""DİNİNİZLE İLGİLENEN,DERDİNİZLE İLGİLENMİYORSA,BİLİNKİ O TAM BİR SAHTEKARDIR"" Macar Atasözü.
HOŞ GELDİNİZ
Ziyaret etiğiniz için teşekkür ederiz,burada huzurlu bir vakit geçireceğinizden eminim.Yine bekleriz,

Namazın Rukunleri(İçindeki Farzlar)

NAMAZIN İÇİNDEKİ ŞARTLARI(RUKUNLERİ)

1. İftitah tekbiri
2. Kıyam
3. Kıraat
4. Rükû
5. Secde
6. Ka‘de-i ahîre şeklinde sıralanır


1. İftitah Tekbiri
İftitah "başlamak, kapıyı açıp girmek" anlamındadır. İftitah tekbiri
(tahrîme), namaza başlarken alınan tekbir olup "Allahüekber" cümlesini
söylemektir. İftitah tekbiri, bütün mezhep imamlarına göre farz olmakla
birlikte Hanefî imamlar bunu rükün değil şart olarak, diğer üç mezhep
imamı ise rükün olarak değerlendirmiştir. İftitah tekbiri Hanefî mezhebinde
rükün değil şart olmakla birlikte, rükünlere çok yakın oluşu sebebiyle bir
rükün gibi değerlendirilmesi ve rükünler arasında ele alınması yanlış olmaz.

İftitah tekbirinin şart veya rükün kabul edilmesi şeklindeki görüş ayrılığının
pratik sonucu şudur: Bir kimsenin setr-i avret, necâsetten tahâret veya
istikbâl-i kıble şartını, iftitah tekbirinden sonra yerine getirmesi durumunda
kıldığı namaz, iftitah tekbirini şart sayanlara göre geçerli, rükün sayanlara
göre ise geçersizdir. Söz gelimi kolu başı açık olarak tekbir alıp namaza duran
bir kadın iftitah tekbirinden sonra kolunu başını örtse Hanefî imamlara
göre namazı geçerli, ötekilere göre geçersizdir.

Bilen ve söylemekte güçlük çekmeyen kişi iftitah tekbirinde Allahüekber
demelidir. Allah'ı yüceltme, O'nun büyüklüğünü ikrar anlamı taşıyan “Allahü
kebîr”, "Allahü azîm" gibi başka sözlerle tekbir alındığında, farz yerine gelmiş
olur. Fakat "estağfirullah" (Allah'tan bağışlanmak dilerim) veya "bismillah"
gibi dua anlamı taşıyan ifadelerle tekbir alınacak olursa farz yerine gelmiş
olmaz. Yine bir kimse Arapça dışında bir dilde tekbir getirecek olsa, Ebû
Hanîfe'ye göre bu da yeterlidir.

Hz. Peygamber'in tekbir alırken ellerini omuz hizasına kadar kaldırdığına
dair rivayet bulunduğu gibi, kulak hizasına veya kulaklarının üstü
hizasına kadar kaldırdığına dair rivayetler de vardır. Bu rivayetlerin birleştirilmesi
durumunda, tekbir alırken başı hafifçe öne eğerek başparmak kulak
memesine değecek şekilde elleri kaldırmanın uygun olduğu belirtilmiştir.

Tekbir cümlesinde "Allah" kelimesinin ilk harfi olan A harfini uzatarak "Âllah"
yahut "Aallah" veya “Eallah” diye tekrarlayarak okumak câiz değildir. Bu şekilde
okumak mânayı bozacağı için, farz yerine getirilmemiş ve namaz geçersiz olur.

İmama uymak üzere ayakta alınan iftitah tekbirinin tamamen kıyam
halinde alınması
şarttır. Buna göre, rükû halinde bulunan imama uyacak
olan kimse, kıyam halinde Allah deyip, ekber lafzını rükûa vardıktan sonra
diyecek olsa, imama uyması sahih olmaz.

2. Kıyam
Kıyam "doğrulmak, dikelmek, ayakta durmak" demektir. Namazı oluşturan
ana unsurlardan biri olarak kıyam, iftitah tekbiri ve her rek‘atta
Kur'an'dan okunması gerekli asgari miktarı okuyacak kadar bir süre ayakta
durmak anlamına gelir.

Farz ve vâcip namazlarda ve Hanefî mezhebinde benimsenen görüşe
göre sabah namazının sünnetinde kıyam bir rükündür. Gücü yeten kişi bu
rüknü yerine getirmeden, meselâ oturarak farz veya vâcip bir namaz kılarsa
namazı geçerli olmaz. Yine bir kimse, çekiliverse düşeceği bir tarzda, duvara
veya bastona yaslanarak namaz kılacak olursa, namazı geçersiz olur. Nâfile
namazlarda ise kişi, ayakta durmaya gücü yettiği halde oturarak da namaz
kılabilir.

Hasta veya ayakta durmaya gücü yetmeyen kişiden kıyam vecîbesi düşer.
Bu kişi oturmaya güç yetiriyorsa, namazı oturarak kılar. Bu durumda oturma,

o kişi için hükmen kıyam yerine geçer. Oturmaya da gücü yetmiyorsa nasıl
kılabiliyorsa öyle, uzanarak veya ima ederek kılar.
3. Kıraat
Sözlükte "okumak" anlamına gelen kıraat, "Kur'an okumak" demektir.
Namazda bir miktar Kur'an okumak gerekir. Namazda Kur'an, kıyam halinde
iken yani ayakta dururken okunur. Namazda okunması gereken asgari
miktar, kısa üç âyet veya buna denk bir uzun âyettir. Namazın asıl iskeletini
oluşturan ve biçimini veren kıyam, rükû ve secde gibi rükünlere nisbetle
kıraat, namazın zâit rüknü olarak kabul edilir. Bu yüzden, kıyam, rükû,
secde ve son oturuş, gerek cemaatle namaz kılarken gerekse tek başına
namaz kılarken terkedilmediği halde, kıraat, imama uyan kişiden düşer.

Kıraat nâfile namazların, vitir namazının ve iki rek‘atlı namazların bütün
rek‘atlarında, dört veya üç rek‘atlı farz namazların ise herhangi iki rek‘atında
olması farzdır. Kıraatin ilk iki rek‘atta olması ise vâciptir. İkinci rek‘attan sonraki
rek‘at veya rek‘atlarda Fâtiha sûresini okumak Hanefî imamlardan yapılan bir
rivayete göre vâcip, diğer bir rivayete göre ise sünnettir.

Hanefîler'in farz namazların ilk iki rek‘atı dışında Fâtiha sûresinin
okunmasını sünnet kabul etmeleri, farz namazları iki rek‘at esası üzerine
değerlendirmelerinin bir sonucudur. Seferde dört rekatlı namazların kısaltılıp
iki rek‘at olarak kılınması gerektiğindeki ısrarlarının da bu noktayla ilgisi
vardır.

Kıraat konusundaki bu kurallar, Hanefî mezhebinde, imam olan için ve
tek başına kılan için söz konusudur. İmama uyan kişinin kıraat yükümlülüğü
yoktur; kılınan namaz açıktan (cehrî, âşikâre) okunan namaz ise imamı
dinler, değilse susar.

Diğer üç mezhepte ise kıraatin asgari miktarı her rek‘atta Fâtiha sûresinin
okunmasıdır. İlk iki rek‘atta Fâtiha'dan sonra Kur'an'dan bir sûre veya
birkaç âyet daha okumak (zamm-ı sûre) sünnettir. Bu mezheplerde kıraat,
imam ve yalnız başına kılan için olduğu gibi imama uyan için de geçerlidir.
Şu var ki imama uyan kişi, sessiz namazda Fâtiha'yı ve ardından eklenecek
bir sûreyi, sesli namazda ise Şâfiîler'e göre sadece Fâtiha'yı okur; Mâlikî ve
Hanbelîler'e göre bir şey okumayıp sadece dinler. Ahmed b. Hanbel'e göre,
tercihen hem dinlemeli, hem de imam ara verdiğinde okumalıdır.

Besmele Şâfiî mezhebine göre Fâtiha sûresinden bir âyet olduğu için,
besmelenin okunması da kıraat vecîbesinin bir parçasıdır, yani namazın
farzlarındandır.

aa) Kur'an Meâliyle Kıraat

Fakihlerin namazda kıraat rüknünü diğer rükünlerden daha hafif tuttuğu,
bunun yerine getirilmesinde âzami kolaylıklar gösterdiği, hatta bazan
-imama uyan kimsede olduğu gibi- bunu aramadığı görülür. Bunun için de
kıraat rüknünün ifası için bir âyetin okunması yeterli görülmüş, böylece
Arapça bilmeyenlerin veya telaffuzda zorlananların da yerine getirebileceği
ortalama bir ölçü konulmuştur. On dört asırlık İslâm geleneği içinde,
namazda kıraatın ana dille olması taleplerinin ve bunu konu olan tartışmaların
ciddi ölçekte gündeme gelmeyişi de bu kolaylıktan kaynaklanmaktadır.


Kıraatin namazda farz olması, Kur'an'ın tanımında mâna ve lafız ayırımını
veya böyle bir ayırımın yapılıp yapılamayacağını da gündeme getirmiştir.
Fakihlerin çoğunluğu böyle bir ayırıma gerek görmezken Ebû Hanîfe'nin
Kur'an tanımında mânaya öncelik verdiği, lafzı da bu anlamın kalıpları
olarak gördüğü bilinmektedir. Ancak bu tartışma namazdaki kıraat rüknünün
ifa şekline ilişkin olup, bütün fakihlere ve İslâm bilginlerine göre
-ibadetin biçimi haricinde-, Kur'an'ın anlamının öncelikli olduğu, onu okumaktan
ziyade anlamanın ve içeriğiyle ilgili tefekkürün ana gayeyi teşkil
ettiği kuşkusuzdur.

Ebû Hanîfe'den başka bütün müctehidlere göre Arapça ezberleyip okuyabilen
kimselerin namazda Kur'an'ı asıl dilinden Kur’ân’dan okumaları farzdır.
Hanefî mezhebine göre Arapça'ya dili dönmeyen veya ezberleyemeyen
kimseler öğreninceye kadar namazda Kur'an'ı
(anlamını, meâlini) kendi dillerinde
okuyabilirler.

“Zelletü'l-karî” bahsinde görüleceği üzere "Namazda, kıraat rüknü yerine
getirilirken Kur'an'dan olmayan bir kelime okunursa namaz bozulur."

Namazda önemli olan ibadet şuurudur. Okuduğunun mânasını da bilmek
ve namazda bunu düşünmek isteyenler, okuyacakları Kur'an'ın namazdan
önce meâlini okurlar, mânasını buradan anlarlar, namazda Kur'an'ı asıl dilinden
okurken bu mâna ve içerik üzerinde düşünebilirler. Ancak namazın şekli
açısından daha önemli ve gerekli olan, mânayı anlamak ve düşünmek değil,
ibadet bilinciyle belli bir biçim ve davranışın yerine getirilmesidir. Kaldı ki, dinî
âyin ve törenlerin hemen bütün din ve inanışlarda belli bir sembolizm ve biçimsellik
içerdiği bilinmektedir. Hatta ibadetin haz ve gizeminin biraz da bu
biçimde saklandığı söylenebilir.

bb) Gizli ve Açık Okumanın Ölçüsü

Bir yazıyı hiç ses çıkarmadan ve dili dahi kıpırdatmadan okumak mümkündür
ve buna Türkçe'de "içinden okumak veya sessiz okumak" denildiği
gibi "gözüyle süzmek" de denilir. Ezberlenmiş herhangi bir metni meselâ bir
şiiri dili hareket ettirmeden ve ses çıkarmadan tekrarlamak ise "içinden
okumak" olarak adlandırılmaz, belki "içinden geçirmek, zihinden tekrar etmek"
denir; fakat anlam olarak içinden okumaya yakındır. Bir yazıyı fısıltı
ile kendisi veya yakınında bulunanların duyabileceği bir tonla okumaya
"alçak sesle okumak", bu şekilde bir iki kişinin duyabileceği bir sesle konuşmaya
ise "fısıldamak, fısıltı ile konuşmak, alçak sesle konuşmak" denilir.

Namazda kıraatin cehrî yapılmasının anlamı, başkalarının duyacağı ses
tonuyla okumak demektir. Buna açıktan okumak veya yüksek sesle okumak
denilmektedir. Kur'ân'ı açıktan okumanın anlamı belli olduğu için bu
konuda görüş ayrılığı olmamıştır. Fakat hafî okuyuşun anlamı ve tanımlanması
konusunda farklı görüşler bulunmaktadır.

Fakihler ezberlenmiş olan Fâtiha sûresinin ve diğer sûrelerin namazda dili
kıpırdatmaksızın ve ses çıkarmaksızın zihinden tekrarlanmasını okuma (kıraat)
saymamışlardır; yani böyle yapmakla, namazın rüknü olan kıraatin yerine
getirilmiş olmayacağını söylemişlerdir. Hiç ses çıkarmamakla birlikte
harfleri diliyle düzeltmenin okuma sayılıp sayılmayacağı ise tartışmalıdır. Dilin
hareketinin okuma sayılmayacağını söyleyenlere göre kendi duyabileceği bir
sesle, fısıldar gibi, harfleri yerlerinden çıkartmak ve niteliklerini uygulamak
suretiyle kıraat etmek en doğrusudur. Kimi âlimler ise, ezberdeki bir sûreyi ses
çıkarmadan fakat dili hareket ettirerek tekrarlamanın okuma sayılacağını söylemişlerdir.
Bu konuda kesin bir ölçü getirmek zor olduğu için namaz kılan
kişi, kendisi hangi durumda daha fazla huşû ve kalp huzuru duyuyorsa o
şekilde davranmalı; başkalarıyla birlikte toplu olarak namaz kılınan yerlerde
başkalarının huşû ve kalp huzurunu ihlâl edecek şekildeki okumalardan kaçınmalıdır.
Genellikle açıktan okumanın alt sınırı, bir başkasının işitebileceği
derecede yüksek sesle okumak şeklinde, gizli okumanın üst sınırı ise en fazla
kendi işiteceği şekilde okumaktır.

Alçak sesle okumanın tarifi yapılırken, dayanılan gerekçelerden biri "Velâ
techer bi salâtike velâ tuhâfit bihâ vebtaği beyne zâlike sebîlâ" (el-İsrâ 17/110)
âyetidir. İçinde geçen "salât" kelimesine iki farklı anlam verildiği için bu âyet
iki farklı
şekilde anlaşılmaya müsaittir. Kimileri âyette geçen salât kelimesine
kıraat (Kur'an okuma), kimileri de dua anlamı vermişlerdir. Her iki anlamı
destekleyen rivayetler de bulunmaktadır. Âyete verilen birinci anlam "Kur'an
okurken sesini yükseltme, tamamen de kısma; bu ikisi arasında bir yol tut"
şeklindedir. Bu anlamı destekleyen rivayet İbn Abbas'tan gelmektedir. İbn
Abbas'ın ifadesine göre, Hz. Peygamber yüksek sesle Kur'an okuyordu. Bunu
duyan kâfirlerin, Kur'an'a, onu getirene, gönderene ve Kur'an'ın geldiği kişiye
sövmeleri üzerine Hz. Peygamber hiç kimse duymayacak derecede sesini kıstı.
Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi (Buhârî, “Tefsîr”, 17, 14/V, 229).

Âyete verilen ikinci anlam "Dua ederken sesini yükseltme, tamamen de
kısma. Bu ikisi arasında bir yol tut" şeklindedir. Bu anlamı destekleyen husus
Hz. Âişe'nin, âyette geçen salât kelimesini dua olarak açıklamış olmasıdır
(Buhârî, V, 229; Müslim, “Salât”, 31/I, 329-330). Salât kelimesinin Kur'an'da,
Hz. Peygamber'in sözlerinde ve Arap dilinde hiçbir şekilde kıraat anlamına
gelecek biçimde kullanılmayıp "dua" anlamında kullanıldığı, ayrıca âyetin baş
tarafında "De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin, hangi isimle dua etseniz,
en güzel isimler O'nundur" denilerek dua etmenin emredildiği veya duadan
bahsedildiği dikkate alınınca bu ikinci anlamın daha uygun olduğu söylenebilir.


cc) Zelletü'l-karî

Namazda kıraat ederken her rek‘atta okunan Fâtiha sûresinin ve arkasından
eklenmek üzere birkaç sûrenin iyi ezberlenmesi ve okuyuşlarda titiz
davranılması gerekeceği bellidir. Bununla birlikte Kur'an okurken çeşitli sebeplerle
okuma hatası yapılabilir. Bu okuyuş hataları ve dil sürçmesi fıkıh
terminolojisinde "zelletü'l-karî" olarak adlandırılır. Okuyuş hatası, Arap olan
olmayan herkes için söz konusu olabilir. Arapça bilmeyenler için ayrıca
telaffuz ve hareke problemi de söz konusudur. Âlimler okuyuşta yapılan
hataların, kıraat şartının yerine gelip gelmediğine, dolayısıyla namazın sahih
olup olmadığına etkisi üzerinde düşünmüş ve bunun için birtakım ölçüler
getirmişlerdir. Fakat getirilen ölçü daha ziyade anlamın bozulması, değiştirilen
kelimenin Kur'an'da olup olmaması gibi, yine Arapça bilmeyen
kişilerin tam olarak farkına varamayacağı teknik hususiyetler içerdiği için
Arapça ile meşgul olmamış kişiler açısından bu bilgi ve ölçülerin fazla pratik
değeri yoktur. Bu bakımdan, bu ölçülere genel olarak işaret edip, sıklıkla
karşılaşılabilecek bazı durumlara ilişkin hükümlere işaret etmeyi yeterli bulmaktayız.


1. Namazın rükünlerinden biri olan kıraati ifa ederken Kur'an'ın bir kelimesinin
dahi anlam bozulacak şekilde kasten değiştirilmesi halinde namaz
bozulur. Kasıtsız olarak yanlışlık yapmak durumunda esas alınacak ölçü, değiştirilen
lafzın Kur'an lafızlarından olup olmadığına bakılmasıdır. Eğer Kur'an
lafızlarından olmayan bir lafız okunmuş olursa namaz bozulur. Okunan şey
Kur'an lafızlarından olduğu sürece zabt ve i‘rabında ve mânada bir bozukluk
(halel) olsa bile namaz fâsid olmaz. Yine kelime sonlarındaki hareke yanlışları,
anlamı değiştirse bile namaz bozulmaz.
2. Bir harf yerine başka bir harf okumak: Bu harfler sin ve sad harfi gibi
mahreç yakınlığı bulunan harflerden ise namaz bozulmaz. Meselâ, "Allahü'ssamed"
diyecek yerde "Allâhü's-semed" demek "felâ takher" diyecek yerde "felâ
tekher" demek, "fethun karîb" diyecek yerde "fethun garîb" demek namazı bozmaz.
Fakat âlimlerin çoğunluğu "Allahü ehad" yerine "Allahü ehat" okumanın
namazı bozacağı görüşünde oldukları için, İhlâs sûresini okurken "dâl" harfini,
"te" gibi okumamaya dikkat etmek gerekir.
3. Mahreç yakınlığı olmamakla birlikte bazı harfler yaygın olarak karıştırıldığı
için ayırt etme zorluğu bulunan bu çeşit harflerin birbiri yerine geçirilmesi
durumunda birçok fakihe göre namaz bozulmaz. Meselâ "dât" yerine
"dâl", "zâl" veya "zı" harfinin okunması böyledir.

4. Şeddeli harfi şeddesiz veya şeddesiz harfi şeddeli, uzun okunacak
yerde kısa veya kısa okunacak yerde uzun, idgam yapılacak yerde idgamsız
veya idgam yapılmayacak yerde idgam yaparak okumakla namaz bozulmaz.
Meselâ "iyyâke na‘büdü" diyecek yerde "iyâke na‘büdü" demekle
namaz bozulmaz.
5. Kelimenin bir parçası kesilse, meselâ "el-hamdü…" diyecekken,
unutmak veya nefesi yetmemek veya nefesi bir sebeple tıkanmaktan dolayı,
"el…" deyip, durduktan sonra "el-hamdü…" denilse veya okunacak kelime
hatıra gelmeyip başka bir kelimeye geçilse çoğunluğa göre namaz bozulmaz.
Çünkü bu durumlarda zaruret ve kaçınılması mümkün olmayan bir durum
(umûm-ı belvâ) vardır.
6. Eğer âyete bir harf ilâve edilse, mâna değişmiyorsa namaz bozulmaz.
Buna mukabil, "Allahüekber" ifadesinin başına bir "e" harfi eklenecek olsa,
anlam bütünüyle değişeceği ve inanç noktasından riskli bir anlam çıkacağı
için namaz bozulur. Çünkü "Allahüekber" sözünün anlamı, "Allah en büyüktür"
şeklinde olup başına "e" harfi eklendiği zaman "Allah en büyük müdür?"
şekline dönüşmektedir.
7. Anlam bozulmadığı takdirde kelimelerin yerinin değişmesiyle namaz bozulmaz.
Meselâ "fîhâ zefîrun ve şehîkun" yerine "fîhâ şehîkun ve zefîrun" okunmasıyla
namaz bozulmaz. Fakat anlam değişirse namaz bozulur.
8. Bir kimse namazda fâhiş hata ile okuduktan sonra, dönüp yeniden
düzgün şekilde okursa namazı câiz olur.
9. Kıraat esnasında az veya çok miktarda âyet atlamakla namaz bozulmaz.
Şâfiî ve Hanbelîler'e göre Fâtiha dışındaki okuyuşlarda kasıtlı olmamak
şartıyla meydana gelen hata sebebiyle namaz bozulmaz. Bu bakımdan,
özellikle Fâtiha'yı hatasız öğrenmeye, doğru ezberleyip doğru okumaya
çalışmak iyi olur.

4. Rükû
Rükû sözlükte "eğilmek" anlamına gelir. Namazın ana unsurlarından
olan rükû, eller dizlere erecek şekilde öne doğru eğilmek demektir. Hz. Peygamber'in
uygulamasına en uygun rükû şekli, sırt ve baş düz bir satıh
oluşturacak biçimde eğilmektir. Tarif edilen bu rükû duruşunda bir müddet
beklemek (tuma'nîne) ve yine rükûdan doğrulup, secdeye varmadan önce
uzuvları sakin oluncaya değin bir süre kıyam vaziyetinde beklemek (kavme)
ta‘dîl-i erkânın birer parçası olduğundan, Ebû Yûsuf'a ve Hanefî mezhebi
dışındaki üç mezhebe göre tuma'nîne ve kavme farzdır. Ebû Hanîfe ve Muhammed'e
göre ise vâciptir. Bu tume'nîne ve kavme süresinin asgari ölçüsü
"sübhânellâhi'l-azîm" diyecek kadar durmaktır.

5. Secde
Secde sözlükte "itaat, teslimiyet ve tevazu içinde eğilmek, yere kapanmak,
yüzü yere sürmek" anlamına gelir. Namazın her rek‘atında belirli
uzuvları yere veya yere bitişik bir mahalle koyarak iki defa yere kapanmak
namazın rükünlerindendir. Hz. Peygamber'in uygulamasına en uygun secde
yüz, eller, dizler ve ayak parmaklarının üzerine olmak üzere yedi uzuv üzerinde
yapılanıdır. Bununla birlikte bunlardan bir kısmı ile yetinildiğinde secdenin
geçerli olup olmayacağı konusunda mezhepler arasında farklılıklar
vardır. Hanefî mezhebinde farz olan, alnın ve ayakların hiç değilse bir ayağın
yere dayanmasıdır. Burnun konması vâcip, ellerin ve dizlerin konması
ise sünnettir. Tercih edilen görüşe göre, bir ayağın sadece bir parmağını
veya sadece üstünü yere koymak yeterli değildir. Yine bir mazeret (özür)
yokken alnı yere değdirmeden sadece burun üzerine secde yeterli olmaz.

Hanefîler'den Züfer ile Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde, yedi uzvun (eller,
ayaklar, dizler ve yüz) her birinin bir kısmının yere değdirilmesi farzdır.
Şâfiîler'e göre avuç içlerinin ve ayak parmaklarının alt taraflarının yere gelmesi
gerekir. Mâlikî mezhebinde farz olan, secdenin alnın bir kısmı üzerinde
yapılmasıdır. Özür sebebiyle bunu yapamayan ima ile secde eder. Sadece
burnun üzerine secde edilmesi yeterli değildir.

Secdede ve iki secde arasında bir miktar beklemek (tume'nîne), rükûdaki
tume'nînenin hükmüyle aynıdır.

6. Ka‘de-i Ahîre
Ka‘de-i ahîre “son oturuş” demektir. Namazın sonunda bir süre (teşehhüt
miktarı) oturup beklemek namazın rükünlerindendir. İki rek‘atlık namazlardaki
oturuş, daha önce oturuş bulunmadığı için son oturuş sayılır.

Son oturuştaki süre Hanefîler'e göre "teşehhüt" miktarıdır. Teşehhüt
miktarı ise, "Tahiyyât" duasını okuyacak kadar bir süredir. Şâfiî ve
Hanbelîler'de ise farz olan oturuş süresi teşehhüt miktarına ilâveten bir de
Hz. Peygamber'e salavat getirilebilecek (“Allahümme salli alâ Muhammed”
diyecek) kadardır. Mâlikî mezhebine göre farz olan, hiç değilse selâm vermeye
elverişli bir süre oturmaktır.

Namaz ibadetinin ana çatısını oluşturan şartlar ve rükünler bunlar olmakla
birlikte, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ta‘dîl-i erkân ve namazdan
kendi fiili ile çıkmak da fakihlerin bir kısmına veya çoğunluğuna göre namazın
farz veya vâcipleri arasında sayılır. Bu sebeple bu iki kavram hakkında
burada bilgi verilmesi yerinde olur.

Ta‘dîl-i Erkân

Ta‘dîl-i erkân, rükünleri düzgün, yerli yerinde ve düzenli yapmak demektir.
Ta‘dîl-i erkâna riayetin sonucunda rükünler şekil olarak düzgün ve kıvamında
yerine getirilmiş olur. Böylece kişi namazını üstün körü değil, "dört başı
mâmur" kılmış olur. Ta‘dîl-i erkâna yakın anlamda kullanılan "tuma'nîne"
kelimesi, yapılmakta olan rüküne hakkının verildiğine kanaat getirilmesi ve
yapılan işin içe sinmesi halini ifade eder ki ta‘dîl-i erkâna riayetin sonucudur.
Ta‘dîl-i erkân özellikle rükûda, rükûdan doğrulmada, secdede ve iki secde
arasındaki oturuşta söz konusu olur.

Hanefî mezhebi eserlerinde rükûda "tuma'nîne"nin, rükûdan doğrulduktan
sonra bir süre ayakta beklemenin (kavme) ve iki secde arasında bir süre
(“sübhanellâhi'l-azîm” diyecek kadar) oturarak beklemenin (celse) sünnet
olduğu kaydedilmekle beraber kuvvetli görüşe göre bunlar ta‘dîl-i erkânın
birer boyutu olmak bakımından vâciptir.

Ta‘dîl-i erkân, Ebû Yûsuf'a ve Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe
göre, ayrı bir rükün veya rüknün şartı olması itibariyle farzdır. Hanefî mezhebine
göre (Ebû Hanîfe ve Muhammed'e göre) ise vâciptir.

Namazdan Kendi Fiili ile Çıkmak

Ebû Hanîfe'ye göre namaz kılan kişinin, namazın sonunda kendi istek
ve iradesiyle yaptığı bir fiil ile namazdan çıkması namazın rükünlerindendir.
Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise teşehhüt miktarı oturmakla namaz rükünleri
itibariyle tamamlanmış olur. Bu görüş ayrılığının ayrıntı sayılabilecek
bazı fıkhî sonuçları vardır. Buna göre bir kimse ka‘de-i ahîrede teşehhüt
miktarı oturduktan sonra kendi isteği ile, namazla bağdaşmayacak bir fiil
işlese, meselâ kendisine verilen selâmı almak veya hapşırana “çok yaşa”
veya “yerhamükellâh” demek gibi bir şekilde konuşsa, her üç imama göre
de namazı tamam sayılır. Fakat teşehhüt miktarı oturduktan sonra, kendi
isteği dışında bir sebeple namazı bozulsa Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre
bu kişinin namazı tamamdır, Ebû Hanîfe'ye göre ise tamam değildir. Hemen
abdest alıp kendi istek ve iradesiyle (ihtiyar) namazdan çıkmazsa namazı
geçersiz olur ve yeniden kılması gerekir. Yine son oturuşta, teşehhüt miktarı
oturduktan sonra henüz kendi istek ve iradesiyle namazdan çıkmadan namaz
vakti çıksa, bu kişinin namazı iki imama göre tamamdır. Ebû Hanîfe'ye
göre ise fâsiddir.

Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre namazdan çıkmak için birinci selâmın
verilmesi; Hanbelî mezhebine göre de iki tarafa selâm verilmesi farzdır. Hanefî
mezhebine göre ise selâm farz değil, vâciptir.

Hanefîler, Hz. Peygamber'in bazan teşehhüt miktarı oturduktan sonra,
selâm vermeden arkadaşlarına dönerek konuşmak gibi bir fiille namazı tamamladığını
bildiren rivayetleri dikkate alarak namazdan selâmla çıkmayı
rükün saymamışlardır.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol