiş bir insana ateş ne yapabilirdi ki! Gerçek imana sahip insanı kim mağlûp edebilirdi!

Nemrud korktu. Kâhinler ürperdi. Hz. İbrahim karşılarında duruyordu. Her şeylerini yıkmıştı. Gökteki tanrılarını, yerdeki tanrılarını ve kral tanrılarını... Diyecek bir şeyleri kalmamıştı. Peki inandılar mı? Hayır. Kibir, inat gibi virüsler bir insanın kalbini sardı mı artık o insan iflâh olmaz. Kâhinler, halka Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) bir büyücü olduğunu söylediler. Nemrud ise Hz. İbrahim’in yanına giderek ülkesinde serbestçe dolaşabileceğini söyledi. Bundan sonra ona zarar vermeyecekti.

Hz. İbrahim’in mûcizesi her tarafa yayıldı. dağlara, çöllere, köylere, şehirlere... olayı doğrulamak isteyen insanlar ülkenin her tarafından kafileler hâlinde başkente koştular. Herkes, Hz. İbrahim’i ateşten kurtaranın onun Rabbi olduğunu söylüyordu.

Gel gör ki şeytan uyumuyordu. Şeytanın yardımcıları da. Kâhinler, gücü elinde bulunduranlar, halkı sömüren yöneticiler Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) usta bir sihirbaz olduğunu her tarafta söylüyorlardı. Kendisine iman edecek insanları da ölümle tehdit ediyorlardı. Zaten halkın zihni taşlaşmıştı ve atalarının dininden dönmeye niyetleri yoktu.

Hz. İbrahim gece gündüz vaazlar verdi onlara. Allah’ın varlığına binlerce delil gösterdi. Kapı kapı gezip Allah’ı anlattı. Fakat onları ikna edemedi. Daha doğrusu onlar ikna olmak istemediler. Sevgi kokan sözlerine nefretle karşılık verdiler. Koca Babil krallığından bir kadın ve genç bir delikanlıdan başka kimse inanmadı ona.

Kadının adı Sâre idi. Daha sonra İbrahim (aleyhisselâm) onunla evlendi. Gencin adı ise Lût idi. Daha sonra peygamberlik nimeti ile şereflendirilen Lût (aleyhisselâm) Hz. İbrahim, kavminden hiç kimsenin iman etmeyeceğini anlayınca hicret etmeye, vatanını terk etmeye karar verdi. Ülkesinden ayrılmadan önce tekrar babasına giderek onu iman etmeye çağırdı, ancak o bir Allah düşmanıydı ve iman etmeyecekti. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) bunu anlayınca onu bırakıp gitti.

Peygamber kıssalarında ikinci kez aynı şeyle karşılaşıyoruz. Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) kıssasında baba olan peygambere oğlu iman etmemesine karşılık, bu kıssada peygamber olan evlâda baba iman etmemiştir. Her iki kıssada da peygamberler, oğul veya baba her kim olursa olsun Allah’a düşmanlığını ilân eden yakınlarıyla artık ilişkileri olmadığını ifade etmişlerdir. Bu iki hikâyeyle Allah, sanki biz insanlara şu mesajı vermek istiyor: “İnsanları birbirine bağlayan asıl bağ imandır.”

* * *

Babil krallığı geride kalmıştı. Göç hayatı başlamıştı Hz. İbrahim için. Ülke ülke dolaşıp Allah’ın mesajını tebliğ edecekti. Önce Or, sonra Harran şehrine gitti. Oradan da Sâre validemiz; Hz. Lût ile birlikte Filistin’e geçti. Filistin’den de Mısır’a. Geçtiği her yerde insanları Tek Allah’a kulluk etmeye çağırıyor, fakir ve kimsesizlere yardım elini uzatıyor, insanlara nasihatlarda bulunuyor, doğru yolu gösteriyordu.

Yıllar geçmişti... Hz. İbrahim (aleyhisselâm) bütün hayatını insanları iman yoluna çağırmakla geçirmiş, saçları ağarmış, yaşlanmıştı. Sâre validemiz de yaşlanmıştı. Üstelik kocasına bir evlât verememişti. Mısır kralının kendisine hizmet etmesi için hediye ettiği bir yardımcısı vardı. İsmi Hacer’di. Onu Hz. İbrahim’le evlendirdi. Çok geçmeden Hz. Hacer bir erkek çocuk doğurdu ve Hz. İbrahim ona İsmail adını koydu.

Allah, Hz. İbrahim’i (aleyhisselâm) “Halil” yani Allah’ın en sevgili ve en yakın dostu lâkabıyla mükâfatlandırdı. Çünkü o ibadet etmeye âşıktı. Gecenin bağrını yırtan iniltileri, tesbihleri dillere destandı. Devamlı surette kendisini Allah’a yaklaştıracak yolları araştırırdı. Hele insanların mü’min olmaları için gösterdiği gayret ve yaşadığı heyecan gökteki melekleri bile hayran ederdi.

Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’e istediği her şeyi veriyordu, çünkü onu seviyordu. Hz. İbrahim insanın ölümle yok olmadığını gayet iyi biliyordu. İnsanlar öldükten sonra Kıyamet Günü’nde tekrar dirilecek, hayatlarının hesabını vereceklerdi. Fakat, Allah’ın ölüleri nasıl dirilteceğini merak ediyor, bu ilâhi mûcizenin nasıl gerçekleşeceğini bizzat görmek istiyordu.

Bir gün ellerini açarak:

- Ey Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini gösterir misin? diye dua etti.

Allah, ona sordu:

- Yoksa iman etmiyor musun?

- Ediyorum hem de bütün kalbimle. Ancak bu harika mûcizeye şahit olmak, imanıma iman katmak, gönül peteğimi mârifet balıyla doldurmak istiyorum.

Bu talep Allah’a âşık bir kalbin isteğiydi. Şüphenin zerresi yoktu. Allah’ı bildikçe coşan ve daha fazla bilmek isteyen bir gönlün çığlığıydı bu. İçtikçe susayan bir Hak yolcusunun yüreğinden kopan bir çığlık.

Allah, ona dört tane kuş alıp, kesmesini, parçalarını farklı farklı dağlara koymasını, sonra da onları çağırmasını emretti. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) Allah’ın emrini harfiyen yerine getirince ilâhi mûcize gerçekleşti. Muhteşem bir olaydı. Ölü kuşların parçaları birleşip hayat elbisesi giyiyor ve sanki hiç ölmemiş gibi capcanlı olarak ona doğru uçarak geliyorlardı.

Bir sabah...

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), karısı Hz. Hacer’e yolculuk için derhal hazırlık yapmasını söyledi. Birkaç gün sonra o, Hz. Hacer ve kucağında süt emen bebekleri İsmail uzun bir yolculuk için yoldaydılar.

Güvenilir olmayan kaynaklara göre Hz. Sâre validemiz çocuğu olmadığı için Hacer validemizi kıskanmış ve Hz. İbrahim’i Hacer’i uzaklara götürmesi için zorlamıştı. O da karısının isteğini yerine getirmişti.

Bu iddia hem Sâre validemize, hem de Hz. İbrahim’e atılmış bir iftiradan başka bir şey değildir. Çünkü Sâre validemiz, herkesin Hz. İbrahim’i terk ettiği bir dönemde ona iman etmiş gerçek bir mü’mindi. İmanı için vatanını terk etmiş, Hz. İbrahim’le birlikte ülke ülke dolaşmış Allah’ın güzel dinini anlatmıştı. Kıskançlık gibi duygular, basit ve karaktersiz insanların özellikleridir. Hâlbuki Sâre validemiz üstün ahlâklı, üstün karakterli bir insandı. Hem Hacer validemizi Hz. İbrahim’le evlendiren kendisi değil miydi? Sırf Hz. İbrahim’e çocuk versin diye evlendiren o büyük kadın nasıl olur da Hacer validemizi kıskanırdı! Hem Hz. İbrahim’e zorla kim iş yaptırabilir ki? O, Allah’tan başka hiç kimseden korkmadığı gibi, O’ndan başka hiç kimseden de emir almaz.

Hacer validemizin ve biricik oğlu Hz. İsmail’in Arap yarımadasına götürülmesini bizzat Allah emretmişti. Bu işte büyük bir hikmet vardı. Allah, Hz. İsmail’in Arap yarımadasında bir peygamber olarak görev yapmasını istiyordu. İleride Hz. İsmail’le Hz. İbrahim Kâbe’yi inşa edeceklerdi. Onun da ötesinde ilâhi hikmet, Son Peygamber Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi vesellem) Hz. İsmail’in soyundan gelmesini takdir buyurmuştu. İşte Kâinatın Efendisi olacak o Son Peygamber Mekke’de doğacaktı ve Allah, O’nun doğacağı ortamı önceden hazırlıyordu.

Yemyeşil çayırlardan, meyve yüklü bahçelerden geçtiler. Art arda çöller aştılar. Dağlar, ovalar birbirini takip edip durdu. Sonunda; ekinsiz, meyvesiz, susuz, çorak mı çorak ölü bir çöl vadisine vardılar. Vadide hiçbir hayat emaresi yoktu. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) atından indi. Karısı ve çocuğunu da indirdi, onlara içinde biraz yemek bulunan bir bohça ve ancak iki üç gün yetebilecek azıcık su bıraktı. Sonra da arkasına bakmadan onları bıraktı gitti.

Hacer validemiz peşinden koştu:

- Ey İbrahim bizi bu ıssız, ölü vadide bırakıp nereye gidiyorsun? diyerek ağlamaya başladı.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) cevap vermek şöyle dursun, yüzünü dönüp bakmıyordu bile... yürüyordu. Hacer anamız yine sordu. O ise sustu, hep sustu. Sonunda Hacer validemiz bu davranışın Allah’ın bir emri olabileceğini düşündü. Yoksa Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) böyle davranması tabiatına tersti. Hz. Hacer sordu:

- Allah mı emretti?

- Evet...

İmanla dopdolu büyük bir gönle sahip anamız şöyle dedi:

- Bu emir Allah’ın emri ise O bizimle beraber demektir. Sen gönül huzuru içinde gidebilirsin. Allah bizi burada zayi etmeyecektir.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gözden kayboluncaya kadar yürüdü. Kendisini göremeyecekleri bir yere varınca mübarek ellerini semaya doğru açarak yüreğinden kopan şu sözlerle dua etmeye başladı:

- Yücelerden Yüce, her şeyi görüp gözeten Allahım! Ailemi bir tek yeşil yaprağın bile bulunmadığı kuru bir vadide, senin kutsal evinin yakınında bıraktım. Şüphesiz onların koruyucusu Sen’sin...

O zaman Allah’ın evi Kâbe, henüz inşa edilmemişti. Demek ki Hz. İsmail ve annesinin o bölgeye getirilmesinde gizli bir hikmet vardı. Annesinin kucağında bir bebek olarak bırakılan İsmail (aleyhisselâm), bir gün gelecek babası ile birlikte Kâbe’yi yapacaklardı. İlâhi hikmet medeniyetin bu vadide kurulmasını, Allah’ın evinin burada inşa edilmesini ve topyekün insanlığın namazlarında bu noktaya yönelmesini murat etmişti.

Hz. İbrahim, karısı Hz. Hacer’i kucağında bebeği ile birlikte ıssız bir çöl vadisinde bırakmış, insanları iman yoluna çağırmak için tekrar eski yurduna dönmüştü. Arkada kalan Hacer validemiz ise yavrusunu yeni emzirmişti. Güneş tepede bir ateş topu şeklinde ortalığı kasıp kavuruyor, insanda susama duygusunu uyarıyordu.

İki gün sonra suları bitti. Hacer anamızın da sütü kurudu. Ana-evlât şiddetli derecede susadılar. Yiyecekleri de bitmişti. Zor durumdaydılar. Çok geçmeden susuzluğu artan İsmail ağlamaya başladı. Anne onu bırakıp çevrede su aramaya koyuldu. Safa denilen bir tepeye varıncaya kadar yürüdü.

Tepenin üzerine çıktı, güneşten korunmak için bir elini alnının üstüne koydu ve ufka dikti gözlerini. Tek ümidi bir kuyu, bir insan, bir kervan görmek, bir ses duymak veya bir haber alabilmekti. Ama heyhat... Ufukları sessizlik ve kasvet sarmış, ortalık sıcaktan cayır cayır yanıyordu.

Vakit kaybetmeden Safa tepesinden tekrar vadiye indi ve gücü tükenmek üzere olan bir insan edasıyla vadide koşturmaya başladı. Amacı karşı tepeye, Merve Tepesi’ne varmaktı. Tepenin üzerinden baktı baktı. Ama boşluktan başka bir şey görmedi gözleri... Boşluğa takıldı kaldı.

Çaresiz yavrusunun yanına döndüğünde onun daha da susadığını, susuzluğu arttıkça ağlamasının da arttığını gördü. İçi yandı, bitkin düşmüş annenin. Gücünü toparladı ve tekrar koştu Safa Tepesi’ne, ufku gözetledi, indi; Merve Tepesi’ne koştu hızlıca. Bir de oradan gözetledi.

Bu şekilde Safa-Merve arasında yedi defa gidip geldi anamız heyecanla. Kızgın çöl kumlarının üzerindeki koşturmasını seyretti iki mübarek tepe. O günden sonra hacılar için bir görev oldu Safa ile Merve arasında yedi kez gidip gelmek. Sırf o mübarek anamız Hacer’in hatırasını anmak ve sırf o mübarek peygamber Hz. İsmail’i hatırlamak için.

Yedi defa gidip gelmişti. Fakat görünürde kimsecikler yoktu. Çaresiz anne yorgun, bitkin, nefes nefese, susuzluktan çatlamış dudaklarla yavrusunun yanına döndü. Ağlamaktan ve susuzluktan sesi kısılmış yavrusunun yanına yığıldı anamız.

Her şeyi kuşatan ilâhi rahmet unutmazdı onları elbet. Bu manzaraya gönül dayanmaz ki! İlâhi rahmet nasıl dayansın. O, imkânsızı mümkün kılar dilerse.

Hz. İsmail ayağıyla kızgın çöl kumlarına vurdu ve derken su fışkırdı kuru kumlardan... Ölü topraktan hayat fışkırdı... Zemzem Suyu böyle doğdu. Durmadı sular, doldu, taştı. Ana-evlât iki insanı kanıncaya kadar doyurdu. Onlarla birlikte suya hasret kumları da suladı. Anne avuç avuç doldurup içiyor, yavrusuna içiriyor, kendilerini yalnız bırakmayan Sonsuz Merhamet Sahibi Yüce Allah’a şükrediyordu. Su gelince hayat geldi o topraklara... Yeni bir hayat başladı oracıkta.

Hayat anlamına gelen su, insanları o bölgeye çekti. Kafileler hâlinde insanlar gelip suyun etrafında yerleşmeye başladılar. Böylece yeni bir medeniyetin temelleri yavaş yavaş atılıyordu. İsmail (aleyhisselâm) da büyüyordu.

Allah, Hz. İsmail’i (aleyhisselâm) peygamberliğe hazırlıyordu. Bir peygambere yakışan edebi öğretiyordu ona. Yıllar sonra Hz. İbrahim ziyaret etti onları. Oğlu İsmail’i tarif edilmez derecede sevmişti. Allah, Hz. İbrahim’i (aleyhisselâm) büyük bir imtihana tabi tuttu. Rüyasında oğlu İsmail’i boğazladığını gördü.

Vahiy bazen peygamberlere rüya şeklinde gelir. Zaten peygamberlerin rüyaları sadık rüyadır. Emir gayet açıktı, canından çok sevdiği oğlunu kurban edecekti. Oğluna:

- Yavrum, rüyada seni boğazladığımı gördüm, sen ne diyorsun?

Üstün bir ahlâka sahip oğul şöyle cevap verdi:

- Canım babacığım, sana ne emredilmişse sen onu yap. Ben ise Allah’ın izniyle sabredeceğim...

Böyle işte... Evlât babasına, baba da Rabbine itaat görevini yerine getirmişti ve birlikte, el ele, gönül gönüle zorlu bir imtihana girmişlerdi.

Babanın ciğerparesini boğazlayacağı yere varmışlardı. Hz. İbrahim, Hz. İsmail’i yere yatırıp, bıçağını çıkardı. Tam boğazına dayayıp kesecekti ki Allah ona durmasını emretti. Oğlunun yerine büyük bir kurban hediye etti ona... Kocaman bir koç…

Allah onlardan razı olmuş, onları şereflendirmiş, rahmetiyle muamele etmişti. Bununla da kalmamış, bu büyük imtihanı geçerek Allah’a kayıtsız şartsız itaatlerini ortaya koydukları günü Müslümanlar için bayram kılmıştı. O gün Müslümanlar kurban kesecek, Allah sevgisi ve Allah’a mutlak itaat konusunda insanlığa eşsiz bir örnek sergileyen baba-oğul bu iki büyük peygamberin unutulmaz hikâyesini hatırlayacaklardı.

O gün yeryüzünde gerçek bir mâbet yoktu. Orada burada mâbetler vardı, fakat buralarda insanlar Allah’a değil, putlara tapıyorlardı. Onların mâbetleri görünüş itibariyle görkemli idi, ancak ruh ve mânâdan yoksundu. Bu yüzden İbrahim (aleyhisselâm) insanların Allah’a kulluk edecekleri bir mâbet inşa etmeyi düşünüyordu. Orası Allah’ın evi diye anılacaktı.

Nihayet Allah Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’e Allah’ın yeryüzündeki evi dediği “Kâbe”yi yapmalarını emretti. Kâbe, Kıyamet’e kadar bütün inananların namazlarında yönelecekleri kıblesi olacaktı. Baba-oğul hemen inşaata başladılar. Yakın-uzak dağlardan kayalar getirdiler. Derince bir temel açtılar ve ilk taşı koydular.

Günler günleri, aylar ayları takip etti, Kâbe’nin duvarları yükseldi ve o günden sonra insanların yöneleceği Kâbe tamamlandı. Kâbe, yeryüzünde insanlık için kurulan ilk mâbetti. Yeryüzünün en şerefli en kutsal mekânı orasıydı. İbrahim (aleyhisselâm), Kâbe’yi tavaf etmek isteyenler için bir başlangıç noktası düşündü. Bir işaret koymak istedi ve bunun inşaat sırasında kullanılan taşlardan ayrı bir taş olması gerektiğine karar verdi.

Bunun üzerine melekler ona siyah renkte bir taş olan “Hacerü’l-Esved”i getirdiler. Onu saygıyla öptü ve Kâbe’nin dış duvarlarından birinin üzerine koydu.

Nihayet Allah’ın evi “Beytullah”ın inşaatı bitmişti. Allah da o mâbede ayrı bir değer vererek, insanların oraya hac etmelerini, etrafında tavaf etmelerini, tavaf sırasında Rablerinin mağfiretini istemelerini emretti.

Bununla da kalmadı... Kâbe’de kılınan bir namazı diğer camilerde kılınan namazlardan yüz bin kat üstün kıldı. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail Kâbe’yi inşa ederlerken şöyle dua ediyorlardı:

- Allahım! Amelimizi kabul buyur. Sen her şeyi duyar her şeyi bilirsin. Allahım! Bizi Sana bütün benliğiyle teslim olanlardan eyle. Evlâtlarımızdan da Sana teslim olmuş Müslüman bir millet çıkar!..

Cenâb-ı Hak o iki kutlu insanın duasını kabul etti. Biz Müslümanlar’ı “Müslüman” sıfatıyla ilk defa anan Hz. İbrahim olmuştu. Hayatını Allah’a adamış o büyük peygamber vefat ederken arkasında iki evlât ve iki peygamber bıraktı: Hz. İsmail ve Hz. İshak. Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) Hz. İsmail’in soyundan doğdu. Hz. İshak’ın soyundan da birçok peygamber geldi. Oğlu Hz. Yakup, onun oğlu Hz. Yusuf ve daha sonra, Hz. Musa, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya, Hz. İsa ve diğerleri...

Bu nedenle tarih onu “Peygamberlerin Atası” namıyla andı. Bir diğer sıfatı da “Halilu’r-Rahman”dı, yani Allah’ın has dostu. Allah onu sevdi. Bütün semavi dinlerin mensupları da sevdiler onu. Efendiler Efendisi Hz. Muhammed’in sevgisine gelince, o büsbütün farklıydı. Çoğu kez kendini Hz. İbrahim’e benzetir ve ona mensup olmakla iftihar ederdi.



Bir BaşkaAnlatımla /Hz. İbrahim (A.S.)

Kur'an-ı Kerim'de Allahu Teâlâ'nın "Halil" dost diye nitelediği ulu'l-azm mertebesinde olan peygamber.

Nuh (a.s)'un çocukları ve torunları, önce Irak'a yerleşmiş ve Fırat nehrinin yakın bir yerinde Babil şehrini kurmuşlardı. Daha sonra, burada yerleşmiş olanlardan bir grup ayrılıp Dicle kıyısında -bugün Musul şehrinin civarında- Ninova şehrini inşâ etmişlerdi. Babil'deki halkın yerlileri olan Nabt kavmi, Süryânî dilini konuşmakta olup Babil şehrini de başkent yapmışlardı. Ninova'da ortaya çıkan Asur devletinde ise başkent Ninova olup, Babil'i hâkimiyetleri altına almıştı. Bir süre sonra Babil'de, Keldânîler, Asurluların hâkimiyetleri altında bulunan Nabt'ların ilim ve kültürüne sahip çıkmıştı.

Babilliler, tek Allah'a inanmayıp putlara ve yıldızlara taparlardı. Putları ve yıldızları, ruhların sembolü olarak kabul ederlerdi. Onların bu inancına "Sâbiîlik" denir. Sâbiîlik; ruhlara ve meleklere ibadet esasından başlar ve giderek yıldızlara, aya, güneşe ve sonunda bunlar adına yapılmış putlara tapmağa varırdı. Babil'de putların hem yapılıp hem de tapıldığı puthaneler vardı. Bundan dolayı devlet yönetiminde bir puthane bakanı bile bulunurdu. İşte Allah, böyle inançtan yoksun ve medeniyetten uzak bir toplum olan Babil halkına İbrahim (a.s)'ı göndermişti. "İbrahim" kelimesinin manası "cemaat babası" demektir. Nitekim kendisinden sonra gelen peygamberle babası Hz. İbrahim'dir.

Cemaatının "Allah'ın dostu" anlamına gelen "Halîlullah" ünvanına sahip İbrahim (a.s), "Ulü'l-azm" denilen büyük peygamberlerden biridir. "Ulü'l-azm" gayesine erişen diğer peygamberler ise Nuh (a.s), Musa (a.s), İsa (a.s) ve Muhammed (a.s)'dir. Hz. İbrahim'in "halilullah" lakabını alması Allah'a olan sevgi ve bağlılığındandır. Bir rivayete göre Hz. İbrahim insanlara karşı çok cömert olduğu ve onlardan hiçbir şey istemediği için "halilullah" diye nitelendirilmiştir.

İbrahim (a.s)'ın nesebi hakkındaki rivâyetler muhteliftir. Ancak rivayetlerin hepsi Sâm b. Nûh'a vardığında ittifak etmiştir. Babasının ismi Tarih lakabı Âzerî'dir.

Hz. İbrahim'in ismi Kur'an-ı Kerim'de yirmi beş sûrede altmış dokuz defa geçmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim değişik isim ve sıfatlarla anılmış ve kendisinden övgüyle bahsedilmiştir. Kur'an'da da geçen sıfatlarının bazıları: Evvâh (çok ah eden), Halim, Munib (Allah'a sığınan), Hanîf, Kânit (Allah'a kulluk eden), Şâkir.

Hz. Peygamber (s.a.s)'de Hz. İbrahim (a.s)'ın faziletini anlatırken şöyle der: "Kıyâmet günü ilk elbise giydirilen kişi, İbrahim'dir." (Buhâr;, Enbiyâ, . "bir gece bana rüyamda her zaman gelen iki melek (Cibril ile Mikâil) geldi. Bunlarla beraber gittik nihayet uzun boylu birinin yanına vardık, (Semaya doğru yücelen) boyunun uzunluğundan başını neredeyse göremeyecektim. O İbrahim (a.s) idi (Buhârî, Enbiyâ, .

İbrahim (a.s) Babil halkına uzun süre hak dini, dünyayı, âhireti, hayatı, ölümü ve yeniden dirilişi anlatmış, en yakını olan babasına ise bu meseleyi inceden inceye izah etmişti. Ancak başta babası Âzer olmak üzere halk, İbrahim (a.s)'a inanmayıp inkâr etmişti. İbrahim (a.s), babasının bu hareketine kızmamış, ona darılmamıştı. Hatta onun için Allah'tan rahmet dileyerek babasına karşı şöyle dedi: "Sana selâm olsun! Senin için rabbımdan mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı lütufkârdır" (Meryem, 19/47). Bundan sonra İbrahim (a.s), baba ocağını terkederek oradan ayrıldı.

Milletine, putların hiçbir fayda sağlayamayacağını pek çok kere söyleyen ve ancak Yüce Allah'ı üstün niteliklere sahip olduğunu bildiren İbrahim (a.s), milletinin kendisine inanmadığını görünce hemen Nemrud'a gitti. Kur'an-ı Kerîm'de ismi geçmeyen ve o sıralar milletinin başında bulunan Nemrud, sahip olduğu servet ve saltanatıyla kendini ilâh sanmaktaydı.

İbrahim (a.s), Nemrud'a Allah inancından bahsetti. Fakat o reddetti ve İbrahim (a.s) ile Rabbi hakkında münakaşaya girişti. İbrahim (a.s) Allah Teâlâ'nın hem dirilttiğini hem de öldürdüğünü söyleyince Nemrud, kendisinin de bunu yapmağa gücü yettiğini ifade eder. Nemrud, bunu ispat için, iki adamı getirtmiş, birini öldürmüş, diğerini bırakmış; böylece öldürmeğe ve diriltmeğe kâdir olduğunu göstermişti. Bu defa İbrahim (a.s.): "Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene" (el-Bakara, 2/258) deyince Nemrud şaşırıp kalmıştı.

Bir ara, Allah inancını kabule yanaşmayan halk, bir bayram günü âdetleri üzere puthaneye yemek getirmiş, putlarının önüne koymuş, daha sonra da eğlenme yerlerine gitmişti. İbrahim (a.s)'ı de götürmek istemişler, ancak o, rahatsız olduğu gerekçesiyle gitmemişti. Onlar eğlence yerlerine gidince, puthaneye girip putların hepsini paramparça etmiş, içlerinden sadece en büyüğünü, ona baş vursunlar diye sağlam bırakmıştı.

Bayram eğlenceleri biten halk, yine âdetleri üzere yemeklerini almak için puthaneye gelmiş, ancak puthaneyi harabeye dönmüş bir durumda görünce, putları bu hale getirenin İbrahim (a.s.) olabileceğini düşünmüşler, İbrahim (a.s)'i çağırıp şu şekilde sorguya çekmişlerdir: "Ey İbrahim! Tanrılarımıza bu hareketi sen mi yaptın?" Hz. İbrahim bu soruya "Belki onu, şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorsa, onlara sorun!" şeklinde cevap verdi (el-Enbiyâ, 21/62-63). Halk, putların cansız ve konuşamaz olduklarını itiraf edince İbrahim (a.s) tevhid inancını haykırırcasına şöyle dedi: "O halde Allah'ı bırakıp da size hiç bir fayda ve zarar veremeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de, Allah'ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (el-Enbiyâ, 21/66-67).

İbrahim (a.s)'ın bu savunması, sapıklar tarafından onun suçlu duruma düşmesine yetmişti. Sapıkların lideri Nemrud, İbrahim (a.s)'ın öldürülerek veya yakılarak cezalandırılmasını teklif etmiş ve nihayet ateşte yakılmasına karar verilmişti. Hazırlanan ateşin alevi, en şiddetli ve hararetli duruma geldiğinde İbrahim (a.s)'ı mancınıkla fırlatıp ateşe attılar. Ancak ateşin ve her şeyin sahibi olan Allah, ateşe şöyle emir verdi: "Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız ol!" (el-Enbiyâ, 21/69). Böylece İbrahim (a.s) ateşten kurtulmuş oldu. O sırada İbrahim (a.s)'a inanan tek bir kişi vardı; o da Lut (a.s) idi.

Hadisenin devamı şöyle anlatılmıştır. Hz. İbrahim amcasının kızı olan hanımı Hz. Sâre ile birlikte Mısır tarafına seyahat ederken "Erdün" kasabasına gelmişler; şehrin kralı ile aralarında ilginç bir hadise geçmiştir. Ebu Hureyre, Peygamber (s.a.s)'den rivayet etmiştir. Hz. Peygamber şöyle anlatmıştır: "İbrahim (a.s) hanımı Sâre ile birlikte bir şehre gelmişlerdi. O şehirde bir kral veya zâlim bir idareci vardı. Bu zâlime "İbrahim, yanında çok güzel bir kadınla şehre girdi" diye haber gönderdiler. Kral "ey İbrahim! yanındaki kadın neyin, kimindir?" diye sordurdu. İbrahim (a.s) (din) kardeşimdir" dedi. Sonra Sâre'ye gelip "sakın beni yalancı çıkarma, ben bunlara seni kız kardeşimdir dedim. Allah'a yemin ederim ki, yeryüzünde benden, senden başka iman eden hiç kimse yoktur" buyurdu. Sâre kralın yanına gelince kral (ona kötülük yapmaya) teşebbüs etti. Hz. Sâre kalktı abdest aldı, namaza durdu. Sonra şöyle dua etti: "Yâ Rab! Ben sana ve senin peygamberine iman ettimse, ben kadınlığımı zevcimden başkasına karşı koruduysam (ki şu ana kadar böyleydim) benim üzerime şu kâfiri musallat etme". Kralın nefesi boğuldu; ayağıyla yere vurarak çırpınmaya başladı. Bunun üzerine Sâre "Allahım şayet bu adam ölürse bunu bu kadın öldürdü denilir" diye dua etti. Bunun üzerine adam rahatladı". Bu hadise üç defa tekrarlandı. "Bunun üzerine melik etrafındakilere" siz bana şeytan göndermişsiniz Bu kadını İbrahim (a.s)'e gönderiniz. Hâcer'i de Sâre'ye veriniz" dedi. Bunun üzerine Sâre Hz. İbrahim'in yanına gelerek ona (olayı anlattı) ve "Anladın mı! Allah kâfiri zelil etti; bana bir cariyeyi de hizmetçi verdi" dedi (Buhârî, Buyû, 100; Hibe, 36).

İbrahim (a.s), o ülkeden ayrıldıktan sonra pek çok yer gezdi. Sonunda Şam'da karar kıldı. Orada kendisine inananlar günden güne arttı. İbrahim (a.s)'e inanların oluşturduğu kitleye "İbrahim milleti" adı verildi.

İbrahim (a.s) Babil'den ayrılacağı zaman, babası için Allahu Teâlâ'dan bağışlanma dileyeceğini hatırlamış ve babasının affı için Allah'a şöyle yalvarmıştı: "Babamı da bağışla! Çünkü o sapıklardandır" (eş-Şuârâ, 26/86). Babası da olsa kâfirler için dua edilmeyeceğini bilen İbrahim (a.s) bunu, memleketinden ayrılırken verdiği sözden dolayı yapmıştı. İbrahim (a.s)'ın duası kabul edilmedi ve ayeti kerimede bu durum şöyle ortaya kondu: "Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra akraba bile olsalar puta tapanlar için mağfiret dilemek peygamberlere ve mü'minlere yaraşmaz" (et-Tevbe, 9/113).

İbrahim (a.s)'in bundan sonraki yaşantısı Lut (a.s), İsmail (a.s) ve İshak (a.s) ile birlikte geçti. Bunlar hakkında Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Onları buyruğumuz altında, insanları doğru yola götüren önderler yaptık; onlara iyi işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi" (el-Enbiyâ, 21/73).

Allah Teâla, İbrahim (a.s)'a on sayfalık bir kitap da vermiştir. Uzunca bir süre yaşadıktan sonra, ömrünün sonlarına doğru Mısır'a gitti. İbrahim (a.s) vefat ettiğinde -kuvvetli rivayetlere göre- Kudüs yakınlarında Halilü'r-rahman denilen yerde defnedildi.

Hanîflik: İbrahim (a.s)'in dinin temeli tevhide (Allah'ın birliğine) dayanıyordu. Ancak zamanla bu inanç unutulmuş ve putperestlik Araplar arasında tamamen yayılmıştı. Buna rağmen birkaç kişide tevhit akîdesinin izleri görülüyordu. Bunlara "Hanif" denirdi.

Hanîf, batıldan uzak, Hakk'a yönelen ve tevhit inancı üzere bir Allah'ı tasdik eden kişi demektir. Kur'an-ı Kerim de "hanîf" kelimesi birkaç yerde geçer. "Hanif" kelimesi daha çok, Hz. İbrahim için Allah'a saf ve temiz bir şekilde ibadet eden bir kul anlamında kullanılmıştır.

Haniflikle ilgili ayetlerde şu ifadeler bulunur: "Ve hanif olarak yüzünü dine doğrult ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma!" (Yunus 10/105) "Sonra da biz, Hanîf olan, müşriklerden olmayan İbrahim'in dinine uy, diye sana vahyettik" (en-Nahl, 16/123).

İslâm'dan önce Arap toplumunda; Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr, Kuss b. Sâide gibi kişiler hanifler arasında bulunuyordu. Bunlar; cansız, dilsiz, hiçbir şeye güçleri yetmeyen putların önünde eğilmeyi, onlara yalvarmayı çirkin sayan kişilerdi.

 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol