""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Hz.Nuh (A.S)

Ve Tufan...

Yeryüzündeki bütün yarıklardan sular fışkırmaya, gökyüzünden Dünya’nın o güne kadar görmediği ölçüde yağmurlar yağmaya başladı. Yer su fışkırtıyor, sema su boşaltıyordu. Gök delinmişti sanki. Her tarafı saran sular yavaş yavaş yükselmeye başlamıştı.

Hz. Nuh (aleyhisselâm), iman etmemekte direnen oğluna döndü. Yüksekçe bir kayanın üzerine çıkmış gemiye bakıyordu. Hz. Nuh bir baba şefkatiyle seslendi oğluna:

- Evlâdım, gel iman et, inkârcı olma. İman et ve bizimle gemiye bin...

Gemiye ancak iman edenler binebilirdi, onun için Hz. Nuh (aleyhisselâm) oğlunu önce iman etmeye çağırdı. Oğlu ise şöyle bağırdı:

- Dağa çıkarım, yüksek yerlere sığınırım sulardan. Oralar korur beni.

Hâlbuki bugün Allah’ın merhametine mazhar olanlardan başka hiç kimse kurtulamayacaktı. Bugün azap günü... Bugün yerin ve göğün öfkesini kâfirlerin başına yağdırdığı gün. Biraz sonra dev dalgalar oğlunun bulunduğu kayaları dövmeye başladı. Delikanlı korunmak için yüksek bir yere çıktı. Fakat gittikçe büyüyen denizlerin öfkesine kim karşı koyabilirdi? Dağlar büyüklüğünde bir dalga gencin üzerinde durduğu tepeye saldırdı ve yuttu onu. Bir lokmada yuttu. Bugün Allah’ın özel korumasında olanlar dışında hiç kimse kurtulamayacaktı. Tufanın gazabı daha yeni başlıyordu.

Sular sel olup aktı, insanların boylarını aştı. Yükselip haşmetli dağları yuttu ve yeryüzünün her tarafını kapladı. Dünya öfkeli dalgaların köpürüp kabardığı dev bir okyanusa dönüşmüştü. Gemideki bir avuç mü’min ise korku içinde Allah’a yönelip, dua etmeye, yalvarıp yakarmaya durdular.

Gemideki insanlardan başka nefes alan bir canlı kalmamıştı yeryüzünde. Tufan’ın büyüklüğünü ve dehşetini hayal etmek çok güç. Korkunç bir şeydi kuşkusuz. Allah’ın celâlini ve kudretini gösteren akıl almaz bir felâketti. Hz. Nuh’un gemisi, dağlar büyüklüğündeki dalgalarla boğuşarak yoluna devam ediyordu.

Tufan’ın ne kadar sürdüğünü bilmiyoruz. Ama bir gün Allah gökyüzüne artık gözyaşlarını tutmasını emretti. Yeryüzüne de suları yutmasını. Gemiye de Cûdi Dağı’nın tepesinde karaya oturmasını. Hz. Nuh çevreye göz atması için bir güvercin gönderdi. Döndüğünde ağzında bir zeytin dalı vardı. Nuh (aleyhisselâm), Tufan’ın sona erdiğini ve Dünya’ya yeniden sükunetin geldiğini anladı.

Evet Tufan bitmiş, korkulu günler geride kalmıştı. Hz. Nuh’un babalık duyguları kabarmıştı yüreğinde. Kaybettiği oğlu için üzülüyordu. Allah’a el açıp, döktü içini:

- Yücelerden Yüce Rabbim, oğlum benim ailemin bir parçasıydı, Senin sözün de doğrudur kuşkusuz. İcraatında bin bir hikmet var ve hüküm verenlerin en üstünü Sensin.

Allah, Hz. Nuh (aleyhisselâm) ailesinin kurtulacağını vaat etmişti. Oğlu da ailesindendi. Allah hikmetle konuştu ve şöyle dedi Hz. Nuh’a:

- Hayır ey Nuh, o senin ailenden olamaz, çünkü çok kötü bir iş yaptı. Allah’a inanmadı. Küfrün karanlıklarında kalmayı tercih etti.

Evet, oğlu ailesinden olamazdı, çünkü Allah’ı inkâr etmişti. Hz. Nuh’un ailesinden olabilmek için kan bağı yetmezdi. İman bağının olması lâzımdı. Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) gerçek ailesi mü’minlerdi.

Hz. Nuh (aleyhisselâm), söylediği sözlerden dolayı pişman oldu, kendi seviyesine göre hata ettiğini düşündü ve bağışlanmak için günlerce ağladı, yalvardı, af diledi. Allah da onu affedip rahmetine mazhar kıldı. Sonra da yanındakilerle birlikte güven ve huzur içinde gemiden inmelerini emretti.

Hz. Nuh (aleyhisselâm), kuşları ve diğer hayvanları serbest bıraktıktan sonra gemiden indi. Yüzünü yere koyup secde etti. Toprak hâlâ ıslaktı. Namazdan sonra yeryüzünde büyük bir mâbet inşa etmeye karar verdi ve derhal işe başladı. Tufan’dan sonra Dünya’da yapılan ilk mâbet olacaktı bu.

Daha sonra ateş yaktı ve bir avuç insanla birlikte ateşin çevresinde oturdu. Gemide ateş yakmak yasaktı, çünkü tahtalara sıçrayacak küçücük bir kıvılcım her tarafı yakabilirdi. Tufan boyunca hiç kimse sıcak bir yemek yiyememişti. Yaktıkları ateşin üzerinde sıcak yemekler pişirdiler ve hep birlikte yediler, içtiler, konuştular, güldüler.

Korkuları tamamen yok olmuştu. Sesleri daha güçlü çıkmaya başlamıştı. Gülümsemeleri büyüyüp kahkahaya dönüşmüştü. Yüzleri sevinçle parlıyordu artık. Hâlbuki gemideyken sürekli susmuşlardı. Dehşetli Tufan boyunca bir ölüm sessizliği vardı üzerlerinde. Öyle ya, Tufan sırasında gördükleri ilâhi heybet dillerini kilitlemişti. Fakat şimdi hayat gelmişti yüzlerine.

Böylece Dünya üzerinde yeni bir hayat başladı. Yıllar yılları kovalayıp durdu... Ve bir gün Hz. Nuh (aleyhisselâm) vefatının yaklaştığını hissetti. Evlâtlarını çevresine topladı ve dudaklarından şu kelimeler döküldü:

Allah’a kulluktan ayrılmayın...
S.) Hayatı
Hz. Nuh (A.S.)
Hz. Âdem’in (aleyhisselâm) vefatının üzerinden yıllar geçti. Hz. Nuh’un (aleyhisselâm) doğumundan önce beş salih insan yaşadı Dünya’da. Bunların adları Ved, Süva, Yağus, Yeuk ve Nesr idi. Bu zâtlar öldükten sonra insanlar onları unutmamak için heykellerini yaptılar.

Nesiller değişti, babalar öldü çocukları geçti yerlerine. Kuşakları kuşaklar takip etti. Fakat daha sonra gelen nesiller atalarının bu heykelleri niçin yaptıklarını unuttular. Şeytan da bu boşluğu fırsat bilip, insanların akıllarını çeldi. Sonunda bu heykellerin birer tanrı olduğuna ikna etmeyi başardı insanları. İnsanlar heykellere ibadet etmeye başladılar.

İnsanoğlu Allah’a kulluğu bırakıp putlara tapmaya başlayınca yeryüzündeki her parlak şeyin ışığı söndü, güzelliklerin rengi soldu, ortalığı karanlıklar sardı ve baştan başa bütün varlık gerçek anlamını yitirdi. Dünyayı kötülük yönetmeye başladı, hayat dayanılmaz bir cehenneme dönüştü.

Allah unutulup, başka şeyler tanrı edinildiğinde ortaya çıkacak tablo buydu zaten. Tanrılar ister taşlardan yontulmuş bir heykel ister altından yapılmış bir buzağı isterse insanlardan bir insan olsun fark etmez. İşte böyle bir atmosferde Allah, Âdemoğullarına elçi olarak Hz. Nuh’u gönderdi. Onlara Allah’ın mesajını hatırlatması ve O’na giden yolda rehberlik etmesi için.

Hz. Nuh (aleyhisselâm) ne kraldı ne de yüksek rütbeli bir asker... Toplumun zenginlerinden de değildi; fakat zamanının tartışmasız en büyük insanıydı. Zaten büyüklük krallıkla, yöneticilikle veya zengin olmakla ölçülmez. Gerçek büyüklük kalb duruluğu, vicdan temizliği ve düşünce dünyasını süsleyen yüce fikirlerle olur.

Hz. Nuh’un büyüklüğüne büyüklük katan bir başka özellik daha vardı. Her hâlükârda Allah’a şükretmesi... Uyurken-uyanıkken, yemek yerken-su içerken, elbiselerini giyinirken, evine girerken-çıkarken her zaman Allah’ın sonsuz nimetini hatırlar, tekrar tekrar O’na şükrederdi. Bu özelliğini takdir etme bağlamında Yüce Allah çağlar sonra son peygamberi Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) göndereceği Kur’ân-ı Kerim’inde Hz. Nuh’u şöyle anlatacaktı: “O, durmadan Allah’a şükreden gerçek bir kuldu.”

Allah, şükreden o kulunu peygamber olarak seçti. Hz. Nuh, halkının karşısına çıkar çıkmaz şöyle dedi onlara:

- Tek olan Allah’a ibadet edin... O’ndan başka Rab yok. Eğer gittiğiniz yanlış yoldan dönmezseniz korkarım başınıza büyük bir azap inecek..

Hz. Nuh (aleyhisselâm), halkına Allah’ın tek yaratıcı olduğunu durmadan anlattı... Şeytanın onları aldatıp tuzağına düşürdüğünü ve artık onun bu oyununa dur deme vaktinin geldiğini söyledi durdu. Allah’ın insana verdiği değerden bahsetti. Onu nasıl yokluğun karanlıklarından varlığın aydınlığına çıkarıp bin bir türlü nimetlerle donattığını anlattı... Akıl nimetini doğru yönde kullanmaya davet etti onları... Putları tanrı edinmenin, aklı zindanlara atarak boğmak anlamına geleceğini hatırlattı sürekli.

İnsanlar sessizce dinlediler Hz. Nuh’un sözlerini. Hz. Nuh (aleyhisselâm) uyuşmuş beyinlerini korkunç derecede sarsmıştı.

Bir adam düşünün, devrilmek üzere olan bir duvarın dibinde uyuyan bir adam... Yoldan geçen bir insan biraz sonra başına gelecek felâketi görünce heyecan içinde onu kurtarmaya koşuyor, sarsıyor omuzundan durmadan... Bunun üzerine korku içinde fırlıyor uykusundan; fakat görmüyor, görmek istemiyor birazdan üstüne çökecek duvarı. Üstelik onu uyandıran, onu kurtarmak için çırpınan insana kızıyor, bağırıyor öfkeyle... İşte o iyi insan Hz. Nuh, öbürü de onun halkıydı...

Yeryüzünde elini kolunu sallayarak dolaşan kötülük de bu sözleri duyuyor ve içini müthiş bir korku sarıyordu. Nefretin tahtı bir Peygamberin ağzından dökülen sevgi sözcükleriyle sarsılıyordu. Hz. Nuh’un mesajı toplumda farklı tepkilerle karşılandı. Onun sözleri fakirlerin, kimsesizlerin, mağdurların dertlerine eğiliyor, kanayan yaralarına merhem oluyordu... İşte bu topluluklar sıcak baktılar Hz. Nuh’a (aleyhisselâm).

Fakat gücü elinde bulunduranlar, halkı sömürerek servetine servet katanlar, zalim yöneticiler kuşkuyla yaklaştılar ona. Sevmediler sözlerini. Toplumun kanını emmek için kurdukları çarkın yıkılması işlerine gelmiyordu. Bu yüzden Hz. Nuh’a savaş açtılar. Dediler ki:

- Peygamber olduğunu iddia ediyorsun, hâlbuki bizden farkın yok, sen de bir insansın.

Hz. Nuh (aleyhisselâm) da başka bir şey söylemiyordu ki… Evet o bir insandı. Zaten Allah, elçilerini insanlar arasından seçerdi. Yeryüzünde insanlar yaşıyordu çünkü. Şayet dünyadakiler melek olsaydı Allah onlara meleklerden bir peygamber gönderecekti. Peki peygamber melek olsaydı, onun yaptıklarını yapabilecekler miydi? Melek acıkmaz ki, susamaz ki, uyumaz ki... Meleği nasıl örnek alacaklardı!

Allah, peygamberlerini insanlar arasından seçerdi. Peygamber, halk arasında insanlardan bir insan gibi yaşar, yer-içer, yorulur-istirahat eder, sokaklarda dolaşıp çarşılarda alışveriş yapardı. Fakat peygamberin kalbi her zaman Allah sevgisiyle çarpardı. Peygamberin tek derdi, tek ıstırabı vardır: İnsanlığın, Allah’a kul olması. Bir peygamber için en büyük üzüntü, insanların Allah’tan uzak olmasıdır. Yine bir peygamber için en büyük mutluluk, bir insanın Müslüman olması. Peygamberler insanlığın yıldızlarıdır. Onlar yerde gezen melekler gibidir.

Hz. Nuh (aleyhisselâm) ile inanmayanlar arasındaki mücadele bütün şiddetiyle devam ediyordu... Dediler ki:

- Görüyorsun ya, sana fakirlerden ve toplumun ayak takımından başka kimse inanmıyor.

Hz. Nuh cevap verdi:

- Onlar Allah’ın varlığına ve birliğine inanıyorlar ya, bu onları her türlü dünyevî makamdan üstün kılmaya yeter...

Bu sefer onunla pazarlığa oturdular:

- Ey Nuh, sana inanmamızı istiyorsan öncelikle şu ayak takımını, fakirleri, sefilleri etrafından kov. Biz halkın efendileriyiz, biz üstünüz, biz zenginiz. Onlarla aynı safta durmamız imkânsız.

Hz. Nuh (aleyhisselâm), inkârda direten bu insanları dinledi dinledi… Fakat sertleşmedi, aksine sükûnetle karşılık verdi onlara. İman eden kimseleri fakir, kimsesiz, aç oldukları için nasıl kovabilirdi? Öncelikle onlar Allah’ın misafirleriydi. Allah’ın evi de Sonsuz bir Merhamet deryasıydı... O, istediğine merhamet eder ve hiç kimse de karışamaz.

Aralarındaki sözlü tartışma uzun süre devam etti. İnkâr edenlerin öne sürdükleri bahaneler bir bir yıkıldı, söyleyecekleri makul bir şeyleri kalmadı. Bunun üzerine Hz. Nuh’a nezaket kurallarını aşan kötü sözler söylemeye, tehditler savurmaya başladılar. Dediler ki:

- Sen aklını yitirmişsin, hezeyanlar içindesin, sapıtmışsın.

Hz. Nuh, peygambere yakışır bir edeple:

- Ey halkım, ben sapıtmadım, size bir daha söylüyorum, ben bütün Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın elçisiyim... Benim görevim O’nun mesajlarını sizlere ulaştırmak... Unuttuğunuz şeyleri hatırlatmak ve nasihat etmek. Üstelik Allah’ın bana öğrettiği öyle şeyler var ki, siz onları bilmezsiniz...

Hz. Nuh, kavmine günlerce, aylarca, yıllarca anlattı durdu... Gece-gündüz demeden, gizlice ve açıkça... Bazen yumuşak bazen sert. Amacı uyuşmuş zihinlerini uyarmak, paslanmış kalplerini aydınlatmaktı. Onlara yerdeki ve gökteki muhteşem mûcizeleri gösterdi: Ay’ı, Güneş’i, yıldızları, denizleri, nehirleri... Baştan başa bütün kâinatın sayısız ilâhi kudret harikalarıyla parıl parıl parladığını anlattı...

Hz. Nuh’un sözleri çok etkili ve ikna ediciydi. İnkâr edenler ona verecek bir cevap bulamıyorlardı. Çünkü doğruydu bütün söyledikleri. Fakat iman etmek istemiyorlardı. Bu yüzden Hz. Nuh’la yüz yüze gelmemek için köşe bucak kaçmaya başladılar. Onunla karşılaştıkları zaman sırf onu duymamak için parmaklarıyla kulaklarını tıkayıp derhal uzaklaştılar. İnanmadılar, inanmak istemediler.

Aradan tam dokuz yüz elli sene geçti, fakat hiçbir şey değişmedi. İman edenlerin sayısı artmadı. Hz. Nuh bu duruma çok üzülmesine rağmen hiçbir zaman ümidini yitirmedi. Allah’a dönmeleri için durmadan halkına çağrılar yaptı, buna karşılık onlar da inat ettiler, kibirlendiler ve küstahlıklarından vazgeçmediler.

Mahzundu, fakat ümitsiz değildi. Çünkü iman etmiş bir yürek asla ümitsizliğe düşmez. Dokuz yüz elli sene geçmişti. Demek ki tufan öncesinde insanların ömrü uzundu. Ya da kim bilir bu kadar uzun bir ömür Hz. Nuh’a (aleyhisselâm) ihsan edilen özel bir mûcizeydi. Belki de Hz. Nuh ve kavminin ömrüydü bu dokuz yüz elli yıl.

Nihayet Allah, ona, o güne kadar kendisine iman eden mü’minlerden başka hiç kimsenin iman etmeyeceğini, bu yüzden daha fazla üzülmemesi gerektiğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Nuh ellerini açarak şöyle beddua etti:

- Seni inkâr edenleri helâk et Allahım!

Allah, peygamberinin bu duasına cevap verdi ve ona dev bir gemi yapmasını emretti.

Hz. Nuh, gemi yapımında kullanmak üzere bir sürü ağaç dikti. Birkaç yıl sonra büyüyen ağaçları kesti, kereste yaptı. Sonra da kullanışlı hâle gelmesi için keresteyi işlemeye başladı. Tabii yıllar aldı bu iş. Sonunda dev bir gemi çıktı ortaya. Uzun mu uzun, yüksek mi yüksek. Üç kattan oluşuyordu. Birinci katına hayvanları, ikinci katına insanları, üçüncü katına da kuşları koydu. Yan tarafında büyükçe bir kapısı ve üzerinde de genişçe bir örtüsü vardı. Nuh (aleyhisselâm) gemiyi Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yapmıştı.

Uzun süren kuraklık, yağmursuzluk her tarafı kurutmuştu. Pınarlar sönmüş, nehirlerin suları çekilmişti. Deniz de yoktu yakınlarda. İnkârcı halk ormanlık bölgeye geldiklerinde Hz. Nuh’u gemi inşaatıyla uğraşırken bulurlardı. Alaylı bir üslûpla:

- Ey Nuh, gemini kuru taşların üzerinde mi yüzdüreceksin yoksa? Delisin sen deli! dedikten sonra basarlardı kahkahayı...

Nihayet geminin yapımı tamamlanmıştı.

Birden bire Hz. Nuh’un evindeki fırından sular fışkırmaya başladı. Büyük bir tufanın habercisiydi o sular. Hz. Nuh gemiye her hayvan türünden bir çift bindirdi. Bir dişi fil bir erkek, bir dişi aslan bir erkek... Hz. Nuh, gemiyi inşa ederken yırtıcı hayvanları koymak için kafesler yaptırmıştı. Bütün hayvanları bindirdikten sonra kendisi ve kendisine iman eden bir avuç insan da bindi gemiye.

Hz. Nuh’u asıl üzen şey karısı ve oğlunun iman etmemesiydi. Gemiye binmenin şartı iman etmekti. Hz. Nuh (aleyhisselâm) onlara:

- Binin gemiye... Allah’ın adıyla yüzüp, Allah’ın adıyla karaya oturacak gemiye...

Küfür bataklığına saplanmış insanların gerçeği görmeleri ne mümkün. Binmediler. Hz. Nuh’a inanmadılar. Büyük Kurtarıcıya sırtlarını döndüler.


II. BİR BAŞKA AÇIDAN  NUH (
a:s)

 

Allah Teâlâ'ya ibadeti terkedip, tapınmak için kendilerine putlar edinen ve böylece yeryüzünde ilk defa fesada uğrayan bir kavmi tevhid akidesine döndürmek için gönderilen peygamber. "Ulul-Azm" peygamberlerin ilki olan Nûh (a.s)'ın, kavmini tevhide döndürmek için verdiği mücadele, Kur'an-ı Kerim'de uzunca zikredilmektedir. Adı, kırk üç ayrı yerde zikredilen Nûh (a.s)'ın kıssası, şu surelerde mufassal olarak ele alınmıştır: el-A'raf, Hûd, el-Müminûn, eş-Şuârâ, el-Kamer ve kendi adıyla adlandırılmış olan, Nûh suresi.

Nûh (a.s), Adem (a.s)'dan yaklaşık olarak bin sene sonra gönderilmiştir. Bu zaman zarfında insanlar tevhid üzere olup, Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan kaçınırlardı. İbn Abbas (r.a)'dan şöyle rivayet edilmektedir:

"Adem ile Nûh arasında on asır vardır. Bu zaman zarfında insanların hepsi İslam üzere idiler" (İbn Sa'd et-Tabakâtû'l-Kübrâ, Beyrut t.y., I, 42).

İbn Abbas (r.a)'ın hadisinde, İslâm üzere on asırdan bahsedilmektedir. Bu on asırdan sonra, Nûh (a.s) gönderilinceye kadar, insanların sapıklık üzere bulundukları daha başka asırların da olması muhtemeldir.

Ayrıca, İbn Abbas (r.a)'ın bu hadisi, tarihçilerin ve Ehl-i kitab'ın zannettikleri gibi, Kabil ve oğullarının ateşe tapan bir topluluk olarak varlığının sözkonusu olmadığını da ortaya koymaktadır. Yani, tevhidden ilk sapma, Adem (a.s)'den en az bin sene sonra olmuştur.

Allah Teâlâ'ya şirk koşan bu putperest topluluk, aniden ortaya çıkmadı. İdris (a.s)'dan sonra insanlar, onun şeriatına uyarak ibadet ediyor ve salih alimlerin çizgisinden yürümeye özen gösteriyorlardı. Bir zaman sonra insanların sevip uydukları bu salih kimseler ölüp gittiklerinde, kavimleri onları kaybetmekten dolayı büyük üzüntüye kapıldılar. Şeytan, onların bu hassasiyetlerinden istifade ederek, sevdikleri bu salih kişileri hatırlamak ve böylece onların nasihatlarını zihinlerinde canlı tutmak için onlara, bu kişilerin her zaman bulundukları yerlere, onların birer heykelini, anıtını dikmeyi telkin etti. İlk defa put diken bu nesil onları, kesinlikle tapınmak için dikmemiş ve onlara ibadet edip, şirk koşanlardan olmamışlardı. Ancak bunların peşinden gelen nesiller zamanla bu heykellerin birer ilâh olduğuna inanmaya, hayır ve şerrin sahibi olduklarını vehmetmeye başlamışlardı. Böylece yeryüzünde ilk defa, tevhid akidesinden sapılmış ve insanlar Allah'tan başka ilâhlar edinerek, O'na şirk koşmaya başlamışlardı. Putları diken bu ilk neslin vebali oldukça büyüktür. Zira onlar, bu putları dikmekle bir sonraki neslin putperest olmasına sebep olan ve Allah'a şirk koşmayı ilk icad edenlerdir. Ayrıca onlar, canlı suretler yapmakla da Allah Teâlâ'nın azabına müstahak olmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s) canlı bir şeye benzer bir sûret yapan kimse için şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir sûret yaparsa, Allah Teâlâ ona kıyamet günü, yaptığı sûrete ruh verinceye kadar azap edecektir. O kimse ise asla bunu başaramayacaktır", Kıyamet günü en şiddetli azap suret yapanlara olacaktır. Onlara; "yarattıklarınızı diriltin bakalım" denilecektir" (Buhârî, Libâs, 89, 97).

Nûh kavminin tapındığı putların her birinin, Kur'an-ı Kerim'de zikredildiğine göre bir adı vardı: "..."Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin" dediler" (Nûh, 71/23).

Allah Teâlâ, ilâhi rahmeti gereği, doğru yolu bulup hidayete erebilmeleri için sapıtan bütün topluluklara peygamberlerini göndermiş, böylece onlara, şirk ve isyan bataklığından kurtulmanın yollarını göstermiştir.

Peygamber, Allah Teâlâ'nın kullarına rahmetinin en açık bir delilidir. Allah Teâlâ, elîm Cehennem azabından sakındırmaları için peygamberlerini göndermiş; bunlardan, inkârcıların isyan ve işkencelerine karşı sabrederek, tebliğlerine devam etmelerini istemiştir. Nuh (a.s) da, kavmine gönderildiği zaman, büyüklenmelerine, vurdumduymazlıklarına ve bütün aşırılıklarına rağmen onlara şefkatle yaklaşarak, kendilerini gelecek can yakıcı azaba karşı korumak istemiştir. Allah Teâlâ, Nûh (a.s)'ın, kavmine gönderilişi hakkında şöyle buyurmaktadır: "Milletine can yakıcı bir azap gelmeden önce onları uyar" diye Nuh'u milletine gönderdik" (Nûh, 71/1).

İyice azıtmış ve korkunç bir helâkle cezalandırılmayı haketmiş bir topluluk olan Nûh kavmine, bu helâkten kurtulmak için rahmanî bir el uzatılmıştı. Allah'ın elçisi Nûh (a.s), şirki bırakıp, tevhid akidesine dönüşü tebliğle görevlendirildiğinde, onlara yaptığı ilk tebliğ, Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikredilmektedir: "...Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilâhınız yoktur; doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum" dedi. (el-A'raf, 7/59); "Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin! Doğrusu ben, hakkınızda can yakıcı bir günün azabından korkuyorum" dedi. (Hûd, 11/25, 26); "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sakınmaz mısınız"dedi. (el-Mü'minûn, 23/23); "Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin, O'ndan sakının ve bana itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin. Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz. Keşke bilseniz!" (Nûh, 71/2-4).

Nûh (a.s)'ın bu tebliği karşısında onlar, büyüklenerek ve şımararak Nûh (a.s)'a türlü şekillerde saldırılarda bulunmuşlar ve çeşitli kötülüklerle itham etmişlerdir. Her zaman hakkın karşısında durup, toplumlarını peygamberlere uymaktan alıkoyan mele' * (ileri gelenler) Nûh (a.s)'ın da karşısına çıkmış, Kureyşin ileri gelenlerinin Hz. Muhammed (s.a.s)'e yaptıklarını andıran bir tarzda, onu, sapıklıkla ve sefihlikle itham etmişlerdi. Nûh (a.s) onları, Allah'tan başkasına kulluk etmemeye çağırdığında; "Kavminin ileri gelenleri: "Biz senin apaçık sapıklıkta olduğunu görüyoruz" dediler".

Nûh (a.s) merhametle onlara; "Ey kavmim! Bende bir sapıklık yoktur; ancak ben âlemlerin Rabbinin peyşgamberiyim, Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum. Sizin bilmediğinizi Allah katından ben biliyorum. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak için aranızdan bir vasıtayla Rabbinizden size haber gelmesine mi şaşıyorsunuz?" dedi" (el-A'raf, 7/61-63).

Şirkin ve küfrün pisliğiyle bulanmış akıllar, tarihin her döneminde Allah Teâlâ'nın, bir elçi gönderdiği zaman, onu hangi topluma gönderiliyorsa o toplum içerisinden çıkarmasına şaşmışlar, bundaki açık gerçekleri görmemişlerdir. Nûh kavmi de ona itiraz ederken, Allah Teâlâ'nın elçisinin bir insan değil ancak bir melek olabileceğini ileri sürmüştü: Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz" (Hûd, 11/27); "Bu, sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Sizden üstün olmak istiyor. Allah dilemiş olsaydı melekler indirirdi. İlk atalarımızdan beri böyle bir şey işitmedik" (el-Mü'minûn, 23/24). Mustaz'af insanlardan bir topluluğun etrafında toplanıp onu tasdik etmeye başlaması sebebiyle, tebliğini tesirsiz bırakmak için çareler arayan Mele', bu gelişme üzerine daha da sertleşerek, onu yalancılık ve delilikle itham etmeye başlamışlardı. Onun için şöyle deniliyordu: Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizin bir yalancı olduğunuz kanaatindeyiz" (Hûd, 11/27); Bu adamda nedense biraz delilik var. Bir süreye kadar onu gözetleyin" (el-Müminûn, 23/25); "Bu putperestlerden önce Nûh milleti de yalanlayarak; delidir" demişlerdi, yolu kesilmişti" (el-Kamer, 54/9).

Zenginlik ve riyaset sahibi bu insanlar üstünlüğün malda ve topluma hâkim bir konumda olmakta olduğunu zannettikleri için, gerçekte, kendileriyle kıyas kabul etmez derecede bir üstünlüğe sahip olan Nûh (a.s)'a inanan mustaz'afları küçümsüyor ve onlarla bir arada, aynı seviyede bulunmayı nefislerine bir türlü kabul ettiremiyorlardı. Bunun için Nûh (a.s)'a müracaat etmişler ve bu insanları yanından uzaklaştırırsa, o zaman belki kendisini dinleyebileceklerini bildirmişlerdi. Ancak Nûh (a.s) onlara kesin bir uslûpla cevap vererek, gerçek anlamda üstünlüğün, inananlarda olduğunu şu ifade ile ortaya koymuştur: "Ben inananları kovacak değilim. Ben sadece açıkça bir uyarıcıyım " (eş-Şuara, 26/ 14-15).

Nûh (a.s), bıkmadan, her türlü eziyetlerine sabrederek onları her yerde İslâm'a çağırıyor, Cehennem azabından kurtulmalarının yollarını belletmeye çalışıyordu. Ancak kavmi, onu her defasında alaya alıyor. Söylediklerini aralarında eğlence konusu yapıyorlardı: "Kavminin ileri gelenleri (Mele) yanından her geçtiklerinde onunla alay ediyorlardı. Nuh ise onlara şöyle diyordu: Bizimle alay edin bakalım. Biz de, bizimle alay ettiğiniz gibi sizinle alay edeceğiz" (Hûd, 11 /38).

Nûh (a.s), kavmini şirkten dönmeye davet ederken, onlara tesir edebilecek her yolu deniyordu. Onlara Allah'a ibadet etmeyi ve bir peygamber olarak kendisine tabi olmayı telkin ederken, buna karşılık kendilerinden hiç bir maddî menfaat istemediğini ve beklemediğini; amacının yalnızca onları, Allah Teâlâ tarafından gelecek olan büyük cezalardan korumak olduğunu bildiriyordu: Kardeşleri Nûh, onlara Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak alemlerin Rabbine aittir". Doğrusu hakkınızda büyük günün azabından korkuyorum" (eş-Şuara, 26/106-110, 135).

Kavmi, inadında direnmiş ve kesin kararını vermişti. Ona; "İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce birdir" dediler" (eş-Şuara, 26/136). Buna rağmen O, çağrısında ısrar edince, müşrikler tamamen sertleşmiş ve onu tehdit ederek artık bu söylediklerini tekrarlamayı terketmezse kendisini taşlayacaklarını bildirmişlerdi: "Ey Nûh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın" dediler" (eş-Şuara, 26/116).

Nûh (a.s), davetini tekrarladıkça onların inadı artıyor, ona ve inananlara eziyetlerini daha da şiddetlendiriyorlardı. Nûh (a.s) onların bütün bu tahammül edilmez eziyet ve işkencelerine katlanıyor ve onları kurtarmak için bir an olsun boş durmuyordu. Asırlar süren bu yorucu tebliğ faaliyeti, kavminden çok az bir topluluk dışında, kimsenin iman etmesini sağlayamamıştı: "Pek az kimse onunla beraber inanmıştı" (Hud, 11/40).

Azgınlaşan kavmi, Allah Teâlâ'ya meydan okurcasına Nûh (a.s)'a şöyle çıkışıyordu: Ey Nûh! "Bizimle cidden tartıştın; hem de çok tartıştın. Doğru sözlülerden isen tehdit ettiğin azabı başımıza getir" dediler" (Hûd 11 /32).

Onlar, Nûh (a.s)'ın tebliğine kulaklarını tıkadıkları için, onun ne söylediğini bir türlü idrak edemiyorlardı. Nûh (a.s), belki düşünürler diye, azabın sahibinin kim olduğunu ve onun kudretinin sınırsızlığını bir kez daha onlara tebliğ ediyordu: Ancak Allah dilerse onu başınıza getirir, siz O'nu aciz bırakamazsınız. Allah sizi azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. O'na döndürüleceksiniz" (Hud, 11/33-34).

Nûh (a.s), bu zalim topluluğun iman etmeyeceğini anlamıştı. Kavmi için hiç bir kurtuluş yolu kalmamıştı. Onlar zulümlerini artırdıkça artırdılar. Bunun üzerine Nûh (a.s), dokuz asırdan fazla bir müddet tahammül ettiği zorluklar karşısında hiç kimseye tesir edemediğini ve edemeyeceğini anlayınca, kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya havale etmekten başka çare bulamadı.

Allah Teâlâ, onun bu durumunu Kur'an-ı Kerim'de şöyle dile getirmektedir: Nûh; Rabbim! Milletim beni yalanladı. Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki inananları kurtar" dedi" (eş-Şuara, 26/117-118); Nûh; "Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et" dedi" (el-Mü'minûn, 23/26); "Oda; "Ben yenildim, bana yardım et" diye Rabbine yalvarmıştı" (el-Kamer, 54/10).

Allah Teâlâ da ona, kavmini sularla helâk edeceğini, bunun için bir gemi yapmasını bildirdi. Ayrıca bundan dolayı kavmine acıyıp da, onlar için bağışlama dilememesi gerektiğini de bildirdi: Nûh'a; "Senin milletinden inanmış olanlardan başkası inanmayacaktır. Onların yapageldiklerine üzülme. Nezaretimiz altında, sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır" diye Allah tarafından vahyolundu" (Hûd, 11 /36-37).

Nûh (a.s), Cebrail (a.s)'ın gözetimi altında gemiyi yapmaya başladı. Müşrikler yanına geldikleri her defasında onunla alay ediyorlardı: "Gemiyi yaparken kavminin inkârcı ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla alay ederlerdi. O da; Bizimle alay ediyorsunuz ama, alay ettiğiniz gibi bizde sizinle alay edeceğiz. Rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini göreceksiniz" dedi" (Hûd, 11/36-39).

Taberî, Nûh (a.s)'ın, kavmini İslâm'a davet edişi, gemiyi yapmaya başlaması ve kavminin onunla alay edişi hakkında, Âişe (r.anh)'dan rivayetle, Resulullah (s.a.s)'ın şöyle söylediğini nakletmektedir: "Nûh kavminin arasında dokuz yüz elli sene kalmıştı. Bu zaman zarfında onları hakka davet etti. Son zamanlarına doğru bir ağaç dikti. Ağaç her taraftan çok büyüdü. Sonra onu kesip gemi yapmaya başladı. Onun yanından geçerlerken, ona ne yaptığını soruyorlar ve onunla dalga geçerek Şöyle diyorlardı: "Onu yap; karada gemi yapıyorsun; bakalım nasıl yüzdüreceksin?" Nûh (a.s) da onlara; "yakında bileceksiniz"diyordu• (Taberî, Tarihul-Rasul vel-Mulûk, Beyrut 1967, I, 180). Ve yine ona; "Nebiliği bırakıp, Marangozluğa mı başladın" diyerek eğleniyorlardı (a.g.e., I, 183).

Nûh (a.s)'ın yaptığı geminin şekli ve büyüklüğü hakkında İbn Abbas (r.a)'dan şöyle bir rivâyet nakledilmektedir: "Geminin uzunluğu, Nûh'un babasının dedesinin (yani İdris (a.s)) zıra'ıyla üç yüz zıra'; eni elli zıra'; yüksekliği otuz zıra'; su seviyesinden yukarısı ise altı zıra' idi. Katlara ayrılmış olan geminin üç kapısı bulunmaktaydı. Bu kapılar üst üste açılmıştı (Taberî, a.g.e., I, 182).

Nûh (a.s), gemiyi inşa ederken, tahtaları birbirine mıhlar kullanarak çakmıştı: "Onu, tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik" (el-Kamer, 54/13).

Nûh (a.s) bu esnada, artık tamamen yüz çevirdiği kavminin durumunu Allah Teâlâ'ya arzediyor ve onları bütün imkânlarını kullanarak şirkten nasıl vaz geçirmeye çalıştığını anlatarak, buna karşı kavminin takındığı tutumu O'na şikayet edip, yeryüzünde onlardan kimseyi bırakmamasını istiyordu.

Nûh (a.s)'ın adını taşıyan ve onun kıssasının anlatıldığı sûrede bu durum şöyle anlatılır: "Nûh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, kavmimi gece gündüz çağırdım. Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını artırdı. Doğrusu hen senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim. Dedim ki: "Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. "Nûh, "Rabbim! Doğrusu bunlar bana baş kaldırdılar ve malı, çocuğu Kendisine sadece zarar getiren kimseye uydular. Birbirinden büyük hilelere başvurdular" dedi. İnsanlara; "sakın tanrılarınızı bırakmayın; Ved, Suva', Yağûs, Yeûk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin" dediler. Böylece bir çoğunu saptırdılar. Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını artır. Nuh dedi ki; "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcı bırakma. Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" (Nûh, 71/5-11, 21-24, 26-27).

Allah Teâlâ, bu kavme helâkı umumi kıldığı gibi, Nûh (a.s) da bunun umumî olmasını istemişti. Çünkü, asırlar süren daveti neticesinde anlamıştı ki; bunlardan kalan nesil, yine onlar gibi inkarcılar olacaktı. İbn İshak şöyle demektedir: "Bir sonraki asır geldiğinde o nesil, bir öncekinden daha berbat oluyordu. Sonra gelen nesiller; "Bu adam babalarımızla, dedelerimizle birlikte yaşamıştı ve onun hiç bir sözünü kabul etmemişlerdi. Bu deliden başka biri değildir" diyorlardı" (Taberî, a.g.e., I, 182).

Yeryüzünde ilk defa fesad çıkararak, zâlimlerden olan bir toplumu cezalandırmak için Allah Teâlâ'nın takdir etmiş olduğu vakit yaklaşmakta idi. Allah Teâlâ, Nûh (a.s)'a Tufanın gelişini haber veren alâmet olarak, tandır (tennûr)'dan suların kaynamasını göstermişti.

Tandırdan su kaynamaya başlayınca Allah Teâlâ, ona her cins canlıdan birer çifti ve kendisine inananları gemiye bindirmesini vahyetti: Emrimiz gelip, tandırdan sular kaynamağa başlayınca; her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmemiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir" dedik. Pek az kimse onunla beraber inanmıştı" (Hûd, 11 /40).

Onunla beraber olanların sayısı hakkında yedi kişi ile seksen kişi arasında değişen rivayetler vardır (Taberî, a.g.e., I, 187-189).

Nûh (a.s) ile, ailesinden Ham, Sam, Yâfes adlarındaki üç oğlu da gemiye binmişti. Ancak dördüncü oğlu Kenan (Yam), ona iman etmediği için gemiye binmemişti. Sular her yeri kaplamaya ve gemi yüzmeye başlayınca Nûh (a.s) oğluna; "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel; kâfirlerle birlik olma" diye seslendi. Oğlu; "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" deyince, Nûh; "Bugün Allah'ın buyruğundan, O'nun acıdıkları dışında kurtularak yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu da boğulanlara karıştı" (Hûd, 11/42-43).

Nûh (a.s), muhtemelen, oğlunun küfredenlerden olduğunu bilmediği için, Allah Teâlâ'ya; "Rabbim! oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin" diye seslenerek, oğlunun başına gelenlerin hikmetini öğrenmek istemişti. Allah Teâlâ, bir peygamber dahi olsa, kan bağının hiçbir şey ifade etmediğini, insanların birbirinden olmalarının yegane ölçüsünün akide olduğunu; "Ey Nûh! O senin ailenden değildir. Çünkü o, çok kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme" ayetiyle Nûh (a.s)'a bildirerek, ortaya koymuştur.

Tufan, yeryüzünde, gemidekilerin dışında hiç kimsenin sağ kalmasının mümkün olmadığı bir şekilde bütün dünyayı sular altında bırakmıştı. Gök, kapılarını açarak sularını boşaltmış; Yer, her tarafından sular fışkırtmaya başlamıştı: "Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti" (el-Kamer, 54/11-12).

Allah'a isyanda direten ve O'nun elçisine olmadık eziyetleri reva gören ve asırlar boyu, gidişatında hiçbir değişiklik yapmayan zâlim bir topluluk, sonraki nesillere, inkârcı zalimlerin sonunun ne olduğunu anlamaları için, bu şekilde, tufan ile helak edilmişti.

Allah Teâlâ, inkârcı zalimler helâk olduktan sonra, Tufanı sona erdirmiş ve inananların bulunduğu gemiyi selametle Cûdi dağı üzerine durdurtmuştu; "Yere; "Suyunu çek!"göğe; "Ey gök sen de tut!" denildi. Su çekildi, iş de bitti. Gemi Cûdiye oturdu. "Haksızlık yapan millet Allah'ın rahmetinden uzak olsun" denildi" (Hûd, 11 /44).

Taberî'nin Resulullah (s.a.s)'e dayandırılan bir rivayetine göre Tufan, altı ay sürmüştür. Recebin ilk günlerinde başlayan Tufan, Muharremin onuncu gününde son bulmuş ve gemi Cûdi dağının üzerine oturmuştu. Nûh (a.s), şükür için, herkese oruç tutmasını emretmişti (Taberî, a.g.e., I,190). Bu gün, Aşûre günü olarak o zamandan günümüze dek hatırasını sürdürmüştür (bk. Âşûre mad.).

Gemi, su üzerinde kaldığı altı ay boyunca dünyanın her tarafını dolaşmıştı. Allah Teâlâ, Tufan esnasında Âdem (a.s) tarafından inşa edilen Mekke'deki Beytullah'ı yeryüzünden kaldırmıştı (Taberî, a.g.e., I, 185).

İnkar edip yeryüzünde fesad çıkaran topluluk yok edilip sular çekildikten sonra, Allah Teâlâ peygamberine artık emniyet içerisinde gemiden inebileceğini bildirmişti: "Ey Nûh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara bizden bir selamet ve bereketle gemiden in" (Hûd, 11/48).

Nûh (a.s), gemiden indikten sonra, Semânîn diye isimlendirilen bir yerleşim yeri inşa etmişti. Bu yer ve Cûdî dağı; Ceziretu İbn Ömer (Cizre)'in yakınında bulunmaktadır (a.g.e., 189).

Diğer bir rivayete göre de Nûh (a.s) gemide yüz elli gün kalmış, Allah Teâlâ, gemiyi Mekkeye yöneltmiş; gemi kırk gün Beytullah etrafında dönmüş ve sonra da Cûdi'ye yönelterek orada durdurmuştu (M.Ali Sabûni, en-Nübüvve vel-Enbiya, Dımaşk 1985, 154). Geminin kalıntıları muhtemelen bu dağın üzerinde hâlâ bulunuyor olmalıdır. Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de, insanlara ibret olsun diye onu, bulunduğu yerde bıraktığını zikretmektedir: "And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık; öğüt alan yok mudur" (el-Kamer, 54/ 15).

Nûh (a.s) ile birlikte Tufandan kurtulanlardan, Nûh (a.s) ve oğulları dışında kalanlar, yok olup gitmişler ve sonraki nesiller Sam, Ham ve Yafes'ten türemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ancak onun soyunu sürekli kıldık• (es-Saffât, 37/77). Resulullah (s.a.s) bu ayeti okuduğu zaman, sürekli kılınanlardan kastın, Ham, Sam ve Yafes olduğunu söylemiştir (Taberî, a.g.e., I, 192).

Tarihçiler; Sam'ı, Arapların ve Fars'ların atası; Ham'ı, Zenciler ve Habeşlilerin atası ve Yafes'i de Türkler, uzak doğu milletleri, Berberîler, Çinliler ve Mâverâünnehir kavimlerinin atası olarak kabul etmektedirler (İbnul-Esîr, el-Kâmü fi't-Tarih, Beyrut 1979, I, 78).

Nûh (a.s)'ın tufana kadar dokuz yüz elli beş yıl yaşadığı kesindir: "Şüphesiz ki biz Nuhu kavmine Peygamber olarak gönderdik. Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı" (el-Ankebut, 29/14). Ancak, Tufandan sonra ne kadar yaşadığı hakkında bir bilgi yoktur. İbn Abbas (r.a)'ın görüşüne göre, Nûh (a.s) bin yedi yüz seksen sene yaşamıştır ve öldüğünde de Mescid-i Haram'a yakın bir yere defnedilmiştir (Sabûnî, a.g.e., 154).

Nûh (a.s), Ulûl-Azm peygamberlerin ilkidir. Allah Teâlâ onu, "çok şükreden kul (abden şekûra)" olarak isimlendirmiş ve kıyamete kadar gelen nesiller, anıp selam getirsinler diye onun ismini herkesçe bilinir kılmıştır: "Sonra gelenler içinde "Alemlerde, Nûh'a selam olsun diye ona iyi bir ün bıraktık. Doğrusu o, bizim inanmış kullarımızdandı" (es-Sâffât, 37/81-82).

Ve o, sonraki peygamberler için, takip edilmesi gereken bir önder kılınmıştır: "İbrahim de şüphesiz, onun yolunda olanlardandı" (es-Sâffât, 37/83).

Allah Teâlâ, Peygamberimize, kendisine yapılan itiraz ve işkencelere karşı, Nûh (a.s) ve onun yolunda olan diğer ulul-azm peygamberler gibi sabretmesini emretmektedir. Yani o, Resulullah (s.a.s)'e bir örnek olarak gösterilmektedir: "Resullerden azim ve sebat sahibi (ulul-emr) olanların sabrettiği gibi sen de sabret" (el-Ahkaf, 46/35).

Nûh (a.s), Peygamber (s.a.s)'e ve inanan tebliğcilere bir numune olarak gösterildiği gibi; onun inkârcı kavminin helakı da, müslümanlara zulmetmeyi gelenek haline getiren sapık topluluklara bir örnek olarak sunulmuştadır.

* * * 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol