""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Hz.Muhammed (A.S)

Hz. Muhammed'in (SAV) Hayatı

Son peygamber Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı

Hz. Muhammed (s.a.v.) 571 yılında Mekke’de doğdu. 
Doğmadan önce babası Abdullah’ı; 6 yaşındayken annesi Âmine’yi kaybetti.
Sonra dedesi Abdulmuttalib’in himayesine girdi. Dedesinin vefatından sonra amcası Ebû Talib’in yanında yetişti.
Küçük yaşlardan itibaren ticarete atıldı.
Mekke’de yaşayan ve puta tapan insanlara karşı çıktı.
Peygamber olmadan önce insanlar arasında güzel ahlakı, dürüstlüğü, adâleti ile tanınarak “el-Emîn: En emniyetli kişi” sıfatını aldı.
25 yaşında iken Hz. Hatice ile evlendi. Hz. Hatice’den Kasım, Abdullah, Zeynep, Rukiye, Ümmü Gülsüm, Fatıma adında 6 çocuğu oldu. Kasım ve Abdullah küçük yaştayken vefat etti.
Ara sıra yanına azığını alarak Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’nda inzivaya çekilirdi. 610 senesinde Ramazan ayının 17. günü Hira Mağrası’da vahiy meleği Cebrail (a.s.) geldi ve ona ilk vahiy “oku” emrini verdi. Böylece Hz. Muhammed‘e (s.a.v.) 40 yaşında peygamberlik verilmiş oldu.
Peygamber Efendimiz, tebliğe en yakınlarından başladı. O’na ilk eşi Hz. Hatice sonra kızları iman etti. Ardından Hz. Ali daha sonra Zeyd bin Harise ve Hz. Ebubekir iman etti.
İnsanlar arasındaki eşitsizliği gideren, adaleti gözeten İslam dini daha çok fakir insanlar ve köleler arasında kabul gördü. Müslümanların sayısını günden güne arttı.
İlk Müslümanlar Mekkeli putperestlerin hakâret, alay, eziyet, işkence ve boykot gibi kötü tavır ve davranışlarına mâruz kaldı.
Müslümanlar Mekke’de oturamayacak hâle geldikleri zaman Allah’ın izniyle Peygamber Efendimiz ve ashabı 622 senesinde Mekke’den Medine’ye hicret etti. Hz. Ebubekir, Peygamber Efendimiz’in yol arkadaşı oldu.
Medineli Müslümanlar (Ensar) Mekkeli muhacirleri çok iyi karşıladılar. Ensar ile muhacirler kardeş ilan edildi. Böylece Medine İslam Devleti kuruldu. İslam Devleti’nin kurulmasıyla müşrikler Müslümanlara saldırmaya başladı.
624 yılında müşriklerle yapılan ilk savaş olan Bedir Savaşı’nı Müslümanlar kazandı.
Mekkeli müşrikler Bedir Savaşı’nın intikamını almak için Medine üzerine yürüdüler. 625 yılında yapılan Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin görevlendirdiği okçuların yerini terk etmesiyle Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabe şehit oldu.
İki taraf birbirine üstünlük kuramadığı için Mekkeli müşrikler büyük bir güç toplayarak tekrar Medine üzerine yürüdüler. Peygamber Efendimiz bunu haber alınca Selman-ı Farisi’nin tavsiyesi ile Medine’nin etrafına hendekler kazdırdı. 627 yılında yapılan Hendek Savaşı’nda müşrikler kayıplar vererek çekildiler.
628 yılında Müslümanlar hacca gitmeye karar verdiler. Bundan tedirgin olan Mekkeliler Müslümanlara izin vermek istemediler. 628 yılında imzalanan Hudeybiye Anlaşması ile Mekkeli müşrikler Müslümanların varlığını resmen tanıdı.
628 yılında Müslümanlar Hayber’i fethetti. Hayber’in fethi ile Şam ticaret yolu Müslümanların eline geçti.
Müslümanlar, Bizans ile ilk kez 629 yılında Mute’de savaştılar.
630 yılında Mekke’nin fethi gerçekleşti. Mekke’nin fethinden sonra Arap yarımadası hızlı bir şekilde Müslümanların kontrolü altına girdi. Müslümanlar ve putperest Arap kabileleri arasında 630 yılında gerçekleşen Huneyn Savaşı’nı Müslümanlar kazandı.
Hz Muhammed’in (s.a.v.) son seferi ise 631 yılında Tebük’e oldu.
Hz. Muhammed (s.a.v.) son kez Müslümanlarla beraber 632 yılında hacca gitti ve buna Veda Haccı adı verildi. Peygamberimiz, Veda Haccı’nda 100 bin Müslümana hitap etti.
Hz. Muhammed (s.a.v.) 632 yılında Medine’de vefat etti.
Peygamberimizin kabri Medine’de Ravza-ı Mutahhara’da bulunmaktadır.

GENİŞ BÖLÜMÜ :YAZAR NEVZAT SAVAŞTAN ALINMIŞTIR:

Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)

I.BÖLÜM
Abdülmuttalib gecenin bir yarısı yatağından fırlayıverdi. Sabah mı olmuştu? Çadırın kapısını sıyırıp dışarıya baktığında, gecenin, derin bir sessizlik içinde uzayıp giden çöl tepeciklerini kapladığını; yıldızların da gökyüzünde bir an bile uyumadan parladıklarını gördü. Ne muhteşem bir görüntü diye düşündü kendi kendine. Fakat bu saatte uyanmasının sebebi neydi? Çadırın kapısını kapadı ve tekrar yatağına döndü.

Tam dalmak üzereyken fırlayıverdi yeniden. Yine aynı rüya...

Bu kez gördükleri gayet netti. Görünmeyen büyük bir varlık ona şöyle diyordu:

- Zemzemi aç..!

Abdülmuttalib sordu:

- Zemzem nedir?

Ses aynı tonda ve ısrarla:

- Zemzemi aç..!

Yorganı üzerinden attığında kalbi küt küt atıyordu. Sesin yankısı kulaklarında çınlıyordu. Ayağa kalkıp çadırın kapısını açtı ve uçsuz bucaksız uzanan çöle saldı kendini.

Zemzemin anlamı neydi? Birden bire zihninde çok uzaklardan, tarihin derinliklerinden bir ışık beliriverdi.... Zemzem bir kuyu idi. Hz. İsmail’in ayakları arasından fışkıran bir su kaynağı. Fakat o tuhaf ses neden kuyuyu açmasını istemişti. Birden fazla cevap geldi aklına. En önemlisi de Kâbe’yi ziyarete gelen hacıların su ihtiyacını karşılamak. Hâlbuki hacıların su ihtiyacını gideren birçok kuyu vardı. Zemzem Kuyusu’nu özel kılan sır neydi acaba?

Karanlığın, göz alabildiğince uzanan kum tepelerini sardığı dakikalarda Abdülmuttalib bir tepeciğin üzerine oturup gökyüzünden yeryüzüne göz kırpan yıldızları seyrederken derin düşüncelere daldı. Aklına İsmail’in (aleyhisselâm) topuğunun altından fışkırdığı söylenen su pınarı geldi tekrar.

Halk arasında dolaşan rivâyetlere göre, kuyu zamanla kapanmış, diğer kuyular ise onun bulunduğu bölgeden uzak yerlerde açılmıştı.

Güneş, doğu ufkundan Arap Yarımadasının çöl, dağ, vadi ve şehirlerine ilk ışıklarını gönderdiğinde Kureyş kabilesinin lideri Abdülmuttalib halkını toplamış, kuyu açma kararını bildiriyordu onlara. Kuyuyu açmak istediği yeri gösterince, Kureyş kabilesi ona karşı çıktı. Çünkü işaret ettiği yer onların ayrı bir değer verip taptıkları “isaf” ve “naile” isminde iki putun tam ortasına düşüyordu.

Onları ikna etmek için söylemediği söz kalmadı. Abdülmuttalib’in tek bir çocuğu vardı. Akrabalarının sayısı da azdı. Hâlbuki birçok oğlu olsaydı karşı çıkanların gözü korkar, böylece kararlarını kolayca uygulama alanına geçirebilirdi. O günlerde, Arap kabileleri arasında, çocuk ve akraba, kabileler arasında güç ve itibar demekti. Geniş bir aileye sahip lider herkese istediğini kabul ettirebilirdi.

Yalnızdı, üzgündü. Halkının sözleri onu rahatsız etmişti. Kâbe’nin önüne geldiğinde müthiş bir düşünce çaktı zihninde. Ellerini açtı ve dua etti:

- Allah bana on tane oğul verirse, onlardan birisini Kâbe’de Allah’a kurbanlık olarak boğazlayacağıma yemin ederim...

O saate semanın kapıları açıktı, hiçbir duanın reddedilmediği bir andı...

Bir yıl geçmeden karısı ikinci çocuğu doğurdu. Ertesi yıl bir erkek çocuk daha... ve böylece her seneye bir erkek çocuğu düştü. Oğlanların sayısı ona ulaşmıştı.

Aradan seneler geçmiş, Abdülmuttalib’in evlâtları büyümüştü. Artık güçlü bir ailesi vardı. Kimseden çekinmesine gerek kalmamıştı. Dilediğini yapabilir, karşı çıkanları bastırabilirdi. Bir gün çocuklarını alıp, rüyasında duyduğu sesin işaret ettiği yerde Zemzem Kuyusu’nu açtı.

Sıra sözünü tutmasına gelmişti. Fakat hangisini boğazlayacaktı? Sonunda kura çekmeye karar verdi. On çocuğunun da isimlerini küçük kâğıtlara yazdıktan sonra bir torbanın içine koyup bir tanesini çekti... ve Abdullah...

Abdullah mı?.. Abdullah’ın ismini duyan insanların arasında bir isyan tufanı yayıldı. Hayır, Abdullah’ın boğazlanmasına izin vermeyiz.

Abdullah, Arap yarımadasının en mükemmel insanıydı. Onda peygamberlerin ahlâkı vardı. İsa (aleyhisselâm) gibi sevgi dolu ve müsamahakâr, Musa (aleyhisselâm) gibi cesur ve gözü pek, Davud (aleyhisselâm) gibi güzel sesli ve samimi, Yahya (aleyhisselâm) gibi iyi kalpliydi. Yüreği hayvan, bitki ve insanlara karşı merhamet ve şefkatle çarpardı.

Hayatı boyunca hiç kimseyi kızdırmamış, hiçbir insana karşı sesini yükseltmemiş, surat asmamıştı. Arap yarımadasında onun tebessümüne denk bir tebessüm, onun gönlüne benzer bir temiz gönül ve kupkuru çöllerde yemyeşil bir vahayı andıran ruhuna denk bir ruh bulmak imkânsızdı. Onun gibi birisi nasıl olur da kurban edilebilirdi? Bu yüzden kurada Abdullah’ın adını gören insanlar galeyana geldiler ve hep bir ağızdan:

- Hayır olmaz, biz onun yerine çocuklarımızı feda ederiz!.

- Şayet onu boğazlarsak bir daha onun gibisi gelmez...

- Dur Abdülmuttalib, bize vakit ver, bu problemin çözümü için kâhinlere gidelim en iyisi.

İnsanların gösterdiği tepkilere şaşıran Abdülmuttalib kurban etme işini erteledi. Kalabalık bir grup, bilgeliğiyle tanınan yaşlı bir kadına gittiler. Kadın onlara:

- Sizde diyetin miktarı ne kadardır? diye sordu.

- On deve, diye cevap verdiler.

Bunun üzerine kâhin kadın:

- On tane deve getirin. Onlarla Abdullah arasında kura çekin. Kurada Abdullah’ın ismi çıkarsa, on deve ekleyin ve bir daha kura çekin. Tekrar Abdullah çıkarsa, on deve daha ekleyin... Kurada develer çıkıncaya kadar böyle yapmaya devam edin.

Hep birlikte Kâbe’ye dönüp on tane deve getirdiler. İlk kurada Abdullah’ın ismi çıktı. On deve daha ekleyerek bir daha kura çektiler. Bu kez yine Abdullah çıktı. Üçüncü, dördüncü, beşinci... hepsinde de Abdullah’ın adı çıkıyor, onlar da on deve daha ilâve ederek yeniden kuraya başvuruyorlardı. Develerin sayısı yüze ulaştığında kura develere işaret etti. Onuncu kurada develer çıkmış ve Abdullah kurtulmuştu.

O sırada Kâbe’nin etrafını dolduran insanlar arasında duygulu bir atmosfer vardı. Herkes o pırıl pırıl gencin kurtuluşuna ağlıyordu. Tam yüz tane deve kurban edilip insanlara dağıtıldı.

Abdullah’ın kurtuluşuna en çok sevinen babası olmuştu kuşkusuz. Çünkü evlâtları arasından en çok onu seviyordu. Onu Arap Yarımadası’nın en güzel, en terbiyeli ve en soylu kızıyla evlendirmek istiyordu. Hemen aynı gün Kâbe’den çıkar çıkmaz Vehb’in evine gitti ve kızı Âmine’yi oğluna istedi. Âmine cennet çiçekleri gibi parlak, bahar bulutları gibi tertemizdi. Arap Yarımadası’nda bu haberi duyan her genç kız Âmine’ye gıpta etmişti. Çünkü Arap gençlerinin en güzel ve en yiğit delikanlısıyla evlenecekti.

Düğün günü geldiğinde Mekke’nin tepelerinde, uzaktan gelecek misafirlere yol göstermesi için dev ateşler yakıldı. Develer, koyunlar kesildi. Akrabalar, yabancılar, fakirler, zenginler... Herkes ama herkes gönlünce yedi, içti, eğlendi.

Düğünün üzerinden henüz iki üç ay geçmişti ki mutluluğun en güzelini yaşayan çiftin ayrılık çanları çalmaya başlamıştı. Abdullah, Şam’a gitmekte olan ticaret kafilesine katılmak zorundaydı... Âmine’nin en son gördüğü şey, kocasının pırıl pırıl çehresiydi... Gözden kayboluncaya kadar dönüp dönüp arkasına bakmış, ona el sallamıştı. Biraz sonra kafilenin ufuklardaki siliüeti de sönüp gitmişti.

Kocasını bir daha göremeyeceğini nereden bilecekti!.. Bir ay sonra Medine’deki dayılarını ziyarete giden Abdullah oracıkta ruhunu Allah’a, vücudunu da toprağa teslim etti. Abdülmuttalibin oğlu Abdullah ölmüştü. Yirmi beş yaşındaydı.. Yürekleri yakan ölüm haberi uçtu uçtu Arap Yarımadası’nın her köşesine ulaştı. Nihayet kara haber Hz. Âmine’nin kapısını çaldı. İki aylık gelin bu acı haberle sarsılıp gözyaşlarına boğulurken kendi kendine şu soruyu soruyordu:

- Allah, onu kısa bir süre sonra yanına almayı istediyse, hayatını yüz deve karşılığında neden bağışlamıştı?

Biraz sonra karnındaki bebeğin hareket ettiğini hissetti. Hamileydi... Hamile olduğunu anlayınca ağlaması ikiye katlandı. Bir taraftan genç yaşta dul kalışına, diğer taraftan doğmadan önce babası vefat eden bebeğin durumuna ağlıyordu.

O Yetim, yeryüzündeki bütün yetimler, fakirler ve mazlumların dertlerini taşıyacaktı omuzlarında. Allah’ın insanlığa göndereceği Son Peygamber’di. Merhametin sembolü son Resül. Şefkat ve merhametin anlamını da ancak çile ve acıyı yudum yudum içenler bilir. İşte o bebek, anasının karnında yetimliğin, hüznün acılarıyla besleniyordu.

Günler geçti. Annenin gözyaşları tükendi. Gözleri kurudu. Fakat hüznü, susadıkça büyüyen dev bir ağacı andırıyordu... Üzüntüsü gün geçtikçe kesilmeksizin artıyordu.

İşin tuhafı, karnında taşıdığı bebekten dolayı vücudunda herhangi bir ağırlık duymuyordu. Aksine kendini o kadar hafiflemiş hissediyordu ki neredeyse kuşlar gibi uçacaktı. Ve şayet onu sürekli toprağa çeken derin hüznü olmasaydı, karnında taşıdığı o bebekten dolayı dünyada kendisinden daha mutlu bir kadın görmek mümkün olmayacaktı. İçinde Kâinatın Efendisi’ni taşıdığını nereden bilecekti...

Doğum günleri yaklaşmıştı...
Tam o sırada Ebrehe’nin orduları Mekke’ye dayandı.

Habeşistan kralının Yemen valisi olan Ebrehe ahmak bir adamdı. Arap Yarımadasını işgal etmek ve özellikle Kâbe’yi yıkmak için güçlü askerlerden oluşan büyük bir ordu hazırlamıştı. Ordusunda bugünkü tankların görevlerini yapan yabani dev filler vardı. O güne kadar hiçbir savaşta mağlup olmamıştı. Ordusu, fırtına gibi geçtiği yerleri kasıp kavuruyordu. Ölüm saçıyordu karşısına çıkan şehirlere.

Gelen haberler, Ebrehe’nin Mekke’ye yaklaştığını söylüyordu. Bunu duyan halk, korku ve panik içinde derhal şehirden kaçıp dağlara sığındılar. Biraz sonra Ebrehe’ye, Kureyş liderinin kendisiyle görüşmek istediğini söylediler. Abdülmuttalib çadıra girdiğinde kendinden emin bir duruşu vardı. Ebrehe ona niçin geldiğini sorunca:

- Senin adamların bana ait olan yüz tane deveye el koymuşlar onları istemeye geldim, dedi.

Ebrehe şaşırdı:

- Çok tuhaf. Ben senin kutsal saydığın Kâbe’yi yıkmaya gelmişim. Senin derdin develerinde, deyince, Abdülmuttalib şu tarihi sözleri söyledi:

- Ben develerin sahibiyim. Kâbe’nin de sahibi var. O, Kâbe’yi korur.

Şimdi ordu Kâbe’nin tam karşısındaydı. Ebrehe biraz sonra emir verecek ve dev filler Kâbe’yi yerle bir edeceklerdi. Ve orduya hareket emri verdi.

Ancak...

Filler emre uymadı... toprağa çakılmış gibi donakaldılar yerlerinde, bir adım bile atmadılar. Filler en ön safta oldukları için ordunun geri kalan kısmı da hareket edemedi. Ebrehe, komutanlarına askerlerin neden ilerlemediğini sorunca komutanlar fillerin bir türlü yürümek istemediğini söylediler. “kırbaçlayın” diye emir verdi, ama beyhude.

Birdenbire fillerin gözleri, sebebi bilinmeyen bir korkuyla açıldı. Bir taraftan titriyor, diğer taraftan da panik içinde çığlık atıyorlardı. Bir anda korku, ordudaki diğer askerlerin de kalplerine sıçradı. O sırada Ebrehe’nin dev ordusundan ürken bir Mekkeli “Şimdi Kâbe’yi Ebrehe’nin ordusundan kim koruyacak?” diye bağırınca Abdülmuttalib “Kâbe Allah’ın evi değil mi? Elbette Kâbe’nin sahibi onu koruyacaktır...” diye karşılık verdi.

Abdülmuttalib bu sözleri söyler söylemez nerden geldiği bilinmeyen gece rengindeki binlerce kuş sürüsü gökyüzünü kapladı. Her birinin gagasında ateşten çakıllar vardı. Meleklerden biri kuş sürülerine şöyle seslendi:

- Ben, Ebrehe ordusunun üzerinde durunca siz onları perişan edeceksiniz...

Kuşatmanın üzerinden üç gün geçmesine rağmen fillerin korku dolu çığlıkları kesilmemişti. Askerlerden biri başını gökyüzüne kaldırdığında uzaklardan üzerlerine doğru gelmekte olan siyah bir bulut gördü:

- Şu gelen şeye bakın! diye bağırdı.

Bütün askerler dehşet içinde yaklaşan şeye baktılar. Aralarından biri korkuyla:

- O bulut değil, onlar kuş sürüsü. Hem de binlerce... Aman Allahım! diye haykırdı.

Ufukları dolduran yüz binlerce kuş, Güneş’in ışığını örtüyordu... İnsanlar birbirlerini zorlukla seçebiliyorlardı. Biraz sonra...

Gökyüzünden sağanak hâlinde ateş yağmuru başladı. Her bir kuş, gagasında tuttuğu ateş çakıllarını Ebrehe’nin ordusuna atıyordu. Ortalık cehennem gibiydi. Çakıllar askerlerin vücutlarına değer değmez yakıyordu onları. Korkunç bir manzaraydı. Allah, Kâbe’yi yıkmaya gelen insanları işte böyle cezalandırıyordu...

Ağır yaralarla meydandan kaçan Ebrehe yolda can verdi. Böylece hem kendisi hem de ordusu rüzgârın dalga geçtiği toprak yığınlarına dönüşmüş oldu.

Kâbe’nin Sahibi’nin, Kâbe’yi korumasının altında büyük bir hikmet gizliydi. Kâinatın Efendisi’nin doğumu yaklaşıyordu. Mekke halkının, Kâbe’nin kurtuluşunu kutladığı dakikalarda Hz. Âmine bir rüya görüyordu...

Kendisi, sonu olmayan bir çölün ortasında duruyor. Birdenbire vücudundan büyük bir ışık dalgası fışkırıyor. Dalga büyüyor büyüyor… Doğuyla batının arasını dolduruyor. Sonra ışık genişleyerek gökyüzüne yükseliyor ve bütün semayı aydınlatıyor. Hz. Âmine uyandığında bu rüyanın ne anlama geldiğini düşündü, fakat bir anlam veremedi.

Birkaç gün sonra... Fil Senesi... Rebiü’l-Evvel ayının on ikisi... pazartesi günü... seher vaktinde Hz. Âmine, Hz. Muhammed’i (aleyhissalâtu vesselâm) dünyaya getirdi.

Doğumundan önce dünya, O’nun varlığına çok susamıştı. Sevgiye, merhamete ve adalete açtı. İsa’nın (aleyhisselâm) doğumunun üzerinden yedi yüz sene geçmiş, Hıristiyanlar onun getirdiği dinin prensiplerinden uzaklaşmışlardı. Yahudiler de Hz. Musa’nın öğretilerini unutmuş, Âhiret’i bırakıp dünyaya dalmışlardı.

Mânevî açıdan yeryüzü, kupkuru çöllerden farksızdı. Susuzluktan çatlamış gönüller, onlara hayat suyu sunacak kurtarıcısını bekliyordu. İşte tam bu sırada saf bir iman kaynağı fışkırıverdi doğudan. Dünya insanlığının hakikate susamışlığını giderecek saf bir hayat kaynağıydı birdenbire beliren. Allah’ın sonsuz kudretine bakın ki o tertemiz su kaynağı dünyanın en kuru çölünde dünyaya geliyordu... Arap Yarımadasında.
3. Bölüm

Altın sarısı kum tepecikleri ufuk çizgisiyle buluşuncaya kadar uzanırken, uzaklardan, Mekke’nin mütevazı bir evinden sevinç çığlıkları yükseldi. Bir yetim doğuyordu. Büyüdüğünde dünyanın sevgiye, adalete, hürriyet ve hakka susamışlığını giderecek bir yetim.

Doğduğu evin birkaç adım ötesinde, Kâbe’nin dört bir yanını saran putlar sıra sıra dizilmişlerdi. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in (aleyhisselâm) tek Allah’a ibadet maksadıyla inşa ettikleri Kâbe’nin etrafında taş ve tahtadan yontulmuş yüzlerce put vardı. Akıl iflas etmişti yine. Kafaları küf sarmış, düşünceler ise donmuştu.

Mekke’den uzak bir şehirde, Medine’de, canlarını kurtarmak için Romalılardan kaçmış Yahudiler vardı. Şehrin en verimli topraklarını gasbetmiş, ticaretin yapıldığı çarşıları ellerine geçirmişlerdi. Arap toplumunun parçalanmışlığını fırsat bilerek bir sömürge sistemi kurmuşlardı orada.

Arap Yarımadası’ndan çok uzakta bulunan Roma İmparatorluğu, gücü yalnızca zayıflara yeten yaşlı ve hasta bir kartal gibiydi. Romalılar da güç ve otoriteye tapıyorlardı.

Yarımadanın doğu tarafına düşen bölgesinde su ve ateşe tapan Persler vardı. Onlar da mabetlerinde yaktıkları ateşe secde edip kurban veriyorlardı. Ülkenin sınırları içinde bulunan Sava Gölü onlara göre kutsaldı. Krallarına kisra deniliyordu. Verdiği kararlar tartışılmazdı.

O devirde Persler, Romalıları mağlup etmiş ve yeryüzünün en büyük gücü hâline gelmişlerdi. Maddî açıdan büyük olmalarına büyüktüler, fakat ateşe ilâh diye tapmaları onların ahmaklıklarını ortaya koyuyordu.

Dünyanın her tarafını saran karanlıklar her geçen gün zifirileşiyordu. Hayat, dişlinin dişsizi yediği, güçlünün zayıfı çiğnediği, kötülüğün iyiliği bastırdığı yabani bir ormana dönüşmüştü. Yüce Yaratıcı’nın insana eşsiz bir nimet olarak verdiği akıl, taş parçalarına veya zalim hükümdarların yüreklere saldıkları korkuya tapıyordu.

İşte böyle bir atmosferde, bir çocuk doğdu Mekke’de.

Dünyaya gözlerini açtığı aynı dakikalarda, Perslerin, mâbetlerinde ilâh diyerek taptıkları dev ateşler birdenbire sönüverdi. Sava Gölü kurudu. Kisra’nın o muazzam sarayında tam on dört tane dev sütun yıkılıverdi. Sebepsiz meydana gelen bu garip olayların hiçbirisine insanlar makul bir izah getiremediler. Kötülüğün kaynağı şeytan ise simsiyah kalbinin korkunç bir acıyla parçalandığını hissetti.

Bu olağanüstü olaylar dünyadaki karanlık orduların bozguna uğrayışını; aklın, hurafelerin esaretinden kurtuluşunu ve yeniden Allah’a dönüşünü simgeliyordu.

Bebek doğar doğmaz haber uçurdular dedesine. Abdülmuttalib derhal koştu Hz. Âmine’nin evine. Torununu aldı kucağına. Sardı, kokladı, sonra da Kâbe’ye götürüp tavaf etmeye başladı. Ona ne isim vermeliydi?

Gece gelip Abdülmuttalib uykuya daldığında ona Zemzem Kuyusu’nu açmasını söyleyen aynı melek geldi ve kulağına fısıldadı:

- İsmini Muhammed koy... Yerdeki ve gökteki bütün varlıkların övgüsünü kazanacak Muhammed...

Ertesi gün Kureşliler ona sordular:

- Torununa ne ismi koydun?

Abdülmuttalib:

- Muhammed.. dedi.

- Atalarının isimlerini bırakıp başka bir isim vermişsin. Neden Muhammed? diye sorunca, Abdülmuttalib rüyada gördüğü meleğin sözlerini tekrarladı:

- Gökte Allah’ın, yerde de insanların O’nu “övgüyle” yad etmelerini istedim. Gökteki meleklerin, yerdeki insanların övgüsüne lâyık olmasını ümit ettim.

Nitekim zaman, O’nun yer ve gök ehlinin övgüsüne en lâyık insan olduğunu ispat etti.

O Büyük Yetim, henüz anasının karnında üç aylıkken babasını yitirmişti. Annesi O’nu kucağına alıp, öptü, kokladı, bağrına bastı ve çölün çeşitli kabilelerinden gelen süt anneleri beklemeye koyuldu.

O devrin geleneklerine göre süt anneler Mekke’ye gelip zengin ve soylu ailelerin bebeklerini alır, kabilelerine dönerlerdi. Çocuk beş altı yaşına kadar süt annesinin ailesiyle birlikte kalırdı. Daha sonra da ailesine tekrar teslim edilirdi.

Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) mütevazı bir aileden olduğu için süt annelerden hiçbirisi O’nu almaya yanaşmadı. Bebeklerin karınları süt annelerinin sütleriyle doyarken, kendisi açtı. İlâhi hikmet, O’nu, istikbalde üstleneceği büyük görev için hazırlıyordu. Gelecekte yetim ve aç kalmışları kucaklayıp kurtuluş sahillerine götürecek olan Hz. Muhammed’e (aleyhissalâtu vesselâm) Allah şimdiden yetimlik ve açlığın anlamını öğretiyordu. Halime isminde bir süt anne Hz. Âmine’nin evine gelip bebeği kucağına aldı. Fakir bir kadındı. Sordu:

- Babası kim?

Dediler:

- Vefat etti.

- Dedesi zengin biri mi?

- Hayır.

Diğer süt anneler zengin çocuklarını kapmış, Halime çocuksuz kalmıştı. Hz. Muhammed’in (aleyhissalâtu vesselam) pırıl pırıl parlayan çehresine bakarak şöyle dedi Halime:

- Birkaç senedir rızkım pek az... Sen de fakir bir yetimsin... Nasıl bir hayır getirirsin bana acaba? Eli boş dönmek de istemiyorum doğrusu...

Halime kararını vermişti. Bebeğin ailesine dönüp:

- Tamam, dedi. Bu yetimi alıyorum.

Ellerini uzatıp o yetimi kucakladığında tarihin en büyük kapısına silinmeyen harflerle adını yazdırdığını nereden bilecekti Halime. Kucağına aldığı bebeğin, insanlığın Efendisi olduğunu bilseydi böyle mi diyecekti acaba?

Halime, kabilesine, yetim bir bebekle döndü. O yetim yerin-göğün bereket kaynağıydı aslında. Evine döner dönmez Halime, hayır ve bereketin sağanak bir yağmur şeklinde ailesinin üzerine yağmaya başladığını gördü. Çorak topraklar yemyeşil verimli arazilere dönüştü. Kurumuş hurma ağaçları, yeniden canlanıp meyve vermeye başladı, hem de yığın yığın. Davarlarının sayısı şaşırtıcı bir şekilde arttı. İnekler semizledi ve daha önce verdiği sütün kat kat fazlasını vermeye başladı.

Halime bu olağanüstü bereketin sebebini anlamıştı. Evet O’ydu. O mübarek yetim... Beş yaşına ulaştığında ise Hz. Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) vücudu büyük bir mûcizeye mazhar oldu. Cebrâil (aleyhisselâm) ilâhi bir emri gerçekleştirmek üzere dünyaya inmişti. Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yere yatırıp göğsünü açtı, kalbini merhamet iksiriyle yıkadı ve ilâhi nurlarla aydınlattı... İşte o anda şeytan çığlık attı:

- Eyvah! O’nun kalbi üzerinde hiçbir tesirim kalmadı. Bundan sonra O, bir an bile alçalmadan sürekli yükseklere uçacak...

Cebrâil (aleyhisselâm), Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kalbini yıkadıktan sonra melekler şöyle dediler:

- Bu çocuk daha önce hiçbir insanın erişemediği, bundan sonra da erişemeyeceği bir makama ulaşacak...

Kalbi ilâhi nurlarla yıkanan çocuğun hayatı o günden sonra büsbütün değişti. O’na çocuk derken kalemim titriyor aslında. Ona çocuk diyebilir miyiz acaba? Çünkü O, çocukken bile bir olgun gibi yaşıyordu. Diğer çocuklar oyun oynarken, kendisi bir köşeye çekiliyor, başını semaya kaldırıp derin düşüncelere dalıyordu. Henüz o yaştayken yüzünün aldığı ciddiyet ifadesi, ancak sorumluluk sahibi büyük insanlarda görülebilirdi.

Aradan yıllar geçti... Artık Halime’den ayrılma ve annesine kavuşma zamanı gelmişti. Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), bir müddet, hüznün, çehresinde olağanüstü bir mânâya büründüğü annesi Hz. Âmine’yle birlikte yaşadı. Vefa timsali büyük kadın kocasını unutmamıştı. Bir gün Abdullah’ın mezarını ziyaret etmek için bebeğini kucaklayıp Medine şehrine yöneldi. Arabistan çölleri, güneşin yakıcı ateşiyle kavruluyordu. İki şehir arasındaki mesafe beş yüz kilometreydi. Hiçbir hayat emaresinin görünmediği upuzun bir yolda Hz. Âmine, altı yaşındaki çocuğu ve hizmetçisi yürüyorlardı.

4. Bölüm

Çileli, uzun bir yolculuktan sonra annesi ve Hz. Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) Medine’ye vardılar. Dayılarının yanında yaklaşık bir ay kaldıktan sonra annesiyle birlikte Mekke’nin yolunu tuttu. Yoldayken annesi ağır bir hastalığa yakalandı ve birkaç gün sonra da vefat etti. Altı yaşındaki yetim şimdi annesini de kaybetmişti. Yolculuk boyunca onlara refakat eden yaşlı dadısı Ümmü Eymen’in yüreği, Efendimiz (aleyhissalatü vesselâm) için ağlıyordu. Anne karnında iken babasını, altı yaşında iken de annesini kaybeden Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem) için...

Bir gün Ashab-ı Kiram Allah Resûlü’ne (aleyhissalâtu vesselâm) sordular:

- Ey Allah’ın Elçisi! Bize kendinizi anlatır mısınız?

Allah Resûlü:

- Allah’ı bilmek tek sermayem, akıl ışığım, sevgi esas gayem, Allah’ı anma tek tesellim, hüzün biricik hayat arkadaşım...

Ölü ruhlara can vermek için, hayatı boyunca hüzün yudumladı. O’nu ananlar, Hüzün Peygamberi diye bahsettiler ondan. Başkaları için yaşayan Hüzün Peygamberi...

Çölün ortasında Allah Resûlü’nün, kalbi açık vicdanı uyanık olarak yaşadı. İçlerinde yetiştiği topluluk gafiller, sarhoşlar, puta tapıcılar, içki tüccarları, şairler, savaşçılar ve kabile liderlerinden oluşuyordu. Çölün o tuhaf atmosferinde uyuşuk insanlar daha da uyuşuyor, uyanık kalplerin bakışları ise daha bir keskinleşiyordu... Aynı anda güller ayrı bir güzellikle canlanırken, dikenler kurudukça kuruyordu.

Çocukluğunda, zamanının büyük bir kısmını susarak, daha doğrusu dinleyerek, düşünerek geçirdi. Ciddî bir sebep olmadıkça konuşmazdı. Çocuklar oyun oynarken o, bir köşeye çekilir, gözlerini ufuklara kadar uzayıp giden kum tepelerine diker düşünürdü. Dili susar, fakat aklı ve kalbi durmadan çalışırdı. Çocuk yaşına rağmen halkının putlara tapmasını seyreder, hayret ederdi. Akıllı insanlar, neden konuşmayan, işitmeyen, hiç kimseye yararı veya zararı dokunmayan taşlara ilâh diye taparlardı?

Tıpkı büyük atası Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi o da putları çok anlamsız ve değersiz buluyordu. Bu yüzden hiçbir zaman putlara yanaşmadı. Fakat insanlığın bu hâline duyduğu hüzün İbrahim’inkinden (aleyhisselâm) daha büyüktü. Üzgündü, dertliydi. Çünkü doğruyu bulmak için verilen insan aklı taşlara, altınlara ve güce tapıyordu.

Zaman zaman insanların arasına karışıp konuşmalarını dinliyordu. Tartışmalarına, anlaşmazlıklarına, kavgalarına şahit oluyordu. Uğruna birbirlerini öldürdükleri şeyler ne kadar değersizdi. Bunu nasıl anlayamıyorlardı?.. Düşündükçe dehşeti artıyor, hüznü derinleşiyordu...

İnsanlar bir gün öleceklerini bilmiyorlar mıydı? İnsanlığı, sonu gelmeyen kötülüklere yol açan kavgalara sürüklemenin anlamı neydi?

Yaşı ilerledikçe dünya zevk ve mallarına karşı olan meyli azalıyordu. Bir süre sonra Mekke halkı, O’nun diğer insanlara benzemediğini söylemeye başladılar birbirlerine. O farklıydı. O eşsizdi.

Yemeğe oturduğunda, sofrasına aç bir güvercin konsa yemeğini ona bırakırdı. Zavallı bir kedi veya sahipsiz bir köpek yaklaşsa ağzındaki lokmayı çıkarır ona verirdi. Aç bir çocuk, kimsesiz bir fakir görse elbisesini çekinmeden ona hediye ederdi. Evet gerçekten O farklıydı. Yiyeceğini başkasına verdiğinden dolayı kaç geceyi aç geçirmişti.

Geçimini sağlamak için çalışması gerekiyordu. Önce çoban olarak çalıştı, daha sonra tüccar oldu. On üç yaşındayken amcası Ebû Talib’in kafilesiyle Şam’a gitti.

Yolculukları sırasında çeşitli ülkelerde yaşayan insanların hayatlarını yakından görme fırsatı buldu. İnsanlığın içine düştüğü cehalet vadilerini gördükçe dehşeti büsbütün artıyordu. İnsan aynıydı. Zaman değişiyor, mekân başkalaşıyor, fakat insanoğlu değişmiyordu. Kavgaların konusu her yer ve zamanda aynıydı. Para, şahsi menfaat, güç, dünyevî lezzetler...

İnsanlığın, nefis ve şeytanın pençeleri arasında bocaladığını gördükçe hüznü derinleşiyor, kalbi inceliyor, düşünceleri uzadıkça uzuyordu.

Peygamber Efendimiz, kâinatı yoktan var edip, bin bir güzellikle donatan Cenâb-ı Hakk’ın, insanlığı sahipsiz bırakmayacağını biliyordu. O’nun kalbi henüz kendisine peygamberlik gelmeden önce Allah için çarpıyordu. Evet o Nebiler Nebisi, peygamberlikten önce de bir peygamber gibi yaşamıştı.


5. Bölüm

Mekke’nin gençleri, içtikleri içki kadehlerinin sayısı, kadınlar için yazdıkları şiirlerin miktarıyla övünürlerken, Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendine büyük bir dağda sakin bir mağara buldu. Hira mağarası... En güzel zamanları Hira mağarasında geçirdiği saatlerdi. Orada bütün aklı ve kalbiyle kâinatın derinliklerine doğru yelken açar yaratılışın sırlarını düşünürdü.

Hatice validemiz ile evlendiği zaman kendisi yirmi beş, Hz. Hatice kırk yaşındaydı. Geçimini ticaretle sağlayan soylu ve zengin bir kadındı. Hz. Hatice, O’nun en doğru sözlü, en güvenilir ve en güzel ahlâklı olduğunu öğrenince kendisine Şam’a göndereceği ticaret kervanının başına geçmesini teklif etti.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Şam’dan döndüğünde büyük karlar elde etmişti. Hatice’ye giderek kazandıklarının hepsini kuruşu kuruşuna teslim etti. Hz. Hatice, onun emanete saygısı karşısında hayran kalmıştı. Bir müddet sonra Hatice, Allah Resûlü’ne evlenme teklif etti. Nişan gecesi amcası Ebû Talib ondan bahsederken şöyle demişti:

- Mekke gençleri arasında Muhammed’in benzeri yoktur. O’ndan daha ahlâklısını, daha zekisini bulmak mümkün değildir. Servetinin azlığına gelince, servet gelip geçici bir gölgedir ve gerçek zenginlik gönül zenginliğidir.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) evlendikten sonra kâinatın esrarını keşfetmek için çıktığı tefekkür yolculuğundan vazgeçmedi. Her yılın Ramazan ayında Hira Mağarası’na çekiliyor, bu mükemmel kâinatı yaratan Sonsuz Kudret’in sanatını tefekkür ediyordu.

Yine Ramazan günlerinden birinde Hira Mağarası’nda derin bir tefekküre dalmıştı. İşte tam bu sırada Cebrâil (aleyhisselâm) gerçek suretiyle onun karşısına çıktı. Manzaranın dehşeti karşısında içini bir ürperti aldı. Melek ona:

- Oku... dedi.

- Ben okuma bilmem... diye cevap verdi Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm).

- Oku... dedi melek yeniden.

- Ben okuma bilmem... Ne okuyayım, diye karşılık verdi Allah Resûlü.

Bunun üzerine Cebrâil (aleyhisselâm):

- Her şeyi yoktan var eden Rabbinin adıyla oku... dedi.

Allah Resûlü’nün hayatında yeni bir sayfa açılmıştı. Allah, O’na vahiy göndermiş ve bütün insanlığa peygamber kılmıştı. O, peygamberlik zincirinin en son halkasıydı. Allah, Ondan sonra peygamber göndermeyecekti. Daha önceki peygamberlerin görevleri, belirli bir toplumla sınırlı olduğu hâlde O’nun peygamberliği bütün insanlığı kuşatacaktı.

İlâhi mesajı bildirmek üzere insanların karşısına çıktığında her peygamberin maruz kaldığı muameleyle karşılaştı. İnkâr, iftira, alay, inat, şiddet... O ise bütün bunlara sabır, af, azim, ısrar ve sonsuz tevekkülle karşılık verdi.

Hüzün senesi... evet, o yıl tarihe hüzün yılı olarak geçti.

O yıl Şefkat Peygamberi’nin (aleyhissalâtu vesselâm) hanımı, büyük kadın Hz. Hatice validemiz vefat etti. Hz. Hatice validemiz, O’nun peygamberliğine ilk inanan insandı. Amcası Ebû Talib de vefat etti o sene. O da Efendimizin önünde bir kalkan gibi durmuş, O’na hiç kimsenin zararının dokunmasına izin vermemişti.

Kureyşlilerin, Nebiler Nebisi’nin (aleyhissalâtu vesselâm) önünü kesmek için denemedikleri yol kalmamıştı. Gün geldi, Müslümanlarla aralarındaki bütün ilişkileri kestiler. Onlara bir şey satmak veya onlardan bir şey almak yasaktı. Ya inkâr edip tekrar putlara tapacaklardı, ya da çoluk çocuk açlıktan öleceklerdi. Fakat bu metot da bir işe yaramadı.

Bir gün Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe’nin önünde namaza durmuştu. Tam secdeye gittiği vakit Kureyş kâfirleri biraz önce kestikleri bir devenin işkembesini getirip onun mübarek başına ve omuzlarına koydular. Bununla da kalmayıp üzerine taş ve toprak atıp, gülmeğe başladılar. Ne korkunç bir manzaraydı. Olayı duyar duymaz kızı Hz. Fatıma (radıyallahu anhâ) Kâbe’ye koştu. Babasını o hâlde görünce göz yaşlarına boğuldu. Bir taraftan yüzüne gözüne ve elbiselerine bulaşan pislikleri silmeye çalışıyor bir taraftan da bu utanç verici saygısızlığı yapanları azarlıyordu. Allah Resûlü kızının bu heyecanını görünce onu teselli etmek için:

- Kızım merak etme... Allah senin babanı zayi etmeyecektir, dedi.

Mekke halkı, Efendiler Efendisi’ne çok acı çektirmişti. Onlara hakikati anlatmak için baş vurmadığı yol kalmamıştı. Fakat taşlaşmış kalpleri taptıkları putlar gibi kör ve sağırdı.

Allah Resûlü, her gün hakikate açık bir gönül aramaya çıkıyordu. Kapıları teker teker çalıyor, meclislere giriyor, insanlara Allah’ı anlatıyordu. Mekke’den sonra sıra civardaki köy ve şehirlere gelmişti. Oralara da gitmeli, susuzluktan çatlamış dudaklara hayat suyu vermeliydi.

Gözünü Taif şehrine dikti Nebiler Nebisi. Kim bilir belki orada aşina bir gönül bulabilirdi. İyi ama Mekke nerede, Taif nerede... Oraya ulaşmak günler ister. En güçlü develerin, en dayanıklı atların ve en kudretli insanların bile nefesi kesilir oraya varmadan önce. Taife giden yollar çöl, kızgın ateş, dikenli... ve yokuşlardan da yokuş... Fakat Allah için çekilen çile ne hoş, Allah’a giderken ve insanları Allah’a çağırırken katlanılan ıstırap ne mukaddes! Hele bir de Müslümanlığa açık bir gönül bulundu mu, küheylânlar gibi coşup koşmamak ne mümkün!..

Taife giderken yanında bir yiğit delikanlı vardı: Zeyd İbn Hârise (radıyallahu anh).

On gün boyunca çalmadığı kapı, uğramadığı mahalle, gezmediği çarşı kalmadı. Karşısına çıkan her insana Allah’ı anlattı bıkmadan. Bıkmak da söz mü, bıkmak onun semtine uğrayabilir mi sanki? Allah’ı zevkle anlattı durmadan. Mübarek dilinden dökülen incileri duyan kayalar bile yumuşadı, demirler bile eridi. Gel gör ki, taştan da demirden de katı insan kalbi erimedi, sertleşti. Ruhlar öyle karanlıktı ki... Duygu ve düşünceleri saran cehalet bulutları o kadar yoğundu ki. İnanmadılar, inanmak istemediler.

Onunla da kalmadılar. Taif’in çocuklarını topladılar. Her birine taşlar verdiler ve O’nu taşlamalarını istediler. Allah Resûlü’nü taşlardan korumaya çalışan Zeyd İbn Hârise kanlar içinde kalmıştı. Allah Resûlü’nün de her yanından kanlar akıyordu. Çaresiz bir bahçeye sığındılar. Zeyd İbn Hârise, Allah Resûlü’nün yüzündeki ve vücudundaki kanları silmeye çalışırken Efendiler Efendisi gözlerini semaya dikti ve gözyaşları içinde şöyle dua etti:

- Allahım! Güçsüzlüğümü, zayıflığımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi sana şikâyet ediyorum. Ey kimsesizlerin kimsesi, ey düşkünlerin sahibi, sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin... Benim de Rabbimsin... beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kötü yüzlü uzak kimselere mi? Eğer bana karşı gazabın yoksa, çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam. Ancak, afiyetin daha ferah-feza, daha geniştir. İlâhi! Hoşnutsuzluğuna maruz kalmaktan, Senin o karanlıkları parıl parıl parlatan aydınlık Zâtına sığınırım. İlâhi! Sen razı oluncaya kadar Senin affını bekliyorum! İlâhi! bütün güç ve kuvvet sadece Senin elindedir!..

O böyle dua ederken, yanlarına sessizce biri yaklaştı ve bir tabağa koyduğu üzüm salkımını Allah Resûlü’ne uzattı ve:

- Buyurun, bundan yiyin, dedi.

İki Cihanın Sultanı (aleyhissalâtu vesselâm) elini tabağa uzatırken Allah’ın adıyla mânâsına:

- Bismillâh, dedi.

Üzümü ikram eden Addas ismindeki köle için bu söz, beklenmedik bir şeydi. Böyle bir sözü bu civardan birinin söylemesi imkânsızdı. Hayretle sordu:

- Sen kimsin?

Allah Resûlü, delikanlının yüzüne baktı ve ona aynı soruyu sordu:

- Ya sen kimsin?

- Ben Addas, Ninovalıyım..

- Ninova mı? Kardeşim Yunus’un memleketi...

- Sen Yunus’u nereden tanıyorsun?

- O da benim gibi bir peygamberdi. Ben Son Peygamber ve Son Nebiyim...

Addas, bunu duyunca kulaklarına ve gözlerine inanamamıştı. Allah Resûlü’nün üzerine abandı ve öpmeye başladı. Yıllarca gökte aradığını şimdi yerde, hem de hiç beklemediği bir anda karşısında bulmuştu.

Şayet bu son hâdise olmasaydı, Nebiler Nebisi Taif’ten çok mahzun dönecekti. Bu hüznü, kendisine yapılanlardan değildi. Hüznü, bir tek insanın dahi iman etmemesiydi. Hâlbuki şimdi sevinçten uçuyordu. Çünkü Addas O’nun eliyle hidayete ermişti.

Mekke’ye döndüğünde ise aynı asık suratlar, aynı karanlık ruhlarla karşılaştı. Yine çile, yine ıstırap, yine yoluna atılan pislikler, dikenler ve yine Müslümanlara acımasızca yapılan işkenceler..

Allah Resûlü, Kâbe’yi tavaf ederken mahzundu, yüzü solmuştu.. insanlığın durumuna ağlıyordu. İşte tam bu günlerde Allah, Habibine özel bir iltifat hazırlıyordu.

6. Bölüm

Mekke’nin mütevazı evlerinden biri...

Vakit gece yarısı...

Yere serilmiş bir yatağın üzerinde istirahat eden Allah Resûlü... Kâinatta derin bir sessizlik...

Sahili olmayan çöllerin ortasında sükûnet çadırını kurmuştu. Sihirli bir huzur rüzgârı esiyordu her tarafta. Bir şeyler olacaktı belli. Gece kuşları seslerini kısıp kulak kesildiler. Çölün yabani hayvanları kendilerini büyülü bir aşk denizinin dalgalarına saldılar sessizce. Zemzem Suyu öyle yumuşak bir sesle akmaya başladı ki sırra kadem bastı neredeyse.

Gökyüzündeki rüzgârlar baygın baygın gezerken varlıklarıyla yoklukları bir gibiydi... Islıklarını kesip, kulak verdiler gelen sese. Birazdan meydana gelecek harika olaylara... öyle ya, şahit olacakları olayları onlardan önce hiçbir varlık görmemiş, sonra da görmeyecek. Oracıkta bir kum tanesi olmak varmış veya ağaçların birinde bir yaprak, bir kuş...

Cebrâil’in (aleyhisselâm) kanatları, çölün kumlarına değerken yeryüzünün kalbi titremişti. Biraz sonra insan suretine bürünüp Ümmü Hani’nin evine girdi. Kâinatın Efendisi’nin istirahat buyurduğu odaya. Cebrâil, Nebiler Nebisi’nin baş ucunda durup Allah’ın “Sevgilim” diye hitap ettiği yüce insanın nurdan çehresine baktı baktı. Doyamadı, bir daha baktı. Öylece kaldı.

Ne kadar zaman geçti bilinmez. Gel gör ki Cebrâil, yüce bir görev için inmişti yere. Allah Resûlü’nü uyandırmak için O’na şefkatle dokundu. Peygamberler Efendisi açtı gözlerini. Cebrâil’i görünce tebessüm etti. Onu kim görür de tebessüm etmez ki. Cebrâil (aleyhisselâm), Efendimize:

- Selâm sana ey Yüce Peygamber! Allah, Sana kâinattaki bazı mûcizelerini göstermek istiyor... dedi.

7. Bölüm

İki dost beraberce evden çıktılar. İki Cihan Serveri (aleyhissalâtu vesselâm), kapının önünde kendilerini bekleyen Burak’ı gördü. Kartal kanatları gibi kanatları olan nurdan bir varlıktı. Burak, önce Allah Resûlü’ne selâm verdi, sonra binmesi için eğildi. İkisi de bindikten sonra Burak uçtu. Işıktan bir ok gibi uçtu. Mekke’nin dağlarını, Arap Yarımadası’nın çöllerini aşarak kuzeye yöneldi.

Işık hızından milyonlarca kat daha hızlı uçan bu binekten inen Allah Resûlü, Cebrâil’le beraber Kudüs’e girdi. Mescidde, bütün peygamberlerin kendisini beklediğini gördü. Evet, Hz. Âdem’den, Hz. İbrahim’e, Hz. Nuh’tan Hz. İsa’ya kadar bütün Peygamber Efendilerimiz (aleyhimüsselâm).

Melekler O’na iki kap sundular. Birinde süt, diğerinde şarap vardı. Allah Resûlü sütü tercih edince Cebrâil (aleyhisselâm) O’na:

- Sen temiz fıtratı seçtin. Ümmetin de temiz fıtratı seçecek, dedi.

Peygamberler (aleyhimüsselâm) O’nu görünce selâm verip yol açtılar. Allah Resûlü, Cebrâil’e baktı. Cebrâil O’na:

- Allah, peygamberlere imam olmanı emrediyor, dedi.

Nebiler Nebisi mihraba geçti ve bütün peygamberlere imam oldu. İmam ne muhteşem bir imam, cemaat ne harika bir cemaatti... Melekler Kudüs’te kılınan o namazı hayranlıkla seyretti. Allah Resûlü namazda kendisine indirilen son kutsal kitap Kur’ân-ı Kerim’den âyetler okudu. Okudukça coştu, coştukça ağladı.. ağladıkça arkasındaki yıldızlar topluluğu cemaatini de ağlattı. O da laf mı? O esnada bütün kâinat ağladı. Efendiler Efendisi secdeye kapanınca peygamberler de secdeye kapandılar... Onlarla birlikte ağaçlar, dağlar, hayvanlar, gökteki yıldızlar...

Namaz bitince peygamberler teker teker kayboldular. Peygamber Efendimiz de Cebrâil’le (aleyhisselâm) beraber mescitten çıkıp Buraka bindi. Burak ışıktan bir ok gibi yükseklere daha yükseklere uçmaya başladı.

Birinci semada Allah Resûlü insanlığın atası Âdem’le (aleyhisselâm) görüştü. Âlemlerin Rabbi, Cebrâil’e (aleyhisselâm):

- Kulum daha yukarılara çıksın... diye seslendi.

O da yükseldi... Üst üste semaları aştı. Mekânı aştıkça makamı da yükseldi. Yücelerden Yüce Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkmağa hazırlanıyordu. Onun ruhi yükselişinin yanında Burak’ın hızı çok hafif kalıyordu. Âdem’in (aleyhisselâm) ruhi mertebesini de geçmişti. İkinci semada Hz. İsa ve Hz. Yahya peygamberler vardı. Onlara selâm verdi. Biraz sonra Allah’ın nidası işitildi:

- Kulum daha yukarılara çıksın...

Allah Resûlü yükseldi... Üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci semalara çıktı. Madde-mânâ, öz-şekil anlamında bütün kâinatı aştı. Dünya semasında aya, güneşe, yıldızlara uğramıştı. Onlar gerilerde hem de çok gerilerde kalmıştı, milyarlarca ışık yılı arkada...

Sonunda Allah’ın Sidretü’l-Müntehâ adını verdiği, varlık ağacının bulunduğu yere geldi. Deyim yerindeyse bütün kâinatın gelip dayandığı köke vardı, kaynağa ulaştı. Sidretü’l-Müntehâ’nın yanı başında Me’vâ Cenneti’nin harikalarını gördü. Biraz sonra Cennet ve Cehennem’in Rabbi nida etti:

- Kulum daha yukarılara çıksın...

Kâinatın Efendisi yükseldi. Bir ara yan tarafına baktı. Cebrâil yoktu. Arkasına döndüğünde ise Cebrâil (aleyhisselâm) gerçek suretiyle oracıkta duruyordu. O ne muhteşem bir manzaraydı.. ne harika bir duruştu…

Kâinatın Sultanı yükselişine devam etti. Nihayet bütün varlıkların Rabbi Hz. Allah’ın huzuruna çıktı...

.................

Orada... Allah Resûlü, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda durup İlâhi Kelâmı dinlemeye başladı. Âlemlerin Rabbi:

- Allah ve melekler Peygambere selâm eder, buyurdu.

Allah Resûlü secdeye kapandı. Sevinçten ağlıyordu. Yaralı kalbindeki bütün hüzünler silinmiş, yerlerine derin bir huzur ve tarifi imkânsız bir mutluluk gelmişti. Orada, Allah, Nebiler Sultanı’na ve ümmetine namazı farz kıldı. Zamandan mekândan münezzeh bir şekilde tecelli ettiği o makamda Allah şöyle buyurdu:

- Ey Muhammed, sen ve ümmetin günde beş vakit namaz kılacaksınız...

Kuşkusuz bu muazzam bir nimetti. İnsanlar günde beş defa Allah’ın huzuruna çıkabileceklerdi. Günde beş kez Allah’la vasıtasız, doğrudan doğruya konuşabileceklerdi. Namaz ne muhteşem bir nimetti!.. Anlamı da büyüktü. Çünkü Allah Resûlünün ifadesiyle namaz mü’minin miracıydı. Nebiler Nebisinin ruh ve bedeniyle semalar ötesine gerçekleştirdiği seyahati, Müslümanlar ruhlarıyla her gün beş defa gerçekleştirebileceklerdi.

Orada Allah Resûlü, gözün görmediği, kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hayalinden geçmesi mümkün olmayan şeyler gördü. Gördüklerini sözcüklerin ifade etmesi imkânsız... Orada Allah, Habibiyle vasıtasız bir şekilde, doğrudan doğruya konuştu.

Bu muazzam görüşmeden sonra Allah Resûlü Burak’a bindi ve tekrar yeryüzüne döndü... Odasındaki yatağına dokunduğunda hâlâ sıcaktı. Gözlerini kapadı ve derin bir uykuya daldı. Kalbinde tarifi imkânsız sevinç esintileri… Ruhunda Cennet ehlinin huzuruna denk bir huzur atmosferi...

8. Bölüm

Aradan yıllar geçti.

Allah Resûlü’nün mübarek eşi Hz. Âişe validemiz kapının önünde oynayan çocuklara şöyle seslendi:

- Sesinizi yükseltmeyin, Allah Resûlü hasta...

Çocukların üzerine derin bir sessizlik çöktü. Endişe ve korku dolu gözlerle Âişe validemize baktılar. Gerçekten de son birkaç gündür Allah Resûlü oyunlarına katılmamıştı. Tebessüm ettiğinde güneşler gibi parlayan çehresi solgundu şimdi.

Allah Resûlü odasına girdiğinde yorgun ayakları bütün insanlığın dertlerini yıllarca yüklenmiş bedenini taşıyamaz hâle gelmişti. Göklerin, yerin ve dev dağların taşımaya cesaret edemediği emanetin altına tek başına girmişti. Allah’tan aldığı emirleri tastamam bir şekilde insanlığa iletme, aklı vehim ve hurafelerin esaretinden kurtarma ve tek Allah’a secde etmeydi büyük emanet. Sağ koluna amcası Hz. Abbas’ın oğlu Hz. Fadıl, sol koluna Hz. Ali girmişti. Hastaydı, bitkindi...

Aişe validemiz, Allah Resûlü’nü yatağına yatırdıktan sonra elini mübarek alnına koydu. Yanıyordu sanki. Gözyaşları içinde Allah Resûlü’ne:

- Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü ağrın var mı?

Validemizi sakinleştirmek için tebessüm etti ve kendini derin bir uykuya saldı.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) baştan başa çileli bir hayat yaşamıştı. O tam anlamıyla bir çile insanıydı. İşte Hira Mağarası’nda ilk vahiy... Ne garip bir korku ve ne harika bir huzurdu o gün hissettiği! Sonra görüntü değişti ve bir nefret fırtınası sarıverdi her yanı. Rüzgarın elleri; iftira, küfür ve hakaret kumlarını getirip O’nun yüzüne saçıverdi. İnsanlar.. kalpleri hakikate kapalı insanlar... Allah Resûlü, dudaklarında tebessüm, kalbinde hüzün, çölün dalga dalga uzanan kum tepelerinin ortasında yapayalnız. Sonra birdenbire karşısında beliren insan kalabalıklarına seslenişi:

- Ey insanlar! Allah’tan başka ilâh yok...

Birkaç sözcükten oluşan, kısa bir cümlecikti ağzından çıkan. Fakat dünyanın bütün karanlık güçlerini korkutmaya yetmişti. Hayatın her tarafını işgal eden maddi-mânevî putlar, bütün silâhlarını kuşanıp O’nun üzerine yürüdüler. Liderler, servetler, altınlar, şeytan ve şeytanın köleleri, ihtiraslar, münafık çehreler ve onun varlığından rahatsız olan ne kadar karanlık güç varsa, hepsi karşısında durdu. Birkaç sözcükten oluşan o kısa cümlecik, onları yok edecek kadar kuvvetliydi:

- Allah’tan başka ilâh yok...

Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) Hicret gecesi Mekke’deki evindeydi. Karanlıktı. Evin çevresini kuşatan kırk tane savaşçı onu öldürmek için gelmişlerdi. Yanında duran Hz. Ali’den o gece yatağında yatmasını istedi. Biraz sonra hiçbir şey olmamış gibi kapıyı açıp karanlıkta durdu. Günahın askerleri ellerindeki silâhlarla her tarafı tutmuşlardı. Yere eğilip bir avuç kum aldı ve onu düşmanların yüzlerine saçtı. Biraz sonra hepsi uyudu. Allah Resûlü, gecenin ortasında kuşatmayı delerek çıkmıştı. Allah’ın karşısında kim durabilirdi ki..!

Günler birbirini takip ediyor, yol bitmiyordu. Arap Yarımadası’nın çölleri ateş gibi kaynıyordu. Yorgun bedenler, çatlamış dudaklar ve gittikçe uzayan kum tepeleri...

Mekkeli müşrikler peşlerindeydi. Biraz sonra O (aleyhissalâtu vesselâm) ve arkadaşı Ebû Bekir’le birlikte karanlık bir mağaraya sığınıyorlardı. Silâhları yoktu. Düşmanınsa silâhı çoktu. Müşrikler mağaranın kapısına kadar gelmişlerdi. Aralarından biri başını uzatsa içeridekileri görecekti. Fakat Allah, bir güvercin gönderdi mağaraya. Güvercin derhal bir yuva kurdu kapısında ve yumurtalarının üzerine oturdu. Bir örümcek, hemencecik bir ağ ördü mağaranın ağzına. Allah Resûlü’nün silâhları işte bu güvercin ve o örümcekti sadece.

Müşrikler mağaranın kapısındaki güvercin ve örümceği görünce, burasının yıllardan beri ıssız olduğunu düşündüler ve dönüp gittiler. İnce örümcek ağları, müşriklerin kalın ve keskin kılıçlarına; güvercinin dayanıksız yumurtaları demir zırhlarına galip gelmişti. Böylece Allah Resûlü ve arkadaşı kurtulmuşlardı...

Nebiler Sultanı, Medine’ye giriyordu. Ensar, büyük bir coşkuyla onu karşılayıp gönüllerini açıyorlardı. Aile ve akrabalarının onu terk ettiği bir dönemde Medine halkı ona sahip çıkıyordu. O bir güneşti. Onlar da etrafını bir hâle gibi saran yıldızlar. O gün İslâm, kendi medeniyetini Medine’de kurmaya başlamıştı. Daha önce de o medeniyeti oluşturacak insanları yetiştirmişti.

Rahmet Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) kılıcını kuşanıp zırhını giymek ve savaşmak zorunda bırakılıyordu. Başka ne yapabilirdi? Karanlığın orduları, Allah Resûlü’nün kurduğu aydınlık dünyayı yok etmek için Medine’ye dayanmışlardı. Kılıca kılıçla karşılık vermekten başka çare yoktu. Şayet onlar bir gül yaprağı uzatsalardı, kendisi onlara gül bahçeleri sunacaktı.

Müslümanlarla müşrikler arasında kanlı savaşlar başlamıştı. Huneyn’de küfür ordularının sayısı Müslüman askerlerden kat kat üstündü. İki ordu tutuşunca müthiş bir toz bulutu koptu.. savaşçıların terleriyle kanları birbirine karıştı.. oklar uçuştu, kılıçlar çarpıştı.. ölüm, meydandaki bir çok savaşçının canını aldı. Müslümanlar bir ara sarsılır gibi oldular. Kâfirler tam kazandık derken, Allah Resûlü’nün sesi yankılandı meydanda:

- Ben Allah’ın Resûlü Muhammed’im!.. Ben Abdülmuttalib’in torunuyum.

Büyük Komutan (aleyhissalâtu vesselâm) düşman saflarına tek başına dalmıştı. Biraz sonra Müslüman ordusu toparlandı ve savaş zaferle noktalandı. Savaş bittikten sonra Allah Resûlü, savaşçılar arasında ganimetleri paylaştırmak için oturdu. Ensar dışındaki herkese verdi. Ensar’ın içinden yeni Müslüman olmuş ve henüz istenen olgunluğa erememiş bazı kimseler Allah Resûlü’nün kendilerini unuttuğunu düşündüler.

Bu yüzden büyük bir fitne çıkabilirdi. Fakat Allah Resûlü fetanet sahibiydi. Problemleri tereyağından kıl çekme rahatlığı içinde çözerdi. Ensar’ı özel bir yerde topladı ve onlara şu tarihi konuşmayı yaptı:

- Ey Ensar topluluğu! Duydum ki, gönlünüzde bana karşı bir kırgınlık varmış. Ey Ensar topluluğu! Bazı kişilere bir miktar dünyalık verdiysem, onlara İslâm’ı sevdirmek içindir. İnsan, imanının karşılığını dünyada almaz. Herkes evine deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Allah Resûlü’yle birlikte dönmek istemez misiniz? Allah’a yemin ederim ki, insanların hepsi bir vadiye, Ensar da başka bir vadiye gitse, ben hiç tereddüt etmeden Ensar’ın gittiği tarafa giderim. Şayet hicret meselesi olmasaydı, ben Ensar’dan biri olmayı ne kadar arzu ederdim. Allahım, Ensarı, çocuklarını ve torunlarını koru!..

Bu sözler karşısında ağlamayan tek fert kalmamıştı. Herkes hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve güçleri yettiği kadar da “Allah ve Resûlü bize yeter.. biz başka bir şey istemiyoruz..” diye mırıldanıyorlardı.

......

Efendiler Efendisi, Hz. Âişe validemizin sessiz ağlamalarıyla uyandı. Gözlerini açıp Hz. Aişe validemize baktı baktı... Başında şiddetli ağrılar vardı. Fakat onu üzmemek için dişini sıkıp belli etmemeye çalıştı. Gözlerinin içine baktı ve tebessüm etti. Sonra yeniden kapandı gözleri.

Nebiler Nebisi, yorucu savaşlardan sonra Mekke’ye giriyordu. Muhteşem bir gündü. İslâm ordusu, Mekke dağlarından şehre doğru karşı konulması imkânsız bir sel gibi gürül gürül akıyordu. On bin zırhlı ve silâhlı asker şehre giriyordu. Gözleri dışındaki bütün vücutları zırhlarla kaplıydı. Işık ordusunun kılıçları, güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu. Birlikler, arka arkaya resmi geçit yapıyorlardı. Okçular, piyadeler, süvariler; Ensar, Muhacirler ve hepsinin başında Nebiler Nebisi...

Bir gece vakti, en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir’le birlikte ayrıldığı Mekke’ye şimdi büyük bir orduyla giriyordu. O gün Onu öldürmek için ölüm avcılarını salan Mekke, bugün kendini ona teslim ediyordu. Allah Resûlü, savaşlar kazanmış büyük bir komutandı. Fakat her nimetin Allah’tan geldiğini hiçbir zaman unutmamıştı. Mekke’ye girerken tevazudan iki büklümdü. Başı neredeyse bineğinin semerine değiyordu.

Mekke halkı, bir araya toplanmış ağzından çıkacak idam fermanını bekliyordu. Rahmet Peygamberi onlara yaklaştı ve:

- Gidin, serbestsiniz... Bugün size herhangi bir kınama yok.. Allah sizi bağışlasın.. dedi.

Nebiler Nebisi, Kâbe’yi putlardan temizledi ve Hz. Bilâl’e ezan okuttu. Kâbe gerçek kimliğine kavuşmuştu. Bundan sonra Müslümanlar orada tek ilâh olan Allah’a ibadet edeceklerdi.

Allah Resûlü gözlerini açtı. Yanı başında kimsecikler yoktu bu kez. Ateşi yüksekti. Vücudunda dayanılmaz acılar vardı. Hz. Âişe validemize seslenip soğuk su istedi. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hanımları, ateşini düşürmek için vücuduna soğuk sular dökmeye başladılar. Nihayet ateş hafiflemişti. İnsanlara söylemediği bir şey kalmış mıydı acaba?!

Ümmetine her şeyi öğretmişti. Şayet insanlar “Kur’ân-ı Kerim ve Nebiler Sultanı’nın Sünneti”ne sarılırlarsa sapmayacaklardı.

Allah Resûlü, gözlerini kapadı ve tekrar derin bir uykuya daldı.

Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) Veda Haccı’nda yüz bini aşkın Sahabe’ye Allah’ı anlatıyor ve son sözlerini söylüyordu. O kutlu topluluğa dünyaya veda etme vaktinin yaklaştığını hissettiriyordu.

Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderiyordu. İnsanlara İslâm’ı öğretecekti. Allah Resûlü, Hz. Muaz’ın atının yularını tutup yürürken, son telkinlerde bulunuyordu:

- Öbür tarafta takva sahipleri benimle birlikte olacaklar.. Allah’ı sevenler ve Allah’tan korkanlar.

.....

Nebiler Nebisi bütün insanlık için rahmetti. Gerçek kardeşlik ve tevazuun sembolüydü. İnsanlığın gördüğü en büyük liderdi, fakat insanlardan bir insan gibi yaşamıştı. Çoğu kez Ashabına şöyle derdi:

- Ben Allah’ın kuluyum. Benden bahsederken “Allah’ın kulu ve Resûlü” deyin.

Ashabı, O’nu gördükleri zaman ayağa kalkarlardı. O ise kalkmamalarını söyler, boş bulduğu yere otururdu. Ashabıyla ilgilenir, dertlerini dinler, çözmeye çalışırdı. Çocuklarla oyun oynar, onları kucağına oturtur gönüllerini alırdı. Büyük-küçük ayırt etmeksizin herkesin davetine icabet ederdi. Bir kimsenin hasta olduğunu işittiğinde Medine’nin en ücra köşesinde bile olsa onu ziyarete giderdi.

Karşılaştığı insana önce kendisi selâm verirdi. Kendisi namaz kılarken derdi olan bir kimse geldiğinde namazı kısa keser, problemini çözdükten sonra tekrar namaza dönerdi. Toplumda en güler yüzlü insan O’ydu. En iyi kalpli, en cömert de.

Kendi işlerini kendisi görür, evde olduğu vakitlerde hanımlarına ev işlerinde yardım ederdi. Elbiselerini yıkar, yırtıklarını dikerdi. Koyunlarını kendisi sağar, ayakkabısını kendi elleriyle tamir ederdi. Mütevazıydı, hizmetçilerle yemek yer; fakir, muhtaç ve kimsesizlerin yardımına koşardı. Namaz kılarken torunları onun sırtına çıkar, onunla oyun oynarlardı. O da bunu hoş görüyle karşılardı.

Merhamet kanatları o kadar genişti ki, yalnızca insanları değil, hayvanları ve ağaçları da kuşatmıştı. Soğuktan kaçıp evine sığınan kediye kapısını açar, onu içeri alırdı. Hayvanları kendi elleriyle yedirir, içirir, temizler; hasta ve yaralı kuşları tedavi ederdi. Ağaçları da korurdu. Savaşa giden İslâm ordularına sıkı sıkı şöyle tembih ederdi:

- Çocukları, yaşlıları, kadınları, din adamlarını öldürmeyin. Evleri yıkmayın. Ağaçları kesmeyin..

Eline geçen malları Allah yolunda dağıtırdı. Çocukları, fakir ve dul kadınları yedirir, kendisi aç yatardı. Yarını için hiçbir şeyi biriktirmezdi. Öyle ki vefat ettiğinde, bütün Arap Yarımadası kendi yönetiminde bulunduğu hâlde, ailesi için satın aldığı yiyecek karşılığında zırhını bir Yahudi’nin yanında rehin bırakmıştı.

Efendiler Efendisi gözlerini açtı. Cebrâil (aleyhisselâm) baş ucunda durmuş, onu seyrediyordu. Hz. Cebrâil:
 

Selâm Sana ey Allah’ın Elçisi! dedi. Ölüm meleği huzuruna girmek için izin istiyor. O, daha önce hiç kimseden izin istemedi, bundan sonra da hiç kimseden istemeyecek. Allah, Sana iki seçenek sunuyor: dünya nimetleri arasında yaşamak veya kendisiyle buluşmak. Dilediğini seçebilirsin.

Kâinatın Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem):

- Yüceler Yücesi Dostu istiyorum... diye mırıldandı.

Cebrâil (aleyhisselâm), ölüm meleğine yol vermek için geri çekildi. Ölüm meleği Allah Resûlü’nün odasına girerken kanatlarını yerlere kadar serdi. Edeple eğilip, O’na selâm verdi...

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol