""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Hz.Davut (A.S)

Hz. Davut (A.S.) Hayatı

 Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) vefatının üzerinden yıllar geçmişti. İsrailoğulları Hz. Musa’nın getirdiği emirlerden uzaklaşmışlardı. Kendi aralarında bölünmüş, zayıf düşmüşlerdi. Bunu fırsat bilen düşmanları onları bir çırpıda yutmak için dev ordularıyla şehirlerine saldırdılar. İsrailoğulları düşman askerlerini görünce neye uğradıklarını şaşırdılar. Sonuçta yenildiler. Evlerinden, yurtlarından edildiler. En kötüsü de, içinde Tevrat ve Hz. Musa’ya ait eşyaların bulunduğu kutsal sandığı düşmanlarına kaptırmaları olmuştu.

Bir gün peygamberlerine giderek:- Sen, Allah’ın peygamberi değil misin? diye sordular...

O da:- Evet, diye cevap verdi.

- Bizler vatanımızdan zorla çıkarılmadık mı?
- Evet..
- Mazlum değil miyiz?
- Evet...
- Peki neden bizi tek sancak altında toplayacak bir kral göndermesi için Allah’a dua etmiyorsun? Biz Allah yolunda savaşmak ve yitirdiğimiz toprakları geri kazanmak istiyoruz.

Karakterlerini çok iyi bilen peygamber:

- Peki, sizden savaşmanız istendiğinde tereddüt etmeden savaşa katılacağınızdan emin misiniz? deyince derhal:

- Allah yolunda neden savaşmayalım ki? Evlerimizden ve topraklarımızdan kovulduk. Çoluğumuz çocuğumuz dünyanın dört bir yanına dağıldı. Bundan daha kötü bir durum olabilir mi?” diye karşılık verdiler.

Bir müddet sonra Peygamber onları çağırarak:

- Allah, Talût’u başınıza kral tayin etti, dedi.

Şaşırdılar:

- Nasıl olur da onun gibi birisi başımıza kral olur. Biz krallığa daha lâyığız. O fakir biri. Aramızda çok zenginler var. Krallık asıl onlara yakışır.

Bunun üzerine peygamber:

- Onu krallığa Allah seçti. Ona güç ve ilim verdi. Hem Allah, krallığı dilediğine verir, dedi.

- Onun kral olduğunu nereden bilelim? Bir mûcize istiyoruz.

- Düşmana kaptırdığınız kutsal sandık geri gelecek. Onu size melekler getirecek. İçinde Tevrat’ın yanı sıra, Hz. Musa ve Hz. Harun’a ait eşyalar da olacak. Bu Talût’un krallığının delili.

Ertesi gün insanlar mûcizeye şahit olmak için mâbede gidip beklemeye başladılar.

.... Ve beklenen mûcize gerçekleşti. Hem de gözlerinin önünde. Melekler kutsal sandığı semadan mabede indiriyorlardı. Nihayet, Talût’un gerçekten Allah tarafından tayin edildiğine kanaat getirdiler. Tekrar Tevrat’a kavuşmuşlardı.

Talût, derhal kendi ordusunu kurmaya başladı. Çok geçmeden ordu hazır olmuştu. Calût adında bir kralla savaşacaktı. Calût kimsenin mağlup edemediği güçlü kuvvetli bir adamdı. En cesur savaşçılar bile onunla dövüşmeye cesaret edemezdi.

Talût, ordusuyla birlikte yola çıktı. Uçsuz bucaksız çölleri, başı bulutlara değen koca dağları, derin vadileri aştı. Askerlerin dudakları susuzluktan çatlamıştı. Kral Talût ordusunu sınamak, samimi olanlarla olmayanları birbirinden ayırt etmek için adamlarına şöyle dedi:

- Az sonra karşımıza bir nehir çıkacak. Nehirden içenler ordudan çıksın, bizimle gelmesin. Hiç içmeyenler, ya da sadece dudaklarını ıslatanlar bizimle kalsın.

Ağır bir imtihandı. Nehre vardıklarında askerlerin çoğu suya saldırıp doyasıya içtiler ve Talût’un ordusundan çıkıp, onu yarı yolda bıraktılar. Talût, askerlerini zor bir imtihana tabi tutmuştu. Ona yürekten bağlı olanlarla iki yüzlü davrananları birbirinden ayırmak istiyordu. Sabredip iradeli davrananların arasından, ufak bir zorluk karşısında dayanamayan zayıf iradelileri ayıklamak. Talût, kendi kendine “Şimdi kimin korkak olduğunu öğrenmiş oldum. Beraberimde yalnızca cesur olanlar kaldı.” dedi.

Ordudaki asker sayısı azalmıştı doğru, fakat bir orduda önemli olan asker ve silâh sayısı değil, iman ve cesaretti.

Önemli an gelmişti. Talût ile Calût’un orduları karşı karşıyaydı. Talût’un bir avuç askeri vardı. Calût’un ordusu ise çok büyüktü, askerleri de cüsseli. Talût’un bazı askerleri düşmanın sayıca ve silâhça daha üstün olduğunu görünce bir an korktular ve dediler ki:

- Bu dev orduyu nasıl yeneceğiz?!

Yürekleri imanla çarpan askerler ise:

- Bir orduyu büyük yapan iman ve cesaretidir... diye karşılık verdiler.

Birdenbire tepeden tırnağa zırhlara bürünmüş dev cüssesi, elinde kılcı, baltası ve mızrağıyla Calût meydana atıldı ve Talût’un ordusundan kendisiyle teke tek dövüşecek bir yiğit istedi.

Talût’un askerleri Calût’u görünce korktular. Kimse onun karşısına çıkmaya cesaret edemedi. Kalabalıklar, kim çıkacak diye birbirlerine bakışırlarken Davud isminde genç bir delikanlı çıktı öne. Davud (aleyhisselâm), kral Talût’un huzuruna gelerek Calût’la dövüşmek için izin istedi. Birinci gün kral, onun isteğini reddetti. Çünkü o asker değil, bir çobandı. Dövüş teknikleriyle ilgili herhangi bir bilgisi yoktu. Üstelik kılıçsızdı. Tek silâhı koyunlarını otlatırken kullandığı sopasıydı. Hz. Davud dünyadaki gerçek güç kaynağının Allah olduğuna inanıyordu. Hem madem yüreği imanla atıyordu, öyleyse o, Calût’tan daha kuvvetliydi.

İkinci gün Davud (aleyhisselâm) tekrar kralın huzuruna giderek Calût’la dövüşmek istediğini bildirdi. Kral bu sefer ona izin verdi ve şöyle dedi:

- Şayet Calût’u öldürürsen seni ordumun komutanı yapıp, kızımla evlendireceğim.

Davud (aleyhisselâm), elinde asası, beş taş parçası ve bir sapanla meydana çıktı. Demirden bir devi andıran Calût ise elinde tuttuğu kılıcıyla karşısındaydı. Calût, Hz. Davud’u görünce onu küçümsedi, kıyafetine ve silâhlarına bakarak alay etti. Tam bu sırada Davud (aleyhisselâm) irice bir taşı sapanın arasına yerleştirdi ve olanca gücüyle düşmanın suratına fırlattı. O taş, Calût’un tam alnına isabet etti ve Calût’un dev cüssesi yere cansız bir şekilde yığılıverdi. Hz. Davud, yerde cansız yatan düşmanının yanına geldi. Onun kılıcını aldı ve zafer narası attı. Bunun anlamı savaşın sona ermesi, zaferin kazanılmasıydı.

O günden sonra Davud (aleyhisselâm) krallığın en meşhur insanı oldu. Kral, sözünü tutarak onu hem ordusunun baş komutanı yaptı, hem de kızıyla evlendirdi. Ne var ki bunların hiçbiri Hz. Davud’u sevindirmemişti. Çünkü onun hiçbir zaman meşhur olmak, insanların başına geçip onları yönetmek gibi bir arzusu olmamıştı. Hayatta âşık olduğu bir tek şey vardı. güzel sesiyle Allah’ı anmak, tesbih etmek, dua edip yalvarmak, göz yaşlarıyla yıkanmış yakarışlarını en kutsal hediye olarak Allah’a sunmak.

Gece gündüz durmadan Allah’a ibadet ediyor, O’na minnet, hayranlık ve teşekkürlerini arz ediyordu.

Allah, Hz. Davud’a peygamberlik verdi ve onu sayısız nimetlere mazhar kıldı. Ona verilen en büyük nimet Zebur’du. Zebur, Tevrat gibi kutsal bir kitaptı. Hz. Davud (aleyhisselâm) bu kitaptan okur, sabah akşam Allah’ı anardı.

Ve bir gün... Ormanda oturmuş, büyülü sesiyle Zebur’u okuyup Allah’ı tesbih ederken vadideki bütün ağaç ve dağların onunla birlikte tesbih ettiklerini duydu. İşittiği şey, sesinin yankısı değildi, çünkü ses yankılandığında söylenenin aynısı duyulurdu. Şimdi ise durum farklıydı. Dağlar onun okuduğu âyetleri tamamlıyordu. Hattâ bazen susup tesbihi yarım bıraktığında, dağlar tesbihin arkasını getiriyorlardı.

Yalnızca dağlar değildi tesbihine katılan. Kuşlar da bu ilâhi musikiye katılıyordu. Kutsal Kitabı okumaya başladığında, etrafında yüzlerce kuş, hayvan ve ağaç kümeleniyor, onunla birlikte Allah’ı tesbih ediyorlardı.

Hz. Davud’a (aleyhisselâm) verilen mûcize buydu. İçiyle dışıyla doğruluğun simgesi olduğundan dolayı dağlar, taşlar ve havada uçan kuşlar onun tesbihine katılıyorlardı. Sesinin güzelliği, dualarının içtenliği onlarda karşı konulmaz bir his uyarıyor, sessizliklerinden çıkıp onun sesine enstrümanlık yapıyorlardı.

Tek mûcizesi bu değildi elbette. Bundan başka Allah, ona kuşların ve diğer hayvanların dilini anlama yeteneği de vermişti. Günlerden bir gün kuşlardan birinin diğer bir kuşla konuştuğunu duydu. Anlıyordu! Evet kuşların konuşmalarını anlıyordu!.. Allah’ın kalbine saçtığı ışık sayesinde, başta kuşlar olmak üzere bütün hayvanların dilini çözebiliyordu.

Davud (aleyhisselâm) kuşları ve diğer hayvanları sever, onlara şefkatle muamele eder, acıktıklarında yedirir, yaralandıklarında da tedavi ederdi. Bütün hayvanlar da onu sever ve aralarında çıkan anlaşmazlıkları çözmek için kendisine gelirlerdi.

Allah, Davud’a (aleyhisselâm) hikmeti de öğretti. Ona yeni bir şey öğrettikçe, yeni bir mûcize verdikçe, onun Allah’a olan sevgisi artıyor, imanla köpürüyor, şükürle şahlanıyor, ibadetle kendinden geçiyordu... Öyle ki verilen onca nimetin şükrünü eda edebilmek için bir gün yiyip bir gün oruç tutmaya başladı. İşte bu oruç Hz. Davud’un orucu anlamında Savm-ı Davud olarak bilindi bu güne kadar.

Allah, Hz. Davud'dan hoşnut olduğundan dolayı ona büyük bir krallık ihsan etti. O devirde savaşlar çoktu. Savaşçıların giydikleri zırhlar çok ağırdı ve bu durum dövüş sırasındaki hareketi zorlaştırıyordu. Bir gün Davud (aleyhisselâm) bu meseleyi çözmek için derin düşüncelere dalmıştı. Elinde bir demir parçası vardı ve onu evirip çeviriyordu. Birdenbire avuçlarındaki demirin büküldüğünü gördü. Allah, elindeki demiri yumuşatmıştı.

Derhal ayağa kalktı. Demir parçasını küçük parçalara bölüp birbirine birleştirmeye başladı. İşi bitirdiğinde ise elinde demirden bir zırh vardı. Harika bir şeydi. İç içe geçirilmiş halkalardan oluşan o zırhı giyen asker savaş sırasında hem rahatlıkla hareket edebilecek, hem de kılıç, balta ve hançer darbelerinden korunabilecekti. Allah, Hz. Davud’a çağının en üstün zırhını yaptırmıştı. Davud (aleyhisselâm), O’na şükretmek için secdeye kapandı.

O günden itibaren yeni zırhlar yapmaya, bitenleri askerlere dağıtmaya başladı. Düşman orduları Davud’un (aleyhisselâm) ordusuyla karşı karşıya geldiklerinde kılıçlarının bu tuhaf zırhlara işlemediğini, kendi zırhlarının ise kalın ve ağır olmakla birlikte kılıç darbelerini önleyemediğini gördüler. Evet gerçekten de zırhları o kadar ağırdı ki savaş esnasında rahat manevra yapmalarını engelliyor, üstelik Müslümanların kılıç darbeleri altında can vermelerini kolaylaştırıyordu.

Davud (aleyhisselâm) girdiği her savaştan zaferle çıkıyordu. Hiçbir savaşta mağlûp olmamıştı. Fakat bütün bu zaferlerin Allah’tan geldiğini biliyordu. Bu yüzden şükrünü, tesbihlerini, ibadetlerini daha da artırıyordu.

Allah, bir peygamberini veya herhangi bir kulunu sevdiğinde bütün insanların onu sevmesini sağlar. Hz. Davud’un sevgisi dağlar, kuşlar ve diğer hayvanların kalbine yerleştiği gibi, çok geçmeden insanların da kalbine yerleşti. Böylece Hz. Davud, insanlar ve hayvanlar tarafından en çok sevilen insan oldu. Bu tabloyu gören kral, Davud’u (aleyhisselâm) kıskanmaya başladı. Ona zarar vermeye hattâ onu öldürmeye kalkıştı. Sonunda onunla savaşmak için büyük bir ordu hazırladı.

Hz. Davud, kralın kendisini kıskandığını anlayınca savaşmak istemedi. Bir gece, kral yatağında uyurken, Davud (aleyhisselâm) odasına girerek yanı başındaki kılıcını aldı ve kralın elbisesinden bir kumaş parçası kesti. Sonra kralı uyandırarak şöyle dedi:

- Çok değerli kralım! Beni öldürmek istediniz. Hâlbuki benim içimde size karşı hiçbir nefret yok. Sizi öldürmek gibi bir gayem de yok. Şayet ben sizi öldürmek isteseydim, siz uyurken bunu yapabilirdim. Bakın, elbisenizden bir parça kestim ve eğer isteseydim onun yerine sizin başınızı keserdim, fakat yapmadım. Ben hiç kimseye zarar vermek istemem. Çünkü benim insanlığa sunduğum mesaj sevgi mesajıdır, nefret değil.

Kral hatasını anladı ve Davud’dan (aleyhisselâm) kendisini bağışlamasını istedi. Davud (aleyhisselâm) onu affettikten sonra odasından çıktı. Aradan günler geçti ve kral, Hz. Davud’un katılmadığı bir savaş sırasında öldü. Gerçek şu ki kral kıskançlığından vazgeçmemişti ve o yüzden savaşta, Davud’un (aleyhisselâm) yardımını reddetmişti.

O günden sonra ülkenin başına Hz. Davud geçti. Artık kral oydu. İnsanlar, milleti için yaptığı fedakârlıklardan dolayı kral olmasını istemişlerdi. O, aynı anda hem peygamber, hem kraldı. Hz. Davud bütün bunların ilâhi bir lütuf olduğunu biliyordu. Bu ihsanlar, kalbindeki şükür duygusunu kamçılıyor, ibadetlerini artırıyor; insanlara daha fazla iyilik yapma, fakirlere sahip çıkma, dertlilere derman olma hislerinin coşmasına vesile oluyordu.

Allah, her zaman Davud’un (aleyhisselâm) yanında oldu ve düşmanlarıyla giriştiği bütün savaşlarda ona zaferin yollarını açtı. Öyle ki yeryüzündeki devletler barış zamanlarında bile ondan çekinir oldular. Allah’ın ihsanları bunlarla sınırlı kalmadı. Ona hikmet ve etkili konuşma yeteneği de verdi. Peygamberlik ve krallık makamlarının üstüne bir de doğruyu yanlıştan ayırabilme güç ve bilgisini ihsan etti ona.

Hz. Davud oğlu olunca ona Süleyman ismini verdi. Süleyman ateşîn bir zekâya sahipti. Şimdi anlatacağım olay meydana geldiğinde ise henüz on bir yaşındaydı.

Hz. Davud (aleyhisselâm) her zamanki gibi tahtına oturmuş insanların dertlerine çare buluyor, aralarında çıkan anlaşmazlıkları çözüme kavuşturuyordu. Huzuruna iki adam girmişti. Birinin tarlası vardı ve diğerinden şikâyetçiydi. Tarla sahibi şöyle dedi:

- Efendimiz! Bu adamın koyunları, gece vakti tarlama girip bağlardaki bütün üzümleri yediler. Bana verdiği zararı ona tazmin ettirmeniz için huzurunuza geldim.

Hz. Davud sürü sahibine sordu:

- Koyunlarının bu adamın tarlasındaki bütün ürünü yediği doğru mu?

- Evet efendimiz.

Bunun üzerine Davud (aleyhisselâm) şöyle hüküm verdi:

- Tarlaya verdikleri zarardan dolayı koyunların tarla sahibine verilmesine hükmediyorum.

Tam bu sırada Süleyman (aleyhisselâm) araya girdi. Allah, ona da hikmet vermişti. Üstelik babasından da çok şeyler öğrenmişti:

- Babacığım, müsaade ederseniz benim daha güzel olduğunu düşündüğüm bir görüşüm var...

- Söyle dinleyelim.

- Babacığım! Koyun sahibi tarlayı alsın, onu yeniden eksin, bakımını yapsın. Üzüm bağları olgunlaşıp eski hâline gelince de tarlayı sahibine iade etsin. Koyunlara gelince, onları da tarla sahibi alsın. Onların yününden ve sütünden istifade etsin. Tarlası eski hâline gelince de koyunları sahibine verip, tarlasını geri alsın.

Davud (aleyhisselâm) bu hükme çok sevindi ve oğluna:

- Gerçekten harika bir çözüm bu. Sana hikmeti öğreten Allah’a şükürler olsun. Sen gerçekten de bilge bir insansın.

Allah’ın sevgisine mazhardı Davud (aleyhisselâm) ve Allah ona her gün yeni şeyler öğretiyordu. Bir gün ona, bir davada tarafları dinlemeksizin hüküm vermemesini öğretti. O gün Davud (aleyhisselâm) işlerini bitirdikten sonra, odasında ibadet için ayırdığı özel mekânına geçip namaz kılmaya ve dua etmeye başladı. Böyle zamanlarda nöbetçilere hiç kimseyi yanına sokmamalarını, hiç kimse tarafından rahatsız edilmek istemediğini söylerdi.

Fakat o gün odasına girdiğinde iki adamla karşılaştı. Başlangıçta şaşırdı ve hafifçe korkar gibi oldu. Nöbetçilere izinsiz hiç kimseyi almamalarını emrettiği hâlde karşısında duruyorlardı ve kötü niyetli olabilirdi. Onlara sordu:

- Siz kimsiniz?

- Endişe etmeyin efendimiz. Aramızda bir problem var ve onu çözmeniz için size geldik.

- Peki öyleyse, söyleyin derdinizi.

Birinci adam konuşmaya başladı:

- Bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz tane kuzusu var. Benimse bir tane. Kardeşim benim kuzumu gasbetti ve geri vermiyor...

Hz. Davud diğer tarafın görüş ve savunmasını dinlemeden hüküm verdi ve şöyle dedi:

- Onca kuzusu olmasına rağmen senin kuzuna göz dikip alması büyük zulüm. Kardeşin sana zulmetmiş. Zaten aralarında ortaklık olan insanların çoğu birbirlerine zulmederler. İman edenler ise birbirlerine asla zulmetmezler.

Daha sözünü bitirmemişti ki adamlar ortadan kayboluverdiler. Bir toz bulutu gibi buharlaşıp yok oldular. Davud (aleyhisselâm) o iki adamın birer melek olduğunu anladı. Allah, onları kendisine bir şeyler öğretmek için yollamıştı. Bir davada, tarafları dinlemeden hüküm vermemeliydi. Kim bilir, belki de doksan dokuz kuzunun sahibi haklıydı. Bunun üzerine Hz. Davud derhal secdeye kapandı ve Allah’tan af dilemeye başladı. O günden sonra Davud (aleyhisselâm), huzuruna çıkan hiçbir kimsenin ifadesini dinlemeden hüküm vermedi.

Hz. Davud geri kalanhayatını Allah’a ibadet ve tesbih ederek geçirdi. Hiçbir zaman dilinden Allah’ın ismini düşürmedi. Her anında O’nun sevgisini terennüm etti. Son nefesini verdiğinde ise Allah’a kavuşmanın mutluluğunu yaşıyordu. Davud (aleyhisselâm) ruhunu teslim edip Biricik Sevgili’ye kavuştuğunda, yerini doldurma görevi Hz. Süleyman’a (aleyhisselâm) geçmişti.

 

Hz. Davut (A.S.)

Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen İsrailoğulları peygamberlerinden biri.

İnsanoğlu yoldan çıkıp da bataklığa düştükçe, yüce Allah, onlara peygamberler göndermiştir. Onlar bu peygamberler vasıtasıyla uyarılmıştır. İsrailoğullarına da peygamberler gönderilmiştir. Onlar, umumiyetle bu peygamberlere isyan hatta ihanet etmişlerdir.

Hz. Musa'nın vefatından sonra, yine İsrailoğulları isyanın karanlığına daldılar. Azgınlık yaparak Hz. Musa'nın Allah'tan getirdiği akîdeyi terk etmeye başladılar. Cenâb-ı Allah, onların üzerlerine başka bir kabîleyi musallat etti.

Hz. Musa'nın vefatından sonra İsrailoğullarının idaresi Yuşa'ya kaldı. İsrailoğullarını çölden çıkararak onları dedelerinin ülkesine yerleştirdi. Bu ülke, Hz. Yakub'un yaşadığı Ken'an bölgesi olup, İsrailoğulları için mukaddes ülke sayılır.

İsrailoğulları Hz. Musa'nın vefatından sonra Filistin çevresine yerleşmiş bulunan Amâlika Kabilesi ile karşı karşıya geldiler. İsrailoğulları Amâlika ile yaptıkları bir savaştan mağlup çıktılar. Kendilerini toparlayarak yeniden bu düşman ile çarpışmak istediler. Yüce Rabbimiz onların bu durumunu şöylece anlatmaktadır: "İsrailoğullarından bir cemaat Musa'dan sonra peygamberlerine: "Bize bir hükümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım" dediler. Peygamber. "Size muharebe farz olunursa korkarım ki, savaşmazsınız" dedi. Onlar: "-Niçin Allah yolunda savaşmayalım? Yurdumuzdan ve evlatlarımızın yanından çıkarıldık" dediler. Onlara farz kılındığında, birazı müstesna olmak üzere, savaştan yüz çevirdiler. " (el-Bakara, 2/246)

"Peygamberleri onlara: Allah, Teâlâ size hükümdar olarak gönderdi dediğinde, onlar: O, bize nasıl hükümdar olur? Biz hükümdarlığa ondan daha layıkız. Onun malı da çok değildir. dediler. Peygamber. "Allah onu, sizin üzerinize namaz kıldı. Ona ilimde ve cisimde fazlalık (üstünlük) verdi. Allah, mülkü dilediğine verir. " (el-Bakara, 2/247).

İsrailoğulları tarafından kutsal kabul edilen bir sandık vardı. Kur'ân-ı Kerim'de bu sandığa "Tâbût"* adı verilmektedir. Amâlikalılarla yapılan savaş sonucunda bu sandık Câlût (Golyat)'ın eline geçmişti. İsrailoğulları bunun acısını duyuyorlar, fakat Tâlût'un da hükümdarlığına itiraz etmekten geri kalmıyorlardı.

"Peygamberleri onlara şöyle dedi: Onun hükümdarlığına alamet; size, içinde Rabbiniz tarafından sekînet ve Musa ailesi ile Harun ailesinin mirası bulunan Tâbût'u meleklerin yüklenip getirmesidir. Eğer siz iman edenlerdenseniz, bunda sizin için ibret ve mûcize vardır. " (el-Bakara, 2/248). Tâbût'un İsrailoğullarının eline geçmesi onları yüreklendirdi. Yeniden toparlanarak Amâlika kabilesi üzerine yürüdüler. Tâlût, İsrailoğullarına öğütte bulundu. Onlara şöylece seslendi: "Allahu Teâlâ sizi bir nehir ile imtihan ediyor. O nehirden içen benden değildir. Ondan eli ile ancak bir avuç içen bendendir" dedi. Onların pek azı müstesna, diğerleri içti. Tâlût ile iman edenler nehri geçtiklerinde: Bugün Câlût ve askerlerine karşı duracak takat bizde yoktur dediler. Allah'a kavuşacaklarını bilenler. Nice az bir topluluk vardır ki, Allah'ın izni ile daha çok olana galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir. ' dediler. " (el-Bakara, 2/249)

Amâlika ordularının başında Câlût (Golyat) bulunuyordu. Câlüt'un ordusuyla karşı karşıya gelen mümin kitle şöyle dua etti: "Ya Râb, üzerinize sabır ve sebat ihsan eyle, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfir kavme karşı bize yardım et. " (el-Bakara, 2/250)

Tâlût'un ordusunda Dâvûd (a.s.) bulunuyordu. Dâvûd (a.s.), Hz. Yakub'un neslinden idi. İsrailoğullarından olan Dâvûd, daha küçük yaşta bir delikanlı iken, hak davanın amansız düşmanı, zorba ve güçlü ordulara sahip olan Câlût ile yaptığı mücadeleyi kazanmış ve bu savaşta Câlût'u sapan taşıyla öldürmüştü. Bu olayda Allah'a tevekkül eden müminlerin zalimleri nasıl yendiği gösterilmektedir.

Câlût, zalim zengin ve korkunç bir hükümdardı. Onun açıkça belli olan büyük üstünlüğü vardı. Fakat Allahu Teâlâ, o zaman işlerin yalnız zahiriyle meydana gelmeyip, gerçek anlamıyla vukû bulduğunu göstermek istedi. İşlerin hakikatini sadece O bilir. Her şeyin ölçüsü yalnız O'nun elindedir. Aslında insanlara güçlü görünenin zayıf, zayıf görünenin de Allah'ın yardımıyla güçlü olduğu ölçüsü Allahu Teâlâ'ya aittir. İnsanlar ise vazifelerini yerine getirmek, Allah'u Teâlâ' ya verdikleri ahitlerini ifa etmekle yükümlüdürler. Bundan sonra Allah'ın istediği şeyler istediği şekilde olur. İnsanlara, kendilerini korkutan zâlimlerin zayıf, çok zayıf olduklarını, Allah onların ölmesini istediği zaman küçücük delikanlıların bile mağlup edebileceğini göstermek için bu zalim diktatörün ölümünü, daha genç bir bir delikanlı iken Hz. Dâvûd'un eline verdi. Burada Allah'u Teâlâ'nın tahakkukunu istediği gizli başka hikmetler de vardı. Allah, Tâlût'dan sonra mülkü Hz. Dâvûd'un almasını ve onun yerine oğlu Süleyman (a.s.)'ı varis kılmayı istedi. Bu sebeple Hz. Dâvûd (a.s.)'ın gücü, Câlût'u öldürmesiyle gösterilmiş oluyordu.

"Allah'ın izniyle, onları hemen hezimete uğrattılar. Dâvûd da Câlût'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğu şeylerden de ona öğretti." (el-Bakara, 2/251).

Câlût'un öldürülmesiyle Amâlikalılar bozguna uğradılar, darmadağın oldular. Bu olaydan sonra halk, Hz. Dâvûd (a.s.)'a daha çok sevgi ve saygı göstermeye başladı.

 

Tâlût'un ölümünden sonra yerine Dâvûd (a.s.) geçti. Ona hem yönetim, hem peygamberlik verildi; "...Dâvûd'a dağları ve kuşları boyun eğdirdik. Onunla beraber tesbih ediyorlardı. Biz (bunları) yaparız." "Ona, sizi savaşın Şiddetinden korumak için zırh yapmayı öğretmiştik. Ama siz, şükrediyor musunuz ki?" (el-Enbiya, 21/78, 80)

"Andolsun Dâvûd'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. Ey dağlar, onunla beraber tesbih edin ve ey kuşlar (siz de). Ve ona demiri yumuşattık.", "Geniş zırhlar yap, dokumasını ölçülü yap ve (hepiniz) iyi işler yapın. Çünkü ben, yaptıklarınızı görmekteyim. diye vahyettik." (Sebe, 34/10-11). Hz. Dâvûd (a.s.) hakkında Kur'ân-ı Kerim'den gelen rivâyetler; Dâvûd'un çok güzel bir sesi olduğunu, kendisine verilen Zebur'u okumaya başlayınca, dağların ve kuşların onu dinlemek üzere etrafında toplandıklarını bildirmektedir. Zebur dört büyük semâvî kitaptan birisi olup, yüzelli sûreden ibarettir. Bu kitap, şer'î hükümleri taşımadığı için Hz. Dâvûd, Hz. Musa'nın şerîatı ile hükmetmiştir.

Yahudi kaynaklarında Hz. Dâvûd'un, Mizmar denen bir musiki âleti çaldığı kayıtlıdır. Kur'ân'da da: "(Her taraftan) gelen kuşlar da ona icabet ederler, hepsi onun nağmesine katılırlardı ", "Onun mülkünü kuvvetlendirmiştik. Kendisine hikmet ve açık konuşma, güzel konuşma vermiştik. " (Sad, 38/19-20) buyuran Allah, aynı sûrenin 21. âyetinde, Hz. Dâvûd (a.s.) zamanında olan bir hâdiseyi de, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e şöyle haber vermiştir: "Dâvûd'un yanına gelmişlerdi de, onlardan korkmuştu. Korkma dediler, Biz, iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet. Zulmetme. Bizi yolun ortasına (adalete) götür. " (Sad, 38/22)

Kur'ân'da anlatıldığına göre bunlar iki kardeştiler. Birisinin doksandokuz koyunu, ötekinin bir tek koyunu vardı. Böyle iken doksandokuz koyunu olan öteki kardeşinin tek koyununu ister, aralarında tartışma çıkar. Tek koyunu olanı bu tartışmayı kaybeder. Hz. Dâvûd (a.s.)'a müracaat ederler. O, davacı olanlardan birini dinler, ötekini dinlemeden hükmünü verir. Bunu da Allah'u Teâlâ'nın kendisini imtihanı sanır. Ancak bu yaptığı hareket sebebiyle Allah'dan mağfiret dileyip secdeye kapanır, tövbe eder. Allah, onu affettiğini bildirir ve ona şu vahyi indirir: "Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde (senden öncekilerin yerine) hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma. Sonra seni Allah yolundan saptırır. Allah'ın yolundan sapanlara, Allah'ın hesap gününü unuttuklarından dolayı, çetin bir azap vardır. " (Sad, 38/26)

İsrailoğulları, Hz. Dâvûd zamanında en parlak dönemlerini yaşamışlardır. Dâvûd (a.s.) Kudüs'ü fethetmiş, kendisine başkent yapmıştı.

Hz. Dâvûd, hem hükümdar, hem peygamberdi. Bir nimet olarak bu iki özellik ona verilmişti. O, İsrailoğullarını kırk yıl yönetti ve Rabbine kavuştu. Hz. Dâvud (a.s.)'ın yerine oğlu Hz. Süleyman (a.s.) geçti ve ona da peygamberlik geldi. Hz. Dâvûd, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi.

Abdullah b. Amr'dan rivâyetle, Abdullah, her gün gündüzleri oruç tutar, geceleri de (nâfile) namaz kılardı. Onun bu durumu Rasûlullah'a bildirildiğinde Hz. Peygamber onu çağırdı ve şöyle buyurdu: "Bir gün oruç tut, bir gün iftar et. İşte bu Dâvûd (a.s.)'ın orucudur."

Bir başka rivayette ise, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Allah'u Teâlâ ya en sevimli oruç, Dâvûd (a.s.)'ın orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi. Allah'a en sevimli namaz da Dâvûd namazı idi. O, her gecenin yarısında uyur. Üçte birinde (nafile) namaz kılardı. Altıda birinde de yine uyurdu." (Müslim, Siyam, 183; Nesâî, Siyam, 69). 

 


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol