""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Hz.Musa (A.S)

Hz. Musa (A.S.) Hayatı








1. Bölüm

Yakup (aleyhisselâm) ailesiyle birlikte Mısır’a gidince orada ikamet etmeye karar verdi. Hz. Yakup’un bir diğer ismi İsrail’di. Yani Allah’ın kulu. Bu yüzden çocuklarına İsrailoğulları deniliyordu. Son demleri gelip ölüm döşeğine yattığında çocuklarını çağırdı ve sordu:

- Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?

Dünyaya veda ediyordu. Ruhu biraz sonra melekler gibi kanatlanıp Allah’a kavuşacaktı. Belki bir cümle söyleyecek kadar süresi kalmıştı ve Hz. Yakup bu süreyi çocuklarına kendisinden sonra kime ibadet edeceklerini sorarak değerlendirmişti. Bir peygamber bu ideal için yaşar ve bu idealle Rabbine kavuşur. Çocukları cevap verdiler:

- Senin Rabbine. O Rab ki, senin ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın da Rabbidir. O birdir, tektir ve biz bütün benliğimizle O’na teslimiz.

Yakup (aleyhisselâm) gönül huzuru içinde ruhunu teslim etti. Vasiyeti Filistin topraklarında defnedilmekti. Evlâtları onu Filistine götürüp defnettikten sonra tekrar Mısır’a dönerek Hz. Yusuf’un gölgesinde yaşamayı seçtiler. Mısır’ın bolluk ve bereketi onlara cazip gelmişti. Evlendiler, çoluk çocuk sahibi oldular ve sayıları gün geçtikçe çoğaldı.

Seneler seneleri kovalayıp durdu...

Babalar, çocuklar, torunlar, torunların torunları... Nüfusları oldukça artmıştı. Hz. Yakup’un öğretilerini unutmuşlardı. Allah’a ibadet edenlerin sayısı da yok denecek kadar azalmıştı. Bunun üzerine Allah onların başına zalim bir hükümdar olan Firavun’u musallat etti. Firavun onlara ne büyük acılar yaşattı... Aslında Allah, işledikleri günahlardan ötürü bir yandan onları cezalandırıyor, diğer yandan da imtihan ediyordu.

Mısır’a yaptığı büyük hizmetlerden dolayı Yusuf’u (aleyhisselâm) takdir eden iyi kalpli kral gitmiş, yerine Hz. Yusuf’u da, iyiliklerini de tanımayan zorba bir Firavun gelmişti. Irkçı bir insandı. Kendi ailesini lüks içinde yaşatırken, İsrailoğullarını köle gibi kullanıyordu. En ağır işleri onlara yaptırıyor, karşı çıkanları öldürüyordu. İlâh olduğunu iddia ediyordu. İsrailoğulları da özlerini unutmuşlardı. Hz. Yakup’a (aleyhisselâm) verdikleri sözü tutmamışlardı. Birçoğu Mısırlıların taptıkları ilâhlara tapıyorlardı. Kölelik ruhu kanlarına işlemişti. Birbirlerine ihanet ediyorlardı. Para, altın ve şahsi menfaatleri için işlemeyecekleri kötülük yoktu.

Bir gün... Kâhinler Firavun’un huzuruna çok önemli bir kehaneti bildirmek için çıktılar. Ülkenin ve Firavun’un geleceğiyle ilgili korkunç bir kehanet… Firavun, kâhinlerin ağzından dökülen sözcükleri duyunca irkilmişti. Kan beynine sıçramıştı. Öfkeden çıldıracak hâle gelmişti. Kâhinlerin dediğine göre İsrailoğulları arasında doğacak bir çocuk, gelecekte onun saltanatını yerle bir edecekti.

Firavun bir çare düşündü. Gerçekten de gün geçtikçe İsrailoğullarının sayısı artıyordu. Gerçi yöneticiler ve gücü elinde bulunduran insanlar, onları köle olarak kullanıyorlardı, fakat hiçbirisinin aklına, bir gün aralarından çıkacak bir gencin hükümdarlıklarına son verecebileceği gelmemişti. Firavun hiddetle ayağa kalktı ve tüyler ürperten şu emri verdi:

- İsrailoğulları arasında yeni doğan her bebeği öldürün...

Hamile analar için korkulu günler başlamıştı. Bir erkek çocuk doğurmak herkesin en güzel rüyası iken şimdi en büyük kâbusu olmuştu. Askerler, doğan bebeklere hemen el koyuyor ve annelerinin gözleri önünde öldürüyorlardı. Sokaklar acımasızca öldürülen bebek iniltileriyle, evler anaların çığlıklarıyla sarsılıyordu. Kalın bir matem ve korku havası vardı İsrailoğullarının yaşadığı mahallelerde.

Aynı günlerde, İsrailoğullarının mü’min bir ailesinde bir bebek dünyaya geldi. Gelecekte Firavun’un saltanatını yerle bir edecek insan. Musa (aleyhisselâm)...

Annesi ne korkularla titremişti bebeğini öldürecekler diye. Kimse görmesin diye onu gizlice emziriyordu. Derken mübarek bir gecede Allah annenin kalbine şöyle ilham etti:

- Bebeğinin hayatı için endişelendiğin vakit onu denize bırak, korkma, üzülme... Biz onu tekrar sana geri getireceğiz, üstelik onu peygamberlikle şereflendireceğiz.

İlham biter bitmez annenin korkuları dindi. Merhamet yüklü sese itaat etti. Çevresindekilerden Musa (aleyhisselâm) için ufak bir sandık yapmalarını istedi. Onu son bir defa emzirdikten sonra sandığa koydu. Nil Nehri’nin kıyısına gitti ve yavrusunu sakin bir şekilde akan sulara bıraktı.

Ana yüreği -ki o yeryüzünün en şefkatli yüreğidir- yavrusunu nehir sularına bırakırken hüzünle doluyordu. Fakat biliyordu ki Allah’ın merhameti kalbindeki merhametten çok daha geniştir. Elbette Allah, Hz. Musa’yı annesinin sevdiğinden daha çok sever. Nihayet yavrusunu Nil Nehri’ne bırakmasını emreden yine Allah’tı. Hem Hz. Musa’nın hem de Nil’in Rabbi Allah.

Sandık, nehrin sularıyla buluşur buluşmaz Allah dalgalara sakin ve şefkatli olmalarını emretti. Çünkü üzerinde taşıdığı bu bebek ileride büyük bir peygamber olacaktı. Sonsuz kudret sahibi Yüce Allah daha önce ateşe, Hz. İbrahim’i yakmamasını, aksine onu serinletmesini emretmişti. Şimdi ise benzer bir emri Nil Nehri’ne veriyordu. Musa’yı (aleyhisselâm) sükûnetle, rahatsız etmeden taşıyacak ve onu Firavun’un sarayına götürecekti.

Ve Nil, ilâhi emre aynen uydu. Sular o aziz sandığı, içindeki mübarek bebekle birlikte Firavun’un sarayına kadar götürdüler.

2. Bölüm

Sabah olmuştu.

O gün güneş her zamanki gibi ışıklarını Firavun’un sarayına göndermişti. Firavun’un hanımı sabah yürüyüşünü yapmak üzere sarayın bahçesinde geziniyordu. Bugün onu her zamankinden daha fazla uzağa gitmeye iten sebebin ne olduğunu bilmeden Âsiye validemiz yürüdü yürüdü.

Firavun’un karısı kocasından çok farklıydı. Firavun Allah’ı inkâr ediyordu, oysa karısı mü’mindi. Firavun acımasızdı, hâlbuki karısının kalbi merhametle doluydu. Firavun zalimdi, karısı ise yumuşak ve iyi kalpliydi. Fakat yüzünde silinmeyen bir hüznün izleri vardı. O güne kadar çocuğu olmamıştı. Sevgiyle kucaklayıp, şefkatle büyüteceği bir oğlu olmasını ne kadar arzu etmişti...

Yemyeşil bahçenin nehirle buluştuğu yere gelince, Firavun’un karısı birdenbire kendisini bir sandıkla karşı karşıya buldu. Hayretler içinde:

- Ne garip bir sandık bu! İçinde ne var acaba? dedi.

Hizmetçilerine derhal sandığı getirmelerini söyledi. Kapak açıldığında sevimli yüzü pırıl pırıl parlayan Musa’yı (aleyhisselâm) gördü. Böyle ay yüzlü bir bebeği sulara kim bırakmış olabilirdi? Firavun’un zulmünden korkan bir ana yüreği mi acaba? Âsiye validemiz, yüreğinin şefkatle titrediğini hissetti. Musa’yı kendi öz çocuğuymuş gibi sevmişti. Gözyaşlarını tutamayıp ağladı. Sonra mübarek bebeği kucağına aldı; kokladı, öptü... Öperken yüzünü gözyaşlarıyla yıkadı. Birdenbire Musa (aleyhisselâm) uyandı ve ağlamaya başladı. Karnı açtı ve sabah sütünü ona verecek bir anneye ihtiyacı vardı. Durmadan ağlıyordu.

Bu sırada Firavun kahvaltısını yapmak üzere sofraya oturmuş karısının gelmesini bekliyordu. Fakat karısı bir türlü gelmek bilmiyordu. Öfkeyle onu aramaya çıktı. Biraz sonra kendisine doğru gelen karısıyla karşılaştı. Hayret dolu bakışlarla baktı ona. Kucağındaki bebeğe bir taraftan öpücükler yağdırıyor, diğer taraftan ağlıyordu.

Firavun şaşkınlıkla bebeğin nereden geldiğini sordu. Nehrin kıyısına vurmuş bir sandığın içinde bulduklarını söyleyince Firavun:

- İsrailoğullarının yeni doğmuş bebeklerinden birisidir mutlaka. Bu bebeğin ölü olması gerekmiyor muydu? diye çıkıştı.

Karısı, Musa’yı sıkıca bağrına basarak şöyle bağırdı:

- Hayır, bu bebek hem benim hem de senin için göz aydınlığı, mutluluk vesilesi olur belki. Ne olur onu öldürmeyin. Kim bilir belki büyüyünce bize faydası dokunur, hattâ onu evlât bile edinebiliriz.

Firavun, nehir kıyısında bulunan bir bebeği karısının bu şekilde bağrına basması ve sevmesi karşısında şaşkına dönmüştü. Şaşkınlığını bir kat daha arttıran şey karısının sevinçten ağlamasıydı. Oysa daha önce onu sevinçten ağlarken hiç görmemişti. Eşinin bebeğe sanki öz oğluymuş gibi bağlandığını görünce kendi kendine “Herhalde çocuk doğuramıyor olmak onu fazlasıyla etkiledi ve şimdi bu çocuğu istiyor.” diye düşündü.

Nihayet Firavun karısının isteğini kabul etti ve bebeği sarayda büyütmesine izin verdi. Biraz sonra karısının yüzünün sevinçle parladığını gördü. Kendisini daha önce hiç böylesine mutlu görmemişti. Onu sevindirmek için türlü türlü hediyeler, mücevherler, köleler getirmiş, fakat yüzünde tebessümün izine bile rastlamamıştı.

Küçük Musa tekrar ağlamaya başlayınca kraliçe onun aç olduğunu hatırladı. Firavun’a dönerek:

- Bebeğim aç, dedi. Bunun üzerine Firavun etrafındakilere:

- Süt anneleri getirin, diye emir verdi.

Saraydaki süt annelerden birisi bebeği kucağına alıp emzirmek isteyince Musa (aleyhisselâm) emmeyi reddetti. Firavun bağırdı:

- Derhal başka bir süt anne getirin.

İkincisi, üçüncüsü... onuncusu geldi, fakat Musa (aleyhisselâm) hiçbirisinin memesini almak istemiyor, ağlıyordu. Bebeğin ağlamasının kesilmediğini gören kraliçe ümitsizlik içinde ağlamaya başladı. Ne yapacağını bilmiyordu
3. Bölüm

Üzgün olan ve sıcak gözyaşları döken Firavun’un karısı değildi sadece. Hz. Musa’nın annesi de üzgündü ve o da gözyaşlarına boğulmuş ağlıyordu. Bebeğini Nil Nehri’ne saldığında kalbini salmıştı sanki. Sandık suların arasında kaybolmuş, ne bir iz, ne bir haber bırakmıştı ardında.

Sabahın ilk ışıkları annenin üzerine doğduğunda yüreğinde büyük bir boşluk vardı. Bütün gece gözüne uyku girmemişti. Gözleri, ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Yavrusuna duyduğu hasretten dolayı neredeyse eriyip gidecekti. Öyle ki, Firavun’un sarayına gidip, sonuç ne olursa olsun, buldukları bebeğin kendi bebeği olduğunu söylemeyi bile düşünmüştü. Fakat Allah annenin yüreğine güç verdi. İçine huzur saldı. Nihayet sakinleşti ve yavrusunun Allah’ın himayesinde olduğunu düşünerek rahatladı. Yine de kızına şöyle demekten kendini alamadı:

- Sessiz bir şekilde Firavun’un sarayına git ve kimseyi şüphelendirmeden Musa’ya olanları öğren. Dikkat et, kimse senden kuşkulanmasın.

Musa’nın (aleyhisselâm) ablası kimseye hissettirmeden saraya gitti ve hikâyeyi başından sonuna kadar öğrendi. Uzaktan Hz. Musa’yı gördü, ağladığını duydu. Onun hiçbir annenin sütünü kabul etmediğini ve bu yüzden çevredekilerin çaresizlik içinde çırpındıklarını gördü. Bütün cesaretini toplayarak kraliçeye yaklaştı ve şöyle dedi:

- Ben, onu emzirip, hizmetlerini görecek bir aile biliyorum, dedi. Firavun’un karısı heyecanla;

- Şayet sütünü kabul edeceği bir süt anne bulabilirsen, sana büyük bir ödül vereceğim, bütün dileklerini yerine getireceğim, diye karşılık verdi.

Hz. Musa’nın ablası eve gitti ve annesiyle birlikte saraya geri döndü. Anne, memesini uzatır uzatmaz Musa hiç itiraz etmeden aldı onu ve sütünü emmeye başladı. Kraliçe sevinçten uçacaktı neredeyse. Hz. Musa’nın annesine:

- Onu beraberinde götür. Emzirme dönemi bitene kadar emzir, sonra da bize getir. Hizmetine karşılık büyük bir mükâfat vereceğim sana.

Allah, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) annesine yavrusunu geri vermişti. Saâdet kuşunu evine göndermiş, kalbini huzurla doldurmuş, hüzün bulutlarını dağıtmıştı. Anne bir kez daha bildi ki Allah’ın verdiği söz doğrudur ve Allah bir şey dileyince her şeye ve herkese rağmen onu gerçekleştirir.

Anne, yavrusunu sütten kestikten sonra, onu tekrar Firavun’un sarayına teslim etti. O günden sonra Hz. Musa (aleyhisselâm) eğitimine sarayda devam edecekti. Orada zamanın en büyük öğretmenleri ve ilim adamları bulunuyordu. Mısır o dönemde yeryüzünün en büyük devleti, Firavun da dünyanın en güçlü kralıydı. Bu yüzden sarayında en seçkin ilim adamlarını, en usta sanatkârları ve en bilgili eğitimcileri bulundurması gayet doğaldı. İlâhi hikmet, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm), zamanın en seviyeli eğitimini almasını, en seçkin bilginlerden ilim tahsil etmesini, üstelik bunların en büyük düşmanı olan Firavun’un sarayında gerçekleşmesini istemişti.

Hz. Musa, Firavun’un sarayında büyüdü. Orada matematik, fizik, kimya, astronomi, biyoloji gibi ilimleri tahsil etti ve birçok yabancı dili öğrendi. Hz. Musa (aleyhisselâm) bütün dersleri ilgiyle dinler, sıra din dersine gelince uyurdu. Bunu özellikle yapardı. Öğretmenin, Firavun’un ilâhlığıyla ilgili boş sözlerini dinlemek istemezdi. Bazen kulak verir fakat anlatılanlarla alay ederdi içten içe. Kendisi Firavun’la aynı sarayda yaşıyor ve onun bir “insan” olduğunu herkesten daha iyi biliyordu. Evet o bir insandı, hem de zalim bir insan.

Hz. Musa (aleyhisselâm), kendisinin Firavun’un oğlu olmadığını da biliyordu. O İsrailoğullarındandı. Firavun ise Kıpti’ydi. Kıptilerin İsrailoğullarına nasıl acı ve işkence çektirdiklerinin de farkındaydı.

Bir gün...

Saraydan çıkmış, tek başına şehrin sokaklarında yürüyordu. Tenha bir yerde bir Kıpti’nin İsrailoğullarından birini hırpalayıp dövdüğünü gördü. Dayak yiyen adam inliyor yoldan geçenlerden yardım dileniyordu. Hz. Musa (aleyhisselâm) derhal araya girererek kavgayı bitirmek istedi. Kıpti cüsseli bir adamdı. Diğer adam ise cılız bir şeydi. Hz. Musa, Kıpti’yi yakasından tutup bir kenara itince adam yere yığılıp oracıkta can verdi.

Hz. Musa (aleyhisselâm) güçlü kuvvetli bir delikanlıydı. Bir vuruşu adamı öldürmeye yetmişti. Aslında o öldürmek istememişti. Hz. Musa yerde yatan cansız cesedi görünce donakaldı. Kendi kendine:

- Şüphe yok, bu işin arkasında şeytan var. O, insanı göz göre göre yanlışa düşüren apaçık bir düşmandır...

Musa (aleyhisselâm) ellerini açarak şöyle dua etti;

- Ey sonsuz merhamet sahibi yücelerden yüce Rabbim! Kuşkusuz ben kendime büyük bir kötülük ettim, bağışla beni.

Ve Allah, Hz. Musa’yı bağışladı. Çünkü O, sonsuz merhamet denizinin yegâne sahibi...

Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) kalbini korku ve endişe sarmıştı. Şehrin sokaklarında yürürken panik içinde yürüyordu. Adamın ölümüne Hz. Musa’nın neden olduğunu kimse bilmiyordu. Ertesi gün bu ruh hâleti içinde yürürken, dün yardım ettiği adamın yine birisiyle kavga etmekte olduğunu gördü. Kavga ettiği adam yine bir Kıpti’ydi. Adam Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) görür görmez “imdat” diye bağırmaya başladı. Hz. Musa’dan yardım bekliyordu. Belli ki şirretin tekiydi.

Hz. Musa (aleyhisselâm) kızmıştı. Kıpti’yi bırakıp diğerinin üzerine yürüdü. Ona dersini vermek istiyordu. Adam bir hamlede geri çekilerek şöyle bağırdı;

- Dünkü cinayetin aynısını bugün işleyip beni de mi öldürmek istiyorsun?

Hz. Musa, derhal adamın yakasını bırakıp oradan uzaklaştı. Firavun’un ailesinden olan Kipti, rüzgâr hızıyla saraya koştu ve dün ölü buldukları adamı Hz. Musa’nın öldürdüğünü söyledi. Firavun, Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) derhal yakalanarak idam edilmesini emretti. Hz. Musa şehrin dışında kimsenin bilmediği bir yerde saklanıyordu. Firavun ailesinden onu seven mü’min bir adam vardı. Sarayda olup bitenleri kendisine aktarıyordu. Bir gün Hz. Musa’nın gizlendiği yere geldiğinde nefes nefeseydi. Şöyle dedi heyecanla:

- Ey Musa, seni öldürmek için bir komplo kurdular. Derhal Mısır’dan kaç... Nasihatime uyarsan kurtulursun.

Hz. Musa (aleyhisselâm) etrafına bakına bakına gizlice Mısır’dan çıktı. Ayrılırken ağzından dökülen son sözler şunlardı;

- Allahım! Beni zalim insanların şerrinden kurtar.

Hz. Musa, Mısır’dan çok çabuk ayrılmıştı. Firavun’un sarayına gidememiş, elbiselerini değiştirememiş, yanına yiyecek alamamış, kısaca hiçbir yol hazırlığı yapamamıştı. Üstelik ne bir atı vardı, ne de ufukta bir kervan. Yol uzundu, çöl acımasızdı. Firavun’un kurduğu komployu duyar duymaz apar topar çıkıvermişti Mısır’dan. Onun zulmünden çekinmişti.

Uçsuz bucaksız bir çölde tek başına yürüyen bir adam... İsmi Musa. Çölün kızgın kumları ayaklarını yakıyor, güneş üzerine ateş yağdırıyordu. Hz. Musa, Medyen şehrine doğru ilerliyordu. Açtı, susuzdu, fakat güçlüydü, sabırlıydı. Allah’a teslimiyeti tamdı.

Ne kadar zaman geçtiğini Allah bilir. Belki bir ay, belki üç, belki altı... Nihayet, Medyen şehri görünmüştü ufukta.

Hz. Musa, insanların koyunlarını suladıkları bir kuyunun yanı başındaki gölgelikte biraz dinlenmek için oturdu. Yolculuk boyunca ağaç yapraklarından başka yemeği olmamıştı. Susuzluğunu da yolda rastladığı kuyulardan gidermişti. Firavun’un askerlerine yakalanmamak için durmadan yürümüştü. Medyen’e varır varmaz derin bir oh çekmiş ve kendini kocaman bir ağacın altına atmıştı. Burada yol yorgunluğunu atabilir ve kafasını kurcalayan endişelerden kurtulabilirdi.

Açtı, yorgundu. Ayakkabısı kum, taş ve dikenlere dayanamamış erimiş, yırtılmıştı. Ne yeni bir ayakkabı almak ne de yiyecek-içecek temin etmek için parası vardı.

Hz. Musa (aleyhisselâm) koyunlarını sulamak için kuyunun etrafında toplanan çobanları görünce açlık ve susuzluğunu hatırladı. Bir an bile unutmamıştı zaten. Kendi kendine “Yiyecek satın alacak param olmadığına göre karnımı su ile doyurmam gerekir.” diye düşündü. Suya doğru yöneldi. O sırada, koyunlarını diğer sürülerin koyunlarına karıştırmamak için çaba harcayan iki genç kız gördü.

Hz. Musa (aleyhisselâm) ilhama benzer bir hisle o iki genç kızın yardıma muhtaç olduklarını anladı. Susuzluğunu unutarak onlara edeple yaklaştı ve yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sordu. Büyük olanı;

- Diğer çobanların bitirmelerini bekliyoruz, dedi.

Hz. Musa sordu;

- Peki neden siz de kuyuya yaklaşıp koyunlarınızı sulamıyorsunuz?

Küçük olan kız;

- Erkeklerle didişemeyiz biz, diye karşılık verdi.

Hz. Musa erkek olmamalarına rağmen çobanlık yapan bu iki genç kızın hâline şaşırdı. Öyle ya, çobanlık yapabilmek için erkek olmak çok önemliydi. Zira çobanlık, çok meşakkatli ve yorucu bir işti. Küçük olan kız Hz. Musa’nın şaşkınlığını yüzünden okudu ve ona şöyle dedi;

- Bizim babamız var, fakat çok yaşlı. Sağlığı, her gün bizimle beraber çıkmaya müsait değil. Onun için yalnızız biz.

Musa (aleyhisselâm) onlara;

- Bugün bu işi ben üstleneceğim. Koyunlarınızı ben sulayacağım, dedi.

Hz. Musa kuyuya varınca, çobanların kuyunun ağzını dev bir kaya parçasıyla kapadıkları gördü. Kayayı kaldırabilmek için en az on güçlü adam gerekiyordu. Musa (aleyhisselâm) güçlü bir insandı. Bir hamlede kayayı kucakladı ve bir kenara bıraktı. Kuyunun ağzı açılmıştı. Koyunları suladıktan sonra kayayı eski hâline getirdi ve dinlenmek için tekrar ağacın altına çekildi.

Tam o sırada su içmeyi unuttuğunu hatırladı. Üstelik midesi kazınıyordu. Açlık dayanılmaz bir hâl almıştı. Her şeyin gerçek sahibi, kimsesizlerin kimsesi olan Yüce Allah’a yöneldi ve şöyle dua etti;

- Ey Yücelerden Yüce Rabbim! Ben fakir ve kimsesiz düştüm. Bana merhamet elini uzat. Bana yardım et...

İki genç kız yaşlı babalarına döndüklerinde onlara sordu:

- Nasıl oldu da bugün erken döndünüz?

Büyük olan kız;

- Allah bugün bize özel bir lütuf gönderdi. Bir adamla karşılaştık. Bize yardım etti, herkesin önüne geçip koyunlarımızı suladı.

Baba:

- Rabbimize şükürler olsun, dedi.

Küçük olan:

- Babacığım, sanırım adam uzun bir yoldan gelmişti ve açtı. Güçlü bünyesine rağmen yüzü solgun görünüyordu.

Bunun üzerine baba:

- Ona git ve de ki, babam seni çağırıyor. Yaptığın yardıma karşılık sana bir ücret vermek istiyor.

Genç kız Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) bulunduğu yere rüzgâr hızıyla koştu. Kalbi heyecanla çarpıyordu.

Hz. Musa’ya babasının mesajını iletince tebessüm ederek ayağa kalktı. O, herhangi bir ücret beklentisiyle koyunları sulamamıştı ki. Allah rızası için yardım etmişti. Fakat içinden bir ses onu İlâhi İrade’nin yönlendirdiğini söylüyordu. İtiraz etmedi. Ayağa kalktı. Genç kız önde, kendisi arkada yola düştüler.

Ansızın bir rüzgâr esti ve kızın eteğini hafifçe kaldırır gibi oldu. Musa haya ederek derhal yüzünü önüne eğdi ve kıza;

- İzin verirsen ben önde yürüyeyim, sen de bana yolu göster, dedi.

Nihayet yaşlı adamın evine vardılar. İki insan göz göze geldiklerinde Hz. Şuayb’ın (aleyhisselâm) gözleri parladı. Delikanlının bakışlarında gizemli bir ışıltı vardı. Şuayb (aleyhisselâm) sordu:

- Hoş geldin, ismin nedir?

- Musa...

Hz. Şuayb, tebessüm ederek sırlı bir şekilde başını salladı ve:

- Evime şeref verdin, ey Musa.. dedi.

Hz. Şuayb, ona yiyecek sundu, nereden gelip nereye gittiğini sordu. Musa (aleyhisselâm), hikâyesini uzun uzun anlattı. Hz. Şuayb ona;

- Korkma, zalim Firavun ve onun askerlerinden kurtuldun. Bu topraklar Firavun’a ait değil. Hem seni burada bulmaları imkânsız. Gönlünü hoş tut.

Musa (aleyhisselâm) rahatlamıştı. Kendisine ikramda bulunan bu adamı da sevmişti. Konuşmalarında derin bir ilim, davranışlarında farklı bir incelik, yüzünde de Allah’a yürekten inanmışlığın nuru vardı. Hz. Musa müsaade isteyip ayağa kalkmıştı ki kızların küçüğü babasının kulağına eğilerek şunları fısıldadı:

- Babacığım, hani işlerimizi görecek bir adam arıyordun ya, işte kapımıza geldi, Musa’yı işe al. O bulabileceğin en ideal insan. Hem güçlü hem de güvenilir.

Baba sordu:

- Güçlü olduğunu nereden bildin?

- On adamın kaldıramayacağı bir kayayı tek başına kaldırdı.

- Peki güvenilir olduğunu nasıl anladın?

- Gelirken arkamda yürümek istemedi. Beni arkadan görmemek için önümde yürüdü. Üstelik onunla konuştuğum zaman yüzü kızarıyor, gözlerini yerden ayırmadan cevap veriyordu.

Hz. Şuayb, Musa’ya döndü:

- Ey Musa, sana bir teklifim var. Benim yanımda sekiz sene kalır da koyunlarıma çobanlık edersen seni kızlarımdan birisiyle evlendiririm. Sen bu sekizi on seneye tamamlamak istersen bu senin cömertliğinden olur. Fazlasını isteyerek seni daha fazla yormak istemem. Şayet kabul edersen beni de bütün bu süre içerisinde Allah’ın izniyle salih bir insan olarak göreceksin.

Hz. Musa’nın yüzü güldü. Böyle bir teklif Allah’ın ona özel bir ihsanıydı belli ki. Tereddüt etmeden kabul etti ve:

- Peki anlaştık. Allah da bu anlaşmamıza şahittir. Sekiz veya on sene hizmet ettikten sonra ben buradan ayrılmakta özgürüm.

Musa (aleyhisselâm) kızların küçüğüyle evlendi. On sene boyunca Hz. Şuayb’ın sürülerine çobanlık etti. Her sabah tan yeri ağarır ağarmaz koyunları önüne katıp, güneşin doğuşunu, şafağın o büyüleyen kızıllığını seyrederdi. Akşam olup güneş batı ufkunda kaybolunca da eve dönerdi.

Bu on sene Hz. Musa’nın hayatında çok önemli bir devreydi. Musa (aleyhisselâm) bu süreyi Allah’ı, Allah’ın rahmetini, ihsanını, azamet ve cömertliğini düşünerek geçirdi. Çoğu zaman Hz. Şuayb’la oturur ondan ilim ve hikmet dersleri alırdı. Allah, Hz. Musa’yı (aleyhisselâm) sırlı bir hikmet için Hz. Şuayb’ın yanına göndermişti. Bir peygamber bir başka peygambere muallimlik yapıyordu. Şuayb (aleyhisselâm), Hz. Musa’nın içini nurlarla yıkadı, bilgi ve mârifetle süsledi. Öyle ki Hz. Musa baştan başa iman kesilmişti.

Nihayet ayrılık saati gelip çatmıştı. Musa (aleyhisselâm), karısına:

- Yarın Mısır’a dönüyoruz, dedi.

Gerçek şu ki o da, içinde köpürüp duran, köpürdükçe karşı konulmaz hâle gelen bu Mısır’a dönme arzusunun sırrını çözemiyordu. Bildiği tek şey vardı. Mısır’a gitmeliydi.

On sene önce oradan apar topar çıkmış, canını zor kurtarmıştı. Şimdi neden dönüyordu? Sebep sadece annesine, kardeşlerine ve ailesine duyduğu bir özlem, bir hasret miydi? Yoksa, onu öz annesi gibi sevip yetiştiren Firavun’un karısı Hz. Âsiye’yi mi görmek istiyordu?

Hz. Musa’yı Mısır’a çeken sırrın ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bilinen tek şey onun bir gün Mısır’a dönmeye karar verdiği ve Mısır’ın yolunu tuttuğuydu. İşin gerçeği, ilâhi hikmet, onu son derece önemli ve bir o kadar da tehlikeli bir misyonu yerine getirmek üzere oraya gönderiyordu.

4. Bölüm

Musa (aleyhisselâm) ailesiyle birlikte yollardaydı. Kıştı, soğuktu. Ve bir gece… Gökyüzünü zifiri bir karanlık sardı. Ay simsiyah bulutların ardında kayboldu. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Sema delinmişcesine yağmur yağıyordu. Koyulaşan karanlık, yolları görünmez kılmıştı. Dondurucu soğuk bir avuç insandan oluşan kafilenin iliklerine kadar işlemişti. Nihayet Hz. Musa yolunu şaşırdı ve uçsuz bucaksız Sina Çölü’nde ailesiyle birlikte kayboldu. Biraz sonra sağnak yağmur yerini müthiş bir kum fırtınasına bıraktı.

Soğuktu, karanlıktı. Hışımla esen rüzgâra karşı yürümek imkânsızdı. Musa (aleyhisselâm) yerden iki taş parçası aldı ve onları birbirine vurarak ateş yakmaya çalıştı. Ateş yakmayı başarabilirse ailesiyle birlikte hem ısınabilecek, hem de yolunu bulabilecekti. Fakat o dehşetli fırtınada ateş yakmak mümkün değildi. Kasvetle esen rüzgâr taş parçalarından çıkan cılız alevleri hemen söndürüyordu.

Hz. Musa ne yapacağını şaşırmıştı. Çocukları ve ailesi gözlerinin önünde soğuktan tir tir titriyorlardı. Başını kaldırıp zifiri karanlıkları ve şiddetli fırtınayı delercesine ufka baktı, baktı. Bir şeyler arıyordu, bir ümit, bir ışık. Bütün çarelerin tükendiği noktada çaresizlerin imdadına koşan Sonsuz Merhamet’in uzatacağı yardım elini arıyordu.

Uzakta, çok uzakta bir ateş gördü.

Sevinçle fırladı yerinden. Ailesine dönerek:

- Orada bir ateş gördüm, diye bağırdı ve derhal ateşin bulunduğu yere gitmeye karar verdi.

Ailesine, kendisi dönünceye kadar yerlerinden ayrılmamalarını söyledi. Oraya vardığında ateş sahiplerinden nerede olduklarını, Mısır yolunun hangi tarafta olduğunu öğrenecek, dönerken de beraberinde onları ısıtmak için biraz ateş getirecekti.

Ailesi, Musa’nın (aleyhisselâm) gösterdiği yöne baktı. Fakat ne ateş gördüler ne de duman. Buna rağmen Hz. Musa’nın isteğine uyarak beklemeye koyuldular. O da ateşe doğru yürümeye başladı.

Hava soğuktu, rüzgâr aman vermiyordu. Musa (aleyhisselâm) vücudunu ısıtmak için adımlarını hızlandırıyor, koşuyordu. Seneler öncesini hatırladı. Mısır'dan ayrılırken yine Sina Çölü’nden geçmişti. O zaman çöl ve sema üzerine ateş yağdırmak için ortak olmuşlardı. Şimdi ise dondurucu soğuk yağdırıyorlardı. Sağ elinde asasını tutuyordu. Vücudu sırılsıklamdı. Uzakta gördüğü ateşe doğru yürüyordu. Yaklaştıkça ışık büyüyordu. Tur Dağı’nın sağ tarafında Tuva Vadisi diye bilinen vadiye varıncaya kadar yürüdü.

Tuhaf bir yerdi. Orada ne soğuk vardı, ne kum fırtınası, ne de yağmur. Üstelik her tarafta esrarengiz bir sessizlik vardı. Musa (aleyhisselâm) ışığın kaynağına vardığında birden bire her tarafta yankılanan bir ses duydu. Bu ses:

- Ateşin olduğu yer ve çevresinde bulunan kimselere feyiz ve bereket verildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir, her türlü kusurdan uzaktır ve sonsuz mükemmellik sadece O’na hastır, diyordu.

Hz. Musa yerinde donakaldı. Bütün vücudu titriyordu. Gizemli ses her tarafta yankılanıyordu. Ateşe tekrar baktığında ise dehşeti büsbütün arttı. Çünkü ateşin ortasında yemyeşil bir ağaç vardı. Ateş alevlenip köpürdükçe ağacın yaprakları yeşilleniyordu. Hâlbuki yanarken kararması ve küle dönüşmesi gerekiyordu. Ancak bu ağacın durumu farklıydı. Yandıkça yeşilliğine yeşillik geliyordu.

Musa (aleyhisselâm) ısıya ve vücudundan sicim sicim boşalan tere rağmen titriyordu. Ağaç dağın batı tarafına düşüyordu. Vadi ise Tuva Vadisi. Ortalığı muhteşem bir ışık dalgası sarmıştı. Musa (aleyhisselâm) dayanamadı. Korku ve hayretler içinde elleriyle yüzünü kapadı. Işığın şiddeti gözlerini kamaştırıyordu. Kendi kendine;

- Her tarafı saran bu ışık tayfı nur mu, ateş mi? diye sordu.

Birdenbire yer, korku ve dehşetle sarsılmaya başladı. Çünkü konuşan bütün âlemleri yaratan Allah’tı:

- Ey Musa!

Musa (aleyhisselâm) başını kaldırdı ve ancak şunu diyebildi:

- Efendim!

- Ben Senin Rabbinim!

Hz. Musa titreyerek:

- İnandım Rabbimsin...

- Ayakkabını çıkar, çünkü sen mukaddes vadi Tuva’dasın.

Musa (aleyhisselâm) saygıyla eğildi, titreyen parmaklarıyla ayakkabısını çıkardı. Allah ona şöyle dedi:

- Seni peygamberliğe seçtim. Öyleyse sana inecek vahyi iyi dinle. Ben Allah’ım. Ben’den başka ilâh yok. O hâlde yalnız bana ibadet et. Beni anmak için namaz kıl. Kıyamet saati elbet gelecek, fakat Ben onu gizledim. Size geleceğini söylüyorum ki her insan burada yapıp ettiği her şeyin hesabını orada vereceğini bilsin, ayağını denk alsın. Buna inanmayanlar, nefsin arzu ve ihtiraslarının peşine düşenler, sakın seni Allah yoluna çağırmaktan alıkoymasın, sonra sen de helâk olursun.

İlâhi vahyi dinlerken, Hz. Musa’nın bütün vücudu sarsılıyordu. Sonsuz merhamet sahibi Yüce Allah sordu:

- Sağ elinde tuttuğun şey nedir ey Musa!

Musa’nın (aleyhisselâm) sesi kısılmıştı. Onunla konuşan Allah’tı ve elinde tuttuğu şeyin bir asa olduğunu kendisinden daha iyi biliyordu. Çünkü O her şeyi bilen sonsuz ilim sahibiydi. Öyleyse niçin soruyordu? Kuşkusuz bunun altında yatan büyük bir hikmet olmalıydı. Musa (aleyhisselâm) titrek bir sesle şöyle cevap verdi:

- O benim asam. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak çırparım, ayrıca onunla daha birçok ihtiyacımı gideririm.

- Bırak onu ey Musa!

Asayı elinden bıraktığında hayret ve dehşet içinde kaldı. Çünkü asa birdenbire hızla kıvrılıp sürünen dev bir yılana dönüşmüştü. Hz. Musa’nın kalbi ve bedeni titriyordu. Dayanamadı, arkasını dönüp gerisin geri koşmaya başladı. Bir iki adım atmadan Allah ona şöyle seslendi:

- Ey Musa! Korkma. Peygamberler korkmaz. Yaklaş ve sakin ol. Benim huzurumdayken güvendesin.

Musa (aleyhisselâm) durdu ve yüzünü dönüp arkasına baktı. Asa hâlâ hareket ediyordu. Yılan hâlâ oynuyordu. Allah Musa’ya dedi ki:

- Tut onu! Korkma, Biz onu eski hâline çevireceğiz.

Hz. Musa kıvrılıp duran yılanı tutmak için elini uzattığında parmakları titriyordu. Ona dokunur dokunmaz yılan tekrar asaya dönüştü. Allah ona şöyle emretti:

- Bir de elini koynuna sok. Bir başka mûcize göreceksin. Çıkardığında onu pürüzsüz, göz alıcı, ışıl ışıl parlarken bulacaksın. Kendini yılandan korumak için kanat gibi açtığın kollarını göğsüne tut, korkun gider.

Musa (aleyhisselâm) elini koynuna soktu. Çıkardığında ise karanlığın ortasında parlayan dolunay gibi pırıl pırıldı. Gördükleri karşısında heyecanı artmış, kalp atışları hızlanmıştı. Allah’ın emrettiği gibi yaptı. Elini kalbinin üzerine koyar koymaz, bütün korkusu gitti ve içine huzur geldi.

Musa (aleyhisselâm) sakinleşip kendine gelince Allah ona Firavun’a giderek onu Allah’a iman etmeye çağırmasını emretti. Fakat bu işi yaparken sertleşmeyecek, yumuşak davranacaktı. Ayrıca İsrailoğullarını Mısır’dan çıkaracaktı. Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu ispatlamak için de Firavun’a bu iki mûcizeyi gösterecekti.

Hz. Musa, Firavun’un adını duyunca biraz durakladı. Akrabalarından birisini öldürmüştü. İdam etmek için kendisini arıyorlardı. Omuzlarına yüklenen misyon oldukça ağır bir misyondu. Hz. Musa, kendisine yardımcı olarak kardeşi Hz. Harun’u görevlendirmesi için Rabbisine yalvardı. Allah da Hz. Musa’nın isteğini kabul edip, her zaman onlarla birlikte olduğunu ve onları görüp işittiğini söyledi. O sırada Mısır'da bulunan kardeşi Hz. Harun’a (aleyhisselâm) da vahiy geldi ve o da peygamberlik rütbesiyle şereflendi. Kolay değil, zamanın en büyük imparatoruyla yüzleşmeye gidiyorlardı. Allah onların yüreklerine sekine indirdi. Firavun, onca zorbalığına ve zulmüne rağmen onlara zarar veremeyecekti. Çünkü mutlak üstünlük her zaman Allah’ındı.

Musa (aleyhisselâm) söylenenleri dikkatle dinledi. Sonra ellerini açarak bütün benliğiyle dua etmeye başladı:

- Allah’ım, kalbime genişlik ver, bu ağır görevde işlerimi kolaylaştır, insanları Senin yoluna çağırabilmem için bana güç ve kuvvet ver!

Hz. Musa, peygamberlik görevini aldıktan sonra, ailesinin yanına döndü. Artık o bir peygamberdi. Ataları, Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. İsmail, Hz. Yakup ve diğer peygamberlerden oluşan nur kafilesinin bir ferdi…

Hz. Musa (A.S.)

Allah Teâlâ'nın, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat'ı verdiği ve yeryüzünde dinini tebliğ edip, hakim kılması için gönderdiği Ulu'l-Azm* peygamberlerden biri. Hz. İbrahim (a.s)'in soyundan olup, İsrailoğullarının akidelerini islah etmek ve onları Allah Teâlâ'nın dilediği nizama kavuşturmakla görevlendirilmişti. Küfürle mücadelesi Kur'ân-ı Kerim'de uzun uzun anlatılmaktadır.

 

Hz. Adem (a.s)'den, Rasulullah (s.a.s)'e kadar pek çok peygamber gelmiştir. Bu peygamberler, gönderildikleri kavimleri, Allah Teâlâ'ya iman etmeye çağırmışlar; bu yolda kâfirlerle savaşmışlar, yaşadıkları diyarlardan çıkarılmışlar; ezilmişler, hor görülmüşler ve hatta öldürülmüşlerdir.

Mûsa (a.s) da, Allah Teâlâ tarafından İsrailoğulları'na gönderilmiş bir rasul idi. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini Allah'a iman etmeye çağırdı. Kavmine zulmeden ve ilâhlık iddiasında bulunan Firavun'a karşı tevhid yolunda mücahede etti. Bu uğurda, bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler, onun da karşısına çıktı. Doğup büyüdüğü diyardan çıkarıldı, kâfirler tarafından öldürülmek gayesiyle kovalandı. Allah Teâla Kur'ân-ı Kerim'de bir ayette Hz. Mûsa (a.s)'dan şöyle bahsediyor: "Kur'ân'da Musa'yı da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve İsrailoğulları'na gönderilmiş bir peygamber idi"(Meryem, 19/51).

Hz. Musa (a.s)'nın Firavun ile olan kıssası, Kur'an'ın bazı sûrelerinde çeşitli üslûplarda ve teferruatlı olarak anlatılmıştır. Firavun ve ordusunun Kızıldeniz'de boğulmaları olayından sonra, İsrailoğulları ile ilgili kıssasına da genişçe yer verilmiştir.

Musa (a.s)'nın Firavun ile olan mücadelesi, bir şahsın bir kralla, bir peygamberin sadece büyük bir zorba ile olan mücadelesinden ibaret değildir. Bilâkis bu hak ile bâtıl'ın çatışması, Rahman'ın ordusu ile şeytanın ordusunun kaçınılmaz savaşıdır. Aslında hak ile bâtıl arasındaki bu savaş, insanoğlunun yaratılışından, insanları ıslah etmek üzere nebîler ve rasullerin hayat sahnesine çıkmasından beri devam edegelmektedir.

 

Sapıklık ve bâtıl, daima İblis ve onun ordusu tarafından temsil edilmiş, imana, tevhide, peygamberliğe, kısaca Hakka sürekli meydan okumuştur. Fakat kazanan daima Hak olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Muhakkak ki Biz peygamberlerimizi ve iman edenleri hem dünya hayatında, hem de meleklerin Şahid olacağı günde muzaffer kılacağız" (el-Mü'min, 40/51).

Hz. Musa (a.s)'da gönderildiği kavmi cehalet ve sapıklık içerisinde buldu. Onları Hakka davet etti, yurdundan çıkarıldı, savaştı ve sonunda Allah Teâlâ'nın izniyle kazandı.

 

Hz. Musa (a.s)'nın Nesebi, Doğumu ve Hayatı

Musa (a.s)'nın babası, İmran'dır Onun babası Yahser, onun da babası Kahes'dir. Nesebi Yakub (a.s)'a ulaşır; ki, onun babası Hz. İshak (a.s), onun da babası Hz. İbrahim (a.s)'dir. Musa (a.s)'nın yanında gördüğümüz Harun (a.s) onun kardeşidir. Allah Teâla, Musa (a.s)'yı Firavun'a, imana davet için gönderdiğinde, Hz. Harun (a.s)'u da ona yardımcı olarak seçmiş ve görevlendirmişti. Hz. Musa (a.s) Allah Teâla'ya şöyle dua ederek, kardeşi Harun (a.s)'u kendisine yardımcı yapmasını istemişti: "Bir de bana ehlimden bir vezir, (yardımcı) ver. Kardeşim Harun'u (ver)" (Tâhâ, 20/29-30).

Hz. Musa (a.s), Mısır'ın çok zor günler yaşadığı bir dönemde doğdu. Bu sırada, ilâhlık iddialarında bulunarak haddi aşan Firavun, İsrailoğulları halkına dayanılamayacak eziyetlerde bulunuyor, bu insanları zulümle kasıp kavuruyordu. İsrailoğulları, Kıpt kavminin muamelelerinden ve krallarının ağır baskılarından bıkmışlardı. Mısır'da yaşamanın bir tadı kalmadığını biliyor ve dedelerinin yurdu olan Kenan illerine gitmek istiyorlardı. Ama onlardan her işinde istifade eden Firavun, yakalarını bir türlü bırakmak istemiyordu. Onlara zulmün en akla gelmeyecek olanını yaptı. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de; "Biz sana Musa ve Firavun'un mühim haberlerinden, iman edecek bir kavim için, gerçek olarak okuyacağız. Çünkü Firavun o yerde (Mısır'da) başkaldırmış ve ahalisini parçalara bölüp, kendisine bağlamıştı" (el-Kasas, 28/3-4) buyuruluyor.

Firavun, saltanatı sırasında İsrailoğullarına çok kötü eziyetlerde bulundu; onları köle yaptı, en çirkin ve adî işlerde çalıştırdı. Allah Teâlâ, İsrailoğullarını bu sıkıntıdan, azgın Firavun'un şerrinden, zulüm ve taşkınlıklarından kurtarmak için Hz. Musa (a.s)'yı gönderdi.

Sa'lebî, Kısas-ı Enbiya'sında İmam Suddî'den; Firavun'un bir rüya gördüğünü, korkup kederlendiğini naklediyor. Rüyasında Kudüs tarafından gelen bir ateş gördü. Bu ateş, Mısır'a kadar uzanıp, Firavun'un evlerini yaktı. Fakat sadece Kıpti'lere zarar verdi, İsrailoğulları ise kurtuldular. Uyanınca hemen kâhin ve müneccimlerden rüyayı tabir etmelerini istedi. Onlar dediler ki; "İsrailoğulları içinden bir çocuk dünyaya gelecek, Mısırlıların helâkına ve senin krallığının yok olmasına sebep olacak. Doğacağı zaman da iyice yaklaştı."

Bu haber üzerine telaşlanan Firavun, İsrailoğulların'dan doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Kur'ân-ı Kerim'de bu olay şöyle anlatılıyor: "Firavun, memleketin başına geçti ve halkı fırkalara ayırdı. İçlerinden bir topluluğu güçsüz bularak onların oğullarını boğazlıyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o bozguncunun biriydi" (el-Kasas 28/4).

İsrailoğulları arasında iş yapabilecek insanların azalması üzerine Kıptîlerin ileri gelenleri Firavun'a giderek, "Eğer böyle öldürmeye devam ederseniz, ileride bizim işlerimizi yapacak kimse bulamayacağız" dediler. Firavun da erkek çocukların bir sene öldürülmesini, bir sene de öldürülmemesini emretti. Erkek çocukların öldürülmediği sene Harun (a.s) doğdu. Öldürüldükleri sene ise Musa (a.s).

Musa (a.s) doğunca, annesi çok üzüldü. Allah Teâlâ ona korkmamasını, üzülmemesini vahyetti. Kalbine bir rahatlık verdi. Bu, Kur'an'da şöyle anlatılıyor: "Musa'nın annesine: "Çocuğu emzir, başına geleceklerden korktuğun zaman onu suya (Nil'e) bırak. Korkma, üzülme. Biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız" diye bildirmiştik" (el-Kasas, 28/7).

Musa (a.s)'nın annesi de ilham edileni yaptı ve yavrusunu bir muhafaza içerisinde suya bıraktı. Ablasına da, "Onu izle" dedi. Musa (a.s)'yı taşıyan sandık, Allah'ın izniyle dalgalarla sürüklenerek, Firavun'un sarayına ulaştı. Yıkanmakta olan cariyeler, sandığı bulup Firavun'un karısına götürdüler. Allah Teâlâ, Firavun'un karısı Asiye'nin kalbine bu çocuğun sevgisini koydu. Firavun çocuğu görünce öldürmek istedi. Ancak Asiye, çocuğu kendisine vermesini istedi. Çünkü hiç çocukları olmuyordu. Kur'an-ı Kerim, bunu şöyle anlatıyor: "Firavun'un karısı: Benim de senin de gözün aydın olsun! Onu öldürmeyiniz, belki bize faydalı olur, yahut onu oğul ediniriz" dedi. Aslında işin farkında değillerdi" (el-Kasas, 28/9).

Hz. Musa (a.s) acıkınca onu emzirmek icab etti. Fakat o kimseden süt emmek istemiyordu. Allah Teâlâ, bunu şöyle zikrediyor: "Önceden, süt annelerinin memesini kabul etmemesini sağladık. Musa'nın ablası; "size, sizin adınıza ona bakacak, iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi?" dedi. Böylece onu, annesinin gözü aydın olsun diye, ona geri çevirdik. Fakat çoğu bilmezler" (el-Kasas, 28/12-13).

Musa (a.s) böylece annesine dönmüş oldu. Üstelik Firavun'un sarayında büyüdü. Firavun ailesinin sevgisini kazandı. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Musa erginlik çağına gelip olgunlaşınca ona hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükâfatlandırırız" (el-Kasas, 28/14).

Yetişip delikanlılık çağına gelen Musa (a.s) bir gün şehre indi. Öğle üzeriydi. Dükkanlar kapalıydı ve halk evlerinde istirahat ediyordu. Kur'ân-ı Kerim'de, şehirde geçen hadise şöyle anlatılıyor; "Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda şehre idi. Biri kendi adamlarından, diğeri de düşmanı olan iki adamı dövüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Musa, onun düşmanına bir yumruk vurdu, ölümüne sebep oldu. "Bu şeytanın işidir; çünkü o apaçık saptıran bir düşmandır" dedi. Musa, "Rabbim! doğrusu kendime yazık ettim, beni bağışla" dedi. Allah da onu bağışladı. O, şüphesiz bağışlayandır, merhamet edendir. Musa; "Rabbim! Bana verdiğin nimete and olsun ki, suçlulara asla yardımcı olmayacağım " dedi. Şehirde, korku içinde, etrafı gözeterek sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen kimse, bağırarak ondan yine yardım istiyordu. Musa ona: "Doğrusu sen besbelli bir azgınsın " dedi. Musa, ikisinin de düşmanı olan kimseyi yakalamak isteyince: "Ey Musa! Dün bir cana kıydığın gibi bana da mı kıymak istiyorsun? Sen ıslah edenlerden değil, ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun"dedi" (el-Kasas, 28/15-19).

İsraillinin, olayı ağzından kaçırması üzerine, bütün halk Musa (a.s)'nın Mısırlıyı öldürmüş olduğunu öğrendi. Daha sonra bir adam koşarak geldi ve kendisini öldüreceklerini söyledi.

"Musa korku ipinde çevresini gözetleyerek oradan çıktı. Rabbim! Beni zalim milletten kurtar" dedi. Medyen e doğru yöneldiğinde: "Rabbimin bana doğru yolu göstereceğini umarım ", dedi" (el-Kasas; 28/21-22).

Musa (a.s) böylece yurdundan uzaklaştı. Yanına yiyecek hiç bir şey de almamıştı. Tam sekiz günlük yolu, ağaç yaprakları yiyerek aştı. Mısır ile Medyen arası sekiz günlük bir mesafedir. Allah Teâlâ'nın bu seçkin kulu, aç ve bitap düşmüş olarak bu uzun mesafeyi katetti ve nihayet Medyen'e ulaştı. Kur'ân-ı Kerim'de kıssa şöyle devam ediyor:

"Medyen suyuna geldiğinde, davarlarını sulayan bir insan topluluğu buldu. Onlardan başka, hayvanlarını sudan alıkoyan iki kadın gördü. Onlara: "Derdiniz nedir?"dedi. "Çobanlar ayrılana kadar biz sulamayız. Babamız çok yaşlıdır (onun için bu işi biz yapıyoruz) " dediler. Musa onların davarlarını suladı. Sonra gölgeye çekildi: "Rabbim! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım" dedi" (el-Kasas, 28/23-24).

İbn-i Kesir, El-Bidaye ve'n-Nihaye'de bu olayı şöyle anlatıyor: "Medyen suyunda çobanlar koyunları suladıktan sonra, kuyunun ağzına büyük bir kaya koyarlardı. Bu iki kadın da artan sularla koyunlarını sulamaya çalışırlardı. Musa (a.s), kayayı kuyunun ağzından tek başına kaldırdı, su çekti ve kadınların koyunlarını suladı. Sonra tekrar kayayı yerine koydu. Bu kayayı ancak on kişi kaldırabilirdi. Musa (a.s) ise, on kişinin halledebileceği bu işleri tek başına halletmişti. Kızlar babalarına gidip Hz. Musa'yı ve yaptığı iyiliği anlattılar. Kur'an-ı Kerim'de kıssa şöyle devam ediyor:

"O sırada, kadınlardan biri utana utana yürüyüp ona geldi: "Babam sana sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor dedi. Musa ona gelince, başından geçeni anlattı. O: "Korkma! Artık zâlim milletten kurtuldun"dedi. İki kadından biri: "Babacığım, onu ücretli olarak tut. Ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır, dedi. Kadınların babası bana sekiz yıl çalışmana karşılık bu iki kızımdan birini sana nikâhlamak istiyorum. Eğer on yıla tamamlarsan, o senden bir lütuf olur. Ama sana ağırlık vermek islemem. İnşallah beni iyi kimselerden bulacaksın" dedi. Musa: "Bu seninle benim aramdadır. Bu iki süreden hangisini doldurursam doldurayım, bir kötülüğe uğramayacağım. Söylediklerimize Allah vekildir" dedi" (el-Kasas, 28/25-28).

İbn-i Kesir şöyle diyor: "Kızların babasının kim olduğu hakkında görüş ayrılığı vardır. Bunun Şuayb (a.s), olduğu hususunda kanaatler vardır. Ulemanın çoğunluğu da bu görüştedir. Hasan Basri, Malik b. Enes'den naklolunan bir rivayeti delil getirerek diyor ki: Hz. Şuayb kavmi helâk olduktan sonra uzun bir ömür yaşamış, tâ ki Musa (a.s)'a ulaşmış ve kızını ona nikâhlamıştır.

Hz. Şuayb (a.s)'ın kızıyla nikâhlandıktan sonra Musa (a.s), Medyen'de kalıp, hanımının mehri olmak üzere on yıl koyun güttü. Bir rivayete göre, Peygamberimize tam olarak ne kadar çalıştığı sorulmuş; o da on sene olduğunu buyurmuştur. Buradan anlaşıldığı üzere, tam on yıl çobanlık yapmıştır.

Hz.Musa (a.s) ya Peygamberliğinin Bildirilmesi

Musa (a.s) Medyen'de on sene kalıp mehrini tamamladıktan sonra, Mısır'a dönmeye karar verdi. Ailesiyle birlikte yola koyuldu. Karanlık ve soğuk bir gecede yolu şaşırdı ve dağ geçidinin yolunu bir türlü bulamadı. Çakmak taşıyla bir şeyler tutuşturmaya çalıştı, başaramadı. Soğuk iyice şiddetlendi. Kansı da hamileydi ve doğum zamanı da yaklaşmıştı. Musa (a.s) ve ailesinin gerçekten yardıma ihtiyacı vardı. Kur'an-ı Kerim'de, bu olay şöyle anlatılıyor: "Musa, süreyi doldurunca ailesiyle birlikte yola çıktı. Tür tarafından bir ateş gördü. Ailesine: "Durunuz, ben bir ateş gördüm; belki oradan size bir haber veya tutuşmuş, bir odun getiririm de ısınabilirsiniz" dedi. Oraya gelince, kutlu yerdeki vadinin sağ yanındaki ağaç cihetinden: "Ey Musa! Şüphesiz ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım " diye seslenildi. "Değneğini at!." Musa, değneğin yılan gibi hareketler yaptığını görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. "Ey Musa! Dön, gel. Korkma. Şüphesiz güvende olanlardansın" denildi. "Elini koynuna koy, lekesiz, bembeyaz çıksın. Korkudan açılan kollarını kendine çek! Bu ikisi Firavun ve erkânına karşı Rabbinin iki delîlidir. Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir" denildi. Musa: "Rabbim! Doğrusu ben onlardan bir cana kıydım. Beni öldürmelerinden korkarım. Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu, beni destekleyen bir yardımcı olarak benimle gönder, çünkü beni yalanlamalarından korkarım" dedi, Allah: "Seni kardeşinle destekleyeceğiz, ikinize bir kudret vereceğiz ki, onlar size el uzatamayacaklardır. Ayetlerimizle ikiniz ve ikinize uyanlar üstün geleceklerdir" dedi" (el-Kasas, 28/29-35).

<p>Tâhâ sûresinin ilk ayetlerinde, Allah Teâlâ ile Musa (a.s) arasında geçen konuşma, daha ayrıntılı bir şekilde verilir. Şu ayetler Allah Teâlâ'nın Musa (a.s)'yı rasul olarak görevlendirdiği zamanın anlaşılmasında yardımcı oluyor: "Ben seni seçtim, artık vahyolunanı dinle. Şüphesiz ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et, Beni anmak için namaz kıl!" (Tâhâ, 20/13-14).

Ve daha sonra Allah Teâlâ, Musa (a.s)'ya şöyle buyuruyor: "Firavun'a gidin; doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt dinler veya korkar" (Tâhâ, 20/43-44).

Allah Teâlâ'nın, Musa (a.s)'ya bunu emretmesinden sonra, Musa (a.s) ile Firavun arasında amansız bir mücadele de başlamış oluyordu. Hak ile bâtıl'ın amansız savaşı. Bütün peygamberlerin birbirlerine miras bıraktıkları tevhid mücadelesi.

Hz. Musa (a.s), Allah Teâlâ'nın bu emriyle Firavun'a gitti. Onu güzellikle Allah'a iman etmeye davet etti: "Musa: Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbinin peygamberiyim! Bana Allah'a karşı ancak gerçeği söylemek yaraşır. Size Rabbinizden bir mucize getirdim, İsrailoğulları'nı benimle beraber salıver" (el-A'raf, 7/104-105).

"Firavun: "Musa! Rabbiniz kimdir?" dedi. Musa: "Rabbimiz, her şeye ayrı bir özellik veren, sonra doğru yola eriştirendir" dedi" (Tâhâ 20/49-50).

Firavun, bu davete icabet etmedi ve direndi. Musa (a.s)'yı zindana atmakla tehdit etti. Musa (a.s)'da Firavun'a, belki iman eder diyerek, ispat edici bir delil getirmek istedi. Asasını yere attı, kocaman bir yılan oldu. Elini koynuna sokup çıkardı, gözleri kamaştıran bir güneş parçası oluverdi. Musa (a.s)'nın gösterdiği bu mucizeler karşısında Firavun gerçekten korkmuştu. Bunun üzerine o da sihirbazlarını toplayıp, Musa'yı mağlup etmeyi kararlaştırdı. Ülkesindeki bütün ünlü sihirbazları çağırttı ve onlardan Musa (a.s)'nın yaptıklarından daha büyük bir sihir yapmalarını istedi. Onlarda hazırlandılar ve bir gün kararlaştırdılar. O gün gelince de halkın gözleri önünde Musa (a.s) ile yarışmaya başladılar.

"Sihirbazlar: "Ey Musa! Marifetini ya sen ortaya koy veya biz koyalım" dediler. Musa: "Siz koyun"dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca, insanların gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar. Biz de Musa'ya: "Asanı koyuver" dedik o da koyuverdi. Hemen onların uydurduklarını yutmaya başladı. Hak tahakkuk etti. Onların yaptıkları boşa gitti. İşte orada yenildiler, küçük düştüler. Sihirbazlar secdeye kapanıp: "Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine inandık" dediler" (el-A'râf, 7/115-122).

Sihirbazların iman etmeleri, Firavun'u çok kızdırdı. Onları öldürmekle tehdit etti. İşte küfür, acizliğini bu olayla bir kere daha ortaya koymuş oldu.

Gelişen bu olaylar, Firavun'u yola getireceği yerde, onu daha çok azdırdı. Ve Musa (a.s) ile kavmini ortadan kaldırmadıkça rahata kavuşamayacağına inanıp, bu arzusunu yerine getirmeye çalıştı. Musa (a.s), Firavun ve kavmini, imana çağırmaya devam etti. Firavun inkâr ettikçe, Allah Teâlâ onun kavmine tufan, çekirge, haşarat, kurbağa, kan gibi çeşitli azablar gönderdi. Ancak bunların hiç biri, Firavun ve kavmini yola getirmedi.

Firavun, küfür ve inadında, ısrar ve Musa (a.s)'nın davetine de icabet etmemeye devam etti. Allah Teâlâ, Musa (a.s)'ya İsrailoğullarını bir gece Mısır'dan çıkarıp Filistin diyarına götürmesini vahyetti. Bir gece Musa ve kavmi şehirden çıkıp, Süveyş halici boyunca Kızıldeniz'e yöneldiler. Firavun şehirde İsrailoğullarından hiç bir iz göremeyince, kaçtıklarını anladı ve bütün ordusunu seferber ederek, peşlerine düştü. Firavun ordusunun çok kalabalık olduğu rivayet edilmektedir. Firavun iki gün sonra İsrailoğullarına yetişti. İsrailoğullarının önlerinde geçilmesi mümkün olmayan bir deniz arkalarında kocaman bir ordu vardı. İsrailoğulları "Yakalandık yâ Musa" diye yakınmaya başladılar. Kur'ân-ı Kerim'de olay şöyle anlatılıyor: "Musa: "Hayır, Rabbim benimle beraberdir, bana elbette yol gösterecektir"dedi. Bunun üzerine Biz Musa ya: "Değneğinle denize vur" diye vahyettik. Hemen deniz ikiye ayrıldı, her parçası yüce bir dağ gibiydi. İşte oraya geridekileri de yaklaştırdık. Musa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık" (eş-Şuara, 26/62-65).

"Firavun, ordusuyla onları takib etti. Deniz de onları içine alıverdi. Hem de ne alış!" (Tâhâ, 20/78).

Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ, bir zâlimin, kâfirin sonunu böyle anlatıyor; ve bir kavmi nasıl kurtardığını da. İşte Hak, Bâtıl'ın tepesine böyle inip, onu ortadan kaldırabiliyor.

Firavun ordusu, bir tek kişi kalmamacasına yok oldu. Firavun ise, ölümün geldiğini anlayınca iman ettiğini açıkladı: "Firavun boğulacağı anda: "İsrailoğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım, artık ben de ona teslim olanlardanım" dedi. Ona: "Şimdi mi (inandın)? Daha önce başkaldırmış ve bozgunculuk etmiştin"dendi" (Yunus, 10/90, 91).

Bu olaydan sonra Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya kavmiyle birlikte Beyti Makdis'e yönelmelerini emretti. Yola koyuldular. Çölde su bulamayıp, şiddetli bir susuzluğa kapıldılar. Gelip Musa (a.s.)'a sitem ve şikayette bulundular. Allah, Musa (a.s)'a, âsâsını taşa vurmasını emretti. Vurunca taşın oniki yerinden su fışkırdı. Her Yahudi kabilesine bir göze düşüyordu. Onlar bu gözelerden kana kana içtiler, susuzluklarını giderdiler. Allah Teâlâ İsrailoğullarına, gökten kudret helvası ve bıldırcın eti de gönderdi. Fakat İsrailoğullarının o ikiyüzlülükleri, bütün bu nimetlere rağmen, kendini burada da ortaya çıkardı. Bir tek yemekle yetinemeyeceklerini söylediler: "Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız. Bizim için Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiği sebze, kabak, sarmısak, mercimek ve soğan yetiştirsin" demiştiniz de, "hayırlı olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Bir şehre inin, orada şüphesiz istediğiniz vardır" demişti" (el-Bakara, 2/61).

Sonra Allah Teâlâ Hz. Musa'ya, Filistin'e gitmeyi emretti. Orada Heysanilerin kalıntıları ve Kenanlılardan meydana gelen zalim bir topluluk ile karşılaştılar. Musa (a.s) kavmine, buraya girip bu zalimlerle savaşmalarını, ve onları bu mukaddes beldeden çıkarmalarını emretti. Fakat, İsrailoğulları buna cesaret edemedi: "Ey Musa! "Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz burada oturacağız" demişlerdi" (el-Maide, 5/24).

Çünkü İsrailoğulları, Firavun ülkesinde zillet ve adiliğe, aşağılanmaya alışmışlardı. Onlar için bazı değerleri ele geçirmek için savaşmak, bir manâ taşımıyordu. Allah'da onları Tih çölüne attı ve yollarını şaşırttı. Kavmine söz geçiremediğinden yakınan Musa'ya, Allah Teâlâ: "Orası onlara kırk yıl haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış bir millet için tasalanma" dedi" (el-Maide, 5/26).

Zamanla, bu zillet içinde yaşayan nesil, yerini hürriyetle yetişen ve izzetle yaşayan bir nesile terketti. Bunlar da bir müddet sonra Arz-ı Mukaddes'e girmeye muvaffak oldular.

İsrailoğulları, bu kırk yıl içinde çok çeşitli sapıklıklarda bulundular. Hz. Musa'nın Tur dağında kırk gün geçirdiği bir zamanda, Sâmirî isimli bir şahsın imal ettiği ve "işte sizin de Musa'nın da tanrısı" dediği altından bir buzağıya tapmaya başladılar. Musa (a.s) döndüğünde onları buzağıya tapınır görünce çok üzüldü. Harun (a.s)'a çıkıştı. İsrailoğulları'nı buzağıya tapınmaktan vazgeçirmeye çalıştı. İsrailoğulları ise, her fırsatta iki yüzlülüklerini sergilediler (Sâmirî olayı bak. Daha fazla bilgi için bk. Sâmirî mad.). Musa (a.s), hayatı boyunca tevhid yolunda mücadele etti. Bu uğurda pek çok eziyetle karşılaştı. Yurdundan çıkarıldı, ölümle tehdit edildi ve etrafında kendisiyle beraber, inanan pek az insan bulabildi.

Musa (a.s), Tih çölünde, Harun (a.s)'dan sonra öldü. İsrailoğullarını Arz-ı Mukaddes'e sokamadı. Öldüğünde yüz yirmi yaşında idi. Buhârî, onun ölümü ile ilgili olarak şunları rivayet ediyor: "Ölüm meleği geldiğinde, Musa (a.s) onun yüzüne dikkatle baktı. Canını almaya gelen Azrail (a.s) korktu ve gözü karardı. Sonra: "Yarabbi, beni bir kuluna gönderdin ki, ölmek istemiyor" diye tazarru eyledi. Allah Teâlâ, o hali üzerinden kaldırarak, tekrar Musa'ya gönderdi: "Söyle, sayılı olmak şartıyla istediği kadar yaşasın". Hz. Musa: "Yarabbi, sonra ne olacak?" dedi. "Öleceksin" buyuruldu. "Öyle ise ölüm şimdi gelsin" niyazında bulundu. Sonra Allah Teâlâ'dan, kendisini bir taş atımı Beyti Makdis'e yaklaştırmasını, orada ölmesini ve oraya gömülmesini istedi. Ebu Hureyre (r.a) şöyle diyor: "Rasulullah (s.a.s): "Eğer ben sizinle beraber orada bulunsaydım, onun yol kenarında ve kızıl bir kum tepesinin yanında bulunan kabrini size gösterirdim" buyurdu".

 

 


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol