""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Hz.İsa (A.S)

HZ.İSA (A.S)

İslâm’a Göre Îsâ. Kur’ân-ı Kerîm’e göre Hz. Îsâ, resullerin en büyükleri olan beş “ülü’l-azm” peygamberden biridir. On beş sûrede doksan üç âyette ismi veya bir sıfatı ile zikredilmekte, ağırlıklı olarak Âl-i İmrân, Mâide ve Meryem sûrelerinde doğumunun müjdelenmesi, dünyaya gelişi, tebliği, mûcizeleri, dünyevî hayatının sonu ve Allah katına yükseltilişiyle ilgili olarak bilgi verilmektedir.

Kur’an’da hem Îsâ hem İbn Meryem hem de Mesîh olarak adlandırıldığı gibi başka isimlerle de anılmakta, ayrıca kendisine çok sayıda unvan verilmekte, yirmi beş defa Îsâ, on altısı Îsâ kelimesiyle birlikte olmak üzere yirmi üç defa İbn Meryem şeklinde geçmektedir. Mesîh kelimesi ya tek başına (en-Nisâ 4/172; el-Mâide 5/72; et-Tevbe 9/30) veya Mesîh İbn Meryem (el-Mâide 5/17, 72, 75; et-Tevbe 9/31) ya da Mesîh Îsâ b. Meryem (Âl-i İmrân 3/45; en-Nisâ 4/157, 171) şeklinde on bir yerde geçmektedir. Ancak Kur’an’daki mesîh kelimesi hıristiyanların bu kelimeye yüklediği anlamda değildir. Îsâ Mesîh diğer peygamberler gibi yaratılmıştır, bir kuldur. Ona ulûhiyyet nisbet etmek, onu rab edinmek kesinlikle doğru değildir (et-Tevbe 9/30-31). Mesîh diye nitelendirilmesinin birçok izahı yapılmaktadır (bk. MESÎH). Hz. Îsâ’ya verilen diğer isim ve unvanları şu şekilde sıralamak mümkündür: Müeyyed (el-Bakara 2/87), rûhullah (en-Nisâ 4/171), kelime (Âl-i İmrân 3/39), vecîh (Âl-i İmrân 3/45), sâlih (Âl-i İmrân 3/46), resûl (Âl-i İmrân 3/49), mübeşşir (es-Saf 61/6), münebbi’ (Âl-i İmrân 3/49), musaddık (Âl-i İmrân 3/50), âyet (el-Mü’minûn 23/50; Meryem 19/21), merfû‘ (en-Nisâ 4/158), temizlenmiş (Âl-i İmrân 3/55), göz aydınlığı (Meryem 19/26), abd (Meryem 19/30), nebî (Meryem 19/30), mübârek (Meryem 19/31), ilim veya alem (ez-Zuhruf 43/61), rahmet (Meryem 19/21).
Kur’ân-ı Kerîm’de âlemlere üstün kılındığı bildirilen (Âl-i İmrân 3/33) dört seçkin aileden biri de Hz. Îsâ’nın annesi Meryem’in mensubu bulunduğu İmrân ailesidir. Yine Kur’an’da Hz. Îsâ’nın annesi Meryem hakkında Îsâ’nın doğumunun müjdelenmesi münasebetiyle de bilgi bulunmaktadır. Kur’an’a göre Meryem, ailesinden ayrılarak kendisine tahsis edilen yerde yaşarken Allah’ın ruhunu (Cebrâil) tastamam bir insan şeklinde karşısında görünce korkudan Allah’a sığınarak ondan kendisine dokunmamasını ister. Melek ise ona tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söyler. Meryem’in, kendisine bir erkek eli değmediği, iffetsiz olmadığı halde nasıl çocuğu olabileceğini sorması üzerine melek bunun Allah için kolay olduğunu bildirir (Meryem 19/16-21). Sonuçta Meryem kendisine hiçbir erkek eli değmemişken Îsâ’ya hamile kalır (Meryem 19/22).

Hz. Îsâ’nın müjdelenmesiyle ilgili olarak İncil’de verilen bilgilerle Kur’an’daki bilgiler arasında benzerlik ve farklılıklar vardır. Her iki anlatımda da Meryem bâkiredir, fakat İnciller’e göre Yûsuf adlı bir kişiyle nişanlıdır. Luka İncili’nde (1/26-35) Meryem’e müjde veren melek Cebrâil ile hamile kalmasına vesile olan Rûhulkudüs aynı değildir. Kur’an’da ise Allah Teâlâ Meryem’e gönderilen melekten “bizim ruhumuz” diye söz eder ve genellikle bunun Cebrâil olduğu kabul edilir (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XVI, 45; Fahreddin er-Râzî, XXI, 195). Melek Meryem’e müjdeyi vermiş, daha sonra Allah ruhundan üflemiş ve Meryem Îsâ’ya hamile kalmıştır (Âl-i İmrân 3/45-46; Meryem 19/17-22; el-Enbiyâ 21/91; et-Tahrîm 66/12). Müfessirlerin belirttiğine göre Meryem’e müjdeyi getiren Cebrâil onun gömleğinin yeninden üflemiş ve Meryem hamile kalmıştır (Sa‘lebî, s. 381; Fahreddin er-Râzî, XXII, 218-219). Diğer taraftan Kur’an Îsâ’nın babasız dünyaya gelmesini Âdem’in yaratılışıyla mukayese etmektedir (Âl-i İmrân 3/59).

Meryem, Îsâ’yı dünyaya getirdikten sonra kavminin yanına döner. Kavmi, bâkire Meryem’i kucağında çocukla görünce çocuğun gayri meşrû bir ilişkinin ürünü olduğunu sanarak, “Ey Meryem! Gerçekten sen iğrenç bir şey yaptın. Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi, annen de iffetsiz değildi” derler (Meryem 19/27-28). Bunun üzerine beşikteki Îsâ şunları söyler: “Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır” (Meryem 19/27-33; Sa‘lebî, s. 383-386). Kur’ân-ı Kerîm’de Îsâ’nın doğumundan itibaren tebliğ faaliyetine kadar geçen dönemle ilgili olarak sadece Meryem ve oğlunun iskâna elverişli, suyu bulunan bir tepeye yerleştirildikleri bildirilmektedir (el-Mü’minûn 23/50).

Kur’an’a göre Allah, Îsâ’ya kitap vermiş ve onu mübarek kılmıştır (el-Mâide 5/75; Meryem 19/30-31). O İsrâiloğulları’na gönderilen bir peygamberdir (Âl-i İmrân 3/49; en-Nisâ 4/171). Bir olan Allah’a kulluğa çağırmış (el-Mâide 5/117), Tevrat’ı tasdik etmiş, bazı hususlarda onu neshetmiş (Âl-i İmrân 3/50; el-Mâide 5/46), kavmine namazı ve zekâtı emretmiştir (Meryem 19/31).
Kur’an’da Hz. Îsâ’nın doğduğundan, öleceğinden ve tekrar hayata döneceğinden söz edilir (Meryem 19/33). Ancak genel İslâmî telakkiye göre onun bu dirilişi, Hıristiyanlık’taki gibi çarmıha gerildikten sonraki diriliş değil kıyamet sonrası diriliştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’e göre Îsâ çarmıha gerilmemiştir. Yahudiler, Îsâ’nın tebliğ ettiği mesajdan hoşlanmamışlar ve onu öldürmek için tuzak kurmuşlardır (Âl-i İmrân 3/54). “Allah elçisi Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük demeleri yüzünden onları lânetledik. Halbuki onu ne öldürdüler ne de astılar, fakat öldürdükleri onlara Îsâ gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedir; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir sağlam bilgileri yoktur. Kesin olarak onu öldürmediler, bilâkis Allah onu kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir” (en-Nisâ 4/157-158). Böylece Hıristiyanlık’ta önemli bir dinî inanç olan, insanların günahına kefâret olmak üzere Îsâ’nın çarmıha gerilmesi hadisesinin İslâm’da kabul edilmediği görülmektedir.
Kur’an’da Hz. Îsâ’nın öldürülmediğini ve çarmıha gerilmediğini bildiren âyette yer alan “şübbihe lehüm” ifadesi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Bu ifadenin şekillendirdiği İslâm geleneğine göre çarmıh ve çarmıha gerilen bir kişi vardır, fakat bu Îsâ değildir. İslâmî rivayetlere göre çarmıha gerilen kişi, Îsâ’nın yerini yahudilere ve Roma makamlarına gösteren Yahuda İskaryot’tur. Hain Yahuda tam Îsâ’yı ele vereceği sırada Îsâ’nın sûretine büründürülmüş ve Îsâ yerine çarmıha kendisi gerilmiştir. Diğer bir rivayete göre ise çarmıha gerilen kişi haçı taşıması için görevlendirilen Kirinuslu Simun’dur (Simon le Cyreneen). Bu kişinin Îsâ’nın tıpatıp benzeri olan başka bir şahıs olduğunu söyleyenler de vardır. Buna benzer bir yorum hıristiyan dünyasında da yapılmıştır. Docetler’e (Docetes = Aphtartolâtres) göre Hz. Îsâ’nın ıstırap çekmesi ve çarmıha gerilip öldürülmesi sadece görüntüdedir; aslında onun yerine bir benzeri, belki de Kirinuslu Simun çarmıha gerilmiştir. İslâmî kaynaklarda konunun ayrıntısına dair farklı rivayetler bulunmaktadır (Taberî, Târîḫ, I, 601-605; İbnü’l-Esîr, I, 226-227).
Hz. Îsâ’nın yahudiler tarafından öldürülmediği ve asılmadığı Kur’an’da açıkça belirtilmekle birlikte âkıbeti, ölüp ölmediği ve semaya ref‘inin nasıl olduğu konusu hem müslümanlarla hıristiyanlar arasında hem de müslümanların kendi aralarında tartışmalıdır. Îsâ’nın dünyevî hayatının sonuyla ilgili âyetlerde yer alan iki kavram büyük önem taşımaktadır. Bunlar “teveffî” ve “ref‘” kavramlarıdır. Âl-i İmrân sûresinde (3/55) Allah, “Ey Îsâ! Seni vefat ettireceğim (müteveffîke), seni nezdime yükselteceğim (râfiuke), seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım” demektedir. Mâide sûresinde ise Allah Îsâ’ya, “Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı bilin diye sen mi dedin?” diye sorduğunda Îsâ, “Ben onlara ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onları kontrol ediyordum. Beni vefat ettirince artık onların üzerine gözetleyici yalnız sen oldun” diye cevap vermektedir (el-Mâide 5/116-117). Bu âyetlerden, önce teveffînin ve ardından ref‘ hadisesinin olacağı anlaşılmaktadır. Nisâ sûresinde yahudilerin Îsâ’yı öldüremedikleri, asamadıkları, bilâkis Allah’ın onu kendi nezdine aldığı belirtilmektedir (4/157-158). Buradan ve nüzûl-i Îsâ ile ilgili hadislerden hareketle genelde Îsâ Mesîh’in “ruh maa’l-cesed” Allah katına ref‘ olunduğu, kıyametten önce tekrar geleceği ve o zaman ruhunun kabzedileceği kabul edilmektedir. Bu görüşü benimseyenlere göre Îsâ yahudiler tarafından öldürülmemiş, Îsâ’ya benzer bir kişi çarmıha gerilmiş veya Îsâ’nın çarmıha gerildiği zannedilmiş, Îsâ semaya ref‘ edilmiştir; kıyamette tabii olarak ölecek ve genel dirilişle o da dirilecektir. Diğer taraftan Îsâ’nın öldürülmekten ve çarmıha gerilmekten kurtulduğu, fakat, “Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim” (Âl-i İmrân 3/55) âyeti gereği dünyevî ömrünü tamamlayıp vefat ettiği, ruhunun Allah katına yükseltildiği görüşü de ileri sürülmektedir. Ahmediyye’ye (Kādiyânîlik) göre haç üzerindeki zâhirî ölümü ve dirilişinden sonra Hz. Îsâ İncil’i tebliğ etmek üzere Keşmir’e gitmiş, orada 120 yıl yaşamıştır. Kabri Srinagar’dadır (EI2 [Fr.], IV, 88).
Nitelikleri. a) Allah’tan Bir Kelime Oluşu. Üç âyette Hz. Îsâ’nın “Allah’tan bir kelime” olduğu ifade edilmektedir (Âl-i İmrân 3/39, 45; en-Nisâ 4/171). Îsâ’nın Allah’tan bir kelime oluşu Allah’ın “ol” emrinin gerçekleşmesi ve onun peygamberliği gibi çeşitli şekillerde açıklanmaktadır (bk. KELİME). b) Allah’tan Bir Ruh Oluşu. Kur’an’da Hz. Îsâ’dan “Allah’tan bir ruh” olarak da bahsedilmekte (en-Nisâ 4/171), Meryem’e ruhtan üflendiği (el-Enbiyâ 21/91; et-Tahrîm 66/12), böylece Îsâ’nın hayat bulduğu belirtilmektedir. Buradaki ruh kelimesi “Allah’ın emri, üflemesi, rahmet ve hayat” şeklinde yorumlanmaktadır (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, VI, 24-25). c) Peygamberliği ve Mûcizeleri. İslâm inancına göre Hz. Îsâ, ne hıristiyanların iddia ettikleri gibi bir tanrı veya Tanrı’nın oğlu ne de yahudilerin iddia ettikleri gibi sıradan bir insandır, o Allah’ın gönderdiği bir nebî (Meryem 19/30) ve resuldür (en-Nisâ 4/157, 171; el-Mâide 5/75; es-Saf 61/6), İsrâiloğulları’na gönderilmiş bir peygamberdir (Âl-i İmrân 3/49; es-Saf 61/6), kendisine İncil verilmiştir (el-Mâide 5/46). Tevrat’ı tasdik etmiş, bazı hususlarda onu neshetmiştir (Âl-i İmrân 3/50; el-Mâide 5/46). Îsâ, “Muhakkak ki Allah benim de rabbim sizin de rabbinizdir. Öyleyse O’na kulluk ediniz. İşte doğru yol budur” (Âl-i İmrân 3/51; Meryem 19/36) diyerek İsrâiloğulları’nı bir olan Allah’a kulluğa davet etmiş (el-Mâide 5/72), Allah’ın kulu olduğunu belirtmiş (en-Nisâ 4/172; Meryem 19/30), birçok mûcize göstermiştir. Mâbede adanmış, itaat ve ibadetle meşgul olmuş, Allah tarafından rızıklandırılmış, iffet sembolü olarak yetişmiş olan Meryem’den (Âl-i İmrân 3/37, 42-43) babasız dünyaya gelmiş (Âl-i İmrân 3/45-47; Meryem 19/17-22), böylece hem anne hem oğul ilâhî kudrete bir alâmet kılınmıştır (el-Mü’minûn 23/50). Hz. Îsâ’nın gösterdiği mûcizeler Kur’an’da şu şekilde belirtilmektedir: Beşikte iken ve olgun bir insan tavrıyla konuşmuştur (Meryem 19/30; el-Mâide 5/110; Âl-i İmrân 3/46). Çamurdan yaptığı kuş şekline üfleyip onu canlandırmıştır (Âl-i İmrân 3/49; el-Mâide 5/110). Anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirmiştir (Âl-i İmrân 3/49; el-Mâide 5/110). Ölüleri diriltmiştir (Âl-i İmrân 3/49; el-Mâide 5/110). Evlerde yenilen ve biriktirilen şeyleri haber vermiştir (Âl-i İmrân 3/49). Semadan sofra indirilmiştir (el-Mâide 5/112-115). Bazı hıristiyanlar, semadan sofra indirilmesi mûcizesinin İncil’de geçen son akşam yemeği veya Petrus’un vizyonunda belirtilen şey olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bunun, Hz. Îsâ’nın az miktardaki ekmek ve balıkla çok kişiyi doyurmasına (Matta, 14/17) işaret olduğunu söyleyenler de vardır. d) Rûhulkudüs ile Teyit Edilmesi. Hz. Îsâ, hem doğumu sırasında hem İsrâiloğulları arasında görev yaparken Rûhulkudüs ile desteklenmiştir. Rûhulkudüs ile desteklenme ifadesi Kur’an’da sadece Hz. Îsâ için kullanılmaktadır (el-Bakara 2/87, 253; el-Mâide 5/110). e) Hz. Muhammed’i Müjdelemesi. Kur’an’a göre Hz. Muhammed’in geleceği İncil’de yazılıdır (el-A‘râf 7/157). Îsâ, kendisinden sonra gelecek Ahmed adındaki peygamberi müjdelemiştir (es-Saf 61/6). Bu müjdenin bugünkü İnciller’de de bulunduğu, Yuhanna İncili’ndeki Paraklet’in (14/16; 15/26; 16/7) Ahmed anlamına geldiği müslümanlarca ileri sürülmektedir (bk. FARAKLİT).
Kur’an’a göre Îsâ bütün üstün özelliklerine rağmen bir insan ve bir kuldur (en-Nisâ 4/172; el-Mâide 5/17, 75; Meryem 19/30; ez-Zuhruf 43/59). Hiçbir zaman kendisinin tanrı edinilmesini söylememiş ve yalnız Allah’a kulluğu öğütlemiştir (el-Mâide 5/116-117). Kur’an teslîsi açıkça reddetmekte, temel prensip olarak tevhidi ortaya koymaktadır (en-Nisâ 4/171; bk. TESLÎS).
Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde takdim edilen Îsâ, İnciller’de ve hıristiyan teolojisindekinden farklıdır. Hıristiyanlık’ta temel inanç esaslarından olan ulûhiyyetin bedenleşmesi, Îsâ’nın çarmıha gerilmesi dolayısıyla kurtuluş fidyesi oluşu Kur’an tarafından kabul edilmez. Bu farklılıklar, daha ilk dönemlerden itibaren müslümanlarla hıristiyanlar arasında tartışmaların başlamasına sebep olmuş, iki taraf da birbirini reddeden ve tenkitlere cevap veren eserler kaleme almış, böylece geniş bir reddiye literatürü oluşmuştur. Daha Asr-ı saâdet’te Necran hıristiyanları Hz. Peygamber’i ziyaret edince Hıristiyanlığın temel inançları tartışılmıştır. Âl-i İmrân sûresinin ilk seksen âyetinin Medine’de Peygamber’i ziyaret eden Necran heyetiyle yapılan görüşme ve Îsâ ile ilgili tartışma sebebiyle nâzil olduğu rivayet edilmektedir (İbn Hişâm, I, 657; Taberî, Câmiʿu’l-beyân, III, 161-163). İlk dönemlerden itibaren ortaya çıkan polemik literatürünün temel konularının başında teslîs doktrini ve Îsâ’nın tabiatı ile kefâret problemi ve çarmıh hadisesi gelmektedir. Abdullah b. İsmâil el-Hâşimî’den başlayan ve günümüze kadar devam eden reddiyelerde hıristiyanların Hz. Îsâ ile ilgili görüşleri eleştirilmekte, İslâmî görüşler savunulmaktadır (bk. HIRİSTİYANLIK). Diğer taraftan tefsir kitaplarında, tarih ve kısas-ı enbiyâ türü eserlerde ve tasavvuf literatüründe Hz. Îsâ ile ilgili çeşitli rivayetler yer alır. Bu rivayetlerin büyük bir kısmı hıristiyan kaynaklarından gelmektedir (meselâ bk. Taberî, Târîḫ, I, 593-605; Sa‘lebî, s. 381-406; Clair Tisdall, s. 49-65).(https://islamansiklopedisi.org.tr/isa)

Hikaye olarak anlatım:
- 5.Bölüm

Hz. İsa evinden çıkıp mâbede yöneldi. Günlerden cumartesiydi. Yahudilerin kutsal günü. Daha doğrusu yasaklar günü. Dini merasimlerde, şekilciliğin, özü tamamen yok saydığı gün. O gün geldiğinde Filistin’de hiçbir evin halkı ateş yakamaz, yanmış olan ateşi söndüremezdi. Kadınların hamur yoğurması, çocukların oyuncaklarını yıkamaları, genç kızların saçlarını örmeleri yasaktı. Kalemler tek bir satır bile yazamaz, yazılanlar silinemezdi...

Onların anlayışına göre din buydu. Dinî prensiplerin dış görüntüsüne sıkı sıkıya bağlıydılar. Fakat onların öz ve mânâsından eser yoktu hayatlarında. Kötülük kalplerini bir ahtapot gibi sarmıştı. Kafalarının içi nefretle kaynıyordu. Düşünceleri bin bir türlü hurafe ve yalanlarla allak bullaktı.

İsa, Filistin halkı arasında bambaşka bir dünyadan gelmiş bir insanı andırıyordu. Hiçbir huyu o toprakta yetişen insanların huylarına benzemiyordu. Omuzlarına kadar inen yumuşak, dalgalı saçları, henüz yeryüzüne inmemiş bulutların tertemiz yağmurlarıyla yıkanmış gibi pırıl pırıldı. Adımlarını attığı topraklar Cennet kokularıyla doluyordu. Üzerine giydiği gayet mütevazı, kalın yün elbiseler Roma imparatorları ve Yahudi kâhinlerinin giydikleri elbiselerden daha heybetli, daha asil duruyordu.

Cumartesi olmasına rağmen Hz. İsa, tarladaki ağaçlardan birinden iki üç tane meyve koparıp aç bir güvercine verdi. Yahudilere göre bu davranışı Yahudilik dinine karşı isyan anlamı taşıyordu. Oysa İsa (aleyhisselâm) gerçek dinin sadece ibadetlerin kabuğuna tutunup, onları ruhtan soyutlamak olmadığını gayet iyi biliyordu. Gerçek ibadet, şekil ile özün birbirini tamamladığı ibadetti. Bu yüzden meyvelerin kabuklarını soyup içlerini ihtiyaç sahibi canlılara dağıtıyordu. Yaşlı kadınlara da ısınmaları için ateş yakıyordu. Yoksa zayıf ve hasta bedenlerinin soğuğa dayanması imkânsızdı.

İsa (aleyhisselâm) sık sık mâbede gider, insanlar ve kâhinleri izlerdi. Yine bir gün mâbede gitti. Orta yerinde durup etrafını seyretmeye koyuldu. Mâbedin duvarları mis kokulu sandal ağaçlarından, perdeleri altınla yaldızlanmış değerli kumaşlardan yapılmıştı. Tavandan gümüş kandiller sarkıyordu. Binanın birçok yerine konan mumlar mabedin içini gözleri kamaştıracak derecede aydınlatıyordu.

Fakat kalplerin içi harabeden farksızdı, üstelik zifiri bir karanlık çökmüştü üzerlerine. İsâ (aleyhisselâm) durduğu yerde, karanlıklar arasında parlayan tek ışıktı. Allah, ona bu ışığı bütün fakirlere, kimsesizlere, muhtaçlara ve nura muhtaç herkese götürmeyi emredecekti.

Mâbette uzun uzun durup, gelen ve gidenleri seyretti. Ne kadar çok kâhin vardı. Tam yirmi bin tane. Hepsinin de isimleri mâbedin büyük defterine kayıtlıydı. Mâbette onlar için ayrılmış özel odalarda kalıyor, aylık maaş alıyorlardı. Her grubun farklı kıyafetleri vardı. Levililer başlarına yassı şapkalar takıyor, üzerlerine, beraberlerinde taşıdıkları kitapları koyabilmeleri için oldukça geniş cepleri olan cübbeler giyiyorlardı. Diğer tarafta Ferisiler vardı. Onların elbiseleri mor renkli, elbise kenarlarına da altınla yaldızlanmış beyaz şeritler dikilmişti. Mâbet hizmetçilerinin elbise rengi ise beyazdı.

Mâbetteki kâhin ve din adamlarının sayısı ziyaretçilerden kat kat üstündü. Mâbedin dışındaki geniş meydan, ziyaretçilerin kurban etmek için satın aldıkları koyun ve güvercinlerle doluydu. Kurbanlar, mezbahada kesildikten sonra ateşe atılıp yakılıyordu. Fakir insanlar ise kurban satın alamadıkları için mâbede giremiyorlardı.

İsa (aleyhisselâm) bu hareketli tabloyu seyrederken kendi kendine şöyle diyordu:

- Niçin kurbanları yakıp küle çeviriyorlar? Dışarıda açlıktan ölen binlerce fakir ve kimsesiz insan varken... Mezbahayı kan gölüne çevirerek mi Allah’ı hoşnut etmeye çalışıyorlar?.. Neden fakirler mâbede girebilmek için kurban satın almak, onun için de borçlanmak zorunda bırakılıyorlar? Hem mâbedin ahırlarında yetiştirilmeyen hayvanlar neden kurbanlık sayılmıyor? Peki kâhinler onca parayı ne yapıyor? Fakirlere mâbette yer yok mu? Öyleyse neden yalnızca parası olan zenginler ziyaret ediyorlar mâbedi? Allah’ın evine girebilmek için mutlaka paralı olmak tuhaf değil mi?

Önce, mâbetten, daha sonra şehirden çıkıp dağın yolunu tuttu. Kalbini bir hüzün ateşi sarmıştı. Nasıl olur da insanlar Allah’ın evinde Allah’tan bu kadar uzak olabilirlerdi? İnsanlığın dertleriyle iki büklümdü, yüzü solmuştu; fakat her tarafından mehabet damlıyordu.

Nasıra tepelerinde gezindikten sonra ellerini açıp dua etmeye başladı, bile bile Cehennem’e sürüklenen insanlık için.. Allah’ın nurundan mahrum insanlık için.. sayısız nimetler karşısında Yaratıcı’ya nankörlük eden insanlık için...

Ne duruştu o! Ne duaydı!.. Dua ederken gözlerinden inci tanesi gibi dökülen gözyaşları yanaklarından süzülüp toprağa düşüyordu. Uzun uzun dua etti. Bir süre sonra sessiz ağlamaları hıçkırıklara dönüştü. Toprakta susuzluktan ölmek üzere olan bir çiçek tohumu vardı. İsa’nın gözlerinden dökülen yaşları emince derhal filizlenip hayat yolculuğuna başladı... İşte o gece Allah, ona kutsal kitap İncil’i vahyetti.

Hz. İsa’nın hayatında çileli günler başlamıştı. İbadet, tefekkür, Allah’a davet, kalpleri nankörlük ve inatla dolu insanlarla mücadele günleri... Allah’ın yurduna çağıracaktı insanlığı, mü’minler için semada hazırladığı Cennet’e. Kâhinlere altın vererek günahları affettirmek yoktu artık. Tevazu vardı, sevgi vardı, bağışlama vardı... Yahudiler arasında bu kavramlara rastlamak imkânsızdı. Çünkü onlarda kana kan, dişe diş kuralı esastı ve affetmeye yer yoktu. Bu da kısaca “Sağ yanağına tokat vuran kimsenin, sen de sağ yanağına tokat vur..” demekti.

Mesih (aleyhisselâm) halkın karşısına çıkarak şöyle dedi:

- Sağ yanağına tokat atan kimseye sen, sol yanağını da uzat...

Aslında onlara şu dersi vermek istiyordu: Gerçek din, uğradığın zararın intikamını almak için vurmak değil, hoşgörülü davranıp affetmektir.

İsrailoğulları, ilk defa karşılaştıkları bu sevgi ve bağışlama sözcüklerini duyunca şaşırdılar. Hz. İsa’nın mesajı hem onların dini prensiplerini yıkıyor, hem de kâhinlerin halk nezdindeki değerini hiçe indiriyordu.

Mesih (aleyhisselâm), insanlara Allah’ın, iyi kalpli zengin ve fakirleri sevdiğini, kibir ve sertlikten hoşlanmadığını, kötülük, yalan, aldatma ve hırsızlık gibi davranışları çirkin bulduğunu anlattı. Allah’ın merhametini hak etmenin tek yolu vardı: iyi kalpli, mütevazı olmak; insanları, ama bütün insanları sevmek... Sizden hoşlanmayan düşmanlarınızı bile...

Para ve maddenin ruhları bir ahtapot gibi sardığı, sokaklarda zulüm ve açgözlülüğün hüküm sürdüğü bir dönemde İsa’nın (aleyhisselâm) mesajları gerçek insanlığa yükselmenin yolunu gösteriyordu. İşaret ettiği zirvelere kolay kolay çıkamayacaklarını biliyordu. Fakat bir insanın o hedefe ulaşmak için gayret sarf etmesi, o yola girmesi, kurtuluşu için yeterli olabilirdi.

Allah, İsa’ya (aleyhisselâm) da mûcize vermişti. Nitekim Nuh’a (aleyhisselâm) gemi inşa ettirmiş ve onun sayesinde yanındaki mü’minlerle birlikte Tufan’ın gazabından kurtulmuşlardı. Musa’nın (aleyhisselâm) asası dev bir ejderhaya dönüşüp sihirbasların yılanlarını yutmuş ve Kızıldeniz’i ikiye yarmıştı. İsa’nın (aleyhisselâm) mûcizeleri de babasız doğan ve özel ilâhi iltifatlara mazhar olan bir peygambere lâyık mûcizelerdi: Öncelikle Kutsal Ruh tarafından desteklendiğinden ötürü henüz beşikteyken konuşmuştu. Allah, ona kitap ilmini öğretmişti. En önemlisi de, ona kutsal kitaplardan İncil’i indirip Tevrat’ın sırlarını açmıştı.

Cenâb-ı Hak, Hz. İsa’ya hayat veren nefesler ihsan etmişti. Şöyle ki, İsa (aleyhisselâm) çamurdan kuş yapardı. Sonra eline alıp nefesinden üfleyince, kuş birden bire Allah’ın izniyle kanlı canlı gerçek bir kuş olur uçardı.

Hz. İsa’nın mütevazı elbiselerinin etekleri bir hastaya değer değmez derhal hastalığı giderdi. Ellerini bir körün yüzüne sürdüğünde gözleri açılır, vücudunda veya yüzünde yara, leke gibi şeyler varsa silinip yok olurdu. Üstelik Allah’ın, onun göz ve kalbine verdiği güç sayesinde insanlara evlerinde sakladıkları malları ve yaşadıkları olayları haber verirdi.

Hz. İsa’nın gösterdiği en hayret verici mûcize ise mezarlarında yatan ölüleri isimleriyle çağırdığında Allah’ın izniyle dirilip huzuruna gelmeleriydi.

İsa (aleyhisselâm), Allah’ın kendisine verdiği bütün bu mûcizeleri kullanarak, insanları hiçbir ortağı olmayan, yücelerden yüce, tek Allah’a ibadet etmeye; kalpleri her türlü günah ve kötülükten arındırmaya bütün gücüyle davet ediyordu.

İsa’nın (aleyhisselâm) sözleri bir kısım Yahudi kâhinlerinin hoşuna gitmemişti. Filistin topraklarını sömüren Romalı yönetim Hz. İsa’nın kendi otoriteleri için büyük bir tehlike olduğunu düşündü. Fakir halkın kanını emerek servet sahibi olan zenginler ise onu amansız düşmanları ilân ettiler.

Hz. İsa, fakir balık avcıları, kimsesizler, bakıma muhtaç hastalar ve diğer mazlumlarla ilgileniyor, onlara yardım ediyor, Cennet’e ulaştıran yolu gösteriyordu. Toplumu yöneten zalimler, halkın Hz. İsa’ya sıcak davrandığını görünce ondan kurtulmanın yollarını araştırmaya başladılar. Onu çekemeyen bir kısım Yahudiler de yok etmek için kolları sıvadılar.

Onu kalabalık insanlar karşısında mahcup edip, halkın gözünden düşürmek istediler. Plânları buydu. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamışlardı ve onlara göre yarın İsa’nın işi bitecekti.

Ertesi sabah, mâbede geldiğinde kâhinler günahkâr bir kadını Hz. İsa’nın karşısına çıkardılar. Kadın utanç verici bir günah işlemişti. Cezası ise ölünceye kadar taşlanmaktı. İsa’ya (aleyhisselâm) sordular:

- Allah’ın indirdiği din utanç verici bir günah işleyen kadınların taşlanmasını emretmiyor mu?

İsa:

- Evet...

Kâhinler:

- İşte bu kadın böyle bir günah işledi... Ona ne yapmalıyız sence?

Sevgi Peygamberi, bir kadına bir de kâhinlere baktı. Kâhinlerin o kadından daha günahkâr, daha zalim olduklarını biliyordu. Kâhinlere göre birazdan “Hayır, öldürülmemesi gerekir.” diyecekti. O zaman da herkesin karşısında Hz. Musa’nın getirdiği prensiplere karşı gelmiş olacaktı. “Öldürülmesi gerekir.” derse, bu kez kendi getirdiği sevgi mesajlarıyla çelişecek, böylece halkın gözünden düşecekti. Herkes durmuş onun vereceği cevabı merakla bekliyordu.

Hz. İsa, kurulan komployu fark etti ve tebessüm etti. Bir kadına bir de kâhinlere baktı ve şöyle dedi:

- İçinizde kim günahsızsa, ilk taşı o atsın...

Hz. İsa’nın sözleri bir yıldırım gibi düşmüştü meydana. Müthiş bir söz söylemişti. Evet, hatalıyı hatasız cezalandırmalıydı. Günah bataklığına batmış insanların kendileri gibi günahkâr kimseleri idama mahkum edip cezalandırmaya hakları yoktu. Hüküm verecek biri varsa o da Allah’tır. O her şeyden ve herkesten üstündür ve yine O sonsuz merhamet sahibidir.

Kâhinler apışıp kalmışlardı. Söyleyecek tek kelimeleri yoktu. Çaresiz, kadını serbest bıraktılar. İnsan kalabalıklarına ve kâhinlere verdiği bu büyük dersten sonra İsa (aleyhisselâm) arkasını dönüp mabetten çıktı. Günahkâr kadın derhal onun peşinden koştu. Elbiseleri arasında sakladığı pahalı bir ıtır şişesini çıkarıp Hz. İsa’nın önünde durdu. Gözlerinin içine minnet dolu bakışlarla baktı baktı ve ayaklarına kapandı. Ayaklarını bir taraftan öpüyor, diğer taraftan ıtır ve gözyaşlarıyla yıkıyordu...

Epey bir süre ağladı kadın. Sonra saçlarını mendil yapıp kuruttu ulu peygamberin ayaklarını. İsa (aleyhisselâm), milyonlarca insanın kurtuluşu için son ümit ışığı; merhametin, insan elbisesine bürünmüş görüntüsüydü.

Başkâhin de onu takip etmiş, olanları yakından görmüş, İsa’nın (aleyhisselâm) merhamet ve affına hayran kalmıştı. Sevgi peygamberi ona baktı ve:

- Bir adam iki kişiye borç vermiş. Birine beş yüz dinar, ötekine elli.

Kâhin:

- Evet...

- Borçlarını ödeyecek paraları yoktu... Bunun üzerine alacaklı borçlarını affetti.

- Evet...

- Bu davranışından dolayı onu hangisi daha çok sever?

- Borcu çok olan elbette..

Hz. İsa:

- Doğru... Şu kadını görüyor musun? Ben senin evine misafir olarak geldiğimde yüzümü yıkamam için bir tas su bile vermedin bana. Fakat o, ayaklarımı gözyaşlarıyla yıkayıp saçlarıyla kuruttu. Keza bir defacık bile olsa sen beni öpmedim. Ama o ayaklarıma sayamayacağım kadar öpücükler yağdırdı. Senin kalbin çok katı; fakat onun kalbi sevgiyle dolu. Yüreklerinde büyük bir sevgi taşıyanların hataları bağışlanacak.

Hz. İsa, eğilip kadını yerden kaldırdı ve ona şöyle dedi:

- Gönül huzuru içinde gidebilirsin artık. Çünkü Allah senin günahlarını bağışladı.
erserilerden biri etrafındakilere bakıp:

- Bakire Meryem değil mi bu? Kucağında taşıdığı o bebek kimin acaba?

Sarhoşlardan biri:

- Bebeğidir mutlaka; fakat bize ne tür bir hikâye uyduracağını birazdan hep birlikte göreceğiz, dedi.

Adamın sözleri yere düştü. Dün akşamki sağanak yağmurdan çamura dönüşen yere. Gerçek şu ki o çamurdan daha kirli kafalar, daha çirkin kalpler vardı orada. Kâhinler, Hz. Meryem’in etrafını sarıp onu azarlamaya başladılar:

- Söyle bakalım kimin oğlu bu? Cevap versene; Niçin susuyorsun? Senin çocuğun değil mi? Eğer gerçekten bir bakireysen nasıl bebeğin olabilir? Konuş! Tamam anlaşıldı, sen kötü bir suç işlemiş olmalısın... Hâlbuki ne baban ne de annen kötü yola düşmüş insanlardı. Soylu ve dindar bir aileye mensupsun. Ne kardeşin, ne baban, ne annen senin yaptığını yaptı.

Ağır sözler, hakaretler, haksız suçlamalar yöneltiliyordu Meryem’e. Fakat o alnı açık, başı dik önüne bakıyordu. Gözleri annelik duyguları ve Allah’a teslimiyetin rahatlığıyla pırıl pırıl parlıyordu. Sorular durmak bilmiyordu. Köşeye sıkışmıştı, kaçacak yer de yoktu. Bütün benliğiyle Allah’a yöneldi ve onlara İsa’yı gösterdi.

Dehşete düşmüşlerdi. Soruları kendisine değil bebeğe sormalarını istiyordu. Yeni doğmuş bir çocuğa soru sorulabilir miydi? Bezlere sarılmış bir bebek cevap verebilir miydi? Meryem’e:

- Nasıl olur, beşikteki bebekle nasıl konuşuruz? dediler.

Tam sözlerini bitirmişlerdi ki küçük dillerini yutmalarına sebep olacak mûcize gerçekleşti. Meryem’in kucağındaki İsa onlara cevap verdi:

- Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi. Nerede olursam olayım beni kutlu, mübarek kıldı. Yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı farz kıldı. Anneme saygılı, hayırlı evlât kılıp, asla zalim, bedbaht ve hayırsız biri eylemedi. Doğduğum gün, öleceğim gün de, kabirden kalkıp dirileceğim gün de selâm üzerime olsun.

Hz. İsa, sözlerini bitirdiğinde Yahudi kâhinlerinin yüzleri dehşetten sapsarı kesilmişti. Gözlerinin önünde meydana gelen bir mûcizeye şahit oluyorlardı. Bebek konuşuyordu. Bebek babasız doğmuştu. Nihayet bebek Allah’ın kendisine kitap verdiğini ve peygamber olarak görevlendirdiğini söylüyordu. Bunun anlamı, otoritelerinin sarsılıp yok olması, çocuğun büyümesiyle birlikte, halkın gözündeki değerlerini kaybetmeleri demekti.

Bunun da önüne geçmenin tek çaresi vardı. Gözlerinin önünde gerçekleşen bu mûcizeyi halktan gizlemek. Derhal insanların karşısına çıkıp, Hz. Meryem hakkında olmadık yalanlar uydurdular ve iffetine çamur attılar.

Gerçeğin gizlenmesi ve farklı şekilde yansıtılmasına rağmen doğru haberler Roma’nın Filistin valisi Herodos’a ulaşmıştı. Vali, halkı zulüm, zorbalık, kan, korku ve her tarafa yaydığı casuslarıyla idare ediyordu.

* * *

Babasız bir çocuğun gizemli bir şekilde doğduğu haberleri kendisine ulaştığında Herodos sarayında oturmuş eğleniyordu. Üstelik bebek, beşikteyken dile gelmiş konuşmuştu. Roma imparatorunun tahtını, dolayısıyla da kendisinin yönetimini sarsacak sözler söylemişti.

Herodos bunları duyunca kan beynine sıçradı. Öfkelenerek içki kadehini haberi getiren askerin yüzüne fırlattı ve derhal yardımcısını, komutanını ve casuslarını olağanüstü bir toplantıya çağırttı. Toplantı salonuna girdiğinde uğursuz çehresinin göz çukurlarında oynayan gözleriyle casuslarını baştan başa süzdü ve:

- Söyleyin bakalım, beşikteyken konuşan şu bebekle ilgili ne biliyorsunuz? diye sordu.

Casusların şefi, öne çıkarak şöyle cevap verdi:

- Haberler doğru değil gibi geliyor bize. Kutsal olduğu söylenen bir bebeğin doğduktan sonra dile geldiğine dair söylentiler duyduk. Bebeği bulmaları için adamlarımızı göndermemize rağmen onun izine rastlamamışlar. Uzun araştırmalardan sonra şu sonuca vardık ki haberler abartılı ve gerçekle ilgisi yok.

Casuslardan biri söz alarak dedi ki:

- Güvenilir kaynaklarımdan bana ulaşan haberlere göre üç Mecusi bilgin gökyüzünde parlayan bir yıldızı takip ederek Filistin’e gelmiş. Dediklerine göre o yıldız mûcize bir çocuğun doğuşunun işaretiymiş. Büyüdüğünde halkını kurtaracak bir bebeğin doğuşu...

Vali sordu:

- Halkını kimden kurtaracakmış?

- Adamlarım bu konuda bir şey söylemediler efendim. Üstelik üç bilgin de birdenbire kaybolmuşlar ortalıktan.

Vali kızarak:

- Nasıl kaybolurlar? Bu çocuk hikâyesi neyin nesi öyleyse? Roma aleyhine bir komplo mu yoksa? diye bağırdı.

Herodos tahtından fırladı. Gözlerinden ateş fışkırıyordu sanki:

- O üç adamın kellesini istiyorum. Çocuğun da kellesini getirin bana. Sakın bana eksik bilgilerle gelmeyin!

Casusların lideri:

- Efendimiz! Kim bilir belki de haber Yahudilerin uydurdukları bir rüyadır..

Herodos’un öfkesi bir türlü dinmiyordu, adamlarına tehditler savurarak şöyle dedi:

- Bebekle ilgili haberleri eksiksiz getirmezseniz hepinizin kellesini uçuracağım! Bu ne laubalilik? Defolun!!!

Yardımcılar ve casuslar korkuyla salondan çıktıktan sonra vali tahtına oturup düşünmeye başladı. Haberler onu gerçekten endişelendirmişti. Yeni bir dinin gelmesi onu hiç ama hiç ilgilendirmiyordu. Onu asıl endişelendiren kendisinin temsil ettiği Roma otoritesinin yıkılmasıydı. Konunun iç yüzünü öğrenmek için Yahudilerin başkâhinini çağırmaya karar verdi. Özel korumalarından bir grup subayı, kâhini getirmeleri için mâbede gönderdi.

Bir saat sonra başkâhin sarayda Herodos’un önünde rükua gidiyordu. Vali ona:

- Beni endişelendiren ciddî bir konuyu konuşmak için sizi çağırttım, dedi.

Başkâhin başını eğerek:

- Efendimizin emrindeyim.

- Beşikteyken konuşan bir çocuk hakkında çelişkili haberler duydum. Büyüdüğünde halkını Roma İmparatorluğu’nun esaretinden kurtaracakmış. Doğru mu bu duyduklarım?

Başkâhin bu sorunun altında net olarak fark edemediği bir tuzak olduğunu hissetti. Nasıl bir cevap vereceğini düşündükten sonra:

- Efendimiz Yahudi diniyle mi ilgileniyor?

- Hayır, benim için önemli olan tek şey Roma’nın otoritesi. Soruma cevap ver kâhin efendi.

Kâhin, İsa’nın konuştuğunu kulaklarıyla işitmişti. Fakat gerçeği söylemesi sonu gelmez problemlere kapı açmak demekti. Onun için yarı yalan yarı doğru bir şeyler söylemeye karar verdi. Valiye olayı duyduğunu ama doğruluğu konusunda kuşkuları bulunduğunu söyledi. Merakı gittikçe artan Herodos ona:

- Sence bu hikâye Roma İmparatorluğu’nu yıkmak için uydurulmuş sinsi bir plânın parçası olamaz mı?

- Kesinlikle efendimiz...

- Bu açık bir ihanet değil mi sence?

Bir iki adım geri çekilen kâhin korkuyla şöyle dedi:

- Küçük bir düzeltme yapmama müsaade edin efendimiz. Bu çok eski bir kehanet. Yüzlerce yıl önce Babil’de esir hayatı süren Yahudiler tarafından ortaya atılmış bir kehânet.

- Peki, bugün bu kehanete inanan var mı? Meselâ sen, doğru olduğuna inanıyor musun? Ayrıca, babasız doğduğu söylenen bebeği gördün mü?

Kâhin ürkmüştü, kalbi hızlı bir şekilde çarpmaya başladı. Soğukkanlılığını korumak için kendini zorluyordu. Şöyle cevap verdi:

- Efendimiz bir insanın babasız doğabileceğine ihtimal veriyor mu? Bu tür şeyler anlamsız rüyalar...

- Sen de biliyorsun ki, kralların uykularını kaçıran halkın, zihinlerinde üretip inandıkları rüyalardır. Gidebilirsin kâhin efendi. Ancak bu konuda yeni bilgiler elde edersen hanımından önce benim haberim olmalı.

Başkâhin salonu terk ettikten sonra Herodos bir durum değerlendirmesi yapmaya başladı. Ya kâhin yalan söylüyorsa... Zaten gözlerinde yalancı mânâlar okumuştu. O, bu türlü mânâları okumayı çok iyi biliyordu.

Peki, gökte parlayan yıldızın peşinden gelen üç bilginin hikâyesi ne anlama geliyordu? Hayır hayır, ortalıkta uçuşup duran onca tuhaf olayın sırrını öğrenmeden rahat bir nefes alamayacaktı. Derhal komutanını çağırttı ve ona bu hikâyeyi duyan veya hakkında herhangi bir bilgiye sahip olan herkesi yakalayıp saraya getirmesini emretti. Bizzat kendisi sorgulayacaktı onları. Ayrıca bebeği doğurduğu söylenen o bakireyi de karşısında görmek istiyordu.

Tam bu esnada... Hz. Meryem, Filistin’den ayrılmış Mısır’a doğru yol alıyordu. Dün gece daha önce hiç görmediği bir insan, kaldığı yere gelerek ona şöyle demişti:

- Ey Meryem, hemen bebeğini al ve Mısır’a git.

Hz. Meryem irkilmişti ve korku içinde:

- Niçin?.. Hem Mısır’a yalnız başıma nasıl gidebilirim? Oraya hangi yoldan gidilir, onu bile bilmiyorum ben, dedi.

Yabancı ona:

- Merak etme, yola çık sen. Allah’ın özel koruması altında olduğunu bil. Romalı vali öldürmek için seni ve bebeğini arıyor.

Sakinleşen Hz. Meryem:

- Yola ne zaman çıkmalıyım?

Yabancı:

- Hemen şimdi. Hem korkma. Allah’ın değer verdiği bir peygamberle çıkıyorsun sen. Peygamberlerin kaderi bu. Halkları tarafından memleketlerinden zorla çıkarılmak. Kötülüğün kısa bir müddet için iyiliği kovması aslında. Fakat endişelenme. Her zaman iyilik, güçlü bir şekilde geri döner ve kötülüğü bozguna uğratır. Vakit kaybetmeden Mısır’ın yolunu tut.

Mısır’a giden bir kervana katıldı. Kucağında İsa (aleyhisselâm), uçsuz bucaksız Sina Çölü’nü geçiyordu şimdi. Musa’nın (aleyhisselâm) Mısır’a giderken geçtiği yollardan geçiyorlardı. İşte şuracıkta kutsal ateşi görmüş ve ilâhi vahye mazhar olmuştu.

Uzun ve çileli bir yolculuğun ardından nihayet Mısır’a ulaşmışlardı. Güzel havası, bereketli toprakları, zengin kültürü ve iyi kalpli insanlarıyla burası İsa’nın (aleyhisselâm) yetişmesi için en elverişli yerdi. Nitekim çocukluğunu burada geçirdi.

Aradan yıllar geçmişti. Bir gün Hz. Meryem’in yanına yıllar önce Filistin’den çıkması gerektiğini söyleyen aynı yabancı gelmişti. Bu kez ona:

- Zalim vali öldü. Çocuğunu al ve ülkene geri dön. İyiliğin kötülüğü bozguna uğratma zamanı geldi. Bundan sonra İsa’nın kendi tahtına oturması gerek. Onun tahtı fakirlerin, kimsesizlerin, hastaların, mazlumların kalpleri olacak.
S.) Hayatı

 

1. Bölüm

Güneş batı ufkuna doğru kaymaya başladı.

Hafif bir meltem, elma ağaçları ve portakal çiçeklerinin arasında raksetmeye durdu. Birdenbire ağaçlardan dalga dalga bayıltan mis kokular yayılmaya başladı. Asıl hedefleri Hz. Meryem’in mabetteki odasıydı. Mis kokular açık vaziyette duran pencereden içeri girip her tarafı sarınca, oracıkta sessiz sedasız, derin bir huzur içinde namaz kılan genç kızı gördüler.

Öyle güzel namaz kılıyordu ki... Dayanamadılar ve çevresinde dans etmeye başladılar. Namazın o eşsiz ikliminde kuşlar gibi uçan Hz. Meryem, odasının ıtır kokusuyla dolduğunu görünce, tebessüm etti. Tabiat ona selâm veriyordu belli ki.

Ciğerlerini dolduruncaya kadar derin bir nefes aldı. Ne güzel! diye geçirdi içinden. Sonra bu güzelliklerin kaynağı olan Güzeller Güzeli Allah’a şükretmek için yeniden namaza döndü. Öyle güzeldi ki duruşu, kendini ibadete verişi, samimiyeti... O hâliyle gökten inmiş bir meleği andırıyordu.

O sırada bir kanarya kondu Hz. Meryem’in penceresine. Ufacık gagasını güneşe doğru kaldırarak kanatlarını çırptı. Odanın önündeki havuzda yaptığı banyo sonrasında tüylerinden su zerrecikleri saçıldı etrafa. Hz. Meryem, mabedin dışındaki iki büyük kaya arasında bitiveren gül ağacını sulamadığını hatırladı. Namazını bitirir bitirmez gül ağacına doğru yöneldi.

Kapıdan çıkmamıştı ki meleklerin seslerini işitti:

- Ey Meryem... Allah seni seçti. İçini dışını her türlü kirden temizledi ve bütün dünya kadınlarından üstün kıldı.

Hz. Meryem durakladı, yüzüne hafif bir solgunluk düştü. Odanın her köşesi meleklerin sözleriyle parlamaya başladı. Bu öyle bir ışıktı ki güneş bile onun yanında sönmüş bir mum gibi duruyordu.

Meryem son günlerde hem ruhunda hem de vücudunda büyük bir değişimin meydana geldiğini hissediyordu. Yüzündeki değişimi gözlemlemek için aynası yoktu belki. Fakat gençlik kanının yavaş yavaş vücudundan çekildiğini ve yerini daha asil, daha temiz bir renge bıraktığını görüyordu. Evet, yüzündeki solukluğu göremiyordu ama hissediyordu. Bedeni zayıflamıştı, fakat ruhu... Ruhu olağanüstü bir güce erişmişti. Öyle ki bedeni zayıfladıkça ruhunun gücüne güç geliyordu.

Kuşkusuz bu güzelliklerin kaynağı Allah’tı. Hz. Meryem bu bilinçle tevazu kanatlarını gerdikçe gerdi. Duruşunda, bakışlarında ayrı bir asalet, ağırbaşlılık ve heybet vardı. Meleklerin, zayıf omuzlarına yüklediği büyük sorumluluğu bütün ağırlığıyla hissetti. Meryem’in kalbinde ve kafasında bu düşünceler uçuşurken odanın her tarafında meleklerin sesi yankılanıyordu:

- Ey Meryem... Allah seni özene bezene yarattı. Her türlü kirden arındırdı ve bütün kadınlar arasından seni seçti…

Hz. Meryem işittiği bu birkaç sözcükle Allah’ın kendisini her türlü kötülükten arındırdığını ve kadınlık dünyasının başına seçtiğini anladı. Hem bu zamanın hem de henüz yaratılmamış olan zamanların başına. Artık o, hem dünya, hem de Âhiret âleminin en büyük kadınıydı. Melekler tekrar seslendiler ona:

- Ey Meryem! Bütün benliğinle kendini Rabbine ada, secde et, Allah karşısında bel kırıp boyun eğen salih kullar arasında olmaya devam et.

Meleklerin müjdesi Allah’a olan saygısını, sevgisini ve kulluk bilincini artırmıştı. Hz. Meryem öyle heyecanlanmıştı ki gül ağacını unutmuş ve tekrar namaza dalmıştı.

Bu kez vücudunda herhangi bir yorgunluk, zayıflık hissetmiyordu. Odasındaki yalnızlığını da unutmuştu. Yüreği, sanki dev güneş topunu kucaklıyor; saç telleri, çayırların üzerine yağan çiğ tanelerini yudumluyordu. Ruhunda öyle bir genişleme olmuştu ki bütün varlık sanki içine dolmuştu.

Evet, vücudunun her zerresinde hayatın nabız atışlarını duyuyordu. Şimdi, elma ağaçlarının dal ve yaprakları arasında yürüyen hayat özü onun damarlarında da yürüyordu. Dünyadaki bütün masum çocukların gözyaşları, ibadetin o büyüleyen atmosferinde kendinden geçmiş genç kızın gözlerinden damla damla akıyordu. O damlacıklarda bembeyaz sütün temizliği, meltemin yumuşaklığı ve insanlığın hüzünleri gizliydi.

Hz. İsa(aleyhisselâm) - 2.Bölüm

Hz. Meryem’in yüreği, ona yakında büyük sürprizlerle kar­şıla­şacağını söylüyordu. Aslında bu tür duyguları üstü kapalı bir şekilde birkaç günden beri hissediyordu. Şimdi ise her şey o kadar netti ki…

Güneş, dinlenmek için kendi yatağına çekilince gece uya­nıverdi. Ay ise gökyüzünde, etrafını bir ışık hâlesi gibi saran bembeyaz bulutların ortasındaki gümüş tahtına bir sultan edasıyla kuruldu.

Ayın ışıkları gece yarısından sonra Hz. Meryem’in odasına süzüldüklerinde onu hâlâ namaz kılarken buldular. Hz. Meryem namazını bitirdikten sonra gül ağacını hatırladı. Bir kabın içine bir miktar su koyup dışarı çıktı.

Gül ağacı, mabedin birkaç adım ötesindeki iki dev ka­yanın arasında bitmişti. Orası Hz. Meryem’in özel ibadet yeri olduğu için yabancı insanlara kapalıydı.

Gül ağacını suladıktan sonra, kabı bir kenara koyup iki gece içinde iki kat uzayıp büyüyen bu garip ağacı hayretler içinde seyretmeye koyuldu. Ansızın kulağına ayak sesleri gelmeye başladı. Ne tuhaf... Çakılların, toprağın ve otların üzerinde ayak sesleri..

Bir anda kalbini müthiş bir korku tufanı sarmıştı. Belli ki yalnız değildi. Telâşlı gözlerle etrafına bakındı. Kimsecikler yoktu.

Neden sonra gözleri karanlığa alışınca, ay ışığının altında oracıkta duran gölgeyi gördü. Aman Allahım!.. Kimdi bu adam? Vücudunu hafif bir titreme aldı. Ürkmüştü.

Yerdeki gölgeyi görünce hayreti büsbütün arttı. Çünkü normal şartlar içinde adamın gölgesinin olmaması gere­kiyordu. Ay ışığının altındaydı ve arkasında da herhangi bir lâmba yoktu. Kendi kendine “Orada duran kim acaba?” diye sordu.

Yabancının yüzünü görünce korkusu daha da arttı. Bu adamı daha önce hiç görmemişti. Üstelik yüzü.. yüzü dolun­ayın parlak çehresinden daha parlaktı. Gözlerinde belirgin bir asalet ve heybet, çehresinde muhteşem bir tevazu ve ağır­başlılık vardı. Bu kısa bakış sayesinde Hz. Meryem, adamın yüzün­de milyonlarca seneden beri Allah’a ibadet etmişliğin ifade­lerini okudu.

* * *

Hz. Meryem, karşısında duran o adamın kim olduğunu me­rak ediyordu. Onun düşüncelerini okudu yabancı ve:

- Selâm sana ey Meryem! diye söze başladı.

Hz. Meryem irkildi ve:

- Ben Rahman’a sığındım senden. Eğer Allah’tan korkup haramdan sakınan bir kimse isen çekil yanımdan!..

Kadınlık dünyasının en saf, en temiz, en iffetli kadınıydı. Hiç kimsenin girmeye cesaret edemediği onun gizli böl­mesine giren bu yabancının kötü bir niyeti olabilirdi. Sığınabileceği tek bir yer vardı. Allah...

Yabancı, güven veren bir tebessümle:

- Ben, dedi, Rabbinden sana gelen bir elçiyim. Sana ter­temiz bir erkek çocuk hediye etmek için geldim.

Yabancı, sözlerini bitirir bitirmez her tarafı muhteşem bir ışık dalgası sardı. Ne güneşin, ne ayın ne de lâmbalarımızda yak­tığımız ateşin ışığına benziyordu. Tuhaftı, harikaydı, göz ka­maştırıcıydı.

Biraz sonra her tarafı dolduran bu ışık tayfları yabancının etrafında toplanarak ufukları saracak kadar büyük ve yoğun kanatlar şeklini almaya başladı. Meryem kendinden geç­mişti. Bu hayret verici atmosferin ortasında, kafasında biraz önceki sözcükler yankılanıyordu... “Ben Rabinden sana gelen bir el­çiyim...”

Aman Allahım! Bu o idi. Evet o idi. Meleklerin en bü­yüğü Cebrâil’di (aleyhisselâm) karşısında kusursuz, mükemmel bir insan şeklinde duran...

3.Bölüm

Yaşadığı olayların dehşeti karşısında titreyen Hz. Meryem, başını kaldırıp adama tekrar baktı. Cebrâil (aleyhisselâm), güzel bir insan görüntüsüyle oracıkta duruyordu. Hz. Meryem onun yüzüne baktı. Alnındaki parlaklığı, çehresindeki saflığı ve gözlerindeki heybeti seyretti bir müddet. İçinden geçenler doğruydu. Yüzünde milyonlarca sene Allah’a ibadet etmişliğin derinliği vardı.

Hz. Meryem, Cebrâil’in (aleyhisselâm) cümlesinin ikinci kısmını hatırlayınca irkildi. Ona tertemiz bir erkek çocuk hediye etmek için gelmişti. Hz. Meryem bir bakireydi. Evlenmemişti. Evlenmek bir yana eline bir erkeğin eli bile değmemişti. Evlenmeden nasıl çocuk doğurabilirdi? Meleklerin Efendisine hayretler içinde şöyle dedi:

- Nasıl oğlum olabilir ki, bana bir tek erkek bile değmemiştir. İffetsiz bir kadın da değilim.

Melek ona:

- Dediğin doğrudur. Fakat Rabbin “Bu iş bana pek kolaydır. Çünkü biz onu insanlara kudretimizin bir mûcizesi ve tarafımızdan bir rahmet kılacağız ve artık bu, hükme bağlanmış, olup bitmiş bir iştir.” dedi.

Hz. Meryem, Cebrâil’in (aleyhisselâm) sözlerini düşünmeye başladı. Bu durumun Allah’ın emri olduğunu söylememiş miydi? Öyleyse neden garip olsun ki... Allah için hiçbir şey zor değil ki. Üstelik hiçbir erkeğin eli değmeden çocuk sahibi olması çok mu tuhaftı? Âdem’i (aleyhisselâm) anasız babasız yaratmamış mıydı? Öyle ya, Hz. Âdem’in yaratılmasından önce ne kadın vardı, ne de erkek. Havva validemizi de Hz. Âdem’in kendisinden, yani bir erkekten yaratmıştı. Kuşkusuz Allah’ın gücü her şeye yeterdi. Şimdi de sonsuz kudretiyle babası olmayan bir çocuk yaratacaktı. Hz. Âdem’den bir kadın yaratan Allah, şimdi Hz. Meryem’den bir erkek çocuk yaratacaktı.

İlâhi âdet o güne kadar insanın bir erkek ve bir dişiden yaratılması şeklinde işliyordu. Fakat şimdi âdetleri parçalayarak bir mûcize yaratmak istiyordu. Babasız bir çocuğu yaratmak...

Cebrâil (aleyhisselâm) konuşmasına devam etti:

- Ey Meryem, Allah sana bir mûcizenin müjdesini veriyor. Adı İsa, lâkabı Mesih, sıfatı Meryem’in oğlu. Dünyada da Âhiret’te de itibarlı ve Allah’a en yakın kullardan olacak. Beşiğinde de, yetişkinliğinde de insanlara hitap edip onlarla konuşacak, salih insanlardan olacak.

Hz. Meryem’in dehşeti daha da artmıştı. Çünkü henüz karnında taşımadığı bir bebeğin ismini öğreniyordu. Üstelik büyüyünce nasıl biri olacağını da anlatıyordu ona melek. Hem Allah, hem de insanların nazarında hatırı sayılır önemli bir insan olacaktı. O, bir mûcize çocuktu. Yalnızca büyüdüğünde değil, bebekliğinde de insanlarla konuşacaktı. Bir bebek nasıl konuşabilirdi? Fakat sonsuz kudret sahibi Allah diledikten sonra taşlar bile konuşurdu.

Hz. Meryem, ikinci bir soru sormak için dudaklarını hareket ettirmek istediğinde melek, Hz. Meryem’e doğru bir hava dalgası gönderdi. Daha doğrusu üfledi. Bu daha önce onun hiç görmediği bir ışık tayfıydı. Işık, Hz. Meryem’in vücuduna girince her yanını sardı. Şimdi o, gecenin ortasında göz kamaştıran bir yıldız gibi parlıyordu.

Hz. Meryem harikalar diyarında yaşıyordu sanki. Kendine gelip meleğe soru sormak istediğinde ise melek sessiz sedasız uçup gitmişti.

Soğuk bir rüzgâr esince Hz. Meryem’in vücudunu bir titreme sardı. Ürkmüş bir kuşun uçup kaçması gibi aklının da kaçıp gideceğini hissetti. Derhal odasına koştu. Kapısını kapatıp kendini namazın huzurlu iklimine saldı. Büyük bir huşu içinde secdeye kapanırken gözlerinden yaşlar akıyordu.

Nasıl ifade etmeli yaşadığı o hâli? Farklı duygular aynı anda o kadar iç içe girmişlerdi ki… Mutluluktan içi içine sığmıyordu. Dehşeti, hayreti yaşıyordu. Yüreği bir kuş kalbi gibi titriyordu ve derin bir huzurun sihirli atmosferinde tarifi imkânsız bir zevki iliklerinde hissediyordu.

O artık yalnız değildi. Melek ayrıldığında onu yalnız başına bırakmadığı hissi vardı Hz. Meryem’in içinde.

Evet gerçekten de yalnız değildi. Meleğin üflemesiyle vücudu baştan başa nur dolmuştu. İşte o nur, karnında yavaş yavaş bir bebeğe dönüşüyordu. O bebek büyüdüğünde insanlığa sevgi mesajını sunan bir peygamber olacaktı.

Hz. Meryem, o gece derin bir uykuya daldı. Ertesi sabah gözlerini açtığında odasının her tarafında bir sürü meyve gördü. Üstelik mevsimi olmadığı hâlde tabakların içinde üst üste yığılmış çeşitler vardı. Hayretler içinde baktı onlara. Neden sonra dün geceki olayları hatırladı. Gül ağacını sulamak için bahçeye çıkması.. Cebrâil’le (aleyhisselâm) görüşmesi.. Allah’ın onun içine mûcizeyi üflemesi.. heyecanla odasına dönüşü... nihayet kendini derin bir namazın kucağına salıvermesi…

Hz. Meryem, etrafını saran türlü türlü meyvelere bakarken kendi kendine “Bunların hepsini ben mi yiyeceğim?” diye düşündü. Tam o sırada bir melek sesi duydu:

- Ey Meryem sen yalnız değilsin. İki kişisiniz artık. Sen ve İsa... Bundan sonra iyi beslenmen gerekir.

Hz. Meryem, onları yemeğe başladı.

Günler geçti. Hamileliği diğer kadınlarınkinden çok farklıydı. Meselâ, hastalanmamıştı, hiçbir ağrısı yoktu, karnı da şişmemişti. Aksine hamileliği ona türlü türlü nimetler getirmişti.

Dokuzuncu ay gelip çatmıştı...

Hz. Meryem bir gün insanların uğramadığı uzak bir yere gitti. O gün bir şeylerin olacağını hissediyordu. Fakat tam olarak neydi, bunu bilmiyordu. Yol, onu uzaklığından dolayı insanların pek uğramadığı bir yere ulaştırmıştı. Hiç kimse onun hamile olduğunu ve yakında doğum yapacağını bilmiyordu. Hiç kimse onun yokluğunu fark etmemişti bile. Çünkü günlerini odasında ibadet ederek geçirirdi ve insanlar bunu bildikleri için onu rahatsız etmemeye özen gösterirlerdi.

Yorgundu. Birazcık dinlenmek için büyük bir hurma ağacının altına oturdu. Hele o sancılar, sık aralıklarla gelmeye başlayan sancılar… Allah, ona dayanma gücü vermeseydi acılara dayanmak ne mümkündü.

Doğum başlamıştı. Sancılar, onu hurma ağacına dayanmaya zorladı. O zaman şöyle dedi: “Ah, ne olaydım, keşke bu iş başıma gelmeden öleydim, adı sanı unutulmuş biri olaydım.”

İffetin sembolü o büyük kadını asıl üzen doğum sancıları değildi. Doğumdan sonra karşılaşacağı sıkıntılardı. Kucağında bebeğiyle birlikte insanların karşısına çıktığında, onu nasıl karşılayacaklardı? Ne diyeceklerdi? Herkes onun bir bakire olduğunu biliyordu. Peki, bakire bir kız nasıl çocuk doğurabilirdi? Hiçbir erkeğin eli değmediği hâlde hamile kalıp doğurduğunu nasıl anlatacaktı? İnsanlar inanacaklar mıydı peki?

Kendisine şüpheyle bakacak olan insanların gözlerini hayal etti, meraklı bakışları... Dillerden dökülecek yorumları duyar gibi oldu. Üzüntüden kalbinin sıkıştığını hissetti.

İşte kafasını ve kalbini sarsan bu fırtınalar arasından bir ses duydu, bir bebek sesi. Aşağıya baktı, doğmuştu. Oğlu doğmuştu. Ağlama sesi değildi bebeğin dudaklarından dökülen. Büyüklerin konuştuğu gibi anlamlı sözcüklerdi. Doğar doğmaz bebeğin dilinden dökülen ilk kelimeler, anneyi sakinleştirmek için dökülüyordu:

- Anacağım! Üzülme...

Hz. Meryem, eğilip bebeğin yüzüne baktı. Pırıl pırıldı. Yeni doğan çocukların bedeninde kırışıklıklar olur ya. O öyle değildi. Pürüzsüz bir çehresi, bembeyaz ve yumuşacık bir teni vardı. Evet yemyeşil otların üzerinde yatan bebek konuşuyordu. Annesine üzülmemesi gerektiğini söylüyordu. O bir mûcizeydi. Durmadı, yine konuştu:

- Haydi, hurma dalını kendine doğru silkele. Üzerine dökülen taze ve lezzetli hurmaları da ye. Evet ye, iç... Kalbin mutluluk ve huzurla dolsun. Seni üzecek şeyleri düşünme. Şehre dönüp herhangi bir insana rastlarsan de ki “Ben oruç tutmak için Allah’a söz vermiştim. Onun için bugün hiç kimseyle konuşmayacağım.”

Çocuğun adı İsa’ydı. Lâkabı Mesih.

Hz. Meryem yavrusuna sevgiyle baktı, şefkatle bağrına bastı. Ne harika bir çocuktu. Henüz, birkaç dakika önce dünyaya gelmesine rağmen kendisini annesinden sorumlu hissediyordu. Bebeğin gözlerine baktığında şu anlamları okuyordu: O, bu dünyaya bir şeyler almak için değil, her şeyini vermek için gelmişti.

Hz. Meryem, koca ağacın dev gövdesine dokunur dokunmaz yukarıdan hurma taneleri yağmaya başladı. Teker teker eline alıp yedi onlardan. O kadar lezzetlisini ilk defa yiyordu. Biraz ötede akan ırmaktan su içtikten sonra bebeğini elbiselerine sarıp bağrına bastı ve kendini derin ve tatlı bir uykuya saldı.

Bakire Meryem’in zihninde türlü türlü düşünceler uçuşup duruyordu. Yüreği ürkek bir kuş gibiydi. Korkuyla yerinden fırlayan, biraz sonra da ansızın konan ve bir türlü sakinleşemeyen bir kuş. Düşüncesi, huzur ağacının dallarından birine konar konmaz, zihnine saldıran garip duygularla yerinden fırlıyor, bunun sonucunda sükunet yerini endişelere bırakıyordu. Düşünceleri bir tek noktada odaklanıyordu: İsa. Acaba Yahudiler onu görünce nasıl tepki vereceklerdi?

Hz. Meryem hakkında ne diyeceklerdi. Hz. İsa için ne tür yorumlar yapacaklardı? Yani semayla ilişkisini kesmiş o kimseler semanın Hz. Meryem’e bir bebek verdiğini duyduklarında ikna olacaklar mıydı?

Artık halkının arasına dönme vakti gelmişti. İnsanlar ne diyeceklerdi? Hz. İsa ona, karşılaştığı insanlara oruçlu olduğunu ve bugün kimseyle konuşmayacağını söylemesini öğütlemişti.

Meryem, şehre döndüğünde ikindi vaktiydi. Mâbede uzanan geniş cadde, alış verişlerini bitirdikten sonra içki içip gevezelik etmek için oturan insan kalabalıklarıyla doluydu. Meryem, çarşının ortasına geldiğinde herkesin ona baktığını fark etti. Kucağında bebeği, ağır ve vakur adımlarla yürüyordu.

6.Bölüm

Hz. İsa Filistin’in çeşitli şehir ve kasabalarında Allah’ı anlatıyordu. Allah, ona Tevrat’ı öğretmiş, İncil’i indirmiş, kalbini de hikmet nurlarıyla yıkamıştı. Hz. İsa’nın getirdiği mesaj diğer peygamberlerinkiyle aynıydı:

- Tek olan Allah’a kulluk edin. O’ndan başka ilâh yok...

İsrailoğulları, Hz. Musa’ya inen Tevrat’ı ya tahrif etmişler, ya da kelimelerin kabuğuna bağlanmışlardı. Öz, mânâ yoktu hayatlarında. İsa (aleyhisselâm), başta kâhinler olmak üzere bütün Yahudilere, zayıf ve düşkünlere merhamet etmenin dinin en büyük gayesi olduğunu anlatmaya çalışıyordu.

Yüce Peygamber, dünyanın servet ve lezzetlerine esir olmadı hiçbir zaman. Bir gün, üzerinde eski bir yün elbise, gözlerinde yaş, açlıktan yüzü sararmış, susuzluktan dudakları çatlamış bir vaziyette halkın karşısına çıktı ve şöyle haykırdı:

- Benim evim nerede bilir misiniz?

- Hayır, dediler.

- Evim mescitlerdir... azığım su... gıdam açlık... lâmbam gecenin bağrında doğan Ay. Kışın soğuğundan korunmak için gün doğumlarına yüzümü çevirir dua ederim Rabbime... Yer yüzündeki bitkiler reyhan çiçeklerimdir benim... Giyeceklerim kalın yünden. Hayattaki en büyük ışığım Allah’tan korkmak. Fakirler, miskinler, hasta ve kimsesizler yol arkadaşım. Sabah güneş doğduğunda fakirliktir elbisem, akşam batarken de hiçlik. Fakat gam yemem. İman bana yeter. Allah bana yeter. Benden daha zengini var mıdır dünyada?

Yeryüzünde gezen bir mûcizeydi o. Çamurdan kuş yapıp ona nefesinden üflerdi. Kuş hayata uyanıp uçardı semada. İnsanların gözleri önünde yapardı bunları. Basit ve mütevazı eteğinin temas ettiği hastalar derhal iyileşirdi.

Bir kör gelirdi huzuruna. Mübarek ellerini onun gözlerine sürer sürmez karanlık perde kalkar görmeye başlardı her şeyi. Vücudu yaralarla dolu hastalar yoluna çıkar dua isterlerdi ondan. Elleriyle vücutlarına dokunur dokunmaz, hiçbir şeyleri yokmuş gibi sevinçle kalkarlardı. Elleri maddî hastalıklara da ilâçtı, mânevî hastalıklara da.

Gel gör ki bütün bunlar gözü maddeden başkasını görmeyen kavmini ikna etmeye yetmedi. Fakir ve kimsesizlerin onun çevresinde toplandıklarını gördükçe öfkeleri kabardı, kinleri arttı ve onu halkın gözünden düşürmenin yollarını araştırmaya başladılar.

Gözlerinin önünde Hz. Musa’nın asası dev bir yılana dönüşmemiş miydi? Aynı asanın Kızıl Deniz’i bir vuruşta ikiye yardığına şahit olmamışlar mıydı? Daha ne mûcizeler göstermişti onlara Hz. Musa ve ondan sonra gelen peygamberler. Fakat kalplerini mâneviyata kapamış o insanlara tesir etmek ne mümkündü...

Bunca mûcizeyi göstermesine rağmen Hz. İsa’ya inanmadılar. Onunla alay ettiler, sihirbaz dediler. Sonunda Hz. İsa ölüleri diriltti gözlerinin önünde. Sırtını Allah’ın sonsuz gücüne dayamış bir insana zor gelecek bir şey var mıdır dünyada.

Bir gün yaşlı bir kadın geldi Yüce Peygamber’in huzuruna. Ağlıyordu. Biricik oğlunu kaybetmişti. Onu diriltmesi için Hz. İsa’ya yalvardı. İsa (aleyhisselâm) kendisiyle birlikte çocuğun mezarına gitti. Büyük bir kalabalık vardı arkalarında. Herkes biraz sonra olacakları merak ediyordu. Hz. İsa mezarın başında ellerini açıp dua etti ve çocuğu ismiyle çağırdı. Biraz sonra mezar yarıldı ve yüzlerce insanın hayret dolu bakışları arasında topraktan çıkıverdi çocuk. Annesi oğluna sarıldı, öptü, kokladı.

Mûcizenin haberi Filistin’in bütün şehir, köy ve kasabalarına yayıldı. Yahudi kâhinler de duymuşlardı. Ama dedik ya kalpleri taşlardan bile daha katıydı. Hz. İsa’nın karşısına çıkıp küstahça şöyle dediler:

- Sen henüz yeni ölmüş insanları diriltiyorsun. Gücün yetiyorsa eski zamanlarda ölmüş birini dirilt. Meselâ Hz. Nuh’un oğlu Sam’ı dirilt.

Nuh’un (aleyhisselâm) oğlu Sam. Vefatının üzerinden binlerce sene geçmişti. Hz. İsa mezarın yerini göstermelerini istedi onlardan. Hep birlikte mezarın başına gittiler. Binlerce insan Hz. İsa’yı seyrediyordu. Hz. İsa ellerini semaya açıp dua etti sessizce ve biraz sonra bağırdı:

- Ey Nuh oğlu Sam. Allah’ın izniyle kalk...

Yer yarıldı... İnsanlar korkuyla geri çekildiler. Kâhinlerin gözleri fal taşı gibi açıldı. Hz. İsa gayet sakindi. Nuh’un (aleyhisselâm) oğlu Sam kefenine sarılmış Hz. İsa’nın huzurunda duruyordu. Dehşet içindeki insanlar küçük dillerini yutmuşlardı sanki. Sam’ın saçları bembeyazdı. Hz. İsa sakin bir sesle sordu:

- Saçların neden ağardı? Sizin zamanınızda saçlar ağarmazdı.

- Ey Allah’ın elçisi. Sen beni çağırdığında Kıyamet’in koptuğunu sandım. Saçlarımın ağarması Kıyamet’in dehşetinden... Kıyamet’i kim duyar da ağarmaz saçı..!

Kâhinler Hz. İsa’yı bırakıp mâbede döndüler. İsa (aleyhisselâm) ise dağ yolunu tuttu. Çevresinde yüzlerce fakir, kimsesiz ve hasta vardı. Herkes şifa bulmak için ona koşuyordu. Bunca kalabalık arasından onun peygamberliğine inananların sayısı bir avuç insandı. Dağın en yüksek tepesine çıktı. Gökyüzünü ince bir beyaz bulut tabakası kapladı ve biraz sonra hafif bir yağmur çiselemeye başladı. Hz. İsa çevresinde toplanan insanlara şöyle seslendi:

- Kendisi fakir, gönlü zengin olanlara müjdeler olsun... Onların mükâfatı Cennet’tir. Allah için hüzün yudumlayanlara müjdeler olsun... İnsanları bağışlayan temiz yüreklere de müjdeler olsun. Hak için çile çekenlere binler muştu. Ey mü’minler, siz yeryüzünde tuz gibisiniz. Tuz bozulursa, artık hiç kimse onu eski hâline döndüremez.

Hayatın gerçek tadı iman iledir. İmansız hayat gerçek lezzetini yitirmiş bir yemeğe benzer. Yeryüzündeki mü’minler hayata anlam kazandıran hakiki unsurlardır. İmanın olmadığı yerde şiddet, zorbalık, merhametsizlik, haksızlık vardır.

On iki insan iman etti Hz. İsa’ya. Peygamberlerin kaderidir bir avuç insanın onlara iman etmesi. Bazı peygamberlerin ümmeti bir elin parmak sayısını geçmez bile. Kimi peygamberlerin hiç ümmeti olmamıştır. İşte Hz. İsa’nın talebeleri on iki kişiydi... Havariler.

Bir gün Hz. İsa şöyle haykırdı:

- Allah yolunda bana yardımcı olacak yok mu?

Havariler öne atıldılar ve:

- Biz... diye cevap verdiler.

İman, damarlarında akan kan gibiydi artık. Çünkü gözlerinin önünde Hz. İsa dua etmiş ve biraz sonra semadan bir sofra inmişti. Kendileriyle birlikte yüzlerce fakir o sofradan yedikleri hâlde bitmemişti.

Bütün bu olaylar cereyan ederken Yahudi kâhinler Hz. İsa’yı ortadan kaldırmanın plânlarını yapıyorlardı. Aralarından bir heyet oluşturup Romalı valiye gönderdiler. Valiye Hz. İsa’nın halkı Roma aleyhine kışkırttığını ve bir isyan hazırlığı içinde olduğunu söylediler. Maksatları onu valiye yakalatıp öldürtmekti. Fakat başaramadılar.

Çünkü Romalı vali Yahudilerin kendi içlerindeki bu bölünmüşlüklerini siyasi geleceği açısından faydalı buluyordu. Din umurunda değildi. Tek derdi iktidarı elinde tutmaktı. Hz. İsa’ya inanmış insanları karşısına almak istemiyordu. Zekice davranıp bu işi Yahudilere yaptırmak niyetindeydi. Fakat onlara, İsa’ya (aleyhisselâm) dilediklerini yapma hususunda destek verebileceğini söyledi.

Yine bir çirkin bir oyun oynanıyordu. Yine bir peygamberin kanına girilecekti. Hedefte Hz. İsa vardı. O, yok edilmek isteniyordu. Hem de Romalı valinin desteğiyle yapılacaktı. Fakat, Allah’ın her şeyi görüyor olduğu gözden kaçırılıyordu.

Bir gece...

Zifiri karanlıklar her yanı sarmıştı. Mâbedin küçük bir odası... İçeride gecenin karanlıklarına denk suratlarıyla bir kısım Yahudi kâhinleri... Bir genç oturuyor karşılarında. İsmi Yahuda... Hz. İsa’nın etrafını saran on iki sadık öğrenciden biri. Ama Yahuda sadakat yeminini bozuyor şimdi. Baş kâhin sordu:

- Ne kadar istiyorsun?

- Otuz gümüş akçe verin... size onu teslim edeyim. Nerede saklandığını ben biliyorum...

Tam o sırada Hz. İsa bir evde havarilerini etrafına toplamış son nasihatlerini ediyordu. Allah, ona olanları bildirmişti. Allah, ona dünyadan ayrılma vaktinin yaklaştığını vahyetmişti. Rahmet Peygamberi havarilerine son sözlerini söylüyordu.

- Ben gidiyorum ki Âlemlerin Efendisi gelsin. Ben gidiyorum ki Son Peygamber Ahmed gelsin.

Biraz sonra sokaklarda yeri döven yüzlerce ayak sesinin yankıları yükseliyordu. Önde Yahuda, arkasında bir grup Romalı asker ve yüzlerce gözü dönmüş insan karanlığı yararak Hz. İsa’nın bulunduğu eve doğru ilerliyorlardı. Hz. İsa ayaktaydı. Namaz kılıp, dua ediyordu. Havariler derin bir uykuya dalmışlardı.

Günahkâr insan yığınları evin kapısına dayandıklarında Allah, Hz. Cebrâil, Hz. İsrâfil, Hz. Mikâil ve Hz. Azrail’e Hz. İsa’yı oradan almaları için emir buyurdu. Melekler derhal yere indiler ve Hz. İsa’yı dipdiri bir şekilde aldılar evden. Kimse görmedi olanları. Havarilerin ruhları bile hissetmedi. Allah Hz. İsa’yı göğe yükseltti. İlâhi kudret, kâfirlerin, vücuduna dokunmasına izin vermedi.

Biraz sonra Yahuda girdi odaya. Hz. İsa’yı aradı gözleri, fakat göremedi. Havarileri teker teker dürterek sormaya başladı:

- Efendimiz nerede?

Gözlerini açan hayretle bakıyordu Yahuda’ya. Bu nasıl bir soruydu. Havarilerden biri:

- Efendimiz o nasıl soru? Hz. İsa sizsiniz... dedi.

Yahuda anlamadı. Tekrar sordu. Bütün havariler şaşkın şaşkın baktılar Yahuda’ya. Daha doğrusu Hz. İsa zannettikleri Yahuda’ya. Allah, Yahuda’nın yüzünü değiştirmiş, Hz. İsa’nın yüzü gibi yapmıştı. Allah, zalimleri işte böyle yapardı.

Odaya giren Romalı askerler derhal tutukladılar Yahuda’yı Hz. İsa diye. Ne kadar çırpındı Yahuda:

- Ben İsa değilim! diye.

Fakat inandıramadı kimseye. Onu alıp İsrailoğullarına teslim ettiler. Onlar önce işkence ettiler ona. Sonra da çarmıha gerip astılar. Yahuda, ihanetinin bedelini işte böyle ödedi.

İsa’nın (aleyhisselâm) getirdiği ilâhi mesajlar tahrif edildi, çarpıtıldı ve bulandırıldı. İnsanlık yeniden yolunu şaşırdı. Bir kez daha karanlık bulutlar ufukları sardı. İnsanlık bir kez daha aldandı şeytana.

Gel zaman git zaman. Aradan altı yüz küsür sene geçmişti. İnsanlığın kah sağa kah sola yalpa yaparak yürüdüğü altı yüz küsür yıl.


Hz. İsa (A.S.)

Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Hz. İsa (a.s) batılı tarihçilere göre miladi yıldan dört veya beş sene kadar önce doğmuştur.

Yine batılı tarihçilere göre Hz. İsa (a.s) Romalıların elinde bulunan Yahudiye'de Romalılardan Tiberius iktidarı döneminde otuz yaşlarına doğru peygamberliğini insanlara bildirdi. Önce Celile'de sonra Kudüs'te insanları hak dine davet etti. Yahudilerin dinini ikmal onların dine kattıklarını düzeltmek için gönderilen Hz. İsa (a.s) kendisine indirilen İncil adlı kutsal kitapta bunu şöyle anlatır: "Ben yok etmeğe değil, tamamlamaya geldim." Hz. İsa (a.s), yahudilerin tahrif ettiği Eski Ahid'i onların anlayışından kurtarmaya, Hz. Musa (a.s)'ın getirdiği akideyi yerleştirmeye ve yahudilere daha önce bildirilen zahmetli bazı ilahi kanunları hafifletmeye çalıştı.

Memleketi Celile'de Genaseret gölü kıyısında ilk vaaz ve tebliğlerini bildiren Hz. İsa daha sonra Kudüs'e gitti. Yahudiler Hz. İsa'yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pilatus'a şikayet ettiler. Havarilerin içinde Yahuda isimli birisi Hz. İsa'ya ihanet etti ve Hristiyanların inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürüldü. Kur'an-ı Kerîm'de ise hadise şöyle anlatılmaktadır: "Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı" (en-Nisa, 4/156). Rivayete göre Hz. İsa'ya ihanet eden Yahuda, Romalılar tarafından isa (a.s.) zannedilerek asılmıştır.

İsa (a.s); orta boylu, kırmızıya çalar beyaz benizli, dağınık, düz saçlı idi. Saçını uzatır, omuzları arasına salardı. Geniş göğüslü, küçük yüzlü çok benli idi: Sırtına yün elbise, ayağına ağaç kabuğundan yapılmış sandal giyer, çoğu zaman da yalınayak yürürdü.

Kendisinin geceleri varıp barınacağı bir evi, ev eşyası ve zevcesi yoktu. Hiç bir şeyi yarın için biriktirip saklamazdı. İsa (a.s) dünyadan yüz çevirir, ahireti özler, Allah'a ibadete koyulurdu. Yeryüzünde nerede güneş batarsa orada konaklar iki ayağının üzerinde namaza durur; gece namaz gündüz de oruç ile günlerini geçirirdi (M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, II. 334, 335).

Kur'an-ı Kerîm'e göre Hz. İsa (a.s)'ın annesi Hz. Meryem'dir. Meryem (a.s), yine Kur'an'da ismi geçen dört seçkin aileden biri olan İmrân ailesinden idi. Hz. Meryem, Zekeriya (a.s)'ın koruması ve gözetim altındaydı. Meryem, Beytü'l-Makdis'te, doğu tarafta özel bir bölmeye yerleştirilmişti. Zekeriya (a.s), Meryem'in yanına geldikçe orada, rızkını ve yiyeceğini hazır görürdü. Hz. Meryem, Beytü'l Makdis'te zikirle, ibadetle hayatını geçiriyordu. İşte bu sırada Allah, ona bir beşer sûretiyle Cebrail'i gönderdi. bu durum, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde anlatılır: "Meryem dedi ki; ben senden Rahman'a sığınırım. Eğer O'ndan korkuyorsan bana dokunma! O da, ben, temiz bir oğlan bağışlamak için Rabbının sana gönderdiği elçiden başkası değilim, dedi. Meryem; bana bir insan temas etmemişken, ben kötü kadın olmadığım halde nasıl oğlum olabilir? dedi. Cebrail, bu böyledir; çünkü Rabbın, "bu bana kolaydır, onu insanlar için bir mucize ve katımızdan da bir rahmet kılacağız," diyor, dedi. İş olup bitti. Böylece Meryem, İsa'ya gebe kalarak bir köseye çekildi. Doğum sancıları başladı ve başına gelen bu hadiseden dolayı çok üzülerek, keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim, dedi" (Meryem, 19/1 8-23).

Cebrail, Meryem (a.s)'e, babasız doğuracağı çocuğun özelliklerini ve mücadelesini haber vermiş, Meryem'i teselli etmiş ve ayrılıp gitmişti. Hz. Meryem'in kendisini Allah'a ibadete verdiğini ve onun tertemiz bir kadın olduğunu bilenler de bilmeyenler de bu duruma hayret etmiş ve doğumun bu şekilde nasıl olabileceği tartışmasına girmişlerdi. Hz. Meryem ise olayı, çocuğa sormalarını işaret etmişti. Fakat "Onlar, biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz? dediler. Çocuk, ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece namaz kılmamı ve zekât vermemi, anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de, dirileceğim gün de, bana selâm olsun, dedi" (Meryem, 19/23-33).

İsa (a.s)'ın babasız olarak mucizevî bir şekilde doğuşu, Allah'ın dilemesinden ibaretti. Hatta Allah katında, oluş itibariyle Adem (a.s) ile İsa (a.s) arasında fark yoktu. Nitekim ayet-i kerimede, durum şu şekilde izah edilir: "Gerçekten İsa'nın babasız dünyaya geliş hâli de Allah katında Adem'in hâli gibidir. Allah, Âdem'i topraktan yarattı, sonra da ona ol dedi; o da hemen (insan) oluverdi" (Âl-i İmrân, 3/59).

İsa (a.s) otuz yaşında iken peygamberlik görevi aldığında, hemen İsrailoğullarına durumu bildirdi. İsa (a.s)'nın çağrısına kulak tıkayan ve ellerindeki Tevrat'ı tahrif edip pek çok değişiklikler yapan İsrailoğulları, Hz. İsa (a.s)'a inanmadılar. Ayrıca Allah, Hz. İsa'nın risâletini destekleyen mucizelerde gösteriyordu. Kur'an-ı Kerim'de zikri geçen mucizeleri şunlardır: İsa (a.s) nın, çamurdan kuş biçiminde bir heykel yapması ve onu üfleyince kuş olup uçması, ölüleri diriltmesi; anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulmuş olanları tedavi etmesi; gökten sofra indirmesi (el-Mâide, 5/110-115); Havarîlerin ve diğer arkadaşlarının evlerinde ne yediklerini ve neler sakladıklarını söyleyerek gaybdan haber vermesi (Âlu İmrân, 3/49).

İsrailoğulları, İsa (a.s.)'ı ve ona tâbi olanları durdurmak için pek çok yol denediler; sonunda Hz. İsa'yı öldürmeğe karar verdiler. Ancak Allah, onların planlarını etkisiz hâle getirdi. Yahudiler, İsa (a.s.)'a benzeyen birini yakalayıp astılar ve "Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük" dediler (en-Nisâ, 4/157). Öte yandan Kur'an-ı Kerîm, asıl durumu şu şekilde açıklar: "Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı. Ayrılığa düştükleri şeyde, doğrusu şüphededirler. Onların bu öldürme olayına ait bir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah, onu kendi katına yükseltti. Allah güçlüdür, hâkimdir" (en-Nisâ, 4/157-158).

İsa (a.s) ayette de belirtildiği gibi, öldürülmeden manevi olarak göğe yükseltilmiştir. Ayrıca Mi'rac'da, peygamberimiz kendisini görmüştür. Hz. İsa, göğe yükselmeden önce, havârîlerine ve tüm insanlığa şu müjdeyi vermişti: "Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan, Tevrat'ı doğrulayan ve benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim" (es-Saf, 61/6).

Hz. İsa (a.s) göğe çekildiği sıralarda kendisine inananların sayısı çok azdı. Daha sonra bir ara Hz. İsa'nın getirdiği inancı kabul edenler çoğaldı ise de, sonunda Hristiyanlar da İsrailoğulları gibi yoldan çıktı ve pek çok yanlışlıklara saptılar. Bugün, Hıristiyanların sahip oldukları teslis inancı, İsa (a.s)'nın göğe yükseltilmesinden hemen sonra ortaya çıkmıştır.

İsa (a.s)'ın annesi Hz. Meryem Hz. İsa'nın göğe çekilmesinden sonra altı sene kadar daha yaşamış ve ölmüştür (Hakim, Müstedrek, II, 596).

Hz. İsa (a.s)'a dört büyük ilâhi kitaptan biri olan İncil verilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de İncil'in Hz. İsa'ya verilişi ile ilgili şu bilgiler vardı: "Arkalarından da izlerince Meryem oğlu İsa'yı Tevrat'ın bir tasdikçisi olarak gönderdik; ona da bir hidâyet, bir nur bulunan İncil'i, ondan evvelki Tevrat'ın bir tasdikçisi ve sakınanlara bir hidâyet ve öğüt olmak üzere verdik" (el-Mâide, 5/11). Ancak bu İncil de Tevrat gibi tahrifata uğramış: tır. Bununla birlikte Allah Teâlâ tarafından son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilen Kur'an-ı Kerîm, Zebur, Tevrat ve İncil'in hükümlerini ve geçerliliklerini ortadan kaldırmıştır.

 


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol