""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Hz.Süleyman (A.S)

HZ.SÜLEYMAN (A.S)

 1.Bölüm

Peygamberin kalbiyle Allah arasında hiçbir engel hiçbir perde yoktur. Ne mekân, ne de zaman bir peygamberin Allah’la irtibata geçmesine mani olamaz. Peygamber dua için ellerini açmayagörsün Allah onun duasını ellerini indirmeden kabul eder. Gönül, belli bir duruluğa ulaştığında, Allah’a giden yolu bulmuş sayılır. Böyle bir gönül için yollarda hiçbir engel yoktur. Ne mesafeler ne de zaman Allah’la irtibata engel olabilir.

Davud (aleyhisselâm) vefat edince yerine oğlu Hz. Süleyman geçti. Davud (aleyhisselâm) hem peygamber, hem de hükümdardı. Süleyman (aleyhisselâm) da öyle. Süleyman (aleyhisselâm) bir gün secdeye kapanıp şöyle dua etti:

- Allahım! Bana, hiç kimseye nasip olmayacak bir sultanlık ver.

Süleyman (aleyhisselâm) öyle bir hükümdarlık ve sultanlık istiyordu ki, Allah onun benzerini Kıyamet’e kadar kendisinden başka hiç kimseye vermesin. Allah, onun duasını kabul ederek uçsuz bucaksız bir devlet kurmasını sağladı.

Peygamberlik makamı, varlıklar arasında en üstün makam. Peygamberler arasında da derece farkı var. Onların en büyükleri ulu’l-azm diye isimlendirilir. O büyük peygamberler; Tufan Peygamberi Hz. Nuh (aleyhisselâm), Cenâb-ı Hakk’ın, kendisine Allah’ın dostu mânâsına “Halilullah” dediği Hz. İbrahim (aleyhisselâm), ölüleri Allah’ın izniyle dirilttiğinden “Ruhullah” dediği Hz. İsa (aleyhisselâm), Allah’la konuştuğundan “Kelîmullah” dediği Hz. Musa (aleyhisselâm), Allah’ın sevgilisi mânâsına “Habibullah” dediği Peygamberimiz Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)’dir.

Peygamberler arasındaki derece farkının yanı sıra her birine verilen mûcize de farklı. Peygamberin mûcizesi bazen dev bir tufan olur... Hz. Nuh’ta olduğu gibi. Bazen tesiri sonsuza kadar sürebilecek bir kitap olur... Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) indirilen Kur’ân-ı Kerim gibi.

Peygamberler arasındaki bu farklılıklara rağmen hepsinin de peygamberliğine inanmak Müslüman olmamızın bir şartıdır. Allah’ın çok sevdiği o peygamberleri bizim de çok sevmemiz gerekir.

Süleyman (aleyhisselâm) Hz. Davud’a varis olmuş, Allah’tan kendisine eşsiz bir hükümdarlık vermesini istemiş, Allah da onun duasını kabul etmişti. Hz. Süleyman, böyle bir saltanatı dünyaya düşkünlük veya makama olan tutkusundan dolayı istememişti. Kesinlikle böyle bir niyeti yoktu. Olması da düşünülemezdi. Çünkü o, bir peygamberdi ve hiçbir peygamberin içinde bu tür kötü duyguların bulunması mümkün değildi.

Süleyman (aleyhisselâm) böyle bir güç ve hükümdarlığı yeryüzünde karanlık güçlerle savaşmak, Allah’a kulluğu dünyanın her tarafına yaymak, yer ve göğü O’nun nuruyla doldurmak için istemişti. Süleyman (aleyhisselâm) babasından üç şeyi; sultanlık, peygamberlik ve hikmeti devralmıştı. İnsanlar arasında “Bilge Süleyman” lâkabıyla meşhur olmuştu. Böyle yüce bir insanın başka şekilde düşünmesi de imkânsızdı.

O, insanlar arasında adaletle hükmediyor, onlara şefkat ve merhametle muamele ediyor, problemlerini hikmetle çözüyordu. Hz. Süleyman’ın bilgeliği yalnızca insan türünü kapsamıyordu. İnsanın dışındaki kuşlar ve diğer hayvanları da içine alıyordu. Davud (aleyhisselâm) kuşların dilini anlamasına karşılık, Süleyman (aleyhisselâm) onlarla konuşuyor, onları değişik görevlerde kullanıyordu.

Davud (aleyhisselâm), Allah'ı tesbih ettiğinde dağlar, kuşlar ve vahşi hayvanlar da onunla birlikte tesbih ederdi. Rüzgâr bile onun sesini duyduğunda durup dinlerdi. Hâlbuki Hz. Süleyman vahşi hayvanlara istediği gibi emirler veriyor, rüzgârları hizmetinde kullanıyordu. Onun saltanatı o kadar genişlemişti ki, yalnızca insanları değil, hayvanları ve diğer tabiat güçlerini de kuşatmıştı.
2.Bölüm

Süleyman (aleyhisselâm) bilgeliği henüz genç bir delikanlıyken ortaya çıkmıştı. Bir gün iki kadın huzuruna girdi. Ellerinde bir bebek vardı. Her ikisi de bebeğin kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Hz. Süleyman, kadınlardan birinin gerçek anne, diğerinin ise yalancı anne olduğunu biliyordu. Düşündü ve gerçeği bulmanın tek yolunun annelerin yüreğini sınamaktan geçtiğine kanaat getirdi. Onlara şöyle bir öneride bulundu:

- Her ikiniz de bebeğin annesi olduğunuzu söylüyorsunuz. Öyleyse tek çözüm var. Bebeği iki eşit parçaya bölelim ve her birinize bir parçasını verelim...

Bunu duyan gerçek anne derhal çığlık attı:

- Ne olur yapmayın, onu bölerseniz ölür. Ben razıyım, bebeği ona verin.

Bu samimi sözleri duyan Süleyman (aleyhisselâm) bebeği gerçek anneye verdi ve şöyle dedi:

- Gerçek anne bu kadındır. Gerçek anne bebeğine hiçbir zararın dokunmasını istemez.

Yıllar geçtikçe Süleyman (aleyhisselâm) gelişti. Allah da onun hem ilim ve bilgeliğini hem de ülkesinin sınırlarını genişletti. Onun duasını kabul etmişti ve kendisinden sonra hiçbir peygamber ya da krala böylesi bir saltanatı nasip etmemişti. Cenâbı-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de Süleyman’dan (aleyhisselâm) bahsederken şöyle buyurur:

“Şüphesiz ki biz Davud ve Süleyman’a ilim verdik. Bu nimetimize karşılık onlar şöyle dediler: Bizi birçok mü’min kulu arasından seçerek bin bir türlü nimete mazhar kılan Allah’ımıza şükürler olsun. Davud vefat ettikten sonra Süleyman onun mirasını taşıma misyonunu yüklendi. İnsanların karşısına çıkarak şöyle hitap etti: Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi. Bunun yanısıra bize her şey verildi. Kuşkusuz bütün bunlar Allah’ın cömertlik denizinden ihsanlardır.”

Hz. Süleyman, bir karıncanın diğer bir karıncaya fısıltıyla söylediği sözleri işitebiliyordu. Üstelik o, karıncaya emir de verebiliyor, o da emri çarçabuk yerine getiriyordu.

Süleyman’ın (aleyhisselâm) ordusu, dünyanın en hayret verici ordusuydu. İnsanlık onun ordusu gibi bin bir türlü varlıktan meydana gelen bir ordu görmedi, görmeyecek de. Biz orduyu insanların oluşturduğunu biliriz. Hâlbuki Süleyman’ın (aleyhisselâm) ordusu karşı konulması imkânsız bir karışımdan oluşuyordu. Ordusunda insanlardan başka, cinler, kuşlar ve diğer hayvanlar da vardı.

Biz cinlerin Allah tarafından yaratılan varlıklar olduklarını biliyoruz. Bu varlıkların insanlar tarafından görülmesi imkânsızdır. Fakat Allah, Hz. Süleyman'a cinleri görme ve kendi hizmetinde çalıştırma gücü vermişti. Cinleri emri altına alıyor, ordusunda asker olarak kullanıyor, savaş zamanlarında onları cepheye sürüyor, barış zamanlarında da şehirlerin kurulmasında işçi olarak çalıştırıyordu. Cinler görünmez varlıklar olduğuna göre siz görünmez askerlerden meydana gelen bir ordunun ne denli ürpertici olabileceğini hayal edebilirsiniz sanırım. Böyle bir orduyla savaşmak ne mümkün!

Kuşlar da Hz. Süleyman’ın askerleriydi. Onlar modern ordularda istihbarat örgütlerinin yaptığı işi yapıyorlardı. Savaş sırasında istihbaratın en önemli görevlerden biri olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Ancak bu sayede düşmanın plânları, sayısı ve silâh kapasitesi öğrenilebilir. İşte Hz. Süleyman’ın ordusunda bu misyonu kuşlar yerine getiriyordu. Savaş esnasında düşman cephesine uçuyor, Hz. Süleyman’a onlarla ilgili en detaylı bilgileri getiriyorlardı.

Cin ve kuşların yanı sıra Allah, rüzgârları da Süleyman’ın (aleyhisselâm) emrine verdi. Rüzgârları istediği gibi kullanabiliyor, hattâ askerleriyle birlikte rüzgâra binip uçabiliyorlardı. Çağımızda rüzgârdan faydalanılarak uçaklar uçuruluyor. Hâlbuki Allah, Süleyman’a (aleyhisselâm) o dönemde rüzgârı kullanma güç ve tekniğini öğretmişti. Bu sayede Hz. Süleyman’ın ordusundaki askerler hiçbir insanın havada uçmayı hayal bile edemediği bir dönemde havadan hedeflerini vuruyorlardı.

Ordusunda cin ve kuşları asker olarak kullanmanın yanında Allah, Hz. Süleyman’a hiçbir peygamberine vermediği bir güç vermiştir. O da şeytanlara hükmetme gücü. Böyle bir güç aslında hiçbir insana müyesser olmamıştır, olamaz da. İyi cinler bile şeytanları kontrolleri altında tutamazlar. Fakat Cenâb-ı Hak Hz. Süleyman’a şeytanlara hükmetme, onları değişik işlerde çalıştırma, isyan ettiklerinde de zincire vurup cezalandırma güç ve bilgisini öğretmişti.

Süleyman’a (aleyhisselâm) verilen bu nimetler, daha fazla ibadet etmesine vesile oluyordu. Mukaddes Kitabımız Kur’ân-ı Kerim, Süleyman’ı (aleyhisselâm) şöyle anlatır: “Davud’a Süleyman’ı verdik. O ne güzel bir kuldu. Her zaman, her söz ve davranışıyla Allah’a yönelirdi.” Kur’ân-ı Kerim, Süleyman’ı (aleyhisselâm) “evvab” kelimesiyle ifade ediyor ki, namazları, oruçları, tesbihleri, gözyaşları, istiğfar ve sevgisiyle sürekli Allah’ın kapısını çalıp duran, devamlı surette Allah’a yönelen insan demektir.

3.Bölüm

İşte o muhteşem insan, bir savaş öncesi atları kontrol edip boyunlarını okşarken, ikindi namazının vakti az gecikir gibi olmuştu. Durumu fark eder etmez hemen secdeye kapandı, Rabbinden özür dileyip namazını kıldı. Sonra atların tekrar getirilmesini istedi. Bir taraftan onların yelelerini okşuyor diğer taraftan da tövbe edip Allah’tan af diliyordu. Yakında büyük bir savaş vardı ve atlar savaşın en önemli silâhlarındandı. Üstelik o, atların hastalıklarını da biliyor, onlarla kendi dilleriyle konuşup dertlerini dinliyor, dertlerine derman buluyordu. Atlar da onun emirlerine harfiyen uyuyorlardı.

Allah’ın Süleyman’a (aleyhisselâm) verdiği bir diğer nimet de bakır gibi sert madenleri eritme kabiliyetiydi. Allah, Davud’a (aleyhisselâm) da demiri yumuşatmış, ona değişik şekiller verebilme yeteneğini ihsan etmişti. Nitekim Hz. Süleyman hem savaş hem de barış zamanlarında eritilmiş bakırdan çok yararlandı. Savaşlarda bakırla demiri karıştırarak bronz madenini elde ediyor, onu da silâh üretiminde kullanıyordu. Bronzdan yapılan kılıçlar, kalkanlar, hançer ve mızraklar zamanın en güçlü silâhlarıydı. Barış zamanlarında ise bronzu bina yapımı ve alt yapı çalışmalarında kullanıyordu.

Allah, Süleyman’a (aleyhisselâm) büyük nimetler verip özel iltifatlara mazhar kıldı, bu doğru. Fakat onu imtihansız bırakmadı. Bu imtihanlar sayesinde insan kalbinin hangi madenden olduğu anlaşılır. İlâhi imtihanlar sonucunda kimin elmas ruhlu, kimin kömür ruhlu olduğu açığa çıkar. Büyük insanların imtihanları da büyük olur. İşte Cenâb-ı Allah da Hz. Süleyman’ı ağır bir hastalıkla imtihan etti.

Vücudunu öyle bir hastalık sardı ki ne insan ne de cin doktorlar ona bir çare bulamadılar. Kuşlar, dünyayı bir baştan bir başa dolaşarak ona çeşit çeşit otlar getirdiler, fakat nafile. Hastalık gün geçtikçe daha da şiddetleniyordu. Öyle ki tahtına cansız bir ceset gibi yığılıyor, görenler onun öldüğünü sanıyorlardı. Yorgundu, bitkindi, solgundu ve en önemlisi de çaresizdi. Süleyman (aleyhisselâm) uzun süre bu amansız hastalığın pençesinde kıvrandı durdu. Bu ağır hastalığına rağmen hiçbir zaman Allah’ı unutmadı. Şifanın tek kaynağının O olduğunu biliyordu. Bu yüzden hastalığın en zor dönemlerinde bile Allah’ı anmaktan, O’nu delicesine sevmekten ve O’ndan şifa ve mağfiret dilemekten bir an geri durmadı.

Ve bir gün... Süleyman’ın (aleyhisselâm) imtihanı bitti. Allah, bütün hastalıklarını iyileştirdi. Eski sağlığına kavuşturdu. Cenâb-ı Hak bu hastalıkla insan, cin ve bütün varlıklara bir ders vermek istemişti. Dünyanın en süper güçleri bile Allah’ın izni olmadıkça hiç kimseye şifa veremezdi.

O günden sonra Süleyman (aleyhisselâm) yeryüzünde eşi benzeri olmayan bir mâbet inşa etmeye karar verdi. Dünyanın her yerinden insanlar oraya gelip Tek Allah’a ibadet edeceklerdi. Mâbet aynı zamanda eşsiz bir sanat eseri olacaktı. İnşaat yerinde hummalı bir çalışma vardı.

Demircilerin çekiç sesleri kesilmeksizin her tarafta yankılanıyordu. Maden eritme makineleri yirmi dört saat çalışıyordu. Eritilmiş bronz, yüzlerce kanaldan akarak kumlara karışıyor, ustalar ortaya çıkan karışıma değişik şekiller veriyorlardı. Kapılar, pencereler ve mâbede giden yolun sağ ve solunu süslemek için sıralanan aslan, kaplan ve kuş heykelleri...

Mâbedin inşaatında on binlerce işçi çalışıyordu. Maden eritenler, kayaları kesip şekilden şekle sokanlar, bin bir çeşit süslerle taşlara hayat verenler, tahta parçalarını kesip yontanlar, altını eritip duvar ve tavanları örtmek için altın kaplama yapanlar...

Mâbedin inşaatında cinler de çalışıyorlardı. Mâbedin yapımında çalışan bütün işçi ve askerlere yemek pişirmek için dev kaplar yapıyorlardı. Hem ağır, hem de büyüktü. Örneğin su kapları o kadar genişti ki kocaman su havuzlarını andırıyordu. Bu hummalı faaliyetler devam ederken Süleyman (aleyhisselâm) da işçilerin arasında dolaşıyor, onların dertlerini dinleyip çareler buluyor... Ordusundaki kuş ve hayvanları kontrol ediyor, herkesin yerinde olup olmadığını araştırıyor, kayıp olanları hesaba çekerek nereye ve niçin gittiklerini soruşturuyordu.

Süleyman (aleyhisselâm) yalnızca insan, hayvan ve cinlerden oluşan ordusunun sorunlarını dinlemiyor, karıncaların bile fısıltısını işitip dertlerine kulak veriyor ve onları ezmemek için son derece hassas davranıyordu. Böyle muhteşem bir güce sahip olan krallar genellikle kibirli olur, burunları iki karış havada gezerler. Oysa Süleyman (aleyhisselâm) çok mütevazıydı. Her zaman tevazuyla yürür bütün bu saltanatın gerçek sahibinin Allah olduğunu düşünür, O’na şükrederdi.

Yine böyle bir günde dev ordusunun başında ilerlerken bir karıncanın arkadaşlarına şöyle dediğini duydu:

- Ey karınca topluluğu, derhal evlerinize girin. Yoksa Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi ezecekler.

Hz. Süleyman karıncanın sözlerini duyunca tebessüm etti. Karıncanın kendisinden korkmasına tebessüm etti. O bir peygamberdi ve en önemli mesajı şefkat ve merhametti. Dünyanın en haşmetli ordusuna sahip olsa bile yoluna çıkan en küçük varlıklara dahi merhametle davranmak onun kişiliğinin temelini oluşturuyordu. O yürürken her zaman, karınca gibi küçük canlılara zarar vermemeye özen gösterirdi.

Hz. Süleyman, kendisine karıncanın sesini işitme, konuşmalarını anlama nimetini veren Cenâb-ı Hakka şükretti. Böyle bir nimete mazhar olmasaydı karıncaları göremeyecek, bunun sonucunda bilmeden birçok cinayete neden olacaktı. Bu da O’nun ince ruhunda ne kadar derin yaralar bırakacaktı.

Süleyman (aleyhisselâm) dünyanın en zengin insanıydı. Muhteşem saraylarını dünyanın değişik yerlerinden getirttiği malzemelerle yaptırmıştı. Kimisinde etrafa mis kokular saçan çam ağaçlarını kullanmış, kimisinin zeminini altın külçelerle döşemiş, kimisini de kristalden yaptırmıştı. Oturduğu tahtın güzelliğine gelince, ne siz sorun ne ben söyleyeyim.. Tam anlamıyla bir sanat harikası. Saf altın ve nadir mücevherlerden yapılmıştı.

Dünyanın en görkemli sarayları onundu. Elmas, inci, altın, yakut gibi mücevherlerle süslenmiş elbiseler giyerdi. Fakat her şeye rağmen Allah’ın huzurunda son derece mütevazı; insanların önünde olabildiğince alçak gönüllüydü. Öyle ki, pırıl pırıl parlayan kıyafetleriyle halkın karşısına çıktığında onlara şöyle derdi:

- Bahçedeki herhangi bir çiçeğin elbisesi Kral Süleyman’ın elbisesinden yüzlerce kat daha güzeldir.

Ne güzel dersler veriyordu halkına. Evet çiçeği yaratıp, özenle ona şekil ve renk veren Allah’tır. Oysa insanın elbisesini yapan yine insanın kendisidir. Allah’ın sanatı, insanın sanatından binlerce kat daha mükemmel değil midir? Allah’ın sanatındaki güzellik ne muhteşem, incelik ne harika, mükemmellik ne büyüleyici!.. Ağaçların giydiği elbiseler bile Süleyman’ınkinden daha güzeldi. Evet, tevazu kanatlarını yerlere kadar seren kral peygamber Süleyman (aleyhisselâm) halkına böyle dedikten sonra secdeye kapanıyordu. Tıpkı babası Hz. Davud gibi. Allah’ı öyle tesbih ediyordu ki çoğu zaman kendinden geçiyor, yanık sesiyle yüreğindeki Allah aşkını en güzel nağmelerle terennüm ediyordu.
4.Bölüm

Ve bir gün...

Süleyman (aleyhisselâm) ordusuna hazır olma emri verdi. Ardından askerleri teftiş etmeye başladı. İnsan topluluğuna uğradığında her şeyin mükemmel olduğunu gördü. Üst düzey komutan ve subayları bir araya toplayarak emirlerini bildirdi. Akabinde, cinlerin arasına girerek komutanlarına çeşitli talimatlar verdi. Bu sırada tembelce hareket eden bir askerin de hapsedilmesini emretti.

Daha sonra hayvanların arasına girdi. Yeterince beslenip beslenmediklerini, iyice dinlenip dinlenmediklerini, yemek vakitleri hususunda herhangi bir şikâyetleri olup olmadığını sordu. Hastaları da özel tedavi altına aldı. Her şeyin yolunda yürüdüğünü gördükten sonra kuşların bulunduğu dev çadıra girdi. İçeri girer girmez etrafa hızlıca bir göz attı ve hemen Hüdhüd kuşunun olmadığını fark etti. Hüdhüd’ün belirli bir mekânı vardı ve Süleyman (aleyhisselâm) her teftişte onu orada görürdü. Çadırın tavana yakın yüksekçe bir noktasında. Şimdi ise hüdhüd yerinde yoktu ve belli ki izinsiz ayrılmıştı. Birden bire Süleyman’ın (aleyhisselâm) yüz ifadesi değişti ve çevresindekilere sordu:

- Hüdhüdü göremiyorum, nerededir?

Kuşların hepsi sustu. Komutanlarının konuşmasını beklediler. Süleyman (aleyhisselâm), bütün kuşları teker teker süzdü. Gözlerinden hüdhüdün orada olmadığını ve hiç kimsenin yerini bilmediğini anladı. Süleyman (aleyhisselâm) sert bir eda ile sordu:

- O burada yok mu?

Cesaretini toplamayı başarabilen küçük bir serçe kuşu titrek bir sesle şöyle cevap verdi:

- Yüce efendimiz... Dün hüdhüdle birlikte bir keşif uçuşuna çıkacaktım. Devriye sorumlusu oydu. Fakat gelmeyince ben de çıkamadım.

Kuş bu sözleri söylerken korkudan titriyordu. Süleyman (aleyhisselâm) hüdhüdün hiç kimseye haber vermeden, kimseden izin almadan, dahası nereye gittiğini bildirmeden karargâhtan ayrıldığını anlayınca sert bir ses tonuyla şöyle dedi:

- Şayet bana makul bir nedenle gelmezse ona müthiş bir ceza vereceğim ya da onu keseceğim!

Kuşlar, bu sefer Süleyman (aleyhisselâm) gerçekten kızdığını anlamışlardı. Hüdhüdü ağır bir cezaya çarptıracak veya kesecekti. İçine düştüğü bu problemden çıkmak için tek bir yol vardı. Ortadan kayboluşunu haklı kılacak güçlü bir gerekçe. Meselâ çadırda bulunmaktan daha önemli sayılacak bir görev uçuşu gibi.

Hz. Süleyman’ın gazabı, yürekleri sarsacak kadar büyüktü. Kuşkusuz o çok merhametli bir insandı. Fakat celâllandığı zaman hak için kızardı. Sözlerini uygulayacak gücü de vardı. Serçe kuşu, Süleyman’ın (aleyhisselâm) celâli karşısında korkudan tir tir titriyordu. Onun bu hâlini gören Hz. Süleyman eliyle başını okşamaya başlayınca, kuşun bütün korkusu buharlaşıp uçtu. Kendi kendine:

- Hüdhüd nerdesin? Ah, Süleyman’ın (aleyhisselâm) senin için söylediklerini bir duysan! dedi.

Hz. Süleyman kuş topluluklarının bulunduğu çadırdan çıkıp sarayına yöneldi. Hüdhüdün yokluğu zihnini meşgul etmişti. Hüdhüd istihbarat teşkilatındandı. Acaba gizli bir görev için mi ortadan kaybolmuştu, yoksa başka bir şey için mi? Çok geçmeden hüdhüd kuşu karargâha döndü. Kuşlar telâşlı bir şekilde:

- Neredeydin? Neredeydin? diye bağırmaya başladılar.

Uzun yoldan geldiği için nefes nefese kalan hüdhüd heyecanla cevap verdi:

- Ne oldu? Bu telâş da ne? Neyiniz var?

Kuşlar ona:

- Senin gündüzün, karganın kara tüyünden daha karanlık... Süleyman Efendimiz az önce buradaydı. Seni göremeyince çok celâllendi ve seni cezalandıracağını veyahut keseceğini söyledi.

Korkuyla sarsılan hüdhüd onlara şöyle dedi:

- Ne diyorsunuz siz.. Süleyman Efendimiz benim o sırada oyun oynadığımı mı sandı acaba! Hayır, ben gizli bir görev için çıkmıştım!

Bunun üzerine kuşlar:

- Öyleyse vakit kaybetmeden Efendimize uç git. Kaçtığını sanmasın...

Hüdhüd kuşu bu sözleri duyar duymaz mazeretini arz etmek için hemen Süleyman’ın (aleyhisselâm) sarayına uçtu. Masasına oturmuş yemek yiyordu. Masaya yakın bir noktaya konarak Süleyman’ın (aleyhisselâm) soru sormasına fırsat vermeden konuşmaya başladı. Bu davranışıyla suçsuz olduğunu göstermek istiyordu. Söze şöyle başladı:

- Efendimiz... Sizin bilmediğiniz bir şey öğrendim ve size Sebe ülkesinden gözlerimle gördüğüm bir bilgi getirdim.

Hüdhüdün üslûbu küstahçaydı. Öyle ya zavallı bir hüdhüd Süleyman’ın (aleyhisselâm) karşısına geçip “Ben senin bilmediğin bir şey biliyorum.. sana Sebe Krallığı’ndan son derece önemli bir haber getirdim.” de ne demekti!

Fakat Süleyman (aleyhisselâm), hüdhüdün sözlerini bitirmesini bekledi. Hüdhüd şöyle devam etti:

- Krallığın başında bir kadın var. Yani Sebe halkı bir kraliçe tarafından idare ediliyor. Öyle zengin ki, her şeyi var. Hele bir tahtı var ki sormayın... görkemli mi görkemli. Kraliçe, halkıyla beraber Güneş’e tapıyorlar. Şeytan onları aldatmış. Yaptıkları çirkin şeyleri güzel göstermiş. Onları doğru yoldan uzaklaştırmış. Şimdi onlar özlerini kaybetmiş bir vaziyette yaşıyorlar ve doğru yolu bulamıyorlar. Allah’ın yarattığı bir varlığa ilâh diye tapıyorlar.

Hüdhüd soluklanmak için biraz sustu. İnandırıcı olmak ve hata etmemek için kelimeleri özenle seçtiği Süleyman (aleyhisselâm) gözünden kaçmamıştı. Sözlerini Hz. Süleyman’ın halka her zaman söylediği cümlelerle bitirdi:

- Göklerde ve yerde saklı olan her şeyi açığa çıkaran.. gizli ve açık her şeylerini bilen Allah’a nasıl secde etmezler?! O Allah ki Ondan başka ilâh yoktur ve O en büyük tahtın sahibidir...

Hüdhüd, Süleyman’ın (aleyhisselâm) her zaman tekrar ettiği sözleri söylerken belli ki son bir gayretle onun kalbini yumuşatmaya, doğru söylediğine ikna etmeye çalışıyordu. Hz. Süleyman tebessüm ederek şöyle dedi:

- Doğru mu, yalan mı söylediğini yakında anlarız...

Hüdhüd “Yüce Peygamberimiz, gerçekten yalan söylemiyorum.” demek istediyse de, Süleyman’ın (aleyhisselâm) sustuğunu görünce korktu ve onu daha fazla celâllandırmamak için sesini kesti. Hz. Süleyman düşünüyordu. Bir karara varmaya çalışıyordu. Başını kaldırdı ve yardımcılarından derhal bir kağıt-kalem getirmelerini istedi. Hızlı bir şekilde yazdığı mektubu katladıktan sonra hüdhüde uzatarak ona şu emri verdi:

- Bu mektubu kraliçenin sarayına götür. Onu, odasının penceresinden içeri bırak. Sonra bir köşede saklanarak mektuba nasıl bir tepki göstereceklerini takip et. Sonra olanları bana anlatmak için geri gel.

Hüdhüd gagasıyla mektubu tutarken kellesini kurtardığına inanamamıştı. Kanatlanıp uçtu ve gözlerden kayboldu. Birkaç saat geçtikten sonra Süleyman’ın (aleyhisselâm) huzuruna dönerek gördüklerini, duyduklarını teker teker anlatmaya başladı:

- Sebe krallığına vardığımda mektubunuzu kraliçenin yatak odasına bıraktım. Kraliçe onu okuyunca kaşlarını çattı ve çarçabuk devlet ricalinin toplanmasını emretti. Meclis toplandığında ben tavandaki nakışlar arasında kimsenin göremeyeceği bir noktada durmuş konuşmaları dinliyordum. Kraliçenin isminin Belkıs olduğunu öğrendim.

Belkıs, vezirlerine:

- Bana çok değerli bir mektup bırakılmış. Süleyman’dan geliyor. Süleyman mektubuna, Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle başlayarak hiçbir şekilde gurur ve kibre kapılmadan huzuruna gidip teslim olmamızı, Müslüman olmamız istiyor, dedi.

Mektupta aynen bunlar yazıyordu. Kraliçe vezirlerine:

- Bana görüşlerinizi söyleyin. Siz de biliyorsunuz ki bugüne kadar size danışmadan hiçbir konuda karar vermedim, dedi.

Vezirler ona:

- Biz çok güçlü bir krallığız. Savaşabiliriz, fakat ondan önce sizin görüş ve emirlerinizi bekliyoruz. Siz ne emrederseniz ona uyarız, şeklinde karşılık verdiler.

Kraliçe biraz düşündükten sonra:

- Acele etmeyelim. Şimdilik savaşa gerek yok. Zaten Süleyman’ın gücünü de bilmiyoruz. Ülkesini tanıyabilmek için ona bir hediye gönderelim. Hediyeyi götüren elçimiz döndüğünde bize gördüklerini anlatır. O zaman güçlerimiz arasında bir mukayese yapma imkânı bulmuş oluruz. Savaşın nasıl sonuçlar doğuracağını, lehimize mi aleyhimize mi sonuçlanacağını da kestirebiliriz belki.

Hüdhüd sözlerini bitirince Süleyman (aleyhisselâm) ona şöyle dedi:

- Sen çadırına gidebilirsin.

Birkaç gün geçmeden Belkıs’ın hediyesi varmıştı. Hediyeyi onun vezirlerinden biri getirmişti. Beraberindeki heyette devletin önde gelen simaları da vardı. Asıl niyetleri Süleyman’ın (aleyhisselâm) gücünü ölçmekti. Hz. Süleyman’ın güç gösterisi yapmaya ihtiyacı yoktu. Her şey ortadaydı ve kendisi de gayet tabii davranıyordu. Misafirler, bu ülkede daha önce hiçbir yerde görmedikleri şeyler gördüler. Dünyada hiçbir gücün karşı koyamayacağı müthiş bir ordu gördüler.

Belkıs’ın hediyesini Süleyman’a (aleyhisselâm) sundular. Kızıl yakut, yeşil zümrüt ve mavi renkli firuze mücevherlerle süslü büyük altın bir tepsiydi bu. Süleyman (aleyhisselâm) hediyeye bakıp kaşlarını çattı. Huzuruna, emrettiği şekilde Müslüman olarak geleceklerine altın bir tepsi getirmişlerdi. Onun altına ihtiyacı yoktu ki. O kadar zengindi ki saraylarının zeminlerini altın kerpiçlerle döşüyordu. Sebeliler ne yaptıklarını sanıyorlardı? Altın bir tepsiyle onu kandıracaklarını mı düşünüyorlardı?

Süleyman (aleyhisselâm) ayağa kalkarak Belkıs’ın elçilerine hediyelerini kabul etmeyeceğini söyledi. Ya güneşe tapmaktan vazgeçer Müslüman olurlardı veya karşı koymaları imkânsîz dev ordusunun beklerlerdi. Fakat askerleriyle gelecek olursa onları rezil rüsvay ederek ülkelerinden çıkaracaktı.

Günlerden bir gün... Süleyman (aleyhisselâm) vezirleriyle birlikte oturuyordu. Onlara şöyle dedi:

- Belkıs ve halkı Müslüman olarak buraya varmadan kim bana Belkıs’ın tahtını getirebilir?

Cinlerin alimlerinden biri söz isteyerek konuştu:

- Sen bu meclisten ayrılmadan onu buraya getireceğim. Bunu başarabilecek güçteyim. Bana güvenebilirsin.

Hz. Süleyman o meclisten iki saat sonra kalkıyordu. Cin alimi onu bir saat zarfında getirecekti. Süleyman (aleyhisselâm) sustu ve başka kimselerin söz almasını bekledi. Kitap ilmine sahip bir vezir söz alarak şöyle dedi:

- Göz açıp kapayıncaya kadar ben sana onu getirmiş olacağım.

Süleyman (aleyhisselâm) göz kapaklarını kapadı. Açar açmaz Belkıs’ın tahtını karşısında buldu. Hz. Süleyman, Allah’ın kendisine ihsan ettiği bu nimetin ne denli büyük olduğunu düşündü. Evet, adamlarından biri göz açıp kapayıncaya kadar, ta Yemen’den Filistin’e bir tahtı getirebiliyordu. Yüreği minnet hissiyle doldu ve etrafındakilere şöyle dedi:

- Kuşkusuz bütün bunlar Rabbimin bir ihsanı. Rabbim beni sınamak istiyor. Şükür mü edeceğim, nankörlük mü, görmek istiyor. Şüphe yok ki kim şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Şayet nankörlük ederse, zaten Rabbimin onun şükrüne ihtiyacı yok.

Süleyman (aleyhisselâm), Belkıs’ın tahtı üzerinde bazı değişiklikler yapılmasını istedi. Taht, saf altındı süsleri ise elmas, yakut, zümrüt gibi değerli mücevherlerle süslenmişti. Tahtta yapılacak ufak tefek değişikliklerle Süleyman (aleyhisselâm), sarayına gelecek olan Belkıs’ı sınamak istiyordu. Gerçekten tahtını tanıyabilecek miydi?

Nihayet Belkıs Hz. Süleyman’ın sarayına girdi. Ona:

- Bu senin tahtın mı? Dediklerinde, o:

- Sanki o, diye cevap verdi.

Dehşete düşmüştü. Kendi tahtına benziyordu, fakat tahtı olamazdı. Kendisinden önce Yemen’den buraya gelmiş olabilir miydi? Hem değişmişti. Sırf bu değişiklikleri yapmak bile uzun aylar isterdi. Bunca şey ne zaman meydana gelmişti? Hz. Süleyman, ona Allah’a giden yolu göstermeyi istiyordu. Sebe halkı, kendilerini ilim ve teknolojide yer yüzünün en ileri milleti sanıyorlardı. Şimdi ise kendilerinin ne kadar geride kalmış olduklarını görüyorlardı.

Süleyman (aleyhisselâm), Belkıs’ı misafir etmek için muhteşem bir saray yaptırmıştı. Bu sarayın zeminini pahalı, sert ve oldukça şeffaf kristalden döşetmişti. Zeminin altında da su havuzları vardı. Kristalin üzerinde yürüyenler göz alıcı renkleriyle suda yüzen balıkları, oynaşan deniz bitkilerini görebiliyorlardı. Kristaller o kadar berrak ve ışıl ışıldı ki görünmeleri imkânsızdı.

Belkıs sarayın kapısına varınca suları gördü, fakat cam zemini fark edemedi. Suya girdiğini zannetti. Eteklerini ıslatmamak için hafifçe yukarı çekti. Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm) tebessüm ederek şöyle dedi:

- Bu sarayın zemini şeffaf camdan yapılmıştır.

Belkıs zeki bir kadındı. Dünyanın en büyük sultanı ve Allah’ın gönderdiği bir yüce peygamberle karşı karşıya olduğunu anladı ve şöyle dedi:

- Yücelerden Yüce Rabbim! Kuşkusuz ben bugüne kadar kendime zulmetmişim. Fakat şimdi Hz. Süleyman’ın karşısında bütün Âlemlerin Rabbi olan Allah’a inandım.

Belkıs iman etmiş, Müslüman olmuştu.

Süleyman (aleyhisselâm), ömrü boyunca her yanıyla zirve bir hayat yaşamıştı. Vefatı bile bir mûcizeydi. Bir gün ibadet için ayırdığı özel bölmesine girdi. Asasına dayandı ve namaza durdu. Takdir bu ya, Allah, o hâldeyken vefat etmesini istedi. Bir süre vefat etmiş olduğu hâlde o vaziyette kaldı. Hiç kimse onun öldüğünü fark etmemişti. Cinler bile onun hâlâ canlı olduğunu düşünerek çalışmaya devam ediyorlardı.

Ve bir gün... Süleyman’ın (aleyhisselâm) odasına tahta yiyen bir karınca girdi. Ondan asasını kemirmek için izin istedi. Cevap alamayınca yemeğe başladı. Çok acıkmıştı.

Derken... Süleyman’ın (aleyhisselâm) cansız vücudunun dengesi bozuldu ve yere düştü. İnsanlar, cinlerin gaybı bildiklerini sanıyorlardı. Hâlbuki Hz. Süleyman’ın vefatını fark edememişlerdi. Aksi taktirde gururlarını kıran onca mihnetli işkenceye katlanmaz, anında kaçarlardı. Zaten onun vefat ettiğini anlayınca da her şeyi terk edip gittiler.

Hz. Süleyman vefat etmişti. Son nefesini Allah’ın huzurunda vermişti. Sema ağlamıştı vefatına. Yer ağlamıştı. İnsanlar, kuşlar ağlamıştı. Karıncalar bile ağlamıştı.



Hz. Süleyman (A.S.)

 

İbrânice Şlomo (Salomon). Hz. Davud'un oğlu, O'ndan hemen sonra İsrail oğullarının peygamberi "akl-ı selim" ve "nazik" manalarına gelen "selim"in eş anlamlısı.

Kitab-ı Mukaddes'e göre Hz. Süleyman, israiloğullarının icraatlar yapmış büyük peygamber ve hükümdardır. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman'ın bir İsrailoğulları peygamberi olduğunu açıklarken; Hıristiyanların mukaddes kitabı İncile göre O, bir İsrail kralıdır. Devrinin en önemli hadisesi, Ken'anlıların kesin olarak itaat altına alınmasıdır. Bundan ayrı olarak Hz. Süleyman memleketini 12 eyalete ayırarak her birine birer vali tayin etmiş; böylece ülkenin daha iyi idaresini sağlamıştır. 12 eyalet olmasının sebebi her bölgeye yılda bir ay devlete karşı mükellefiyetler koymasındandır.

Hz. Süleyman, saltanatlı ve azametli bir peygamberdir. O'nun krallığı bu günkü Filistin, Ürdün'ün tamamı ve Suriye'nin bir kısmını içine almakta idi. Hz. Süleyman'ın eserleri arasında, memleketin savunması için inşa ettirdiklerini ilk sırada saymak lâzımdır. Asker sevki için seçilen kilit noktalarda yaptırılan istihkâmlar bu bakımdan çok önemlidir.

Hz. Süleyman'ın en mühim eseri , Siyon dağı'na inşa ettirdiği Mâbed'tir. Babası Hz. Davud zamanında aynı yerde yalnız bir çadır vardı ve bu çadıra Tâbutül-ahd (Ahid sandığı) konulmuştu. Süleyman Mâbedi veya sadece Mâbed denilen yapının bugün temel duvarlarından bir bölümü kalmıştır. Ağlama duvarı olarak isimlendirilen kısım da bu temeldir. Süleyman Mâbed'i, Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlarca mukaddes sayılmaktadır. Hz. Süleyman, Sur kralı Hiram ve Mısır Firavunuyla dostluk kurduğu için, her iki ülke ile ticari ve kültürel münasebetlere girişmiştir. Böylece yabancı kültür ve müesseseler israiloğulları arasına da girmeğe başlamıştır. Nitekim o tarihten sonra Kudüs'te hem yabancı mallar satılmaya başlanmış; hem de yabancı hükümdarlar Hz. Süleyman'ı ziyarete gelmişlerdir. Bu konuyu vurgulayan Kitab-ı Mukaddes (Tevrat, I. Krallar, X, 22). Hz. Süleyman'ın büyük bir deniz ticaret filosu kurduğunu zikreder.

İsrailoğulları Hz. Süleyman zamanında sosyal ve medenî açıdan en üst düzeyde bir gelişme sergilemişlerdir. Tarihçiler Hz. Süleymanı âlim, imarcı ve saltanat seven bir kişi olarak tasvir eder (A. Refik, Tarih-i Umumi, İstanbul 1328, I, 266). Hz. Süleyman, babasından devraldığı büyük devleti daha da güçlendirerek, idaresi altındaki bütün toprakları askerî açıdan kontrol altına almayı başarmıştır.

Hz. Süleyman'ın hayatı ve faaliyetleriyle ilgili bilgileri daha çok Tevrat ve Kur'ân'da bulmaktayız. Kur'ân-ı Kerim dışındaki kaynaklarda O'nun hayatı hakkında efsanevî nakillere rastlanmaktadır. Gerçek bilgilerle bu esâtirî nakilleri birbirinden ayırmak oldukça zordur.

Hz. Süleyman, tahta çıkar çıkmaz öncelikle kendisine karşı olanları etkisiz hale getirmiş; yakın dostları ve güvendiği kişilere askerî, idarî ve dinî görevler vermiştir. Hz. Süleyman'ın kurduğu devletin temeli daha ziyade ticarete dayanmaktadır. Bundan dolayıdır ki, çevresindeki devletlerden bazıları O'nunla ticaret ortaklıkları kurmuşlardır. Hz. Süleyman özellikle başkent Kudüs için büyük çapta harcamalara girişmiş; burada bir sur, Millo adı verilen bir bina ve meşhur Kudüs Mâbedi'ni yaptırmıştır. Bu Mâbet zamanla Yahudiliğin ve ilk dönem Hıristiyanlığının tek dinî merkezi durumuna gelerek, fiziki yapısının ötesinde bir önem kazanmıştır. Diğer taraftan Hz. Süleyman zamanında gelişen milletler arası ticaret ağı, İsrailoğulları arasında fikrî ve dini açıdan evrensellik anlayışının doğmasını sağlamıştır (Bertholet, Wörterbuch der Religionen, Stuttgart 1962, s. 482).

Hz. Süleyman'ın hakîm ve şair yönü de meşhurdur. Kitab-ı Mukaddes (Tevrat)'de 31 babtan meydana gelen Süleyman'ın Meselleri'nin O'na ait olduğu Yahudi kaynaklarında zikredilir. Bu bölümde Hz. Süleyman'ın hikmetli sözlerinden örnekler bulunmaktadır: "Rab korkusu bilginin başlangıcıdır"; "Sefihler ise hikmet ve terbiyeyi hor görürler" (I. bab, 7. cümle). Bunun yanı sıra, yine Kitab-ı Mukaddes (Tevrat)'de 8 babtan meydana gelen ve O'nun yazdığı iddia edilen Neşidelerin Neşidesi bölümünde, bir peygambere hiç de yakışmayacak aşk ve harem hayatından bahseden cümleler vardır. Bunlar da Tevrat'ın tahrife uğradığını açık seçik göstermektedir. Neşidelerin Neşidesi baştan sona okununca bu cümlelerin bir peygamber ağzından çıkmayacağını dindar yahudiler dahi kolayca kabul edebilir. Saydıklarımızdan ayrı olarak Yahudi mezheplerinden Ferisiliği desteklemek için Süleyman'ın Mezmurları adıyla uydurulmuş 18 Mezmur daha vardır. Bunlar Tevrat'a alınmamıştır. Tevrat'taki Mezmurlar O'nun babası Hz. Davud'undur.

Hıristiyan literatüründe Hz. İsa'nın "Davud oğlu" diye anılması, O'nun yalnızca Hz. Davud neslinden geldiğini belirtmek için değildir. Hz. İsa'nın aynı zamanda, Hz. Süleyman gibi insanlar ve cinlere hükmeden gerçek bir "Davud oğlu Süleyman" olduğunu vurgulamak içindir (Ana Brit. XX,169). Arap tarihçileri Hz. Süleyman'ın ihtişamlı şahsiyetini, O'nun sihir ve kehanetteki fevkalâde üstünlüklerini, en karmaşık problemleri keskin zekâsıyla çözüşünü vb. fetanetini anlatmak için müstakil eserler yazmışlardır. Kur'ân-ı Kerim ve İslâm kaynaklarının Hz. Süleyman hakkında verdiği bilgiler Divan edebiyatına da ilham kaynağı olmuştur. Süleymannâme ve Kitab-ı Süleyman, O'nun dini destanî hayatını konu edinen değerli eserlerden sadece ikisidir.

Arap ve Süryani yazılarının icadını Hz. Süleyman'a isnat edenler bulunduğu gibi; Arapça bir çok sihir kitabını O'nun yazdığını iddia edenler de vardır. Hz. Süleyman'la ilgili efsanelerdeki İran tesiri, O'nun Çemşid'le mukayese edilmesine zemin hazırlamıştır (J. Walker, XI,174). Hz. Süleyman'ın mezarı belli değildir. Ancak Kubbetü's-sahrâ (Kudüs) veya Taberiye gölü yakınında bulunduğunu bazı eserler zikretmektedir.

Hz. Süleyman'la ilgili en sağlam bilgiler şüphesiz Kur'ân-ı Kerim'de mevcuttur. Kur'ân'da, Hz. Süleyman'ın ismi çok geçer. Kur'ân O'ndan Allah'ın gerçek bir rasulû, bir nebi ve peygamberlerin bir numunesi olarak söz ederken, kendisine has meziyetlerini de açıklar. Cenab-ı Hakk'ın zaman ve şartlar gereği her peygamberine ihsan ettiği mucizelerden farklı olarak Hz. Süleyman'a da verdiği bir takım mucizeleri vardır. Kur'ân, öncelikle Hz. Süleyman'ın asla kâfir olmadığını (el-Bakara, 2/102) vurgulamakta ve Allah'ın O'na vahyettiğini açıklamaktadır (en-Nisa, 4/163). Kur'ân'ın bir diğer ayetinde (el-En'am, 6/84). Hz. Süleyman'ın hidayet ve nübüvvete kavuşturulduğu; adaleti tatbik konusunda babasını dahi geçtiği (el-Enbiya, 21/78, 79); kendisine ilim verildiği (en-Neml, 27/15); kuşların dilini anladığı (en-Neml, 27/16); cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular topladığı (en-Neml, 27/17) bildirilmektedir. Hz. Süleyman'ın en önemli hizmetlerinden biri, Sebâ Melikesinin O'nun maiyyetinde müslüman oluşudur (en-Neml, 27/44). Rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine verildiği; erimiş bakır madenlerinin O'nun için sel gibi akıtıldığı; cinlerden bir kısmının O'nun emrinde çalıştığı (es-Sebe', 34/12) yine Kur'ân'dan öğrendiğimiz hususlardır. Hz. Süleyman'ın daima Allah'a yöneldiğini (Sa'd, 38/30); imtihan edilmesi üzerine Rabbından bağışlanma dileğinde bulunduğunu ve kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlığı Rabbından istediğini (Sa'd, 38/34-35) Kur'ân bize haber vermektedir.

Kur'ân-ı Kerim'den hayat hikâyesini oldukça ayrıntılı bir şekilde öğrendiğimiz Hz. Süleymanın, özellikle Tevrat ve Yahudi kaynaklarında farklı anlatılışı dikkat çekmektedir. Kur'ân-ı Kerim Hz. Süleyman'ın bu yük saltanat ve güçlerini büyülerle elde ettiği yolundaki Tevrat (I Krallar ve II. Krallar)'dan kaynaklanan isnadı şiddetle reddeder. Bir diğer husus da şudur: Hz. Davud ve oğlu Hz. Süleyman, bir kavmin çobansız kalan sürüsünün geceleyin başkasına ait bir arazide yayılması üzerine, ortaya çıkan zararla ilgili olarak hüküm vermek durumunda kalmışlardır. Bu meselede Hz. Süleyman'ın hükmü babasının verdiği hükümden daha isabetli olmuştur. Bu önemli hadiseye Kitab-ı Mukaddes ve Yahudi kaynakları yer vermediği halde; bu konuda da doyurucu bilgileri ancak Kur'ân tefsirlerinden almaktayız.

Yine Kur'ân-ı Kerim, Hz. Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular topladığını (en-Neml, 27/17) açıkladığı halde, gerek Tevrat, gerekse İncil bu konuya hiç temas etmemiştir. Kur'ân dışında hadiseyi ayrıntılı bir şekilde ancak Talmud ve hahamlara ait rivayetler ele almıştır. Ayni şekilde Hz. Süleyman'a kuş ve hayvan dillerinin öğretilmiş olduğuna dair Kitab-ı Mukaddes'te bilgi bulunmamasına karşılık Kur'ân-ı Kerim önemine binaen bu meselede bizleri bil gilendirmiştir. Biraz farklı olmakla beraber bu konuda İsrail kaynaklı eserlerde (Yahudi Ansk. XI, 439 vd. ) bilgi bulunmaktadır.

Hz. Süleyman adının geçtiği her yerde, Sebâ Melikesinin adı da hemen hatırlanmaktadır. Bilindiği gibi Yemen'deki Sebâ devleti, melike Belkıs tarafından idare edilmektedir. Belkıs'ın müslüman oluşu Hz. Süleyman'ın, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlayan mektubuyla gerçekleşmiştir. Hz. Süleyman'la Sebâ Melikesi arasında geçen kıssa Kur'ân-ı Kerim (en-Neml, 27/20-44), Tevrat (II. Tarihler, IX,1-12) ve İncil (Matta, XII, 42; Luka, XI, 31)'de çeşitli şekillerde zikredilmiştir. Ancak bu kıssanın Yahudi şifâhî rivayetlerinde geçen şekliyle Kur'ân'daki anlatılışı arasında büyük bir benzerlik tesbit edilmektedir (Mevdudi, Tefhim, (Türk. çev.) İstanbul 1987, IV,103). Ancak Hz. Süleyman ile çağdaş olan Sebe kraliçesinin Belkıs olup olmadığı değildir. Zira Milattan sonra 250'li yıllarda yaşayan ve adı Belkıs olan bir Himyeri Kraliçesi bilinmektedir. Müfessirlerin yakın tarihte ismi bilinen Belkıs ile Hz. Süleyman'ın çağdaşı olup, ismi bilinmeyen kraliçeyi barıştırmış oldukları görülmektedir. 

 


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol