""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Cenaze Namazı ve Şehitlik Meselesi

XVII. CENAZE NAMAZI
Bâki olan Allah'tır ve her canlı ölümü tadacaktır. Doğum gibi ölüm de
Allah'ın değişmez sünneti içerisinde doğal bir olaydır. Fakat İslâm inancı
bakımından ölüm bir son değil, yeni bir hayatın başlangıcıdır. Dolayısıyla bu
âlem için ölüm denilen olay, başka bir âlem için mahiyeti farklı yeni bir doğum
olarak gerçekleşir. Mutlaka yaşanacak olan bu yeni hayat için insanın
bu dünyada iken hazırlık yapması gerekir. Esasen Allah'ın emirleri ve Peygamberimiz’in
tavsiyeleri dikkate alınıp onlara uygun davranışlar sergilen
mesi dışında özel bir hazırlık yapmaya gerek yoktur. Bu emir ve tavsiyeler,
bu geçici dünyanın en güzel şekilde yaşanmasını sağlamaya yeteceği gibi,
müstakbel hayat için de bir hazırlık teşkil edecek özelliktedir.

İnsanın ölüsü de saygıya lâyıktır. Bu saygı bir yönüyle, ölünün yakınlarına
bir teselli mahiyeti taşıdığı gibi ölümün hiçlik olmadığını anlatmak amacına
da yöneliktir. O ölmüştür, fakat yine insandır; bu dünya açısından ölmüştür,
fakat başka bir âlem için yeniden doğmuştur. Ölünün âdeta yeni
doğmuş bir çocuk gibi yıkanması, bir yönüyle bu yeniden doğuş olayını
sembolize etmekte, bir yönüyle bu fâni yolculuğun yani dünya hayatının
kendisi üzerinde bıraktığı kir, toz ve bulaşıkları gidermeyi temsil etmektedir.
Bu yıkamanın ardından, yeni doğan çocuğa giydirilen zıbın misali kefene
sarılır ve büyük bir ihtimamla beşiğine indirilir. Ötesini Allah biliyor, gidenler
biliyor. Biz de bildirildiği kadarını biliyoruz...

Cenaze, ölü anlamına geldiği gibi, tabut veya teneşir anlamına da gelir.
Son nefesine yaklaşmış ve ölmek üzere olan kişiye muhtazar, ölen kişiye
meyyit (çoğulu mevtâ), ölü için genel olarak yapılması gereken hazırlıklara
teçhiz, ölünün yıkanmasına gasil, kefenlenmesine tekfin, tabuta konulup
musallâya yani namazın kılınacağı yere ve namazdan sonra kabristana
taşınmasına teşyî ve kabre konulmasına defin denir. Telkin, muhtazarın
yanında kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdet okumaya denildiği gibi definden
sonra, sorulması muhtemel soruları ve cevapları ölüye hatırlatma konuşmasına
da denilir. Ölünün yakınlarına başsağlığı dileğinde bulunmaya tâziye
denir ki teselli etmek anlamındadır.

Ölen bir müslümanı yıkamak, kefenlemek, onun için namaz kılıp dua
etmek ve bir kabre gömmek müslümanlar için farz-ı kifâyedir.

Peygamberimiz "Ölülerinizin güzel işlerini yâdedin, kötü taraflarını dile
getirmeyin" (Tirmizî, “Cenâiz”, 34) diyerek, ölmüşlerimizi hayırla anmamızı,
iyi taraflarını ön plana çıkarmamızı tavsiye etmiştir. Ölenin olumsuz yönleri
konusunda suskun kalma hususu, ölen kişinin ölmeden önceki davranışlarıyla
ilgili olduğu kadar, ölüm anındaki durumu, gasil işini yapanların gördükleri
hoş olmayan şeylerle de ilgilidir. Fakat ölen kişi haramı açıkça işleyen
bid‘at ve sapıklıkla tanınmış ve bu hal üzere ölmüş biriyse, başkalarını
sakındırmak maksadıyla onun bu durumu gerektiğinde söylenebilir.

Ölmek üzere olan kişiyi, eğer bir güçlük yoksa kıbleye doğru ve sağ yanı
üzerine çevirmek müstehaptır. Sırtına, ensesine yastık gibi şeyler konup başı
yükseltilerek yüzü kıbleye gelecek şekilde ve ayakları kıbleye uzanık duruma
getirilmesi aynıdır.

Bir hadiste "Kimin son sözü ‘Lâ ilâhe illallah’ olursa, o kişi cennete girer"
buyurulmuştur (Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 16). Ölümü yaklaşmış kişiye kelime-i
tevhid telkin edilmesi sünnettir (Müslim, “Cenâiz”, 1). Ona "sen de söyle"
dememeli, sadece yanında kelime-i tevhid ve kelime-i şehâdet okumalıdır.
Bu telkinin amacı, hastanın son nefeste bu sözleri söylemesi ve son sözünün
bu kelimeler olmasıdır. Bu bakımdan bu telkini hastanın sevdiği kimseler
yapmalıdır. Bu telkin tövbeyi de içine alacak şekilde şöyle de yapılabilir:
Estağfirullâhe'l-azîm ellezî lâ ilâhe illâ hû, el-Hayye'l-Kayyûm ve
etûbü ileyh. Ölümü yaklaşmış kişinin (muhtazar) yanında Yâsîn veya Ra‘d
sûresini okumak müstehaptır.

Muhtazar ölünce gözleri kapatılır, bir bezle çenesi bağlanır. Bunları ya-
pan kişi şöyle dua etmelidir:

Bismillâhi ve alâ milleti resûlillâh. Allahümme yessir aleyhi
emrehû ve sehhil aleyhi mâ ba‘dehû ve es‘idhu bi likaike vec‘al mâ
harece ileyhi hayren mimmâ harece anhü (Allah'ın adıyla ve Resûlullah'ın
dini üzere… Ey Allahım bunun işini kolaylaştır ve sonrasında güçlük
gösterme. Onu, cemalinle mutlu eyle. Gittiği yeri, ayrıldığı yerden daha hayırlı
eyle).

Ölünün üzerinden elbisesi çıkarılır. Üzerine bir örtü çekilir, şişmemesi
için karnı üzerine bıçak gibi demirden bir şey konur ve yıkanacağı yere konulur.
Elleri yanlarına uzatılır, göğsünün üzerine konmaz. Cünüp, hayız,
nifas hallerinde bulunanlar ölünün yanında bulunmaz. Ölünün yanında
güzel kokulu bir şey bulundurulur.

Ölü yıkanıncaya kadar yanında Kur'an okunmaz. Yıkanma işlemi tamamlanmadan
ölünün yanında Kur'an okumak mekruhtur. Fakat başka bir
odada yüksek sesle okumak mekruh olmadığı gibi ölünün bulunduğu odada
gizlice, içinden Kur'an okumakta da kerâhet yoktur.

A) Cenazenin Yıkanması


Cenazenin bir an önce yıkanması, kefenlenip hazırlanması ve defnedilmesi
müstehaptır. Yıkama işini yapmak için cenaze önce, teneşir denilen tahta bir
sedir üzerine, ayakları kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırılır. Teneşirin çevresi
güzel kokulu bir şeyle üç, beş veya yedi defa tütsülenir. Göbeğinden diz
altına kadar olan avret yeri bir örtü ile örtülür ve elbiseleri tamamen çıkarılır.


Cenaze yıkayan erkek veya kadın, farz olan yıkama görevini yerine getirmeye
niyet etmeli ve besmele ile başlamalıdır. Yıkama bitinceye kadar da
Gufrâneke yâ rahmân (Artık senin af ve mağfiretinle baş başa, sen onu bağışla
ey rahmân olan Allah) demelidir.

Yıkayıcı eline bir bez alarak örtünün altından ölünün avret yerlerini temizler.
Sonra abdest aldırmaya başlayarak, önce yüzünü yıkar. Ağız ve burna su verilmez.
Sadece dudaklarının içini ve dışlarını, burun deliklerini, göbek çukurunu
parmakla veya parmağına sardığı bezle mümkün mertebe siler. Ondan sonra
ellerini, kollarını yıkar. Sahih olan görüşe göre başını da meshedip, ayaklarını
geciktirmeksizin hemen yıkar. Böylece ölüye abdest verilmiş olur. Namazın ne
olduğunu anlamayacak yaşta ölen çocuğa abdest verilmesine gerek yoktur. Cenazenin
abdest işi tamamlanınca üzerine ılık su dökülür. Varsa hatmî denilen
güzel kokulu bir ot ile, yoksa sabun ile yıkanır. Sonra sol tarafına çevrilerek, sağ
tarafı bir defa yıkanır. Böylece sağ ve sol tarafları üçer defa yıkanır. Bundan
sonra cenaze hafifçe kaldırılır. Bu kaldırışta cenaze, yıkayan kişinin göğsüne
veya eline veya dizine dayandırılır. Sonra karnı hafifçe ovulur. Bir şey çıkarsa su
ile yıkanıp giderilir. Yeniden abdest verilmesine ve baştan yıkanmasına gerek
yoktur. Şişip dağılmak üzere olan ölünün üzerine sadece su dökmekle yetinilir;
abdest verdirmeye ve üç defa yıkamaya gerek yoktur.

Ölünün saçı sakalı taranmaz; saçları ve tırnakları kesilmez; sünnet olmamışsa
sünnet edilmez. Cenaze yıkanırken pamuk kullanılmaz. Yıkandıktan
sonra havlu ve benzeri bir şey ile kurulanır. Ondan sonra kefen gömleği
giydirilir ve geri kalan kefenleri yayılır. Başına ve sakalına hânît denilen
kâfur veya benzeri güzel kokulu bir şey konur. Secde yeri olan alın, burun,
eller, dizler ve ayaklara da kâfur konur.

Ölü kapalı bir mekânda yıkanmalı, yıkayan ve yardım edenden başka
kimse görmemelidir. Bir ölüyü ona en yakın olan biri veya takvâ sahibi güvenilir
bir kimse yıkamalıdır. Yıkama karşılığında para alınmasa iyi olur.

Erkek ölüyü erkek, kadın ölüyü kadın yıkamalıdır. Yıkayan kişiler abdestli
olmalıdır. Yıkayıcının gayri müslim olması mekruh olmakla birlikte
müslüman bir ölüyü yıkayacak müslüman kimse yoksa bu takdirde gayri
müslim yıkasa da olur.

Bir kadın vefat eden kocasını yıkayabilir. Çünkü kadın iddet bekleyecektir.
Bu iddet çıkmadıkça evlilik devam ediyor sayılır. Fakat koca, ölmüş karısını
yıkayamaz. Çünkü erkeğin iddet beklemesi gerekmez, karısı ölünce
aralarındaki evlilik bağı kalkmış olur. Ancak yıkayacak kimse bulunmadığı
takdirde, koca karısına teyemmüm verir. Diğer üç imama göre koca karısını
yıkayabilir.

Erkekler arasında ölmüş bulunan bir kadının orada bir mahremi varsa,
mahremi kendisine teyemmüm verdirir. Mahremi yoksa yabancı bir erkek
eline bir bez alarak bakmadan kadına teyemmüm ettirir.

Su bulunmadığı zaman yine teyemmüm ile yetinilir. Bir cenaze için teyemmüm
yaptırılıp cenaze namazı kılındıktan sonra su bulunacak olursa,
yeniden yıkanır. Cenaze namazını yeniden kılmaya gerek olup olmadığı
konusunda Ebû Yûsuf'tan, biri kılınacağı, diğeri kılınmasına gerek olmadığı
şeklinde iki görüş rivayet edilmektedir.

Henüz bulûğ çağına yaklaşmamış küçük kız çocuğunu gerektiğinde erkek
yıkayabileceği gibi, aynı durumdaki erkek çocuğunu gerektiğinde bir
kadın yıkayabilir. Cinsel organı kesilmiş veya yumurtaları alınmış erkek de
erkek yıkayıcı tarafından yıkanır.

Erkek mi kadın mı olduğu anlaşılmayan ve bu bakımdan kendisine
hünsâ-i müşkil denilen kimse ölünce yıkanmaz, sadece teyemmüm ettirilir.
Kefenleme hususunda kadın sayılır ve ona göre kefenlenir.

Suda boğulmuş olan bir kimse, yıkamak niyetiyle üç defa suda hareket
ettirilerek yıkanır. Yalnız su içinde kalmış olması, hayattaki müslümanları
cenazeyi yıkama farzını yerine getirmekten kurtarmaz.

Bir müslümanın akrabası veya karısı olan bir gayri müslim öldüğü zaman
onun dindaşlarına verilir. Eğer bunlara verilmezse sünnete uygunluk
şartına dikkat edilmeksizin yıkanır ve kefenlenerek gömülür.

Ölen müslümanın gayri müslimden başka akrabasından bir velisi bulunmasa
bile cenaze gayri müslimlere verilmez. Çünkü bunun teçhiz ve tekfini
müslümanların borcudur.

Düşük neticesinde ölü doğan çocuk, bir bez parçasına sarılarak gömülür,
yıkanması gerekmez.

Ölmüş bir müslümanın başı ile beraber vücudunun çoğu bulunuyorsa
yıkanır, kefenlenir ve namazı kılınır. Fakat başsız olarak yalnız vücudun
yarısı bulunsa veya gövdesinin çoğu kaybolmuşsa yıkanmaz, kefenlenmez
ve üzerine namaz kılınmaz. Bir beze sarılarak gömülür.

Kefene sarıldıktan sonra ölüden çıkacak bir sıvı veya benzeri şeyler artık
yıkanmaz, öylece gömülür.


B) Cenazenin Kefenlenmesi

Ölen erkek veya kadını, bedenleri örtülecek şekilde kefenlemek farzdır. Kefen,
cenazenin yıkanıp kurulanmasından sonra sarıldığı bez demektir. Bu bez, bir
yönüyle ölünün bedenini örtme görevi gördüğü gibi, bir yönüyle de insanın bu
dünyadan bir şey götüremeyeceğini, doğduğu gibi çıplak ve sade gideceğini temsil
etmek üzere yensiz ve yakasız, dikişsiz ve oyasız sade bir bezdir.

Erkeğin kefeni, biri gömlek (kamîs) yerini, biri etek (izâr) yerini ve biri de
sargı-bürgü (lifâfe) yerini tutmak üzere yensiz ve yakasız, etrafı dikişsiz üç kat
bez; kadının kefeni ise bu üç kata ilâve olarak bir baş örtüsü ve bir de göğüs
örtüsü olmak üzere beş kat bezdir. Bu söylenen sünnet üzere kefenleme için
gereken parça sayısıdır (kefen-i sünnet). Bu sayıda parça bulunamayıp, erkek
için izâr ve lifâfe ve kadın için bu ikisine ilâveten bir baş örtüsü ile yetinilmesi
durumunda, bu da yeterlidir (kefen-i kifâyet). Bu kadarı da bulunmaz ve gerek
erkek gerek kadın için sadece bir kat bez bulunabilirse, ölü tek parça beze
sarılır (kefen-i zarûret).

Kamîs, boyun kısmından ayaklara kadar uzanan gömlek yerinde bir bezdir.
İzâr, eteklik yerinde, baştan ayağa kadar uzanan bir bezdir. Lifâfe ise, sargı
yerinde olup baştan ayağa kadar uzanan, baş ve ayak taraflarından düğümlenen
bir bezdir. Bu bakımdan izârdan biraz daha uzundur.

Kefenin beyaz renkli pamuk bezinden olması daha faziletlidir. Gelenek
olarak da beyaz patiskadan yapılmaktadır. Kefen olarak kullanılacak bez
çok basit ve âdi olmamalıdır, fakat çok pahalı olmasına da gerek yoktur.
Ölünün mal varlığına uygun olmalıdır. Kadınlar için ipekten ve zaferan ile
usfur denilen boyalarla boyanmış bezden kefen yapılabilir.

Ölülere sarılmadan önce kefenlerin birkaç defa güzel kokulu şeylerle tütsülenmesi
âdettir.

Önce lifâfe tabut içine veya hasır veya kilim gibi bir şey üzerine yayılır,
onun üzerine izâr serilir, sonra da ölü, kefen gömleği içinde izârın üstüne
konur. Ölü erkek ise, izâr önce soluna, sonra da sağına getirilerek sarılır,
sonra lifâfe de aynı
şekilde sarılır. Açılmasından korkulursa, kefen bir kuşak
ile de bağlanabilir.

Ölü kadın ise, saçları ikiye ayrılarak kefen gömleği üzerinden göğsü
üzerine konulur ve üstüne, yüzünü de örtecek şekilde baş örtüsü konur.
Sonra üzerine izâr sarılır ve izârın üzerinden göğüs örtüsü bağlanır. Daha
sonra lifâfe sarılır. Göğüs örtüsü lifâfeden sonra da bağlanabilir.


Bulûğ çağına yaklaşmış çocuklar, büyükler hükmündedir. Bu çağa gelmemiş
çocukların kefenleri sadece izâr ve lifâfeden ibaret olur. Kefenin tek
kat olması da mümkündür. Fakat üç kat yapılması daha iyidir.

Kefen, ölen kişinin kendi malından karşılanır. Kefen harcamaları, ölen kişinin
borcundan, vasiyetinden ve vârislerin haklarından önce gelir. Geriye mal
bırakmamış kimselerin kefen masrafı, hayatta iken nafakasını vermekle yükümlü
bulunduğu kimselere aittir. Böyle bir kimsesi yoksa, duruma göre bir
devlet kurumu tarafından veya oradaki müslüman halk tarafından karşılanır.

Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüşe göre, arkada mal bıraksın
bırakmasın kadınların kefenleri kocalarına aittir. İmam Muhammed'e göre ise,
arkada mal bırakmayan kadınların tekfin ve teçhiz masrafları, bu kadınların
nafakalarını temin etmekle yükümlü olan kimselere aittir. Kendilerine ait malları
varsa, masraflar oradan karşılanır. Şâfiî'nin görüşü de böyledir.

Bir ölünün teçhiz ve tekfin masraflarını vârislerden birisi karşılamışsa, bu
masrafları ölünün terekesinden alabilir. Fakat akraba olsun olmasın, bu masrafları
vâris olmayan bir kimse, vârislerin isteği veya izni olmadan karşılamışsa,
terekeden alma hakkı olmamakla birlikte vârisler bu kişinin yaptığı masrafı
ödemek isterlerse, bu kişinin harcadığı miktarı almasında sakınca yoktur.

Ölünün alnına veya sargısına veya kefenine kendisinin iman üzere, ezelî
ahid üzere sabit olduğuna dair ahidnâme denilen bazı mukaddes kelimeler yazılacak
olursa, ölen kişinin yüce Allah'ın mağfiretine kavuşmasının umulacağı
söylenmiştir. Bunun mürekkeple veya kalıcı başka bir şeyle yazılması çeşitli
nedenlerle hoş karşılanmamış, bunun yerine, ölü yıkandıktan sonra şahadet
parmağı ile alnına bismillâhirrahmânirrahîm ve göğsü üzerine yine işaretle
Lâ ilâhe illallah yazılması uygun ve faydalı görülmüştür.

C) Cenaze Namazı


Yıkanıp kefenlenen ölüye son duayı yapmak üzere cenaze namazı kılmak
görevi vardır. Bu görev farz-ı kifâyedir. Namaza duracak olan müslümanların
yönü kıbleye gelecek şekilde, cenaze ön tarafa konulur. Müslümanlar
abdestli ve kıbleye yönelik olarak dua mahiyetindeki bu namazı
kılarlar.

Cenaze namazına niyet şarttır. Bu niyetle ölünün kadın veya erkek, kız
çocuk veya erkek çocuk olduğu belirlenir (ta‘yîn). Bu durumu bilmeyen kişi
"üzerine imamın namaz kıldığı kişi" diye niyet edebilir.
İmam olan kişi, Allah Teâlâ'nın rızâsı için orada bulunan cenazenin namazını
kılmaya ve o cenaze için dua etmeye niyet ederek namaza başlar.
Niyette ölünün erkek veya kadın, kız veya erkek çocuğu olduğu belirtilmelidir.
Diğer namazlarda, cemaat içinde kadın bulunması durumunda imamın,
kadınlar için de imamlığa niyet etmesi gerekli olduğu halde, bu namazda
gerekmez. Cemaat ise, Allah rızâsı için o cenaze namazını kılıp onun için
dua etmeye ve imama uymaya niyet eder.

Cenaze namazının rükünleri kıyam ve tekbirdir. Sünnetleri ise hamd ve
senâ etmek, salât ve selâm getirmek, hem ölüye hem de diğer müslümanlara
dua etmekten ibarettir. Duanın rükün olduğunu söyleyenler de vardır.

Cenaze namazında iftitah tekbirinden başka, üç tekbir bulunmaktadır.

Cenaze namazında cemaatin bulunması
şart değildir. Yalnız bir erkeğin
veya yalnız bir kadının bu namazı kılmasıyla farz yerine getirilmiş olur. Bir
ölünün namazını sadece kadınlar kılmış olsalar, bu câizdir ve farz yerine
gelmiş olur. Onlar kendi aralarında bu namazı cemaatle kılabilecekleri gibi
tek tek de kılabilirler.

Diğer namazlarda olduğu gibi cenaze namazında da namazı kıldırmaya
en yetkili ve lâyık olanlar yöneticilerdir. Bu olmadığı takdirde sırasıyla
müftü, cami imamı ve daha sonra veraset sırasına göre ölünün velisi olan
yakınları gelir. Namaz kıldırma sırası veliye geldiği halde izni olmadan, önce
sayılanlar dışında birisi namazı kıldırmışsa, veli isterse yeniden namaz kılabilir
ve başka bir cemaate yeniden cenaze namazını kıldırabilir. Ölen bir
kadının velisi bulunmazsa namazını kıldırmaya kocası, sonra mahalle sakinleri
yetkili olurlar. Ebû Hanîfe'den bir rivayete ve Ebû Yûsuf'un ve Şâfiî'nin
görüşüne göre cenaze namazını kıldırma önceliği ölenin velisine aittir.

Birkaç cenaze bir araya gelmiş olsa bunların namazlarını ayrı ayrı kılmak
daha iyidir, hangisi daha önce getirilmişse önce onun namazı kılınır.
Birlikte getirilmişlerse daha faziletli olana öncelik verilir. Bununla birlikte
orada bulunan cenazelerin hepsine birden bir namaz kılmak da yeterli olur.

İmam ölünün göğsü hizasında durur. Cemaat de hiç olmazsa üç saf bağlar.
Cenaze namazında safların en faziletlisi en arka saftır. Cenaze musallaya, baş
tarafı imamın sağına gelecek şekilde konulur. Ters konulmuşsa, namaz câiz
olmakla birlikte sünnete aykırı davranıldığı için kötü bir iş yapılmış olur.

Cenaze namazına başlandıktan sonra gelip cemaate katılan kimse hemen
tekbir alır, noksan kalan tekbirlerini de dua okumaksızın peş peşe alır, böylece
cenaze musallâdan kaldırılmadan tekbirlerini tamamlayıp selâm verir.


İmamın dördüncü tekbirinden sonra cemaate katılan kimse hemen tekbir
alarak imama uyar, imamın selâmından sonra da üç tekbiri kazâ eder. Fetvaya
esas alınan görüş budur.

Şiddetli yağmur gibi bir mazeret bulunmadıkça cenazeyi cami içine alarak
namazı orada kılmak doğru olmayıp tenzîhen mekruhtur. Cenaze mescidin ön
tarafına konularak imam ile cemaatin bir kısmı cenaze ile orada, bir kısmı da
mescid içinde durur ve saflar bitişik olursa, bu takdirde mekruh olmaz. Cenaze
namazının kabristanda kılınması uygun görülmemiştir.

Cenaze namazında kadınların her zaman olduğu gibi arka safta yer tutmaları
uygun olur; çünkü sünnet olan saf düzeni böyledir. Bununla birlikte
erkeklerin hizasında veya önünde saf tutacak olsalar, hepsinin namazı tamam
olur; diğer namazlarda olduğu gibi kadının iki yanında duran birer
erkeğin ve arkadaki bir erkeğin namazı bozulmaz. Çünkü cenaze namazı
mutlak namaz değildir.

Cenaze namazını kıldıracak imamın âkıl-bâliğ olması
şarttır.

Diğer namazları bozan şeyler cenaze namazını da bozar.

D) Cenaze Namazının Kılınışı


Cenazeye karşı ve kıbleye yönelik olarak saf bağlanır, niyet edilir. İmam
olan zât tekbir alarak ellerini namazda olduğu gibi bağlar. Cemaat de gizlice
tekbir alarak ellerini bağlarlar. Bu tekbir bir bakıma rükün bir bakıma şarttır.
Bu tekbirin arkasından hem imam hem cemaat, "ve celle senâüke" cümlesini
ilgili yere ekleyerek içlerinden "Sübhâneke"yi okurlar. Ardından imam elleri
kaldırmadan Allahüekber diye açıktan tekbir alır. Cemaat de ellerini kaldırmadan
gizlice tekbir alır. Bundan sonra hepsi içlerinden Allahümme salli ve
Allahümme bârik dualarını okurlar. Tekrar aynı
şekilde Allahüekber diye
tekbir alınır. Bu tekbirden sonra ölüye ve diğer müminlere gizlice dua edilir.
Ölünün erkek veya kadın olmasına göre yapılacak dua metinleri aşağıda verilecektir.
Cenaze namazı esas itibariyle bir duadan ibaret olduğu için, bu duaları
Arapça okumak şart değildir. İsteyen bu şekliyle Arapça okuyabilir, isteyen de
bu duaların kendi dilindeki anlamlarını okuyabileceği gibi, benzer anlamda
başka dualar da edebilir. Bu duadan sonra yine Allahüekber denilip tekbir
alınır ve arkasından önce sağa sonra sola imam yüksek sesle, cemaat alçak
sesle selâm verir. Böylece namaz tamamlanmış olur. Vâcip olan bu selâm verilirken
ölüye, cemaate ve imama selâm vermeye niyet edilir.

Hanefîler, cenaze namazının dua niteliğini baskın gördüklerinden Fâtiha
sûresinin Kur'an tilâveti niyetiyle okunmasını tahrîmen mekruh sayar, fakat
dua niyetiyle okunmasında sakınca görmezler. Fâtiha'nın okunması
Şâfiîler'e göre, diğer namazlarda olduğu gibi, cenaze namazında da bir rükündür.
İlk tekbirden sonra okunması daha faziletlidir. Hanbelîler'e göre de
Fâtiha bir rükün olup ilk tekbirden sonra okunması vâciptir. Mâlikîler'e göre
ise Fâtiha'nın okunmaması daha iyi olup okunması tenzîhen mekruhtur.

a) Erkek cenaze için cenaze namazı duası. Allâhümma'ğfir lihayyinâ
ve meyyitinâ ve şâhidinâ ve gaibinâ ve zekerinâ ve ünsânâ ve sagyrinâ
ve kebîrinâ. Allâhümme men ahyeytehû minnâ fe ahyihî ale'l-islâm ve
men teveffeytehû minnâ fe teveffehû ale'l-îmân. Ve hussa hâze'l-meyyite
bi'r-ravhi ve'r-râhati ve'l-mağfireti ve'r-rıdvân. Allâhümme in
kâne muhsinen fe zid fî ihsânihî ve in kâne müsîen fe tecâvez anhü ve
lakkihi'l-emne ve'l-büşrâ ve'l-kerâmete ve'z-zülfâ, bi rahmetike yâ
erhame'r-râhimîn (Anlamı: Allahım! Dirimizi, ölümüzü, burada bulunanlarımızı
bulunmayanlarımızı, erkeğimizi kadınımızı, küçüğümüzü büyüğümüzü
mağfiret buyur, bağışla. Allahım! Aramızdan yaşatacaklarını
İslâm üzere yaşat,
öldüreceklerini iman üzere öldür. Şurada duran ölüye, kolaylık ve rahatlık
ver, onu bağışla. Bu kişi, iyi bir kimse idiyse sen onun iyiliğini artır; eğer kötü
davranmış günahkâr bir kimse idiyse, sen rahmet ve merhametinle onları
görmezden gel. Ona güven, müjde, ikram ve yakınlık ile mukabele et. Ey
merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allahım).

b) Ölen kişi çocuk gibi mükellef olmayan bir kimse ise, duadaki ve men
teveffeytehû minnâ fe teveffehû ale'l-îmân (öldüreceklerini iman üzere öldür)
cümlesi yerine Allâhümme'c‘alhü lenâ feratan, Allâhümme'c‘alhü lenâ
ecren ve zuhran, Allâhümme'c‘alhü lenâ şâfi‘an müşeffe‘an (Allahım! Sen
onu bizim için önden gönderilmiş bir sevap vesilesi yap, ecir vesilesi ve âhiret
azığı eyle, onu bize şefaati kabul edilen bir şefaatçi eyle!) diye dua edilir.

c) Ölen kişi kadın ise, duanın ana metni ve anlamı aynı kalmak üzere,
duadaki … ve hussadan sonraki zamirler kadın yerini tutacak şekilde şöyle
değiştirilir: Ve hussa hâzihi'l-meyyite bi'r-ravhi ve'r-râhati ve'l-mağfireti
ve'r-rıdvân. Allâhümme in kânet muhsineten fe zid fî ihsânihâ
ve in kânet müsîeten fe tecâvez anhâ ve lakkiha'l-emne.

Bu duaları bilmeyenler kolaylarına gelen başka uygun dualar da okuyabilirler.
"Rabbenâ âtinâ" duası bu dualardan biridir. Ayrıca "Allahım beni, bu
ölüyü ve bütün müminleri bağışla" şeklinde dua edilebilir.

E) Cenazeye İlişkin Bazı Meseleler

Kıble yönü araştırılıp ona göre namaz kılındıktan sonra hataya düşüldüğü
anlaşılsa, namaz yeniden kılınır. Fakat namazdan sonra cemaatin abdestsiz
olduğu anlaşılsa namaz iade edilmez; çünkü imamın namazı sahih olunca,
bununla cenaze namazının farziyeti yerine gelmiş olur.

Genel olarak namaz kılmanın mekruh sayıldığı vakitlerde yani güneşin
doğması veya batması veya zevale yaklaşması hallerinde cenaze namazı
kılmak da mekruhtur. Fakat bu vakitlerde kılınmış olan cenaze namazının
iade edilmesi yani yeniden kılınması gerekmez. Bu vakitlerde cenazenin
defnedilmesi ise mekruh değildir.

Hanefî ve Mâlikî fakihleri, kıble yönünde sapma meydana geleceği gerekçesiyle,
gaip yani orada bulunmayan bir cenaze üzerine namaz kılmayı
câiz görmezler. Fakat Şâfiîler'e göre gaip üzerine cenaze namazı kılınabilir.
Çünkü Peygamberimiz Necâşî'nin namazını bu şekilde kılmıştır. Hanbelîler'e
göre de aradan bir ay geçmedikçe gaip üzerine cenaze namazı kılınabilir.

Namazı kılınmayarak gömülmüş olan bir cenazenin henüz dağılmamış
olduğu muhtemel ise, ölünün hakkını ödemiş olmak için, kabri üzerine namaz
kılınır.

Diri olarak doğduğu bilinen bir çocuk yıkanıp namazı kılınır. Ölü olarak
doğarsa, yıkanır fakat üzerine namaz kılınmaz.

Bir ölü yıkanmadan kefenlenmişse veya bir yerinin yıkanması unutulmuşsa,
kefen açılır ve yıkanması tamamlanır. Eğer üzerine namaz kılındıktan
sonra durum anlaşılırsa, yine açılır, yıkanması tamamlanır ve namaz
iade edilir. Kabre konulup üzerine toprak atılmadığı sürece hüküm böyledir.
Fakat kabre konulup üzerine toprak atıldıktan sonra, kabirden çıkarılması
artık haramdır. Hiç yıkanmamış bile olsa artık öyle kalır. Ancak namaz kılınmamışsa
kabri üzerinde namaz kılınabilir. Benimsenen görüş budur. Kefensiz
olarak kabre konulduğu zaman da kabir açılamaz.

Ebû Yûsuf'a göre, yanlışlıkla veya dayanılmaz bir ağrı ve acıdan dolayı
olmadıkça, bilerek kendini öldüren yani intihar eden kimsenin cenaze namazı
kylynmaz. İşlediği cürmün ağırlığını göstermesi bakımından bu görüş
yerinde olmakla birlikte, bu durumun acılı ailenin acısını bir kat daha artyraca.y
düşüncesiyle, böyle kimselerin de namazının kılınabileceği söylenmiştir.

Anasını veya babasını kasten öldüren kimselerin de cenaze namazı kılınmaz.


Çatışma esnasında öldürülen eşkıyanın, teröristlerin ve soyguncuların da
cenaze namazı kılınmaz. Fakat şer‘î bir cezanın uygulanması sonucunda
ölenlerin cenazeleri yıkanır ve namazları kılınır.

İrtidad ederek Müslümanlık’tan çıkmış olan kimsenin cenaze namazı kılınmayacağı
gibi, müslüman mezarlığına da defnedilmez.

Bir müslümanla evli bulunan hıristiyan veya yahudi kadının hangi mezarlığa
gömüleceği hususu tartışmalıdır. En doğrusu bu konuda kendisinin
bir vasiyeti varsa ona uyulması, yoksa ailesinin isteğine bırakılmasıdır.

Müslüman olanlarla müslüman olmayanların cenazeleri karışacak olsa,
ayırt etme imkânı varsa ayırt edilir ve ona göre davranılır. Ayırma imkânı
yoksa bu takdirde hepsi yıkanır ve müslümanlara niyet ederek hepsinin
üzerine birlikte cenaze namazı kılınır.

F) Taşınması


Cenazeyi teşyî etmek, yani arkasından mezara kadar gitmek sünnettir,
bunda büyük sevap vardır. Hatta akraba veya komşulardan olup iyi haliyle
bilinmiş kişilerin cenazesini teşyî etmenin nâfile namazdan daha faziletli
olacağı söylenmiştir.

Hazırlanmış olan cenazeyi bir an önce götürüp defnetmek iyidir. Cuma
günü sabahleyin hazırlanmış olan cenazeyi, cemaati daha çok olsun diye
cuma namazı sonrasına ertelemek mekruhtur. Ancak cenaze ile ilgilenildiği
takdirde cuma namazının kaçırılacağı endişesi varsa bu takdirde cenaze
cuma namazı sonrasına bırakılabilir. Bayram namazı vaktinde hazırlamış
olan cenazenin namazı da bayram namazından sonra hutbeden önce kılınır.

Cenazenin taşınmasında sünnet olan şekil, dört kişinin dört taraftan cenazeyi
yüklenmesidir. Her bir taraftan sırayla yüklenip onar adım, toplam
kırk adım götürmek müstehaptır. Cenaze önce ön taraftan sağ omuza, sonra
ayak tarafından sağ omuza alınır. Sonra yine ön taraftan bu defa sol omuza,
sonra arka taraftan sol omuza alır. Her bir omuzlamada onar adım yürünür.

Cenazeyi, omuzlara yüklenerek kabre götürmek onların haklarında gösterilen
en büyük hürmet ve saygı nişanıdır. Böyle bir hareket insanlığın
şeref ve kıymetini gösterir. Bir insanı âhiret evinin kapısına eşya taşır gibi
götürmek insanın hassas kalbini incitebilir. Bunun için de bir zaruret olmadıkça
cenazeyi sırtlamak, hayvan veya arabaya yüklemek mekruh görül
müştür. Ancak büyük şehirlerde olduğu gibi, mezarlıkların şehir dışında ve
uzak yerlerde olması halinde, cenazenin arabayla taşınması mekruh olmaz.

Cenazeyi takip edenlerin, cenazenin arkasından yürümeleri daha faziletli
olmakla birlikte, önden yürümekte de bir kerâhet yoktur. Cenazeyi yaya
olarak takip etmek binitli olarak takipten daha faziletlidir. Eğer binitli olarak
takip edilecekse, cemaati rahatsız etmemek için ya en önden gitmek ya da
cemaatin arkasından gelmek uygun olur. Cenaze vakar içinde izlenmeli,
cenaze ve üzüntü ortamına uygun düşecek şekilde davranmalı, gerekmedikçe
konuşmamalıdır. Yapılacak iş, dua etmek, tefekkür ve tezekkür etmektir.

Bu bakımdan uygunsuz şekilde davranmak, son zamanlarda görüldüğü
gibi, cenazeyi alkışlamak ciddiyetsizlik olmak bir yana, ölüye ve ölü sahiplerine
saygısızlıktır ve İslâm dininin öngördüğü edep ölçüsünün dışındadır.

Allah'a isyan anlamını içerecek şekilde dövünüp, saç baş yolmamak ve
yersiz sözler söylememek şartıyla cenaze için kalben kederlenmek ve göz
yaşları dökerek ağlamak doğaldır ve bu bakımdan günah değildir. Ölü, kendisi
sağlığında tavsiye etmedikçe, arkasından ağlayanlar yüzünden kabrinde
azap çekmez.

Cenazeyi izleyen kadın erkek herkesin usulünce namaza katılmaları uygun
olur. Namaza iştirak etmeyecek olan kimselerin mümkünse namaz kılınan
yerlerin uzağında bulunmaları yerinde bir davranış olur.

Cenazeyi takip edenler, hayatın sonlu olduğunu, bir gün kendi hayatlarının
da son bulacağını düşünmeli; gün gelip kendisi de böyle eller üzerinde
taşınırken, cenazeye katılan insanlara kendisi hakkında "Ne iyi adamdı,
incinmedik kırılmadık, bir kötülüğünü görmedik" dedirtmenin anlamını ve
önemini hissetmelidir.

G) Defin

Cenaze kabre götürülüp omuzlardan indirilince bir engel yoksa, cemaat
oturur. Cenaze omuzdan inmeden oturmaları mekruh olduğu gibi, cenaze
yere indikten sonra ayakta durmaları dahi mekruhtur.

Kabrin bir insan boyu kadar derin olması yeterlidir. Kabirlerde lahit
yapmak faziletlidir; kabrin içinde kıble tarafı oyulur ve ölü, yüzü kıble tarafına
gelecek şekilde sağ tarafı üzere buraya konur. Lahitin önüne tahta,
kerpiç veya kamış gibi şeyler konur ve böylece atılan toprak ölünün üstüne
değil, bu şeylerin üstüne gelmiş olur. Bu ölüye saygının bir gereğidir. Eğer
kabrin kazıldığı yer lahit yapılamayacak derecede yumuşak veya ıslak ise,
bu durumda, dere gibi bir çukur kazılır, ki buna şak (yarma) denir. Gerekirse
bunun iki yanı kerpiç veya tuğla gibi bir şeyle örülür. Sonra ölü bunların
arasına konur ve üzerine ölüye dokunmayacak şekilde tahta veya kerpiçle
tavanımsı bir örtü yapılır. Kabrin dibi ıslak veya yumuşak olduğu durumlarda
cenaze tabut ile birlikte gömülebilir. Fakat gerekmedikçe tabut ile
gömmek mekruh sayılmıştır. Kimi âlimler kadınların tabut ile gömülmelerini
güzel karşılamışlardır.

Kabir temininde güçlük bulunduğu takdirde, daha önce defin yapılmış
bir kabre, önceki ölünün çürüyüp sadece kemiklerinin kalacağı bir sürenin
geçmesinden sonra ikinci bir cenaze defnedilebilir. Bu süre iklim, bölge ve
toprak özelliklerine göre değişiklik gösterebilir. İkinci defin önceki ölünün
kemikleri dikkatlice bir kenara toplandıktan sonra yapılır.

Cenaze kıble tarafından kabre indirilir, sağ yanı üzerine kıbleye döndürülür
ve kefen üzerinde bağı varsa çözülür. Cenazeyi kabre koyan kişiler
Bismillâhi ve alâ milleti resûlillâh (Allah'ın adıyla ve elçisinin dini üzere)
derler. Cenazeyi kabre koyacak kişilerin sayısı ihtiyaca göre değişir. Kadınları
kabre koyacak kimselerin ölüye akrabalık yönünden mahrem olmaları
daha uygundur. Kadınlar kabre yerleştirilinceye kadar gerekirse kabirleri
üzerine bir perde çekilir.

Definde bulunan kişilerin kabir üzerine üç avuç toprak atarak birinci
defada "Sizi bundan (topraktan) yarattık", ikincisinde "Sizi tekrar toprağa
iade edeceğiz", üçüncüsünde de "Sizi bir kez daha topraktan çıkaracağız"
demeleri müstehaptır.

Kabrin topraktan bir iki karış yükseltilip, deve hörgücü gibi yapılması
menduptur. Kabir üzerine su serpmekte -gerekli olmamakla beraber- bir
sakınca da yoktur.

H) Kur'an Okuma ve Telkin

Cenaze defni üzerinden bir süre geçtikten sonra, orada Kur'an okumak
bazı toplumlarda hoş karşılanmıştır. Genellikle Mülk, Vâkıa, İhlâs, Felak ve
Nâs sûreleri, sonra Fâtiha ile Bakara sûresinin ilk beş âyeti okunur. Sevabı
da cenazenin ve diğer müminlerin ruhlarına bağışlanır. Ölünün bağışlanması
için dua edilir ve yavaş yavaş cemaat dağılır. Peygamberimiz bir cenaze
gömüldükten sonra bunları yapmamakla beraber hemen dönmez, bir
müddet mezarı başında bekler ve cemaate şöyle derdi: Kardeşiniz için
yüce Allah'tan mağfiret isteyiniz ve kendisine sükûnet vermesini
dileyiniz. O şimdi sorguya çekilmektedir (Ebû Dâvud, “Cenâiz”, 67-69).

Telkin. Cenaze kabre konduktan ve başında Kur'an okuma da tamamlandıktan
sonra, kalabalığın orayı terkedip geride kalan bir kimsenin kabrin
başında yüksek sesle ve ölüye hitaben iman esaslarını hatırlatması işleminin
adıdır. Peygamberimiz’in "Ölülerinize ‘lâ ilâhe illallah’ telkin ediniz" (Müslim,
“Cenâiz”, 1) sözündeki "ölüleriniz" kelimesi, âlimlerin çoğunluğu tarafından,
"ölmek üzere olanlarınız" şeklinde anlaşılmış ve bunlar telkinin sadece ölüm
döşeğindeki hasta için olduğunu, definden sonraki telkinin meşrû olmadığını
söylemişlerdir. Bazı Hanefî âlimleri ise bu konuda açık bir hüküm bulunmadığını,
yani ölü defnedildikten sonra telkin vermenin tavsiye edilmediği gibi
yasaklanmadığını ileri sürmüşlerdir. Mâlikîler'e göre de telkin, ölüm döşeğinde
iken verilir; gömüldükten sonra telkin vermek ise mekruhtur.

Hanefî mezhebinde mükelleflik yaşına girdikten sonra ölen kimsenin
mezarı başında telkin verilmesi meşrû görülmüştür. "Telkin yapılmaz", "Ne
yapın denir, ne de yapmayın" diyen Hanefî fıkıhçılar da vardır. Şâfiî mezhebine
ve bir kısım Hanbelî fıkıhçılara göre de, telkin yapılması müstehaptır.

Telkin şöyle yapılır: Cenaze defnedildikten sonra iyi hal sahibi bir kimse
ölünün yüzüne karşı durur ve ona ismiyle hitaben "Ey falan!" diye üç kez
seslenir ve sonra şöyle der:

"Üzkür mâ künte aleyhi min şehâdeti en lâ ilâhe illallah…"

"Ey falan! Hayatta iken üzerinde olduğun, benimsediğin şu hususları
unutmayasın: Allah'tan başka Tanrı yoktur ve Muhammed O'nun elçisidir.
Cennet ve cehennem gerçektir, yeniden diriliş vardır, kıyamet saati kuşkusuz
gelecektir. Allah kabirde yatanları yeniden diriltecektir. Yine unutma ki, sen
Rab olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i, imam
olarak Kur'an'ı, kıble olarak Kâbe'yi ve kardeş olarak müminleri seçmiş ve
bununla mutlu olmuştun. Rabbim olan Allah'tan başka Tanrı yoktur, ben ona
dayandım, büyük arşın Rabbi de O'dur."

Bundan sonra üç kere, Yâ abdellâh, kul lâ ilâhe illallâh (Ey Allah'ın
kulu, lâ ilâhe illallah de) denilmesi ve bunun ardından üç kere Rabbim Allah,
dinim İslâm, peygamberim Muhammed'dir. Ey Rabbim, sen onu
tek başına bırakma, vârislerin en hayırlısı sensin denilmesi âdet olmuştur.
Umulur ki bu telkinler ölüye yarar sağlar, orada bulunanlara ikaz
olur.

Bir kimse "Falan zat beni yıkasın, namazımı kıldırsın veya beni kabre
koysun" şeklinde vasiyet ederse, bu vasiyeti yerine getirmek gerekmez.
Ancak ölünün velisi olan kişi, buna rızâ gösterirse bu vasiyet yerine getirilir.

Cenazeyi taşımak veya kabri kazdırmak için ücretle adam tutmak câizdir.

Bir kimsenin kendisi için kefen alıp hazırlaması câiz olduğu gibi, günümüzde
şehirlerdeki cârî âdete göre aile mezarlığı olarak mezar yeri almak da -genel olarak
müslümanlara bir sıkıntı getirmezse- câizdir. Tabii ki aslolan, bir insanın
kendisi için kabir hazırlaması değil, kendisini kabir için hazırlamasıdır.

Cenazenin gündüzün gömülmesi müstehaptır; gece defnedilmesini
mekruh görenler, gecenin ve karanlığın yol açacağı sakıncaları göz önünde
bulundurmuşlardır. Başkaca bir sakınca bulunmadığında gece de defin ya-
pılabilir.

Ölünün velisi, ölünün gömülmesinin ertesi gününden başlayarak yedinci
güne kadar, imkânı ölçüsünde fakirlere sadaka vermeli ve sevabını ölüye
bağışlamalıdır. Bu bir sünnettir. Bunu yapamazsa iki rek‘at namaz kılarak
sevabını ölüye bağışlar.

Ölü sahiplerinin ölümün birinci, üçüncü günlerinde veya haftasında yemek
vermeleri konusunda herhangi bir sünnet veya tavsiye bulunmamaktadır.
Bununla birlikte, ölü sahiplerine eziyet olmamak, gereğinden fazla önemsememek
yani dinî bir görev saymamak şartıyla ve daha ziyade fakirlerin doyurulmasına
yönelik olarak bu zamanlarda yemek verilebilir. Komşuların ilk
üç gün içerisinde, ölü sahipleri için yemek hazırlayıp getirmeleri, ülkemizde
yaygın olarak yapılan güzel âdetlerdendir.

I) Tâziye

Tâziye, ölünün yakınlarına mümkün olduğunca teselli edici, rahatlatıcı
sözler söylemek ve üzüntüsünün paylaşıldığını göstermekten ibarettir. Tâziye
için çoğunlukla "Allah size güzel sabırlar ihsan etsin ve mükâfatını da
versin", "Başınız sağ olsun! Allah geride kalanlara ömür versin!" gibi sözler
söylenir. Tâziyenin kabristanda veya ölünün kapısının önünde yapılması
mekruh görülmüştür.

Tâziye süresi, aynı yerde yaşayanlar için üç gündür. Tâziyenin üç gün içinde
yapılması müstehaptır. Ölü sahipleri normal hayata daha çabuk dönebilseler
diye, üç günden sonra tâziye yapmak mekruh kabul edilmiştir. Ölü
sahipleri yapılacak tâziyeleri kabul için üç gün süreyle evlerinde oturabilir
ler. Başka yerde oturanlar veya aynı yerde olduğu halde haberi olmayanların
üç günden sonra tâziye yapmaları mümkün görülmüş ise de, aslolan
tâziye işinin üç gün içinde bitirilmesidir.

J) Iskat ve Devir

İbadetlerde ıskat, namaz, oruç, kurban, adak, kefâret gibi ibadet ve borçları
ifa etmeden vefat eden bir kimseyi bu borçlarından kurtarmak için fakirlere
fidye ödenmesi işlemini ifade eder. Fıkıhta daha çok namaz ve oruç borcunu
düşürme anlamına gelen ıskat-ı salât ve ıskat-ı savm terimleri kullanılır. Burada
fidyeden maksat söz konusu ibadetlerin yerine geçmesi amacıyla yapılan
nakdî veya aynî ödemelerdir. Bu bağlamda ıskat-ı salât, bir kimsenin sağlığında
eda veya kazâ edemediği namaz borçlarını uhdesinden düşürebilmek
için ölümünden sonra fidye ödenmesi işlemini, devir de bu fidye ödemede
geliştirilen bir yöntemi ifade eder.

a) Iskat

Hz. Peygamber, sahâbe, tâbiîn ve tebeu’t-tâbiîn dönemlerinde yukarıdaki
anlamda ıskat söz konusu olmadığından, ıskat-ı salât ve ıskat-ı savm anlayış
ve uygulamasının Kitap, Sünnet ve sahâbe fetvalarından delillendirilmesi
yerine, fıkhın gelişim seyri göz önünde tutularak ele alınması daha doğru
olacaktır. Öte yandan, ıskat-ı salât telakki ve uygulaması hem teori hem de
tarihî seyir itibariyle ıskat-ı savm fikrine dayandırıldığı için, öncelikli olarak
ıskat-ı savm, sonra da ıskat-ı salât hakkında bilgi verilmesi yerinde olur.

İbadetler ve bu nitelikteki kefâretler Allah hakkı grubunda yer aldığı için
kural olarak ıskat kabul etmez. Dinî mükellefiyetlerin ifasında mükellefin
niyeti ve ibadetin Allah rızâsı için yapılması ibadetin özünü, şekil şartları ise
maddî unsurunu teşkil edeceğinden, ibadetler ancak şâriin belirlediği sebeplere
bağlı olarak ve O'nun emrettiği tarzda yerine getirilirse ifa edilmiş sayılır.
İbadetlerin dinin taabbüdî (kulluğu ve teslimiyeti sembolleştiren) hükümlerinin
en başında yer almasının da anlamı budur.

Fıkıh kültüründe ibadetler; bedenî, malî, hem bedenî hem malî şeklinde
üçlü ayırıma tâbi tutulur ve her bir ibadetin mükellef tarafından zamanında,
bizzat ve ayrı ayrı ifa edilmesi gerektiği, her ibadetin kendine mahsus bir
sebebi ve gayesi olduğu, hiçbirinin diğerinin yerine geçmeyeceği önemle
vurgulanır. Aynı
şekilde namaz, oruç gibi bedenî-şahsî ibadetlerin mükellef
adına bir başkası tarafından yerine getirilmesi de (niyâbet) câiz görülmemiştir.
İbadetlerin ifasıyla ilgili genel prensipler böyle olmakla birlikte şâri‘, dinde
kolaylık ilkesinin de bir gereği olarak, sınırlı ârizî hallerde bazı istisnaî hükümler
sevketmiş ve ifa edilemeyen bazı ibadetlerin aynı veya başka cinsten
bir diğer ibadet ya da fiille telâfisine imkân tanımıştır. Seçimlik kefâretler,
hacca gidemeyenin yerine bedel gönderilmesi, kadınların hayız ve nifas
hallerinde namazdan muaf tutulması ve orucu da -ileride kazâ etmek üzere-
tutmamaları, hasta ve yolcunun oruç tutup tutmamakta serbest olması ve
tutmadığı oruçları diğer günlerde kazâ edebilmesi, unutma veya uyku sebebiyle
kılınamayan namazın ilk fırsatta kılınması gibi hükümler bunun örnekleri
ise de bu grupta yer alan belki de en önemli istisnaî hüküm oruç
tutmaya güç yetiremeyenlerin bunun yerine fidye ödemeleridir (el-Bakara
2/184). Hanefî fakihlerinin oruç yerine fidyenin ödenmesine "misl-i gayr-i
ma‘kul ile kazâ" demeleri de bunun istisnaî ve kural dışı olduğunu belirtmeyi
amaçlar (Serahsî, I, 49).

İbn Abbas, İbn Ömer, İbn Mes‘ûd, Muâz b. Cebel ve Seleme b. Ekva‘ın da
aralarında bulunduğu bir grup sahâbî, "Sizden ramazan ayına yetişenler o ayda
oruç tutsun" (el-Bakara 2/185) meâlindeki âyet nâzil oluncaya kadar ashaptan
dileyenin oruç tuttuğunu, dileyenin de tutmayıp fidye verdiğini, bu âyet nâzil
olduktan sonra ise oruç tutmaya gücü yetenler hakkında fidye hükmünün
neshedilip yalnız hasta ve yaşlılar için bir ruhsat olarak kaldığını belirtirler (Müslim,
“Sıyâm”, 149-150; Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'an, I, 218). Bu sebeple, oruçta fidye
ile ilgili âyette (el-Bakara 2/184) geçen “Oruç tutmakta güçlük çekenler” (oruca
zorlukla güç yetirenler veya güç yetiremeyenler) kaydı ile bir sonraki âyette yer
alan ramazan ayına erişen herkesin oruç tutması emri birlikte ele alınarak, oruç
tutmaya gücü yetenlerin fidye ödemesinin câiz olmadığı hususunda görüş birliğine
varılmıştır. Hz. Peygamber ve sahâbenin uygulaması da bu yönde olmuştur.
Sonuç olarak, İslâm âlimlerinin ortak kabulüne göre, ihtiyarlık ve iyileşme ümidi
kalmamış hastalık sebebiyle oruç tutamayan kimseler, kazâ etmeleri de mümkün
olmadığı için tutamadıkları gün sayısınca fidye öderler. Âyetin tutulamayan
orucun kazâ edilmesini değil de her bir oruç için bir fakir doyumu fidye ödenmesini
emretmesi, burada hastalık, bünye zayıflığı, meşakkat ve yolculuk gibi geçici
bir mazeretin değil, yaşlılık ve iyileşme umudu kalmamış hastalık şeklinde devamlılık
arzeden bir mazeretin kastedildiği yorumuna haklılık kazandırmıştır. Bu
kimselerin, tekrar sağlığa kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmediğinden
tutulamayan orucun, aynı cinsten bir ibadetle telâfisi talep edilmemiş, "Her
bir oruç için bir fakiri doyurma" şeklinde sosyal amaçlı, orucun mahiyetiyle de
alâkalı bir başka ibadet istenmiştir. İslâm ümmeti içinde ortaya çıkan ıskat-ı
savm ve akabinde ıskat-ı salât tatbikatı, temelde âyetin sınırlı mazeretler için
getirdiği bu istisnaî hüküm etrafında geliştirilen zorlama yorum ve temennilerden
kaynaklandığından âyetin kimler için hangi imkân ve hükümleri öngördüğünün
iyi bilinmesi ayrı bir önem taşımaktadır.

Ölüme kadar her geçen gün bünyesi zayıflayan hasta ve yaşlıların, tutamadıkları
farz oruçları için kaideten sağlıklarında fidye ödemeleri, değilse
fidyenin ödenmesini vasiyet etmeleri gerekir. Böyle bir vasiyetin mevcudiyeti
ve terekenin üçte birinin de yeterli olması halinde mirasçıların bu fidyeyi
ödemeleri dinî bir vecîbedir. Vasiyeti yoksa veya üçte bir yeterli değilse,
mirasçıların teberru kabilinden bunu ödemeleri tavsiye edilmiştir.

Yukarıda özetle verilen hükümler, devamlı hastalık ve yaşlılık sebebiyle
oruç tutamayanlara mahsus olup bu iki durumun dışında kalan yolculuk,
hastalık, gebelik, süt emzirme, ileri derecede açlık ve meşakkat gibi mazeretler
oruç tutmamaya veya başlanmış bir orucu bozmaya ruhsat teşkil etse
de, tutulamayan oruçlar için fidye ödenmesini câiz kılmaz, mazeret hali
kalktıktan sonra kazâ edilmeleri gerekir. Bu kimseler kazâ edemeden vefat
etmişse, mirasçıların aynı
şekilde bu oruçlar için de fidye vermesi İslâm
âlimlerince câiz, hatta tavsiye edilen (mendup) bir davranış olarak görülmüştür.
Bu konuda fıkıh mezhepleri arasında önemli bir görüş ayrılığı yoktur.
Çünkü kazâ borcunu geciktirmemek gerekli ise de, burada başlangıçta
mazerete, devamında ise ihmale ve ileride kazâ etme ümidine dayalı hoş
görülebilir bir terk söz konusudur. Ayrıca vefat, bu kimsenin orucunu kazâ
etme imkân ve ihtimalini ortadan kaldırdığından yaşlı ve hasta için söz konusu
olan acz hali burada da var sayılabilir.

Mükellefin oruç borcunun vefatından sonra fidye ödenerek düşürülmesi
(ıskat-ı savm) arzu ve teşebbüsünün yukarıda özetlenen şartlarla ve zikredilen
iki durumla sınırlı kalması beklenirken hangi dönemde başladığı tam olarak
bilinemeyen fakat hicrî II. asrın sonlarına doğru ortaya çıkması muhtemel olan
bir yorum ve kıyaslama ile, sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmamış ve
kazâ da etmemiş kimse adına vefatından sonra fidye verilebileceği ve bu fidyenin
ölenin oruç borcunu ıskat etmesinin muhtemel olduğu görüşü gündeme
gelmiş ve uygulama alanına girmeye başlamıştır. Fakihlerin çoğunluğuna ait
olduğu sanılan bu görüş, sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmayıp kazâ da
etmeyen kimsenin vefat etmekle kazâ etme imkânını yitirdiği için, mazerete
binaen oruç tutamayan kimsenin durumuna kıyasen bu kimse adına da fidye
verilebileceği, vasiyeti varsa kıyasın daha güçlü olacağı gerekçelerine sahiptir.
Hanefî kaynaklarında, İmam Muhammed'in ölenin vasiyeti olmasa bile mirasçıların
onun oruç borcu için fidye vermesinin Allah'ın dilemesine bağlı olarak
yeterli olacağını söylediği rivayet edilir. Yine ileri dönem fıkıh kitaplarında,
vasiyetin bulunması kaydıyla veya mutlak olarak fidye ile ıskat-ı savmın câiz
olduğu ve bunun cevazı hakkında nas bulunduğunun ifade edilmesi de, bu
son kıyasın dayandırıldığı âyet hükmünün mazeretsiz olarak tutulmayan ve
kazâ edilmeyen oruçlar için de fidye verilebileceğini kapsadığı iddiasını içermesi
yönüyle tetkike muhtaç bir konudur. Konu, diğer fıkıh mezheplerinde de,
benzeri bir yaklaşımla ele alınır.

Iskat-ı savm hakkında yapılan bu genişletici yorumun, yine hicrî II. yüzyılın
sonlarından itibaren namaz hakkında da düşünülmeye başlandığı tahmin edilmektedir.
Kişinin sağlığında iken kılmadığı veya kılamadığı namazlar için vefatından
sonra fidye verilerek borcunun düşürülmesi temenni ve teşebbüsüne ad
olan ıskat-ı salât hakkında, İmam Muhammed eş-Şeybânî hariç tutulursa ilk
Hanefî müctehidlerinden olumlu bir görüş bilinmemektedir. Kaynaklarda İmam
Muhammed'in ez-Ziyâdât'ta ıskat-ı savm için yukarıdaki görüşünü açıkladıktan
sonra "Bir kimse namaz borcu için fidye verilmesini vasiyet etse, Allah'ın dilemesine
bağlı olarak bu fidye onun için yeterli olur" temennisini belirttiği, ancak
ıskat-ı savm hakkında kıyas yaparken namaz hakkında böyle bir kıyasa girişmeyip
namazın hükmünü orucunkine ilhak etmekle yetindiği aktarılır. Burada
kıyastan değil de ilhaktan söz edilmesi, kıyasın dayandırılabileceği bir aslın bulunmayışındandır.
Bir mazeret sebebiyle kılınamayan farz namazların bu mazeret
kalkınca hemen kılınması veya kazâ edilmesi emredilmiş ise de (Buhârî,
“Mevâkyt”, 37; Müslim, “Mesâcid”, 314; Ebû Dâvûd, “Salât”, 11), mazeretsiz olarak
kasten terkedilen namazların daha sonra kazâ edilmesi gerektiğine ve bu kazânın
kişiden namaz borcunu düşüreceğine dair açık bir nas yoktur. Böyle olunca,
kılınmayan veya kılınamayan bir farz namazın yerine, sağlığında mükellefin
veya vefatından sonra mirasçılarının fidye vermesinin cevazını ve bu fidyenin
söz konusu namaz borcunu düşüreceğini açık veya dolaylı
şekilde bildiren hiçbir
âyet veya hadisin bulunmaması gayet tabiidir. İmam Muhammed'in ıskat-ı salât
hakkında "Allah dilerse yeterli olur" şeklinde ihtiyatlı bir temennide bulunması da
bu sebeptendir. Serahsî de, ölenin namaz borcu için verilecek fidyenin namazın
yerine geçmesinin kesinlik taşımadığını, fakat bunun Allah'ın lutuf ve keremine
kaldığını söyler (Usul, I, 51).

Zaten ıskat-ı salâtın cevazına kail olan fakihler de, namaz ve oruç borcuyla
vefat eden kimsenin her iki ibadet açısından da ifa edemez olma (acz)
durumuna düştüğünü, namazın oruçtan daha önemli olduğunu, oruç hakkındaki
ruhsatın gerekçesinin "acz" olması halinde namazı da oruca ilhak
etmenin ihtiyaten de olsa mümkün olacağını, ancak cevazın şüpheli, ıskatın
da bir temenniden öteye geçmediğini ifade ederler. Öte yandan ıskat-ı salât
hakkındaki bu yorum ve temenniler, namaz borcuyla ölen kimsenin bu
yönde vasiyetinin bulunması ve bıraktığı malın üçte birinin buna yeterli
olması kaydıyla söz konusu edilir. Ortada böyle bir vasiyet veya mal yokken
mirasçılar kendiliklerinden böyle bir çabaya girmişlerse, ölenin, ibadetinin
bu şekilde olsun telâfisine yönelik bir niyet ve ihtiyarı bulunmadığı için
namaz borcunun fidye ile sâkıt olması temennisinin daha da şüpheli ve
zayıf hale geldiği, belki sadece fakirlere fidye olarak dağıtılan para sebebiyle
bir hayır ve tasadduktan söz edilebileceği dile getirilir.

Şâfiî mezhebinde ağırlıklı görüş, namaz borcuyla veya itikâf adak borcuyla
ölen kimsenin yakınlarının ölen adına bu ibadetleri ifa etmesinin de, fidye
vererek bu borçları düşürmesinin de câiz olmadığı yönündedir. Bununla birlikte
orta ve ileri dönem Şâfiî literatüründe, İmam Şâfiî'nin oruç borcuyla ilgili
görüşünden yola çıkılarak yakınlarının ölen adına bu iki ibadeti ifa edebileceği,
yine tahrîc usulü işletilerek ölenin namaz ve itikâf borcu için fidye verilebileceği
görüşleri dile getirilir. Ancak bunun, VIII. yüzyıl Şâfiî fakihlerinden Sübkî'nin
de yaptığı gibi istisnaî ve biraz da Hanefîler'i takliden gidilebilecek bir
çözüm olduğu belirtilerek mezhepte tercih edilen görüşün bu olmadığı vurgulanmak
istenir.

İfa edilemeyen ibadetler için mükellefin vefatından sonra fidye ödenmesinin
cevazı ve borcu düşürücü olup olmadığı tartışması, bedenî ibadet olmaları sebebiyle
namaz ve oruç üzerinde odaklaşır. Mükellefin sağlığında iken ifa etmediği
kurban, adak, malî kefâret veya zekât gibi ibadetlerin vefatından sonra vasiyetine
bağlı olarak hatta mirasçılar tarafından kendiliğinden malî ödeme ile telâfi
edilmesi, hem iki ifa arasında cins birliğinin bulunması hem de bu tür ibadetlere
üçüncü şahısların haklarının taalluk etmesi ve malî ibadetlerde niyâbetin kural
olarak câiz olması sebebiyle daha anlamlıdır. Bu ödemelerin, mükellef tarafından
bizzat yerine getirilmeyişi ve niyetin bulunmayışı sebebiyle ibadet niteliği tartışmalı
olsa bile en azından üçüncü şahısların (fakirlerin) haklarını
ıskat edebileceği
savunulabilir. Öte yandan fidye, kefâret orucu gibi başka bir ihlâlden doğan ve
seçimlik bir ceza olarak tutulması gereken oruçlarda değil de ramazan orucu gibi
bizâtihî asıl olan oruçta gündeme getirilir.

b) Devir

Iskat-ı savm ve salâtın kıyaslama, ilhak ve temenni tarzında da olsa
tartışmaya açılması ve ölenin bütün ibadet borçlarının fidye ile ıskat edilebileceği
düşüncesinin kamu oyuna aksetmesi, bu yönde bir uygulamanın
hızla yaygınlaşmasının bir âmili olduğu gibi, bu imkân bedenî ibadet yükümlülüğü
açısından zengin ve fakir arasında bir ayırım yaptığı için ayrı bir
tartışmayı da başlatmış oldu. Çünkü söz konusu anlayış ve uygulama gün
deme geldiğinde sadece malî imkânı elverişli olan aileler ve mirasçılar vefat
eden yakınlarının yüksek meblağlar tutan fidye borcunu ödeme imkânı
bulmaktaydı. Bu ayırımın yol açtığı sıkıntı, hicrî IV. yüzyılın sonlarından
itibaren "devir" işleminin bulunması ve câiz görülmesiyle giderilmeye çalışıldı.
Devir, ıskat için fakirlere nakdî bedeli tamamen vermek yerine muayyen
bir miktarı hibe edip tekrar hibe yoluyla ondan geri alma ve toplam borç
miktarına ulaşıncaya kadar bu hibe ve karşı hibe işlemini devam ettirme
usulünün adıdır. Böylece elde devredilen para ile devir sayısının çarpımıyla
elde edilen meblağın fidye olarak hibe edilmiş olacağı, neticede de ıskat için
gerekli fidyenin tamamen ödenmiş olacağı var sayılmaktadır.

Ölenin toplam fidye borcunun hesaplanmasında sadece ifa edemediği namaz
ve oruç borçları için fidye verilmesi, kurban, adak ve kefâret türündeki
bilfiil ibadet borçlarının ödenmesi ile yetinilmeyip ihtiyaten ölenin bulûğdan
vefatına kadar devam eden döneme ait bütün bedenî ibadetleri ve Allah hakkı
grubundaki bütün dinî mükellefiyetleri göz önünde bulundurulup bunlar fidye
ile ıskat edilmek istenir. Bu yaklaşım ve arzu, haliyle ödenecek meblâğı yükseltmekte
ve devri âdeta kaçınılmaz kılmaktadır. Öte yandan, devir usulüyle
önemli bir ödeme kolaylığı getirilmiş olması da böyle bir talebi ve hesaplama
yöntemini teşvik etmektedir. İşlemin sonunda arada devrolunan miktar fakirlere
verilir ve böylece toplam borç miktarı kadar para fidye olarak dağıtılmış
sayılır. Zekât ödeme dahil diğer malî mükellefiyetlerin ifasında câiz olmayacağı
açıkça belirtilen bu işleme belli bir dönemden sonra bazı fakihlerin ıskat-ı
savm ve salâtta istisnaî olarak cevaz vermeye başladığı, sorulan fetvalar ve
verilen cevaplar dikkatlice incelendiğinde, onların bu yönelişinin temelinde,
herhangi bir şer‘î delilden ziyade ümit, ihtiyat ve temenniye dayalı bir iyimserliğin,
âdet baskısının ve bazan menfaat beklentisinin yattığı görülür.

Öte yandan, bedenî ibadetlerde aslolan fakirle zenginin eşit olmasıdır.
Ölenin namaz ve oruç borcunu fidye ödeyerek ıskat etme bir imkân ise bu
imkânı, yakınlarının ibadet borçları için fidye verme arzusu içinde olan fakat
malî durumları buna elvermeyen fakir ailelere de tanımak ve böylece bedenî
ibadetlerde mükellefiyet ve ifa imkânı yönüyle eşitlik ilkesini korumak gerekir.
Bu düşünce de devir işleminin câiz görülmesinde önemli bir âmil olmuştur.
Bu fakihler, devir usulüne, vasiyet edilen miktarın (ki bu miktar
terekenin kural olarak üçte birini geçemez) toplam fidye borcunu ödemeye
yetmemesi durumunda başvurulabileceğini belirtmiş ve devirin, daha fazla
harcama yapmak istemeyen zenginler için bir hile kapısı olmayıp fidye borcunu
başka türlü ödeme imkânı bulunmayanlar için zayıf bir ümide de dayansa
âdeta son çare olduğunu vurgulamak istemişlerdir. Bu fakihlerin
böyle bir cevaz kapısını aralarken iyi niyetle hareket ettikleri ve tasaddukla,
hayır ve hasenatla sonuçlanması sebebiyle ıskat ve devir işlemine sıcak
bakmış olacakları doğrudur. Ancak açılan bu cevaz yolunun, yukarıda zikredilen
sınırlandırıcı ve yönlendirici mülâhaza ve kayıtlar da göz ardı edilerek
daha sonraları dinî bir imkân veya gereklilik olarak telakki edilip zenginfakir
herkes tarafından alabildiğince kullanıldığı ve âdeta dinî ödevlerde
hileyi sembolize eden bir gelenek halini aldığı da inkâr edilemez.

Sonuç itibariyle, âyette sadece oruç tutmaya gücü yetmeyen sürekli mazeret
sahibi kimselerin fidye vermesinin emredildiği, bunun dışındaki ıskat-ı savmın
âyette yer almadığı, ıskat-ı salâtın ve devir işleminin ise Kur'an veya Sünnet'ten
herhangi bir delile veya fıkhî hüküm elde etmede kullanılan bir usule dayanmadığı
açıktır. Zaten bedenî ibadetler ruhun Allah'a yükselişini sembolize ettiği,
kişinin kendini geliştirip eğitmesine yardımcı olduğu ve tabii olarak mükellef
açısından birçok mânevî ve derunî yararlar taşıdığı için bunların sıradan bir borçalacak
ilişkisi çerçevesinde mütalaa edilmesi ve neticede ıskat usulünün alternatif
ifa olarak görülmesi bu ibadetlerin ruh ve amacına aykırıdır. Ancak vefat eden
kimsenin yakınlarının müteveffanın uhrevî mesuliyetini azaltacak bir şeyler
yapabilme yönündeki iyi niyeti ve gayreti, müteahhirînden bazı fakihlerin de
ihtiyat ve temenniden öte gitmeyen fakat neticede fakirlere tasaddukla sonuçlanan
ıskat işlemine engel olmamaları hatta olaya sıcak bakmaları, bu sürecin tabii
bir devamı olarak fakirler için de devir usulünün bulunması, ıskat ve devrin İslâm
toplumunda hızla yaygınlaşmasının temel âmili olmuştur. Mazeretsiz olarak
tutulmayan ve kazâ edilmeyen oruçlar için ıskat-ı savmın, bütünüyle ıskat-ı
salâtın ve devrin cevazı yönünde Kur'an'da, sünnette veya sahâbenin ve
müctehid imamların fetvalarında hiçbir açıklama yer almadığı halde bütünüyle
ıskat ve devrin uygulamada giderek yaygınlaşması, bunun İslâm'ın öngördüğü
veya cevaz verdiği bir usul olarak algılanmasına, insanların sağlıklarında ibadetleri
ifada tembellik etmesine veya ihmalkâr davranmasına, İslâm'ın bu âdet
sebebiyle yanlış anlaşılmasına ve haksız ithamlara mâruz kalmasına yol açmaktadır.
Ancak ölen için bir şeyler yapıp Allah'ın rahmetini umma, dinî bir
görevi ifa etme, bu vesileyle ihtiyaç sahiplerine yardım etme gibi birçok farklı
niyetin içiçe olduğu, psikolojik ve iktisadî sebeplerin ve sosyal baskının ön plana
çıktığı bu işlemin sadece ilmî ve şeklî bir yaklaşımla bid‘atlardan ve yanlışlardan
arındırılması da kolay görünmemektedir. Din adına yapılan bu tür yanlış uygulamaları
önlemenin belki de en etkili yolu, geride kalanların ölenler için yapabilecekleri
en iyi hizmetin onların namaz-oruç borcu için para ödemek değil kendi
ibadetlerini düzenli şekilde yerine getirmek, dünyada iyi bir müslüman olarak
yaşamak ve ölen yakınları için, sevabını onlara bağışlamak üzere hayır, eser,
iyilik, ibadet ve dua yapmak olduğu bilincine ermeleridir.


K) Şehidlere Ait Hükümler

Allah yolunda canını veren kimseye şehid denir (çoğulu şühedâ). Böyle
bir kişiye şehid denilmesinin ne anlama geldiği konusundaki görüşlerden
bazıları
şunlardır: Böyle bir kişiye şehid denilmiştir; çünkü bu kişinin cennete
gireceğine şahitlik edilmiştir. Böyle bir kişiye şehid denilmiştir; çünkü
ölümü anında birtakım rahmet melekleri hazır bulunmuştur. Böyle bir kişiye
şehid denilmiştir; çünkü kendisi Cenâb-ı Allah'ın mânevî huzurunda hazır
olarak rızıklandırılacaktır.

Şehidlik Muhammed ümmetine tahsis edilmiş üstün bir pâye, büyük bir
mertebedir. Kur'an'da "Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin! Onlar diridirler,
fakat siz farketmiyorsunuz" (el-Bakara 2/154) ve "Allah yolunda öldürülenleri
ölü sanmayın! Onlar diridirler. Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar"
(Âl-i İmrân 3/169) buyurulmuştur. Peygamberimiz de bir hadislerinde
"Şehid cennettedir" buyurmuş
(Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 25), başka bir hadiste
de "Allah katında hayırlı bir mertebede iken ölmüş kullar içinde, dünya
içindekilerle birlikte kendisine verilecek olsa bile, şehidden başka hiçbir
kimse yeniden dünyaya gelmek istemez. Çünkü şehidler, şehidliğin ne denli
üstün bir mertebe olduğunu görmüş oldukları için, dünyaya dönüp yeniden
bir kere daha şehid olmak için can atarlar" (Buhârî, “Cihâd”, 6) diyerek,
âhirette verilen üstün mertebe yanında şehâdet şerbetini içmenin, şehidliği
tatmanın da ayrı bir zevki bulunduğunu ifade etmiş olmaktadır. İslâm dininde
şehidlik yüksek bir mertebe olarak kabul edildiği ve Allah yolunda
öldürülenler şehidlik pâyesiyle taltif edildiği için, müslümanlar açısından
Allah yolunda ölmek sevimli ve gönülden istenen bir iş haline gelmiştir.

Birçok hadiste hangi durumda bir müslümanın şehid olacağı konusuna
açıklık getirilmiştir. Bir hadiste, canı, malı ve namusu uğruna ölen kişinin
şehid olacağı bildirilmiştir. Korunması dinin amaçları arasında yer alan can,
mal ve namus uğruna ölmenin şehid olarak nitelendirilmesi, bu hususlara
dinimizde ne kadar önem verildiğini de göstermektedir.

İslâm hukukçuları ilgili hadislerden yola çıkarak dünyevî ve uhrevî hükümler
bakımından şehidleri üç kısımda değerlendirmişlerdir.

1. Hem dünya hem âhiret hükümleri bakımından şehid sayılanlar: Bunlar
Allah yolunda savaşırken öldürülen kişilerdir. Kâmil mânada şehid bunlardır
ve bunlara "hükmî şehid" denilir. Bu tür şehidler yıkanmaksızın, kanlı
elbiseleriyle defnedilir, elbiseleri onların kefeni yerine geçer. Üzerindeki silâh
ve başka ağırlıklar alındıktan sonra cenaze namazı kılınarak defnedilir. Di
ğer üç mezhebe göre, şehidlerin yıkanmasına gerek olmadığı gibi üzerlerine
cenaze namazı kılınmasına da gerek görülmemesi, yine şehidin elde etmiş
olduğu yüksek pâye ile ilgilidir.

2. Sadece dünya hükümleri bakımından şehid sayılanlar: Kalbinde nifak
bulunmakla yani münâfık olmakla birlikte, dış görünüşü itibariyle müslüman
olduğuna hükmedilen ve müslümanların saflarında bulunduğu sırada
düşman tarafından öldürülen kişiler bu grupta yer alır. Bunlar dünyada yapılacak
işler bakımından şehid muamelesi görürler.
3. Sadece âhiret hükümleri bakımından şehid sayılanlar: Allah yolunda
savaşırken aldığı bir yaradan dolayı o anda değil de, daha sonra ölen kişiler
bu grupta yer alırlar.
Ayrıca hadislerde şehid oldukları bildirilmekte olan, yanlışlıkla veya
haksız yere öldürülen kişi, yangında, denizde veya göçük altında can veren
kişiler; veba, kolera, sıtma gibi yaygın ve önlenmesi zor hastalıklar sebebiyle
ölenler, ilim tahsili yolunda, helâl kazanç uğrunda, gerek kendisinin
gerekse, -isterse gayri müslim olsun- başkalarının can, mal ve namusları
uğrunda ölenler, loğusa iken ölen ve cuma gecesinde ölen kimseler de bu
grupta yer alan şehidlerdir.

Kur'an'da "Allah'a ve elçisine itaat eden kimseler; Allah'ın nimetine mazhar
olmuş bulunan peygamberler, sıddîklar, şehidler ve iyi/sâlih kullar ile
birlikte bulunacaklardır" (en-Nisâ 4/69) buyurularak, şehidlerin Allah katındaki
itibarına işaret edildikten sonra Allah ve Resulü'ne itaat eden, yani
İslâm dininin getirdiği hükümlere boyun eğen kimsenin de aynı
şekilde iyi
muamele göreceği belirtilir. Hz. Peygamber de"Kim şehid olmayı içtenlikle
dilerse, Allah onu şehidlerin menzilesine ulaştırır, bu kişi isterse yatağında
ölmüş olsun" (Müslim, “İmâre”, 156-157; Nesaî, “Cihâd”, 36) buyurarak müslümanın
iyi niyet ve samimi arzusunun bile Allah katında üstün bir değere
sahip olduğunu belirtmiştir.


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol