""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Seferi Hasta ve Kaza Namazları


XIV. NAMAZLA İLGİLİ BAZI MESELELER
Namaz İslâm dininde önemli bir ibadet olduğu için, olağan durumlarda
kılınmasına özen gösterildiği gibi, olağan dışı durumlarda da çoğu zaman
terkine müsamaha edilmemiş, bunun yerine, olağan dışı durumun mahiyetine
ve ağırlığına göre, namaz kılışta bazı kolaylıklar sağlanmış ve böylece
her gün namaz ibadeti vasıtasıyla yüce Rab ile bağlantı kurma imkânı devam
ettirilmiştir.

A) HASTA NAMAZI

Hastalık ve yolculukta genel olarak meşakkat ve sıkıntı bulunduğu için
bu durumlar, bedenî ibadetlerden özellikle namaz ve oruçta bir hafifletme,
kolaylaştırma sebebi sayılmıştır.

Taat, takata göre olduğundan, yani buyruğun yerine getirilmesi kişinin
gücü ölçüsünde olduğundan hastanın namazı kendi gücüne göre belirlenmiş,
hastalığın artması ve şiddetlenmesi nisbetinde namazın eda biçiminde
eksiklik ve kolaylığa izin verilmiştir. Bu itibarla meselâ kıyam, namazın
önemli bir rüknü olduğu halde ayakta duramayan veya zorlukla duran kimseler
nasıl mümkün ve kolay ise o şekilde oturarak kılabilirler. Oturarak dahi
kılamayan, yani bu durumda rükû ve secde etmekten âciz olan kimse, im
kânına göre durarak veya oturarak veya yatarak ima (başıyla, hatta bazı
müctehidlere göre gözüyle işaret) eder. Tabiatiyla aslolan şekillerin korunması
değil, özün yani Allah'la kurulan ilâhî bağlantının sürdürülmesi olduğundan,
olağan dışı durumlarda kişi, her zaman olması gerektiği gibi, namazı
kurtulunmak istenen bir yük, üzerinden atılması gereken bir borç haline
getirmeden, kendi durumuna uygun bir şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır.


Hasta bir şekilde farz namazı kılmaya güç yetirememişse, aklı başında
olduğu sürece geçirdiği namazları beşten çok değilse, sağlığına kavuştuğu
zaman kazâ eder. Sağlığına kavuşamaz ise bu durumda kimi âlimlere göre
ıskat etmeleri için vârislerine vasiyet eder. Aklı başında değilse yahut kaçırdığı
namazları beşten fazla ise sıhhatine kavuştuğu zaman onları kazâ etmesi
gerekmez (Iskat-ı salât ve devir konusu için bk. Cenaze bölümü).

B) YOLCU NAMAZI

a) Seferîliğin Mahiyeti

Kişinin herhangi bir nedenle ikamet ettiği yerden kalkıp başka bir yere
gitmesi veya gitmek için yola koyulması, Arapça'da sefer veya müsaferet
olarak adlandırılmakta olup, bu şekilde yola çıkmış kişiye de seferî veya
müsafir denilir. Seferînin mukabili mukimdir ve mukim bir yerde yerleşik
bulunan, yolcu olmayan kişi anlamındadır. Türkçemiz’de seferîlik veya
müsaferet yerine, çoğunlukla yolculuk tabiri kullanılmaktadır. Fıkıh ve ilmihal
kitaplarında seferîlik veya yolculuk sözlük anlamına yakın olmakla birlikte,
ondan farklı olarak, belirli bir mesafeye gitmek anlamındadır. Yolcu
olan kişiyi ilgilendiren bazı özel ruhsat hükümleri bulunduğu için seferin
tanımının ve mahiyetinin iyi belirlenmesi gerekir.

Önceki fakihler yolcu olmanın tanımında iki farklı kriteri göz önünde
bulundurmuş; kimi gidilecek mesafeyi, kimi de bu mesafe katedilirken harcanan
zamanı ölçü almıştır. Her iki kriter de yaya yürüyüşü veya kafile
içerisindeki deve yürüyüşüne göre hesaplanmıştır. Hanefîler'in çoğunluğunun
kabulüne göre yolculuk, orta bir yürüyüşle üç günlük bir mesafeden
ibarettir. Buna "üç konak" veya "üç merhale" de denir. Bir kişinin günde
ancak altı saat yolculuk yapabileceği kabul edilince üç günlük yolculuk on
sekiz saatlik bir zamana tekabül etmiş olmakta ve buna göre karada böyle
bir yürüyüş ile, denizde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz
saat sürecek bir mesafe "sefer süresi" sayılmıştır. Seferîlik belirlenirken yolun
yalnız gidiş mesafesi esas alınır, dönüş mesafesi hesaba dahil edilmez. Yolculuk
yapan kimse süratli gider ve bu mesafeyi daha kısa sürede katederse,
bu mesafe hesabına göre yine yolcu sayılır.

Yolculukta üç günün esas alınması ve üç günün zaman ve mesafe olarak
ifade edilmesi konusunda herhangi bir âyet ya da hadis bulunmayıp, bu
ayarlama İslâm hukukçuları tarafından yapılmıştır. Onlar bu zaman ve me-
safe ayarını yaparken büyük ölçüde, sahâbenin Hz. Peygamber'in uygulamasını
tavsif edişlerine ve onların kendi uygulamalarına dayanmışlardır.
Meselâ Hanefîler üç günlük yolculuğun seferîlik hükümlerine esas olduğunu
tesbit ederken büyük ölçüde, yolcu olan kişinin üç gün üç gece mest üzerine
meshedebileceğini bildiren şu hadisi esas almışlardır: "Mukim kimse tam bir
gün bir gece, yolcu ise üç gün üç gece mesh eder" (Müslim, “Tahâret”, 85;
Ebû Dâvûd, “Tahâret”, 60).

Daha sonra bu üç günlük yol veya on sekiz saatlik yolculuk asrımızda
değişik ince hesaplarla kilometreye çevrilmiştir. Bu çevirmenin de asıl sebebi,
çağımızda hızlı ulaşım araçlarının ortaya çıkması sonucu, üç günlük
süre ölçütünü uygulamanın neredeyse imkânsız hale gelmiş olmasıdır. Bu
hesaplara göre, kişinin yolcu sayılacağı ve yolculuk ruhsatlarından istifade
edeceği mesafe, küçük bazı farklılıklarla 85-90 km. arasında tesbit edilmiştir.
Ancak her iki ölçüyü yani zaman veya mesafeyi esas almanın ayrı ayrı
problemleri vardır. Mesafe esas alındığında, son derece hızlı ve konforlu
vasıtaların ortaya çıkması sebebiyle, bu 90 kilometrelik yolun oldukça meşakkatsiz
ve çok kısa bir süre içerisinde katedilebilmesidir. Zamanın esas
alınması durumunda ise yine birçok problem ortaya çıkmakta, gelecek birkaç
yıl içinde seferîlik ruhsatları diye bir şey kalmayacağı, hatta zamanın
esas alınması halinde bugün bile seferîlik hükümlerinden istifade edilemeyeceği
ileri sürülmektedir. Bununla birlikte çağdaşİslâm bilginleri, bu ikisinden
mesafe ölçüsünün daha objektif veya uygulanabilir olduğu kanaatindedirler.
Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, namazların kısaltılmasını mubah kılan
yolculuk, ortalama iki günlük yolculuk veya ağır yükle ve yaya olarak iki
konaklık mesafedir.

Seferîlik meselesinin üzerinde durulması, doğru bir tanımının yapılmaya
çalışılması, bu durum için tanınmış bazı ruhsat ve kolaylıklardan istifade
edilebilmesine yöneliktir. Başka bir ifadeyle, seferin ne olduğu sağlıklı bir
şekilde ortaya konulmalı ki, seferî değilken seferîlik hükümlerinden istifa
edilmiş olmasın veya seferî olunduğu halde sefer ruhsatlarından mahrum
kalınarak gereksiz yere sıkıntı çekilmesin.

Sefer bir yerde yerleşik bulunan kişi için normal ve sıradan bir iş değil,
gelip geçici ve olağan dışı bir durumdur. Olağan dışı bir durum olduğu için
sefer halindeki meşakkat, kişiye birtakım ruhsatların verilmesine sebep olmuştur,
fakat hamallık gibi ağır bir işte çalışmada daha fazla meşakkat bulunduğu
halde, olağan durum olması sebebiyle bu gibi ağır işler yolculuk
durumuna kıyas edilmemiştir.

Yolculuktaki ruhsatların veriliş nedeni, yolculuğun meşakkat, telâş ve normal
düzenin bozulmasını içermesidir. Fakat bunlar değişken (izâfî) bir kavram
olduğu için fakihler meşakkat yerine daha objektif ve herkes için geçerli bir kriter
arayışına girmişler ve mesafe ayarı yapmak zorunda kalmışlardır.

Yolculuğun içerdiği meşakkat tek boyutlu değildir. En başta yolculuğun
getirdiği yorgunluk ve bedensel sıkıntılar vardır. Bunun yanında yolcunun,
yolculuğun amacıyla ilgili endişe ve korkuları, geride bıraktığı işi, eşi, ailesi ile
ilgili endişeleri bulunabilir. Buna bir de yol güvenliği endişesi eklenirse yolcu
için tanınan ruhsatların mânası daha iyi anlaşılır. Hal böyle olunca, yolculuğa
çıkan kişinin zaman kaybına tahammülü yoktur. O bir an önce işini bitirmek
ve normal yerleşik hayatına dönmek arzusundadır. O halde onun yolculuk
esnasında zaruri ihtiyaçları dışında oyalanmaması gerekir. İşte yola çıkan
kişinin bir an önce normal yaşantısına, evine, işine dönme doğal arzusunu
çabuklaştırmak için dinimizde, bazı kolaylıklar getirilmiştir. Bunların başında
namazla ilgili olan "namazın kısaltılması" (kasr) ve "iki namazın bir vakitte
kılınması" (cem‘) gelir. Dikkat edilirse hem kasr, hem de cem‘ zaman kaybını
en aza indirmek gibi bir amaca mebnidirler. Kişi namazı tam kılarak vakit
kaybetmeyecek veya bir namaz vaktinde durmayıp onu öteki vakit namazıyla
birlikte eda edecek ve mola zamanını ona göre ayarlayacaktır.

Dikkat etmek gerekir ki bu ruhsatlar daha ziyade yaya olarak veya at,
deve gibi hayvanlarla yolculuk yapanlar ve böyle olduğu için de yolculuğun
kontrolünü elinde tutanlar için söz konusu edilmiş olmaktadır. Buna göre
günümüzde toplu ulaşım vasıtalarıyla yapılan yolculuklarda bu anlam, yani
namazın kısaltılması veya cemedilmesi sayesinde zamandan kazanılması
durumu söz konusu değildir. Otobüslerin gidilen mesafeyi kaç saatte alacakları,
nerede ve kaç dakika süreyle mola verecekleri yaklaşık olarak bellidir.
Namazdan kesip zamandan kazanma durumu toplu ulaşım vasıtalarında
söz konusu değildir. Ancak bu durumda da yolcunun genel seyahat programına
uyma zorunluluğu, molalarda ihtiyaca göre zaman darlığı gibi sıkıntıları
vardır.

Özel arabasıyla yolculuğa çıkan kişinin bir an önce normal hayatına
dönme gibi bir endişesi hem olabilir, hem de olmayabilir. Nitekim günümüzde,
eskiden hiç söz konusu edilmeyen bir tatil olgusu bulunmaktadır.
İnsanlar yılın belli zamanlarında denize, ormana gitmeye, tarihî ve turistik
yerleri gezmeye zaman ayırıyorlar. Tatil çoğu kimseler için artık hayatın bir
parçası olmuş durumda. Dolayısıyla tatil için yola çıkanların, en azından
yolculuğa çıkarken, bir an önce normal hayata dönmek gibi bir endişeleri ve
aceleleri yoktur.

Bu defa da, yolculuğun hangi amaçla yapıldığı sorusunu sormak gerekiyor.
Yolculuğun hangi amaçla yapıldığını sınırlama ve belirleme imkânı olmamakla
birlikte genel olarak üç başlık altında toplanabilir: a) İş amaçlı
yolculuklar. b) Tatil, gezi amaçlı yolculuklar. c) İç ve dış güvenlik amaçlı
yolculuklar (daha ziyade ordu ve emniyet güçleri için söz konusudur).

Esasen bu tür konularda objektif kriter getirildiği zaman hükmün anlaşılması
ve tatbik edilmesi kolaylaşıyor ise de getirilen kriter sabitleştirilince
gitgide hüküm ile hükmün konuluş amacı arasında uçurum meydana gelmekte
ve hükmün konuluş esprisinin tamamen ortadan kalkması gibi bir
durum ortaya çıkmaktadır.

Sefer hükümlerinin iş ve güvenlik amaçlı yolculuklarda kural olarak uygulanabileceğini,
bunun dışındaki yolculuklarda ise kişinin kendi inisiyatifine
bırakılmasının doğru olacağını söyleyebiliriz. Yolculuk hali genel olarak güçlük
ve sıkıntılardan hâlî olmayacağı için kişi, yerleşik bulunduğu yerden ayrıldıktan
sonra ruhsatlardan istifade ihtiyacını hissettirecek bir meşakkatle karşılaşıyorsa
bu ruhsatlardan istifade etmeli, ruhsata ihtiyaç duymuyorsa istifade
etmemelidir. Bu durumda kişi ruhsatlardan istifade konusunda kararı kendisi
vereceği için Allah katında sorumluluk da kendisine ait olacaktır. Ruhsatların
kullanılmasının gerekli olup olmadığı konusundaki -aşağıda gelecek olan-
mezheplerin farklı görüşleri, yukarıdaki formülü uygulamayı kolaylaştırmaktadır.


b) Seferîliğin Hükümleri

Yolculuk durumu, genel olarak meşakkat ve sıkıntı içerdiğinden bu durumdaki
kişi için bazı kolaylıklar getirilmiştir. Bunlar yolcuya tanınan ruhsatlardır.
Bunların başında ramazan ayında yolculuk yapan kişi için tanınan,
orucu yolculuk anında tutmayıp sonraya bırakma ruhsatıdır. Normalde
bir gün bir gece olan mest üzerine mesih süresi, yolcu için üç gün üç geceye
çıkarılmıştır. Ayrıca yolcu olan kişinin, dört rek‘atlı farz namazlarını ikişer
rek‘at olarak kılmasına da izin verilmiştir. Buna "kasrü's-salât" denir.

Yolculukta dört rek‘atlı namazların kısaltılarak kılınmasının câizliği konusunda
âyet ve Peygamberimiz’in uygulaması bulunmakta olup ayrıca
bilginler bu hüküm üzerinde icmâ etmişlerdir.

Namazların kısaltılmasına ilişkin âyet şudur: "Yeryüzünde sefere çıktığınız
zaman, eğer kâfirlerin size kötülük etmesinden (fitne) korkarsanız, namazları
kısaltmanızda bir sakınca yoktur" (en-Nisâ 4/101). Bu âyette kısaltmanın
korku şartına bağlanmış olması, bir önceki âyette Allah uğrunda
hicretten ve bir sonraki âyette savaş durumunda Peygamberimiz’in nasıl
namaz kıldıracağından bahsedilmesi, bu âyetin savaş vb. gibi olağan üstü
durumlara ilişkin olduğu, olağan dışı olmakla birlikte sıradan yolculuklara
ilişkin olmadığı izlenimini verse de, öteden beri seferîlik konusundaki hükümler
bu âyetle irtibatlı olarak ele alınmıştır.

Bunun yanında umre, hac ve savaş için yaptığı yolculuklarda Hz. Peygamber'in
namazları kısaltarak kıldığına dair şöhret derecesini aşmış haberler
bulunmaktadır. İbn Ömer, Hz. Peygamber'le yaptığı yolculuklarda, Hz. Peygamber'in
iki rek‘attan fazla kıldığını görmediğini; aynı
şekilde Hz. Ebû Bekir,
Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın da böyle davrandıklarını ifade etmiştir.

Yolcunun dört rek‘atlı farz namazları kısaltması mecburi midir, yoksa kısaltma
konusu tamamen yolcunun tercihine mi kalmıştır?

Bu konuda inisiyatifin tamamen yolcu olan kişiye bırakılmasının uygun
olacağını yukarıda açıklamıştık. Burada, mezheplerin bu konudaki yaklaşımlarına
kısaca yer vereceğiz.

Hanefîler, namazların kısaltılması hükmünün Allah'tan bir bağış olduğu
yönündeki rivayeti esas aldıkları için, kısaltmanın bir ruhsat değil bir azîmet
hükmü olduğunu ileri sürerek bu konuda yolcuya tercih hakkı tanımamış ve
kısaltmanın vâcip olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre yolcunun bilerek dört
rek‘atlı namazı ikiye indirmeyip dört olarak kılması mekruhtur. Bununla birlikte
kişi, iki rek‘at kılıp teşehhütte bulunduktan sonra iki rek‘at daha kılacak
olsa farzı eda etmiş, son iki rek‘at da nâfile olmuş olur. Ancak selâmı tehir
etmiş olmasından ötürü kötü bir iş yapmış sayılır. Seferî olan kişi, şayet birinci
teşehhüdü terketmiş veya ilk iki rek‘atta kıraatte bulunmamış ise farzı eda
etmiş olmaz. Bu görüşün bir devamı olarak, seferde iken kazâya kalan dört
rek‘atlık namazların normal duruma dönüldüğünde yine ikişer rek‘at olarak
kılınması gerektiği söylenmiştir. Hanefîler'in bu konuda, Hz. Ömer'den nakle
dilen seferde namazların kısaltılması hükmünün bir hediye olduğu şeklindeki
ifadenin dışında, Hz. Âişe ve İbn Abbas'ın şu sözlerini de delil almışlardır: Hz.
Âişe "Namaz ikişer rek‘at olarak farz kılındı; sonra hazarda ziyade olundu,
seferde ise olduğu gibi bırakıldı" demiş, İbn Abbas da "Allah Teâlâ namazı
Peygamberimiz’in dili ile hazarda dört rek‘at, seferde iki rek‘at olarak farz
kılmıştır" demiştir (Buhârî, “Salât”, 1; Müslim, “Salâtü'l-müsafirîn”, 1).

Mâlikîler'e göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnettir.
Şâfiî ve Hanbelîler'e göre ise yolculukta namazları kısaltarak kılmak bir ruhsat
olup, kullanıp kullanmamak kişinin tercihine bırakılmıştır.

Seferî kimse bir beldede on beş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince
mukim olur ve artık namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya
niyet ederse seferîliği devam eder. Şâfiî ve Mâlikîler'e göre ise, yolcu bir
yerde dört gün kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Hanbelîler'e
göre dört günden fazla veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarını
tam kılar.

Namaz cemaatle kılındığında mukim yolcuya, yolcu mukime uyabilir.
Mukim kişi, seferî kişiye uymuşsa, seferî iki rek‘atın sonunda selâm verince,
mukim selâm vermeyip kalkar, namazı dörde tamamlar. Namazın baş tarafını
imamla kılmış ve farz kıraat yerine gelmiş olduğu için bu kişi sağlam
görüşe göre, namazı başkaca kıraat etmeksizin tamamlar, yanılırsa secde
etmez. Çünkü bu mukim, lâhik mesabesindedir. Yolcu, vakit içinde mukime
uyduğunda dört rek‘atlı bir farz namazı mukim gibi tam olarak kılar.

Aslî vatana dönmekle yolculuk hali sona erer. Burada sefer hükümleriyle
ilişkili olarak oluşturulan üç vatan anlayışından kısaca bahsedelim.

a) Vatan-ı aslî. Bir insanın doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak
istediği veya içinde barınmayı kastettiği yere vatan-ı aslî denir. Vatan-ı
aslîden başka yere iş, görev vb. sebeplerle veya yerleşmek üzere göçülünce
yeni yer vatan-ı aslî olur, eski yer bu vasfını kaybeder.

b) Vatan-ı ikamet. Bir kimsenin doğduğu, evlenip ailesini yerleştirdiği
veya kendisi yerleşmeye karar verdiği yer olmamak kaydıyla, kişinin on beş
günden fazla kalmak istediği yere vatan-ı ikamet denir.

c) Vatan-ı süknâ. Bir yolcunun on beş günden az kalmayı planladığı
yere vatan-ı süknâ denir.

Bir kimse doğup yerleştiği veya karısının yerleştiği yere varınca seferî
olmaz. Sadece gideceği bu yer sefer mesafesi uzaklığında ise yolculuk esnasında
seferî olur.

C) İKİ NAMAZI BİR VAKİTTE KILMAK (CEM‘)

Cem‘ kelimesi, sözlük anlamı itibariyle “iki veya daha fazla şeyi bir
araya getirmek, toplamak” anlamlarına gelir. Cem‘in fıkıhtaki terim anlamı
ise, “birbirini takip eden iki namazın (öğle ile ikindinin veya akşam ile yatsının),
bu ikisinden birinin vaktinde, birlikte ve peşipeşine kılınması”dır. Eğer
bu birlikte kılma birinci namazın vaktinde ise buna cem‘-i takdîm, ikincisinin
vaktinde ise cem‘-i te'hîr denilir.

Âlimler, hac zamanında Arafat'ta öğle ile ikindinin öğle namazının vaktinde
birlikte kılınması
(cem‘-i takdîm) ve Müzdelife'de akşam ile yatsının
yatsı namazının vaktinde birlikte kılınması
(cem‘-i te'hîr) konusunda görüş
birliği etmişlerdir. Bu iki yer dışında iki namazı cemederek birlikte kılmanın
câiz olup olmadığında ve cemetmeyi câiz kılan mazeretlerin neler olduğunda
farklı görüşler öne sürmüşlerdir.

Hanefî mezhebinde, hac zamanında Arafat ve Müzdelife'deki cem‘in dışında,
iki namazın bir vakitte cemedilmesi câiz görülmez. Bununla birlikte
Hanefîler'e göre yolculuk, yağmur gibi cem‘i mubah kılan mazeretlerin bulunması
durumunda şöyle bir cem‘ uygulaması mümkündür: Bir namaz
(öğle veya akşam), diğer namazın (ikindi veya yatsı) vaktinin girmesine ya-
kın bir zamana kadar geciktirilip, bu namazın kılınmasından sonra diğerinin
vaktinin girmesi ve bu namazın da kendi vaktinde kılınması mümkündür.
Bu uygulamada, bir namaz hemen diğerinin ardından kılındığı için buna
“cem‘ü'l-fiil” ve “cem‘ü'l-muvâsala” denildiği gibi, bir namaz son vaktinde
diğeri de ilk vaktinde olmak üzere her namaz kendi vakti içinde kılınmış
olacağı için buna “mânevî cem‘” ve “şeklî (sûrî) cem‘” de denilir. Bu şekildeki
cem‘, yukarıda tanımı verilen gerçek anlamda bir cem‘ değildir. Çünkü
bu uygulamada vakit değil, fiil birleştirilmektedir.

Ebû Hanîfe, arefe günü Arafat'ta birlikte kılınan öğle ve ikindi namazının
cemaatle kılınmasını
şart koştuğu halde diğer mezhepler bu şartı aramazlar.
Cem‘ ile namaz kılınırken bir ezan okunur, fakat iki namaz için ayrı
ayrı kamet getirilir. Öğle namazının farzı eda edildikten sonra sünnet kılınmaksızın
ikindi namazına geçilir. İkindi namazı öğle namazına tâbi olduğundan,
öğle namazı herhangi bir nedenle sahih olmamışsa ikindi namazı
nın da öğle ile birlikte iade edilmesi gerekir. Müzdelife'de ise akşam ile yatsı
namazı tek ezan ve tek kamet ile kılınır. Akşamın farzı ile yatsının farzı
arasında sünnet namaz kılınmaz. Arada sünnet kılınmışsa yatsı için tekrar
kamet getirilir.

Diğer mezheplerde cem‘, belirli sebep ve şartlarla câiz görülmüştür. ŞiîCa‘
ferî mezhebinde ise, hiçbir mazerete gerek olmaksızın iki namazın bir
vakitte cemedilmesi câizdir. Cem‘i kabul edenlere göre, iki namazın cemedilmesini
câiz kılan sebepler, ayrıntıdaki görüş ayrılıkları bir tarafa bırakılacak
olursa şunlardır: 1. Yolculuk (sefer), 2. Yağmur, çamur, kar, dolu, 3. Hasta-
lık, 4. İhtiyaç ve meşguliyet.

1. Yolculuk. Hanefîler dışındaki çoğunluk âlimler, yolculuğu bir mazeret
kabul ederek, yolculukta cem‘ yapılmasını câiz görmüşlerdir. Ancak bazı
ayrıntılarda aralarında görüş ayrılığı vardır. Buna göre Mâlikîler, cem‘ yapmanın
câiz olabilmesi için yolculuğun yorucu bir yolculuk olmasını
şart koşarken,
Şâfiîler ve Hanbelîler, yorucu olup olmamasına bakılmaksızın yolculuğun
her hâlükârda cem‘ için bir mazeret olduğunu söylerler. Bu noktada
Şâfiîler, Mâlikîler'in ve Hanbelîler'in aksine, ayrı bir şart ileri sürerek, cem‘
yapmayı câiz kılan yolculuğun, herhangi bir yolculuk değil, namazların
kısaltılmasını câiz kılan nitelik, süre veya mesafedeki yolculuk olduğunu
söylerler. Bu arada yolculuğun türüne ve amacına bağlı olarak da bazı görüş
ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Kimi Mâlikîler, deniz yolculuğunu da sefer hükmünden
istisna etmişlerdir.
2. Yağmur, Kar, Dolu. Yağmur, şiddeti konusundaki görüş ayrılıkları
bir tarafa bırakılacak olursa, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde, yolcu
olmayan (mukim) kişiler için bir mazeret kabul edilmiş ve böyle günlerde
namazın cem‘i belli şartlarla câiz görülmüştür. Mâlikîler ve Hanbelîler, sadece
akşam ile yatsının mescidde cem‘-i takdîm olarak cemedilmesini câiz
görürken, Şâfiîler buna öğle ve ikindinin cem‘ini de ilâve etmişlerdir. Bu ve
benzeri sebepler, evde değil, sadece mescidde cemaatle birlikte cem‘ yapmayı
câiz hale getirir.
Şâfiîler, yerlerin çamurlu olmasını cem‘ yapmayı câiz kılan mazeret kabul
etmezken, Hanbelîler bunu bir mazeret saymış, Mâlikîler ise cem‘in câiz
olabilmesi için çamurla birlikte zifiri karanlık durumunun bulunmasını
şart
koşmuşlardır.

3. Hastalık. Mâlikîler'e göre hasta bir kişi, ikinci bir namazın vaktine
kadar durumunun namaz kılamayacak derecede kötüleşeceğinden veya
bayılacağından endişe ediyorsa, cem‘ yapabilir. Hanbelîler de hastalık sebebiyle
meşakkat söz konusu olduğunda cem‘i câiz görmüşler ve emzikli kadını,
istihâze kanı gören kadını, özür sahibi kişileri ve her vakit için abdest
almaktan âciz olan kişileri de aynı hükümde tutmuşlardır. Şâfiîler'e göre ise
hastalık sebebiyle cem‘ câiz değildir.

4. İhtiyaç, Meşguliyet ve Sıkıntı. İhtiyaç ve sıkıntı sebebiyle cem‘ genelde
câiz görülmemiştir. Cem‘ konusunda en geniş görüşe sahip olan Hanbelî mezhebinde
sıkıntı ve meşguliyetin cem‘i câiz kılacağı söylenmektedir. Hanbelî
fakihi Ebû Ya‘la'nın bu hususta getirdiği ölçü şudur: "Cumanın ve cemaatle
namazın terkedilmesini câiz kılan her sebep, cem‘i de câiz kılar". İbâzî mezhebine
göre ise, namazın vaktinde kılınmasında sıkıntı doğuran her mazeret
cem‘ için bir sebep teşkil eder. İbn Sîrîn, İbn Şübrüme, Eşheb gibi ünlü âlimler
ve bazı
Şâfiî fakihleri, bir sebep olmaksızın cem‘ yapılmasını da -itiyat haline
gelmemesi şartıyla- câiz görmüşlerdir. Saîd b. Müseyyeb'in de bu yönde bir
fetvası bulunmaktadır.
Mezheplerin cem‘ konusunda görüş ayrılığına düşme sebepleri üç noktada
toplanabilir:

1. Namazların vakitlerini tayin eden hadisler yanında, cem‘ konusunda
birbiriyle çelişir gözüken haberlerin bulunması. Bu durumda kimi âlimler,
cem‘ konusundaki haberlerin, vakitlemeye ilişkin hadisleri tahsis ettiğini
ileri sürerek cem‘i câiz görürken, kimileri de cem‘ konusundaki haberleri
te’vil ederek cem‘e karşı çıkmışlardır.
2. Arafat ve Müzdelife'de cem‘ yapmanın meşrûluğunda ittifak vardır. Diğer
zaman ve yerlerdeki namazın buna kıyas edilip edilmeyeceği tartışma
konusu olmuştur. Bu kıyası câiz görenler, cem‘i de câiz görmüşlerdir.
3. Namazların müşterek vakitleri olup olmadığı noktasındaki tartışma
da, cem‘ konusundaki görüş ayrılığının önemli bir nedeni olmuştur.
Beş vakit namazın ilk ve son vakitleri, ayrıntıdaki ihtilâflar bir yana,
bellidir ve herkes tarafından kabul edilmektedir. Ca‘ferî mezhebinin vakit
anlayışı, Ehl-i sünnet'ten farklı olup, olağan durumlarda bile cem‘e imkân
veren bir şekildedir. Şiîler genelde cem‘ yaparak namaz kıldıkları için, onların
namazı üçe indirdiği zannedilir.

Burada cem‘i câiz görenlerin ve câiz görmeyenlerin gerekçelerini tartışmayacağız.
Hanefîler iki yer dışında cem‘i kabul etmemiş, diğer mezhepler
belli mazeretler sebebiyle cem‘i kabul etmişlerdir. Hanefî mezhebinin görüşü,
teorik olarak daha tutarlı ve savunulabilir olmakla birlikte, günümüzde
cem‘in yapılmasının namaz kılanlara sağlayacağı birtakım kolaylıklar bulunmaktadır.
Cem‘ yapmak sonradan ortaya çıkmış, uydurulmuş bir uygulama
değildir. Nitekim Arafat ve Müzdelife'de cem‘ yapılacağını bütün mezhepler
söylemektedir. Bunun yanında Hz. Peygamber'in çeşitli zamanlarda
ve çeşitli durumlarda iki namazı birleştirerek bir vakitte kıldığı yönünde rivayetler
bulunmaktadır. Gerek Arafat ve Müzdelife'deki cem‘in, gerekse
öteki rivayetlere göre çeşitli zamanlarda yapılan cem‘in gerekçesi ve hikmeti
namaz kılanlara kolaylık sağlanmasıdır. Hz. Peygamber'in, korku ve yolculuk
durumu olmaksızın da öğle ile ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birlikte kıldığına
dair rivayetler bulunduğu gibi (Muvatta, I, 144; Müslim, “Salâtü'lmüsâfirîn”,
49), bazı sahâbîlerin de cem‘ yaptığı nakledilmektedir.

Cem‘in Arafat ve Müzdelife dışında câiz olmadığını savunan Hanefîler
ise büyük ölçüde, namazların belli vakitlere göre belirlendiğini bildiren âyetlere
(el-Bakara 2/238; en-Nisâ 4/103) ve Cibrîl'in peş peşe iki gün Hz. Peygamber'e
imamlık yaparak namazların ilk ve son vakitlerini göstermesine
dayanmışlardır. Bu âyetler ve bu rivayet, her bir namazın kendine özel bir
vakti bulunduğuna ve bu vaktin öncesine veya sonrasına alınmasının câiz
olmadığına delâlet etmektedir. Hanefîler ayrıca, namazın kasten geciktirilerek
vaktinin çıkmasına yol açmayı tehditli ifadelerle yasaklayan hadislere ve
İbn Mes‘ûd'dan gelen mukabil rivayetlere de tutunmuşlardır.

Namaz için özel vakitler konulmuş ve bu vakitler namazın vücûbu için sebep
kılınmıştır. Kur'an'da mücmel olarak belirtilen vakitler, Hz. Peygamber tarafından
belirlenmiş ve namaz vakitleri tevâtürle sabit olmuştur; tevâtürle sabit olan
bir şeyi de haberi vahidle terketmek kesinlikle câiz değildir. Şu kadar ki, namaz
vakitlerini fiilî olarak uygulayan ve belirten Hz. Peygamber olduğu gibi, cem‘in
meşruiyetini söz ve fiili ile belirten de odur. Sünnetin bir kısmı alınıp bir kısmı
atılamayacağına göre, bunların arasını uzlaştırmak gerekir.

Buna göre, olağan ve normal durumlar için beş vakit namazın vakitlerine
titizlikle uyulması kuraldır. Ancak bazı özel durumlarda, ihtiyaç ve zaruret
sahiplerine de cem‘ ruhsatı tanınmış olmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken
nokta şudur: Cem‘, bir ruhsat ve kolaylaştırmadır; gerektiğinde bu ruhsattan
istifade edilmelidir. Sünnî fıkıh mezheplerine göre kural, her namazın
kendi özel vaktinde kılınmasıdır. Ancak geçerli bir mazeretin olması durumunda
cem‘ yapılabilir. Namaz dinin direği kabul edildiği için, hiçbir mazeret
nedeniyle terkine izin verilmemiş, fakat kılınabilmesi için birtakım kolaylıklar
getirilmiştir. Bu bakımdan olağan dışı durumlarda, alışkanlık haline getirmemek
kaydıyla ve belirli şartlarla cem‘ yapılabilir. Namazı vaktinde kılmalarında
bir sıkıntı ve güçlük söz konusu olan kişilerin, kendi durumlarını yukarıdaki
bilgi ve ruhsatlar çerçevesinde değerlendirerek netice itibariyle Allah'a karşı
şahsî sorumluluğunu ilgilendiren bu konuda kendilerinin karar vermesi en
uygun olan yoldur. Ayrıca bilinmelidir ki, cem‘-i takdîm veya cem‘-i te’hîr
yapmak, namazın amacının gerçekleşmesi bakımından, namazın kazâya kalmasından
daha uygun bir çözüm olarak görünmektedir.

Cem‘ Yaparken Dikkat Edilecek Hususlar

Sabah namazı hiçbir şekilde cemedilemez. Cem‘ yalnızca öğle ile ikindi
ve akşam ile yatsı arasında olabilir.

Şayet cem‘-i takdîm yapılacaksa, meselâ öğle ile ikindi, öğlenin vaktinde
birlikte kılınacaksa, öğle namazına başlarken cem‘ yapmaya niyet etmek gerekir.
Kimilerine göre, birinci namazı bitirmedikçe de niyet edilebilir. Cem‘-i
tehîrde ise, birinci namazın vakti içerisinde cem‘ yapmaya niyet etmek gerekir.
Aksi takdirde, namazı vaktinden sonraya ertelemiş olur ki bu haramdır.

Cem‘-i takdîmde, sırayı gözetmek (tertibe riayet etmek) gerekir. Öğle ile
ikindi cem‘ ediliyorsa önce öğle, sonra ikindi kılınmalıdır. Cem‘-i te’hîrde ise
sıraya riayet edilmezse Hanbelîler'e göre sahih olur; Şâfiîler'e göre de sahih
olmakla birlikte ikinci namaz kazâ olarak kılınmış olur.

Cem‘ yapılırken, iki namazın ara vermeksizin peşi peşine kılınması
(muvâlât) gerekir. Mâlikîler, birlikte kılınan iki farzın arasına nâfile katmayı
dahi uygun görmemişlerdir. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre eğer cem‘ birinci namazın
vaktinde yapılıyor (cem‘-i takdîm) ise, peş peşelik şarttır; ikinci namazın
vaktindeki yapılıyor ise bu şart değildir. İki namaz arasında verilebilecek
aranın belirlenmiş bir miktarı olmayıp, abdest alacak ve kamet getirecek
kadar bir süre olduğu söylenmektedir.

Akşam ile yatsının cem‘-i takdîm olarak birlikte kılınması durumunda
vitir namazının ne olacağı konusunda da ağırlıklı görüş, bunun yatsı namazına
tâbi olduğu ve dolayısıyla yatsı namazı kılındıktan sonra kılınabileceği
yönündedir.

D) KORKU NAMAZI

Kur'ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber'in cephede namazı nasıl kıldıracağına
ilişkin ayrıntılı açıklama getiren bir âyet ve bu konuda Hz. Peygamber'in
uygulamasının bulunması sebebiyle fıkıh kitaplarında ve buna bağlı olarak
ilmihal kitaplarında "korku namazı" adıyla bir bahis açılmıştır. Namazların
kısaltılması hükmünü getiren âyetin (en-Nisâ 4/101) hemen devamındaki bu
âyette yüce Allah Hz. Peygamber'e hitaben şöyle buyurmaktadır:

"Sen aralarında olup onlara namaz kıldıracağın vakit, onların bir kısmı
seninle namaza dursun ve silâhlarını da alsınlar. Secdeyi tamamladıkları
zaman bunlar arkaya geçsinler; namaz kılmamış olan öteki grup gelsin ve
seninle namaz kılsınlar; bunlar da silâhlarını alsınlar, tedbiri elden bırakmasınlar.
Kâfirler sizi gafil avlamak için fırsat kolluyorlar ..." (en-Nisâ 4/102).

Bu âyetin hükmünün devam edip etmediği konusunda âlimler farklı görüşlere
sahiptirler. Fakihlerin çoğunluğu bu âyetin hükmünün devam ettiğini,
dolayısıyla böyle bir savaş durumunda aynı hükmün uygulanabileceğini ve
âyetin önerdiği kılınış usulünün, aynı zamanda cemaatle namaz kılmanın
önemini vurgulamayı amaçladığını ileri sürerler. Ebû Yûsuf'un da içlerinde
bulunduğu bazı âlimler, bu hükmün Hz. Peygamber'e has olduğunu ve günümüze
hitap etmediğini söylemişlerdir. Âyetin üslûbu yanında, Hz. Peygamber'le
birlikte, onun cemaati olarak namaz kılma şeref ve fazileti ve sahâbenin
bu konudaki iştiyakı da dikkate alınacak olursa, korku namazı denilen bu özel
namaz kılma biçiminin sadece o döneme ait olduğu şeklindeki görüşün daha
tutarlı olduğu söylenebilir.

Fakihlerin çoğunluğuna göre korku namazı, düşman saldırısı gibi ciddi bir
tehlike anında cemaatin iki gruba ayrılarak, imamın arkasında farz bir namazı
nöbetleşe kılmalarıdır. İki rek‘atlı bir namazın ilk rek‘atını, dört rek‘atlı bir
namazın ilk iki rek‘atını imamla birlikte kılan birinci grup, ikinci secdeden
veya ilk oturuştan sonra cemaatten ayrılıp görev başına gider, ikinci grup
gelerek imamla birlikte kalan rek‘atları tamamlar ve göreve döner. İmam kendi
başına selâm verir. Daha sonra da birinci grup kıraatsiz, ikinci grup kıraatli
olarak nöbetleşe namazlarını tamamlar, böylece hem cemaatle namaz ifa
edilmiş, hem de görev aksatılmamış olur.

XV. NAMAZLARIN KAZÂSI
Bir namazı vaktinde kılmaya eda, vaktinden sonra kılmaya kazâ denir.
Vaktinde kılınamayan namaza fâite çoğulu fevâit denir ki, vakti içinde
yakalanamamış namaz anlamındadır. Vaktinde kılınamamış namazı ifade
için "kaçmış" anlamındaki fâite kelimesinin kullanılmış olması, bir müslümanın
namazı kasten terketmeyeceğini, vakti içinde eda edeceğini, ancak
uyuma ve unutma gibi elde olmayan nedenlerle namazın "kaçmış" olabileceğini
hissettirmesi bakımından manidar bir seçimdir.

A) Sebepler

Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, bir
mazeret olmaksızın tembellik ve ihmal yüzünden bile bile namazı vaktinde
kılmayan kimse günahkâr olur. Hz. Peygamber, uyuyakalma ve unutmayı bir
mazeret kabul etmiş ve bu iki sebepten biriyle bir namazın vaktinde kılınamaması
durumunda, hatırlanıldığı vakit kılınmasını söylemiştir. Hz. Peygamber'in
bu husustaki ifadesi şöyledir: "Biriniz uyuyakalır veya unutur da bir
namazı vaktinde kılamaz ise, hatırladığı vakit o namazı kılsın; o vakit, kaçırdığı
namazın vaktidir" (Buhârî, “Mevâkyt”, 37; Müslim, “Mesâcid”, 314-316).

Hadîs-i şeriflerde genel olarak namazın sadece uyku ve unutma durumunda,
vaktinin haricinde kılınabileceği üzerinde durulmuştur. Bazı bilginler
bu iki mazeretin sınırlayıcı olduğunu düşünerek, tembellik ve ihmal yüzünden
bilerek ve farkında olarak namazın kılınmaması durumunda, bu namazı
kazâ etmenin gerekmediği kanaatine varmışlar ve namazı farkında olarak
vaktinde kılmayanların, o namazı kazâ etme haklarının olmadığını, tövbe
ve istiğfar etmeleri gerektiğini öne sürmüşlerdir. Zâhirîler'den İbn Hazm ve
daha birkaç bilgin bu görüştedir. Bu görüş sahipleri, namazın kendi vaktinde
kılınmasının önemini, bu hususa titizlik göstermek gerektiğini ve namazı
ihmal ve tembellik sebebiyle bilerek vaktinde kılmamanın içten yapılacak
tövbe dışında, telâfi edilemez bir günah olduğunu vurgulamışlardır.

Ancak Hanefîler'in de içinde bulunduğu büyük çoğunluğu oluşturan fakihlere
göre; uyku veya unutma gibi insanın iradesini elinden alan bir özür
nedeniyle bir namazı kazâ etmek gerekince, bilerek kılmama halinde haydi
haydi kazâ gerekir. Bu görüş sahipleri de, namazı kazâya bırakmanın büyük
bir günah olduğunu, bundan dolayı tövbe etmek gerektiğini söylemişler,
fakat namaz müslümanın Allah'a karşı olan bir borcu olduğu için, bunu
gecikmeli de olsa ödemek durumunda olduğunu dikkate almışlar ve kazâyı
bir telâfi yolu olarak görmüşlerdir. Bu durumda kişi, namazı vaktinde kılmadığı
için günahkâr olmuştur, fakat daha sonra kazâ ettiği için, namazı
terketme günahından kurtulmuş veya bu günahının affedilmesi yönünde
önemli bir adım atmıştır.

Vaktinde kılınamamış olan beş vakit farz namazın kazâsı farz, vitir namazının
kazâsı ise vâcip olur. Sünnet namazlar, kural olarak, kazâ edilmez.
Bununla birlikte bazı durumlarda, başka bir namazın vakti girmediği sürece
kazâ edilebilir. Meselâ sabah namazının farzı ile birlikte sünneti de vaktinde
kılınmamışsa, o günün öğle namazı vaktinden önce farz ile birlikte kazâ
edilir. Yine, öğle namazının ilk sünneti cemaatle farza yetişmek için
terkedilecek olsa, farzdan sonra kazâ edilebilir. Kazâya kalan ilk sünnetin,
farzdan hemen sonra, son sünnetten önce kazâ edileceği görüşü fetvaya
esas olmuştur. Bununla birlikte son sünnetten sonra kazâ edilebileceği görüşü
de vardır. Böylece hem bir sünnet vakti içinde iki defa geri bırakılmamış
hem de son sünnetin yeri değişmemiş olur. Namazın tertibinin iki defa
değişmemesi için bunu uygun görenler de vardır. Cuma namazının ilk dört
rek‘at sünneti hakkında da bu öne alma veya geriye bırakma uygulaması
geçerlidir. Terkedilen diğer sünnetler kazâ edilmez. Başlandıktan sonra her
nasılsa tamamlanmadan yarıda kesilen veya bozulan herhangi bir nâfile
namazın kazâsı gereklidir ve bu konu sünnetlerin kazâsı konusuyla ilgili
değildir. Meselâ öğle namazının son sünnetine başlamış olan kimse cenaze
namazını kaçırmamak için bu sünneti yarıda bıraksa, başlanmış bir nâfile
ibadetin tamamlanması gerektiği için, bu iki rek‘at sünneti kılması sünnet
olmaktan çıkar, vâcip haline gelir.

Namaz belli vakitlerde yerine getirilmesi gereken bir farz olduğu için, bir
özür olmaksızın namazın vaktinde kılınmayıp kazâya bırakılması büyük
günahtır ve namazı kazâ etmek bu günahı kaldırmaz. Kaçırılan namazı kazâ
etmek, namazı terketme günahını kaldırır, fakat vaktinden sonraya bırakma
günahını kaldırmaz. Bunun için ayrıca tövbe ve istiğfar etmek gerekir.

Meşrû bir mazeret sebebiyle namazın kazâya kalması veya bırakılması
günah olmaz. Düşman korkusu veya bir ebenin doğum yapacak kadının başından
ayrılması halinde çocuğun veya annesinin zarar göreceğinden korkması
meşrû birer mazerettir. Nitekim Hz. Peygamber Hendek Savaşı’nda namazlarını
tehir etmiştir. Abdullah b. Mes‘ûd'un bu olaya ilişkin anlatımı
şöyledir:
"Müşrikler, Hendek Savaşı’nda Resûlullah'ı dört vakit namaz kılmaktan
alıkoydular. Nihayet, gecenin Allah'ın bildiği kadar bir kısmı geçtikten sonra
Bilâl ezan okudu ve kamet getirdi; Hz. Peygamber ikindiyi kıldırdı; sonra Bilâl
kamet getirdi, Hz. Peygamber akşam namazını kıldırdı; sonra kamet getirdi,
Hz. Peygamber yatsı namazını kıldırdı" (Buhârî, “Mevâkyt”, 36, 38; Tecrîd-i
Sarîh Tercümesi, II, 535).

Bunu mazeret sebebiyle ikiden fazla namazın cem‘i olarak da değerlendirmek
mümkündür ve bu örnek saatlerce süren ameliyatlarda doktorlar için
bir ruhsat kapısı oluşturmaktadır.

Uyku ve unutma gibi bir özür sebebiyle namazı geçen kimse günahkâr
olmaz. Çünkü Hz. Peygamber, uyku sebebiyle namazı kılamadıklarından
şikâyet edenlere şöyle demiştir: "Uyku ihmal değildir. İhmal ancak uyanık

lık halinde olandır. Sizden biri namazını unutur veya uyku yüzünden kılamazsa,
hatırladığı zaman onu kılsın" (Müslim, “Mesâcid”, 311; Ebû Dâvûd,
“Salât”, 11).

Ancak namazı kaçırmamak için vaktinde uyanmak üzere tedbir almak
elbetteki uygun olur.

Hayız ve nifas hallerinde kadınlardan namaz borcu düşer. Yani kadınlardan
bu hallerinde namaz kılmaları istenmediği gibi, bu halde iken kılmadıkları
namazları daha sonra kazâ etmeleri de istenmemiştir.

Beş vakit namaz süresince ve daha fazla devam eden akıl hastalığı veya
bayılma yahut koma halinde namaz borcu düşer. Ancak bu durumlar beş
vakit ve daha az bir müddet devam ederse bakılır: Ayıldığı zaman abdest
alıp, iftitah tekbiri alacak kadar bir zaman kalmışsa o vaktin namazını kazâ
etmesi gerekir.

Dinden dönmüş
(mürted) kişinin, irtidat süresince veya daha önce kılmadığı
namazları kazâ etmesi gerekmez. Daha önce hac yapmışsa, yeniden
bu görevi eda etmesi gerekir. Müslüman toplumların dışında başka bir toplumda
İslâm'a giren, yani yabancı bir ülkede müslüman olan kimse namazın
farz olduğunu ve nasıl kılındığını öğreninceye kadar mâzur sayılır. Çünkü
böylesi bir durumda bazı emir ve yasakların ayrıntılarını bilmemek mazeret
kabul edilir.

B) İfa Şekli

Hanefîler'e göre kazâya kalmış bir namaz, vakti içinde nasıl eda edilecek
idiyse daha sonra kazâ edilirken o şekilde kılınır. Meselâ seferde iken dört
rek‘atlı bir namazı kaçıran kimse bunu ister seferde isterse aslî vatanına
döndükten sonra kazâ etsin, iki rek‘at olarak kılar. Aynı mantığın gereği
olarak, normal zamanda kazâya kalmış olan dört rek‘atlı bir namazı sefer
esnasında kazâ edecek olan kişi de sefer haline bakılmaksızın bu namazı
dört rek‘at olarak kaza edecektir.

Şâfiî ve Hanbelîler'e göre kazâ namazı kılınırken, kazânın yapılacağı yer
ve zaman dikkate alınır. Seferî olan kimse kazâya kalmış dört rek‘atlı namazı
iki rek‘at olarak kazâ eder. Bu namazın seferde veya ikamet halinde
iken kazâya kalmış olması, hükmü değiştirmez. Seferde kazâya kalan namaz
da, ikamet halinde kazâ edilince dört rek‘at olarak kılınır. Çünkü kısaltmanın
sebebi olan yolculuk kalkmıştır.

Namazlar kazâ edilirken gizli okunacak namazda kıraat gizli yapılır.
Açıktan okunacak namazı imam kıldırırsa açıktan okur; tek başına kılınırsa
açık veya gizli okumak tercihe kalmıştır.

Namazı kazâ edecek kişi tertip sahibi ise, yani o zamana kadar altı vakit
veya daha fazla namazı kazâya kalmamış bir kimse ise, kazâ namazı ile
vakit namazı arasında sıraya uyması gerekir. Tertip sahibi değilse bu
namazı kazâ etmeden diğerlerini kılabilir.

Tertip sahibi olan bir kimsenin bir farz namazını veya Ebû Hanîfe'ye
göre vâcip olan vitir namazını özürsüz yere veya hayız, nifas gibi namazı
düşüren nitelikte olmayan bir özür sebebiyle vaktinde kılmamış olması halinde
bu namazı ilk vakit namazından önce kazâ etmesi gerekir. Meselâ
tertip sahibi kimse sabah namazı vaktinde uyuyup kalsa bu namazı öğle
namazından önce kazâ etmesi gerekir. Eğer öğle namazını önce kılarsa sıra
gözetilmediği için bu namaz İmam Muhammed'e göre fâsid olur. Ebû Yûsuf'a
göre ise namaz fâsid olmaz, fakat farzlıktan çıkıp nâfileye dönüşmüş
olur. Ebû Hanîfe'ye göre ise bu namazın sıhhati askıdadır. Şöyle ki, kişi
bundan sonra o sabah namazını kazâ etmeden beş vakit namazını daha eda
edecek olursa bu altı vaktin hepsi de sahihe dönüşür. Fakat böyle beş vakit
namazını kılmadan kılamadığı o sabah namazını kaza ederse arada kılmış
olduğu vakit namazları fâsid olup yeniden kılınmaları gerekir.

Tertip sahibinin sıra gözetmesinin delili, Resûlullah'ın Hendek Savaşı’nda
dört vakit namazı kılamayınca bunları sıraya koyarak ve vakit namazından
önce kılmasıdır. İbn Ömer'in "Sizden her kim bir namazı kılamaz da, ancak
imamla birlikte namaz kılarken hatırlarsa namazını tamamlasın. Bundan
sonra unuttuğu namazı kılsın. Sonra da imamla birlikte kıldığı namazı iade
etsin" (Zeylaî, Nasbü'r-râye, II, 62) şeklindeki ifadesi de bu konudaki dayanaklardan
biridir.

Tertip, üç durumda düşer: 1. Kazâya kalan namazların sayısının vitir dışında
altı vakit ve daha fazla olması. 2. Vaktin hem kazâ hem de vakit namazı
kılmaya yetmeyecek kadar sıkışık ve dar olması. 3. Vakit namazının kılınışı
sırasında kazâya kalmış namazı olduğunun hatırlanmaması.

Tertip düştükten sonra, kazâ için belirli bir vakit kalmaz; mekruh vakitler
dışında istediği zamanda kazâ namazı kılınabilir. Mekruh vakitlere girmemesi
şartıyla, sabah namazından ve ikindi namazından sonra da kazâ
kılınabilir.

Kazâya kalmış namazları kazâ ile meşgul olmak, nâfile namaz kılmaktan
önemli ve önceliklidir. Hanefî mezhebinde tasvip edilen görüşe göre,
vakit namazlarıyla birlikte kılınan düzenli nâfileler (revâtib sünnetler) bunun
dışındadır. Yani revâtib sünnetlere de riayet gösterilmeli ve bu sünnetler,
kazâ namazı kılmak gerekçesiyle terkedilmemelidir. Fakat üzerinde kazâ
namazı bulunan kimselerin bunlar dışında teheccüt, tesbih gibi diğer nâfile
namazları kılması uygun değildir.

Üzerinde çok sayıda kazâ namazı bulunan, meselâ namaza geç yaşlarda
başlamış olan kişi, geçmiş namazları kazâ ederken "Vaktine yetişip de kılamadığım
ilk sabah /ilk öğle /ilk ikindi /ilk akşam /ilk yatsı namazını kılmaya"
şeklinde niyet edebileceği gibi, "Vaktine yetişip de kılamadığım son sabah …
namazını kılmaya" şeklinde de niyet edebilir. Böylece hangi namazı kazâ ettiği
bir ölçüde belirli (muayyen) hale gelmiş olur.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol